Hakan YALMAN |
|
NURLU BİR GELECEK İÇİN KÜFRE KARŞI İTTİFAK |
Küfrün bütün dünyada belini kırmak için dünya genelinde yedi milyar ‘Tabiat Risâlesi’ dağıtma kampanyasında ilk onbine yaklaştık ve bütün şevkimizle devam ediyor, dünya genelini bir Medresetüzzehra yapmak istiyoruz. Yaşadığımız her gün Üstadımızın ortaya koyduğu Kur’ân hakikatlerinin ne kadar anlamlı olduğunu ve dünya meselelerinin ve ülkemizin problemlerinin çözümünün siyaset, ekonomi ve diplomasi ile değil, insanı merkeze yerleştiren iman dâvâsı ile olacağını ortaya koyuyor. Her geçen gün Risâle-i Nur’un asrın reçetesi ve Üstadın da asrın imamı olduğu daha iyi anlaşılıyor. Bunlar tecrübe ile öğreniliyor ve bedeller ödeniyor ve belki de ödenecek ama İnşaallah gelecek daha aydınlık ve nurlu olacak. Dünyadaki önemli gelişmelerin ve insanlığın yakın gelecekte öze dönüşünün ipuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. “Yeni Dünya Düzeni” ekonomik gelişmeler ve dünya coğrafyasının yeniden şekillendirilmesi ile bağlantılı olarak algılanırken, insanlıkta coğrafî tanımların, etnik özelliklerinin, benlikler ve kolektif benliklerle tanımlanmış özellikler çerçevesinde yatay olarak ayrışmış yapının yerini insanî değerler etrafında şekillenmiş dikey ayrımlar alacak gibidir. Yani devletler ve milletler yerlerini beşer tabakalarına terk edeceklerdir. Bu tabakalaşma sürecinde vahyin kontrolünde ve nübüvvet yolunun uzantısında olan dünya insanları doğrunun ve hakkın etrafında bütünleşecek. Bu bütünleşme tarafgirlik ve benlik etrafında şekillenmiş din algılarının, dinî, siyasî ve etnik yapının bir parçası olarak yansıtan yaklaşımların dışında cereyan edecek gibidir. Yani, İslâmı siyasal zemine oturtmaya çalışan düşünce yapılarını ortaya koyduğu gibi İslâm ülkelerinin askerî ve ekonomik gücünün artması ile diğer din mensuplarını mağlûp ederek kontrolleri ve esaretleri altına alacakları askerî veya diplomatik gelişmelerin değil, özlere ve ruhlara yönelik yürekleri kuşatan bir İslâmiyetin hâkim olacağı gözlenir gibidir. Bu anlamda, coğrafî konum etnik özellikleri ile İslâm dairesi içinde yer aldığı düşünülen, ismen Müslüman, ancak uygulamaları ve hayat anlayışı ile bu dairenin dışında olan zulmün, felsefenin, materyalizmin yanında yer alanlarla ayrışan ve bütün coğrafyalardan ve ırklardan hakkın, nübüvvetin, hidayetin ve maneviyatın yanında olanlarla birlikte hareket eden bir anlayış yerleşecektir. Manevî hizmet erleri ve geleceği yönlendirecek diplomatik girişimler bu bakış açısı ile ele alınmalı, dünyanın geleceğine yön verecek gelişmelerin diplomatların ve siyasîlerin gayretleri ile değil manevî alanda hizmet veren ve gönüllere yönelen hizmet erlerinin gayretleri ile ortaya çıkacağı bilinmelidir. Yakın bir gelecekte dünyanın bütün coğrafi alanlarından ve farklı kültür yapılarından ve bütün semavî dinlerden genele yayılmış ve insanlık âleminde hakkı temsil eden bir tabaka oluşturmuş topluluk gelişecektir. Bu modern dünyanın benlik ve ırk tanımlamaları ile şekillenmiş yapısını da değiştirecek yeni dünya düzeni daha çok değerler ve insanı tanımlayan temel özellikler etrafında şekillenecektir. Bütün bu gelişmelerin emareleri çok belirgin hale gelmiş ve yakın bir gelecekte ortaya çıkacak gibidir. İnsanlık o noktaya geldiğinde Kur’ân’dan aldığı feyiz ve nurla yıllar öncesinden asrımıza seslenen ve bu gelişmelerin manevî alt yapısını hazırlayıp tohumlarını atan Bediüzzaman’ın kıymeti daha iyi anlaşılacaktır. Küreselleşen sosyal yapı, Kur’ân’ın bütün insanlığı ve semavî dinleri kuşatan bakışı ve aydınlığında huzur ve barışı bulduğunda Kur’ân’ın nuru ile asrı aydınlatma gayretlerinin önemi daha görünür hale gelecektir. İşte o zaman bu günleri görmüş gibi tasvir eden Üstada “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak” diyenlere karşı verilen cevap kulaklarımızda çınlasın. “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, ve sakitane Nur’un sözünü dinleyen .....” Ey aziz Üstad! Evet gizli bir nazar ile seni temaşa ediyor ve başlarımız dik seni dinlerken “Sadakte” diyoruz. Seni tekrar rahmetle anarken mazi kıt'asından geçmek geldiğimizi ve manevî mezarına uğradığımızı hayal ediyoruz. O bahar hediyelerinden olan binlerce kitapları, senin dâvânı insanlığa yayma gayreti içindeki gazeteler, dergiler ve pek çok yayın organını ve gayretlerinin, duâlarının sonucu yetişen tertemiz bir nesli alıp Horhor toprağının bekçisi olan kalenin başına takıyoruz. Bu dâvâyı bütün insanlığa duyurma yolunda gayret için samimî niyetimizi, şevkimizi de bir hediye olarak kabul buyurmanı diliyor, kaleye Medresetü’z-Zehra çiçeğini takmamızı da nasip etmesini Hâlık-ı Kerimden niyaz ediyoruz. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Yüz yaşına da gelsek, ona muhtacız! |
(Şefkat kahramanı annelere…)
Aslında bize ecnebiden sirayet etmiş bir âdet olsa da, ”Anneler Günü” gelince, yine duramıyor, yazıyoruz. Ne de olsa, mesele “anadır, anamızdır.” Onlar bizim başımızın tacıdır. Hani bizim, atasözü mesabesinde, bir çoğumuz tarafından bilinen güzel bir dörtlüğümüz vardır:
Ana başta taç imiş, Her derde ilâç imiş, Bir evlât, pir olsa da, Anaya muhtaç imiş.
Aslında çok derin mânâları olan bir sözdür bu. Kralların, kraliçelerin başında taç olur, onların kral veya kraliçe olduğunun alâmeti olarak. Ve onun için de o taç, ihtimamla kullanılır. Aynen bizim analarımıza verdiğimiz değer gibi. Onlar da baştaki taç gibi kıymetlidir bizler için. Gerçekten de, küçüklüğümüzde de, büyüdüğümüzde de, o bizim her derdimizin ilâcı değil midir? Hem de; hastalıklarımıza karşı kullandığımız bazı pahalı ilâçlardan daha tesirlidir, ama bedavadır, onun ilâç olma özelliği. Sevgisi, merhameti, şefkati… Yani elli yaşında da olsak, yetmiş yaşında bir pir-i fani de olsak yine anamıza muhtacız. Gerçi ben, genç yaşımda anadan öksüz kaldım. Yirmi üç senedir onun hasreti, hiçbir gün geçmedi. Ancak kavuşunca diner o hasret her halde. Müessif bir kaza sonucu kucağımda rahmet-i Rahmana yolcu ettiğim anamı nasıl unuturum ki? Hemen, hemen her gün rüyalarımda misafirim olmasa, hasret daha da artar her halde. Geçtiğimiz günlerde Genel Yayın Müdürümüz, aziz kardeşim Kâzım Güleçyüz’ün annesinin vefatı, bana o hüzün ve elem dolu günlerimizi hatırlattı. Anacığım da yaşasaydı, rahmetli teyze ile aynı yaşta olacakmış. Onun hastalığına muttali olduktan sonra, Kâzım kardeşimle muhaberelerimizde, bizden duâ istiyordu. Biz de duâ ediyorduk. Artık duâlarımız ona, orada, huzur-u Kibriyanın yanında bir cennet meyvesi, bir kabir lambası olur İn-şaallah. Tabiî, bu duâmızın, anacığıma da, ahirete irtihal eden bütün analara da şamil olmasını diliyoruz. Şefkat kahramanı analarımız, annelerimiz! Ondan hep isteğimiz olmuştur bizim. Çoğu zamanda o isteklerimizi yerine getirdiği için sevmişizdir onu. Ama ya o? Bizi hep karşılıksız olarak sevmiş, okşamış, emzirmiş, karnında taşımıştır. Çocukluğumda, hasta olduğumda onun seslendiği şefkatli sesini, bizi bağrına bastığı merhametli sinesini nasıl unuturum? Bir seferinde kulağım rahatsızlanmıştı. Benim melek yüzlü anam, hem ilâçlarımı veriyor, hem de sağdan-soldan yavaşça “Osmaaan, yavrum!” diye seslenerek, her halde kendine göre işitme testi yapıyordu, çocuğunun kulağını kontrol için. Fakat, bunu yaparken yüzünde bir hüzün, bir telâş da seziyordum. Nasıl ki, ona cevap verip ”anne” diyorsam, o zaman rahatlıyor, yüzünde gülücük haleleri meydana geliyordu. Tabiî, ana sevgisi bizim dinî terbiyemizin bir tezahürü. Onunla ilgili Rabbimizin âyetleri var. Peygamberimizin (asm) hadisleri var. Üstadımızın bir çok yerde sözleri var. Onları buraya nakletmiyorum. Bizler, o manevî atmosferi teneffüs ettiğimizden analarımıza hürmet besliyoruz. Hani analarını, senenin neredeyse 364 günü unutup, sadece senede bir gün hatırlayanlara karşı bizler, bir tekerlemenin naziresiyle şöyle diyoruz; ”Anamıza sevgimiz, senede bir gün pazara kadar değil, her gün ve mezara kadar devam edecektir İnşaallah.“ 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Adalet, merhamet ve sabır üzerine |
İstanbul/Fatih’ten Hakan Hazar: “28.Lem’a 3.nüktede anlatılan akilü-l lahm (et yiyici) hayvanların helâl rızkları vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler ceza görürler. ‘’Yani boynuzsuz olan hayvanın kısası boynuzludan alınır.” diye hadis-i şerif ifade ediyor. Biz biliyoruz ki hayvanlar sevk-i İlâhî olunuyorlar. Onlara göre haram-helâl hangi ölçüye göre belirlenir? Cüz-i irade sadece insanlarda bulunduğuna göre onlar neye göre hesaba çekilecek?”
Hayvanlara göre haram helâl ölçülerini kâinat kitabı, yani Allah’ın kâinata koyduğu kanunlar belirliyor. Allah hayvanları şefkat ve merhamet hisleriyle birlikte yaratmıştır. Bir hayvan ne kadar da yırtıcı olsa, ruhuna konulmuş merhamet hissiyle canlı hayvanlara zarar vermemekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü ona Allah’ın Rahman ve Rahîm isimleri fıtrî olarak yüklemiştir. Et yiyici hayvanlar bu bakımdan ölmüş hayvanları sevk-i İlâhî ile derhal hissederler, bulup yerler; fakat ölmemiş hayvanlara saldırmazlar. Yüreklerindeki merhamet hissi buna engel olur. Eğer yırtıcı hayvanlar ölmemiş hayvanlara arsızca, merhametsizce, aç gözlü biçimde saldırıp öldürüp yerlerse, fıtratlarına konulmuş rahmet ve şefkat kanunlarına muhalif hareket etmiş olurlar ve rahmet ve şefkat kanunları hükümlerine göre ceza alırlar. Yani “Merhamet etmeyene merhamet edilmez”1 hükmü gereği bir avcının silâhına merhametsizce hedef olurlar. (Avcı, eğer haksız ve gerekçesiz biçimde öldürmüşse, o da bunun hesabını dünyada veya mahşerde verir. O da ayrıdır.) Hayvanların cüz’î iradeleri insanlar kadar gelişmiş olmasa da, vardır. İçlerindeki sevk-i İlâhîye kanaat etmeyip, aç gözlülük, hırsla ve merhametsizce hareket ederlerse, ceza görmeyi hak ederler. *** Şeniz Hanım: “Kişinin başında musîbet yokken, zikir halinde tesbih olarak “Ya Sabur!” çekmek musîbeti celbediyor deniliyor. Musîbeti celb edeceği doğru mudur?” Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birisi Sabûr’dur. “Yâ Sabûr” çekmekle musîbet celb edilmiş olmaz. Sabredecek o kadar belâ ve fitne var ki başımızda, her an Cenâb-ı Allah’ın inayetine sığınmaya elbet muhtacız. “Ya Sabur!” çekerek görünür görünmez belâ ve musîbetlere karşı sabır içinde olmayı dilemek ancak teşvik edilir. Söz gelişi, günahlardan uzak durmak sabır ister. İbadet ve taatlere devam ve salih amellerde muvaffakiyet sabır ister. Hayırlı işlerde başarılı olmak sabır ister. Allah’ın rızasını talep etmek ve nail olmak sabır ister. Dünyâ nîmetlerini elinin tersiyle itmek sabır ister. Âhireti ve ebedî saadeti kazanmak sabır ister. Çoğu zaman dünya saadetine bile ulaşmak sabır ister. Helâlinden kazanmak, kanaat etmek, tasadduk etmek, azla yetinmesini bilmek, verilene şükretmek, başkalarını da düşünmek...vs. bütün imtihanlar hep sabır ister. Bedîüzzaman Hazretleri sabrı üç sınıfta incelemektedir: 1- Günahlardan kendini çekip sabretmek. 2- Musîbetlere karşı sabretmek. 3- İbadet üzerinde sabretmektir.2 Demek her halimizle Cenâb-ı Hak’tan sabır istemek, sabırlı olmak ve Allah’ın Sabur isminden istimdat etmek durumundayız. Çünkü bütün bu kavuşmayı umduğumuz nimetlerin zıtları bizim için tam mânâsıyla belâdır, hakikî musîbettir, gerçek perîşâniyettir. Meselâ, ibadette sabır içinde olmamak tam bir felâkettir. Allah’ın rızasını aramamak gerçek musîbettir. Dünyaya aldanmak belânın tâ kendisidir. Günahların ağına düşmek gerçek afetten başka bir şey değildir. Haram yemek perişanlığın en vahimlerindendir. Şu halde Cenâb-ı Allah’a Sabur ismini zikrederek sığınmak isteyen birisi, hiç de dünyevî musîbet ve afetleri celb etmiş olmaz. Başında zaten var olan nefis ve şeytanın türlü fitnelerine ve içinde bulunduğu imtihan dünyasının çeşitli cilvelerine karşı Allah’tan istimdat etmiş olur.
Dipnotlar:
1. Buhârî, Edeb 18, Müslim, Fedâil 65, (2318); Tirmizî, Birr 12, (1912); Ebû Dâvud, Edeb 156, (5218). 2. Mektûbât, s. 271. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Üstadı zehirlemişlerdi |
“Safranbolu’daki hâlis kardeşlerimizden Hıfzı’nın küçük Medrese-i Nuriyesi olan hanesindeki küçük ve çok çalışkan mâsumları yedi yaşında Yılmaz ve on üç yaşında Hüsnü’nün ve onlar gibi Nura çalışan muhterem validelerinin mübarek kalemleriyle yazdıkları tebriklerini, umum Safranbolu ve Eflâni Medrese-i Nuriyesi namına bu Ramazan’ın bir Firdevsî teberrükü hesabına kabul ettik.”1 Bu satırlarda geçen Hıfzı, Risâle-i Nur’un çeşitli yerlerinde Berber Hıfzı, Hıfzı Efendi, Hıfzı Bayram diye zikredilen Safranbolulu bir Nur Talebesidir. Afyon Hapishanesinde kalan Nur Talebeleri arasında o da vardı. Yukarıdaki satırlarda da ifade edildiği gibi Risâle-i Nur’a sadece kendisi değil, eşi ve çocuklarıyla birlikte hizmet eden Nur Talebelerindendi. Çünkü Üstad bir hedef göstermiş, “Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki, bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i Seniyyenin meyvesi olan çocuklar ahirette size şefaatçi olsunlar”2 demişti. İşte Hüsnü Bayram adıyla bildiğimiz Nur Talebesi de mektupta geçen o zamanki on üç yaşındaki çocuk, berber Hıfzı’nın oğluydu. Hüsnü Bayram 1950’de 15 yaşında ortaokulu bitirdiği yıllarda babası tarafından Üstada hizmet etmek üzere gönderilmişti. Bu haberi aldığında, “Dünyalar bana verilmiş gibi sevindim” der Hüsnü Bayram. Emirdağı’na gider, babasının Üstada, kendisini hizmetine verdiğine, vakfettiğine dair mektubu verir. Kabul edilir. Üstadın yanında Zübeyr Ağabey bulunmaktadır. Zübeyir Ağabeyle birlikte kalırlar. Üstadın hizmetine kuşluk vakti gider, ikindiden sonra ayrılırlar. Evinin karşısında kaldıkları evde sabaha kadar nöbetle Üstadın bir işaretini beklerler. Bir hatırasını şöyle anlatır Hüsnü Bayram: “Bir akşam ikimize de bir sıkıntı, bir yanmak düştü, sabaha kadar uyuyamadık. Âdetin hilâfına sabah namazdan sonra, sevk-i İlâhî ile yürüdük, yavaş yavaş oda kapısına geldik, içerden inilti işittik. Odaya girdik gördük ki, müşfik Üstadımız yatıyor. ‘İyi ki geldiniz beni zehirlediler. Gece kalktığımda hararetim vardı. Penceredeki destideki sudan bir iki yudum aldım ve yere yıkıldım. Desti parçalandı, gasyanla içimi boşalttım. Bu hal uzun müddet devam etti’ dedi. “Gereken hizmeti yapıp üzerini değiştirdik. Yeşil gasyanlı yatağı değiştirdik; Üstadımız. ‘Bir saat böylece kaldım. Zorla sabah namazını eda ettim. Cenâb-ı Hakk’a niyaz ettim ki, “Ya Rabbi, bu nedir?” Kalbime ihtar oldu ki. “‘Gece bekçisi kandırılarak. Şiddetli zehir atılmış diye bana bildirildi” dedi. “Onbeş yirmi gün çok şiddetli ıztırab çekti. Yemedi, içmedi. Yine de namazını kılıyor, âlem-i İslâmla ve hizmetle alâkalanıyordu.”3 Evet, onca hastalığına rağmen yine Müslümanları, onlara hizmeti düşünüyordu Hz. Üstad.
Dipnotlar:
1. Emirdağ Lâhikası, s. 211. 2. Hanımlar Rehberi, s. 34. 3. Blogcu, Hüsnü Bayram Ağabeyden Hatıralar 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Mânevî buhranın geniş coğrafyası |
Mardin'in Bilge Köyündeki vahşî katliâm üzerine değerlendirme yapan bazı kimseler, bu hadiseyi bölgeye has ve Kürtlere mahsus lokal bir vakıa şeklinde yorumlamaya çalıştılar. Hatta, bazıları daha ileri giderek "Asıl problem, Kürtlerin genlerinde var" demeye getirdiler. Ne kadar yanlış, ne kadar sakıncalı bir bakış tarzı değil mi? Bu minvâl üzere yorum/değerlendirme yapanlar, hani dünyada olup bitenleri göremeyecek kadar kör, duyamayacakları kadar sağır olsalar, siz de üzerinde durmaz geçersiniz. Ancak, durum öyle değil. Aralarında yüksek tahsil yapmış, dünyanın dört bir yanını gezip görmüş öyle isimlere rastlıyoruz ki, hayret etmemek elde değil. Demek ki, yaşanan vahşeti özellikle Kürtlükle irtibatlandırarak yorumlayanlar, ya kasdî bir saptırmada bulunuyor, ya da basireti bağlandığı için hakikate nüfûz edemiyor. Evet, kan dâvâları, aşiret zıtlaşmaları, kabile husûmetleri, nâmus cinayetleri, arazi anlaşmazlıkları ve bunlara bağlı olarak yaşanan kanlı boğuşmalar Şark'ta ve özellikle Kürtler arasında ne yazık ki yaygın bir hâl almıştır. Lokal çapta bakıldığında da, hadiselerin oranı hayli yüksek çıkmaktadır. Ne var ki, bu vaziyetin Kürtlükle doğrudan bir alâkası yoktur. Katliâma varan bu tür cinayetlerin cehaletle, zaruretle, fakirlikle ve bilhassa "mânevî buhran"la doğrudan bir münasebeti vardır ki, bunu görememek kadar bir körlük, bir basiretsizlik düşünemiyoruz. Bakınız, daha çok yakın bir zamanda (iki hafta önce) Azerbaycan'ın başkenti Bakü'deki bir üniversitede görenleri dehşet içinde bırakan bir katliâm yaşandı. Petrol Akademisini basan Gürcü asıllı silâhlı bir şahıs önüne geleni vurarak 20'den fazla insanı öldürdü ve bir o kadar kişiyi de yaraladı. Keza, benzer bir hadise iki ay kadar evvel (10 Mart) Almanya'da yaşandı. 17 yaşındaki bir genç, kendi okulunu basarak tam 17 kişinin canına kıydı ve çok sayıda kişiyi de yaraladı. Misâller bunlarla sınırlı değil. Daha evvelki yıllarda Rusya'da, Ukrayna'da, İngiltere'de ve hatta Amerika'da da benzer hadiseler yaşandı. Bunalıma giren, yahut cinnet geçiren saldırganlar, birçok yerde ev, okul ve işyerlerini basarak veya yangın çıkararak katliam yaptılar. Allah aşkına, dünyanın muhtelif yerlerinde bu tür katliâmı yapanların Kürt, Türk, Gürcü, Alman, yahut İngiliz menşeinden olmakla bir alâkası olabilir mi? Bu nasıl bir mantık? Keza, meseleye etnik bir nazarla bakarak değerlendirme yapmanın ilimle, irfanla, vicdanla, hatta insanlıkla bağdaşır bir yönü olabilir mi? O halde, asıl problem, temel hastalık "mânevî buhran"dır. Başka hastalıkları da tetikleme potansiyeline sahip olan mânevî buhran, lokal, mevziî, yahut bölgesel değil, umumîdir; dünya geneline yayılmış bulaşıcı bir illettir. Esasen, böyle olduğu içindir ki, Said Nursî tâ 50–60 sene öncesinden âdeta feverân ederek, dünyanın büyük bir mânevî buhran geçirdiğini söylüyor ve buna karşı tesirli çarelerden bahsediyor. Nursî, kendisiyle sebepsiz yere uğraşanlara da seslenerek, bundan vazgeçmelerini, çünkü kendisinin, eserleri ve talebeleriyle birlikte elli sene sonra gelecek nesli dehşetli mânevî tehlikelerden kurtarmaya çalıştıklarını söylüyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 20)
Tarihin yorumu 11 Mayıs 1949
İsrail "barışsever" midir?
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan görüşmelerin ardından, bir yıl önce (14 Mayıs 1948) tanınan İsrail Devletinin BM üyesi ülke olmasına karar verildi. (11 Mayıs 1949) Bu kararın verilmesinde, BM Güvenlik Konseyinin "İsrail barışsever bir ülkedir" diye kanaat belirtmesinin çok büyük rolü oldu. Oysa, İsrail Devleti, tarihinin hiçbir devresinde "adil ve kalıcı barış" yanlısı olmamıştır. Daima savaştan yana olmuş, hatta önüne gelen fırsatı savaşarak toprak işgal etmek maksadıyla kullanmıştır. Esasında, Filistin toprakları üzerinde son altmış yılda değişen harita değişikliğine bakıldığında da, İsrail'in nasıl savaşsever ve işgalci bir devlet olduğu kendiliğinden anlaşılır. İsrail'in Ortadoğu'da bir çıbanbaşı haline gelmesinin tarihçesi çok eskilere dayanır. Ancak, bu topluluğun toprak zapt etme ve yayılmacı politikaları realize etmeye başlaması, daha çok Osmanlı'nın İngilizler karşısında bölgede zaafa uğradığı 1917 yılına dayanır. Filistin topraklarını işgal eden İngilizler, burayı adım adım Yahudilere peşkeş eden bir politika yürüttüler. Birinci Dünya Savaşından sonra, Filistin topraklarına yoğun bir Yahudi göçü yaşandı. İkinci Dünya Savaşında ise, özellikle Almanya ve Rusya'dan kaçmak mecburiyetinde kalan Yahudilerin ilk tercihi, yine Filistin toprakları oldu. Çünkü, burada onların eski peygamberlerinin mezarları var ve bu topraklar onlar için en kutsal bir coğrafyadır. Tarih boyunca dünyanın hemen her yerinde ezilen ve eziyet gören Yahudilerin, Filistin'de tam tersi bir konuma gelebilmelerinin, yani ezen ve eziyet veren bir unsur haline gelebilmelerinin en mühim sebebi, esasen onlardaki bu moral ve mânevî değerlerin korunması, yaşatılması yönündeki inanç, azim ve kararlılık gösterisidir. Bu inanç uğruna her türlü savaşı göze aldığı içindir ki, İsrail asla ve kat'a "barışsever" bir devlet olamıyor. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kendini keşfetmeyen, eşini keşfedebilir mi? |
Diyelim ki, bütün şartları hazırladınız, aile yuvası kurmaya karar verdiniz. Ve bir aday arayışına çıktınız. Gayet tabiî ki, yapacağınız şey, “araştırmak”tır. Yani, ruhunuza, duygularınıza, kalbinize, kültürünüze denk; boyunuza, bosunuza uygun bir eş aramaktır. Aslında tipinizi veya benzerinizin tıpkısını ararken bir hata içindesiniz. O da şudur: Kendinizi keşfetmeden, eşinizi keşfe çıkmanız! Onlarca yıldır bedeninizde misafir ettiğiniz ruhunuzu, kalbinizi ve duygularınızı ne kadar tanıyorsunuz ki, birkaç ay veya sene uzaktan uzağa araştırmayla size lâyık olan eşi bulasınız? İsterseniz denemesini şimdi yapabilirsiniz. Kendinize şu soruyu yöneltin: “Kendimi ne kadar tanıyorum?” Vereceğiniz cevap, kocaman bir “Hiç!” değil mi? Kendinizi tanımıyorsanız, bu nice müstakbel eş aramaktır? Zaten önce kendinizi ve ruhunuzu keşfetmek mecburiyetindesiniz. Mahiyetini bilmediğimiz bir şeyle bir arada yaşamak, ürkütücü, korkutucu, sıkıntılı değil mi? Kendini tanımayan başkasını nasıl tanır, kendisini nasıl tanıtabilir ve başkalarıyla nasıl diyalog kurabilir? Önce ruhunuzu, duygularınızı, kalbinizi tanımakla, keşfetmelisiniz. Ta ki, ona uygun bir eş bulabilirsiniz. Ayrıca, ruhunuzu ve duygularınızı keşfederseniz kendinizi tanırsınız. Kendinizi tanırsanız, kendinizi geliştirir, olgunlaştırır ve terbiye edersiniz. O takdirde kendinizle barışık olursunuz. Kendisiyle barışık olan, hemcinsleriyle, diğer varlıklarla, hem de eşiyle barışık olur. Hayatın sırrına ulaşabilmenin ve duygu, duyu ve lâtifelerin çalışma sistemini öğrenip yaratılışları istikametinde tekâmül ettirmenin, olgunlaştırmanın yolu keşiften geçer. Ruhumuzu keşfedebilirsek, istidatlarımızı ve kabiliyetlerimizi geliştirme, duygu hâkimiyeti mahareti kazanırız. Doğru düşünme; doğru algı ve isabetli bilgiyle mümkün. Pozitif bakış, olumlu davranış ve istikamet keşifle kazanılır. Maddî-manevî gücümüzü keşfedersek, duygularımızı değiştirir, geliştirir ve kontrol edebiliriz. Mecralarını bulunca onları dengeli, ölçülü kullanmayı öğreniriz. O takdirde de hareket kabiliyetimiz artar. Dimağımızı keşfedersek, beynimizi değiştirir, hayal, vehim, hafıza, zekâ gibi aklî melekelerimizi geliştiririz. Kendimizi keşfedersek, onu terbiye eder, tekâmül ettirerek manevî, ruhî, manyetik enerjimizi ve gücümüzü yükseltiriz. Farklı farklı yapılarda, farklı kültürlerde, farklı çevrelerde yetiştiniz. Bu farklılıkları fark edip, ona göre davranma becerisi gösterdiğiniz nisbette uyum sağlarsınız. Kendinizi keşfederseniz, içe bakış metoduyla eşinize, çoluk çocuğunuza, komşunuza, akrabalarınıza, ve diğer varlıklara yaklaşım tarzını öğrenir; diyalog kurmakta zorlanmazsınız. Evet ruhumuzu keşfetmek hayatın gizemini çözmek ve anlamlandırmak demektir. Bu da eşittir huzur demektir. Huzur; tarifsiz bir lezzet ve mutluluk demektir. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Murat ÇETİN |
|
İç sesiniz konuşuyor |
Ne gevezedir şu iç sesimiz, hiç susmaz. Sürekli akıl verip durur. En net olduğumuz konularda aykırı fikirleri bulup çıkarır karşımıza, bizi kararsız bırakır. Bazen bir evham atıverir ortaya. Bazen kendimizden daha fazla güvendiğimiz biri için bir fitne çıkarıverir. Durmadan “acaba… acaba… acaba” diye başımızın etini yer. Gitmeyeceğimiz yere götürür. Söylemeyeceğimiz sözü söyletir. Hissetmeyeceklerimizi hissettirir. Onun dediğini yapsak da, tersini yapsak da susturamayız içsesimizi. “Acaba doğru mu yaptım?” diye söylenmeye devam eder. “Keşke” der, “Keşke başka türlü olsaydı”. Siz istediğiniz kadar, “Hayır, böylesi daha iyi oldu” deyin, dinlemez. “Yok yok, ben söylemiştim” demeye devam eder. Kitap okurken araya girer, sürekli aynı cümleleri okumak zorunda kalırsınız. Birini dinlerken, bir taraftan da o konuşur. Söylenenlerden hiçbir şey anlamaz, mahçup olursunuz. Uyumanız gerekiyordur, söylenir durur. Başka zaman aklınızın ucundan dahi geçmeyen konularda ahkâm keser. Olmadık hayaller kurar. Sizi bütün gün uykusuz bırakır. En sessiz ortamlarda konuşan hep odur. Herkes yere ya da tavana bakarken, anlatır da anlatır. Siz özür dileyemezseniz de, o bin pişmandır. Siz teşekkür edemeseniz de, onun dilinden minnet sözcükleri düşmüyordur. Siz acı çekmiyor göründüğünüzde, o çektiği acıların bir listesini çıkarıyordur. Sizin söyleyemediğiniz kusurları da, övgüleri de o söylüyordur. Siz “Seni seviyorum” diyemediğinizde o aşk şiirleri yazıyordur. Bazen kızsam da severim içsesimi. O olmasa ben sırlarımı kimle paylaşırdım? Yanlış yaptığımda, kararsız kaldığımda suçu kimin üstüne atardım? Vicdanımı nasıl rahatlatırdım? Kendimi nasıl kandırırdım? Ama bazen biraz sussan diyorum, biraz sussan… (Sus Dergi, Sayı 2’de yayınlanmıştır) 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Lâle Hanım Obama’ya özenmesin |
Yanlış mukayeseler yanlış neticelere götürür. 11 Eylül ihtilâliyle Amerika’nın uğradığı “küresel çöküntüye” Amerikan demokrasisi ancak Obama ile cevap verebilirdi. Denilebilir ki, Obama’yı iktidara taşıyan, neocon’ların küresel cinayeti idi. Moda hastalığı birçok yanlış karşılaştırmalara bizi düşürebilir. Şartlar, zaman, tarihçe ve mevcut ihtiyaçlar nazara alınmaksızın yapılan mukayeseler elbette sonuç vermeyecektir. Doğrudur. Obama’nın zaferinde onun Afrikalı ve Müslüman kökenli olmasının payı vardır. Yalnızca bu noktayı nazarda tutarak Almanya’da zenci ve Müslüman aramaya gerek var mı? Ayrıca Avrupa veya Almanya tarihi Amerikan tarihinden o kadar farklı ki... İkinci Dünya Savaşının tahribatını tamir maksadıyla Anadolu’dan Almanya’ya dâvet edilmiş “Türklerin” bu mukayesede hiç yer alamayacağını herkes bilir. Hür iradeleriyle bu kıt’aya gelen Anadolulular, buranın hayat şartlarını benimseyince, ailelerini de yanlarına almışlar. Afrika kökenlilerin Amerika’da uğradıkları hangi ayrıma maruz kalmışlar ki? Almanya vatandaşı için gerekli olan kanunlar onlar için de geçerli olmuş. Bazı işgüzarların mevziî hataları elbette inkâr edilemez. Yabancıların ve bilhassa Türklerin seçim kampanyalarında malzeme olduğu da bir vakıa. Fakat bazı münferit ve mahallî hadiselerle bütün bir millet suçlanamaz. Türkiye’nin ve Müslümanların AB içindeki asıl rolünü atlayarak “Avrupa’daki Türklerin” durumunu anlamak fevkalâde zor. Dünya barışının AB’nin medeniyet projesine endekslendiği bir zamanda; Avrupa Türklerini ve Türkiye’yi dışlamak veya onlara “Afrikalı” gözüyle bakmak, dünyamızın dahil olduğu yeni şartları anlamamış olmak mânâsına da gelebilir. Mütemadiyen “Yeni Avrupa’ya” insanî açılımlar kazandıran İslâmiyetin sosyal hayattaki kuvvetini bilmeden Almanya’da “sosyal demokrat” olmak, garip bir hadise olsa gerek. Kaldı ki, “doğru Müslümanlığı” araştırmadan İslâmiyeti ve Müslümanları suçlamak Türkiye kökenli bir sosyal demokrata hiç yakışmadı. Lâle Hanım; bir İngiliz, bir İskandinav veya Amerikalı siyasetçi kadar Müslüman Türk kadınının önceliklerine sahip çıksaydı, İçişleri Bakanı Schauble’nin ikazlarına hedef olmazdı. Schauble haklı olarak Lâle Hanımın Almanya’daki Türklerin hepsini temsil edemeyeceğini söylemiş ve onun Almanya İslâm Konferasına itirazını reddetmiş. Obama’ya özenerek Almanya’da cumhurbaşkanı olunamayacağını da dolaylı bir biçimde ifade etmiş. Almanya’da Türk olmak bir ayrıcalıktır. Arkasına yetmiş milyonluk bir Müslüman Türkiye’nin, bir buçuk milyara yaklaşmış İslâm âleminin ve İslâm âlemiyle asırlardır dost yaşayan Alman milletinin manevî desteğini alarak Köln’de, Berlin ve Münih’te yaşamak bir ayrıcalık değil midir? Avrupa’da politika yapan İslâm coğrafyası kökenli siyasetçilerin “pratik İslâm” konusunda hassas olmaları gerekiyor. Saldırgan ateizmin rüzgârıyla yelkenlerini şişiren medyanın teknesine binenler, genellikle mahall-i maksutlarına yetişemiyorlar. Yalnızca kamuoyunu yanlış bilgiler, kısır çekişmeler ve değer tahribiyle rahatsız ediyorlar, o kadar... Lâle Hanım bir siyasetçi olarak içinde bulunduğu kabuğu parçalamalı. Kuzey Avrupa’nın bugüne kadar ürettiği dinsiz felsefenin prensiplerinin Avrupa’ya yalnızca kaos, sınıf çatışması, ahlâksızlık ve tembellik getirdiğini görmeli. İslâmiyet kadar Hıristiyanlık, Musevilik ve diğer dinlere karşı olmanın da kıt’a politikasına ve AB gelişimine zarar verdiğini bilhassa politikaya heveslenen gençler bilmeli. Yirmi sene önceki Almanya’sının rastgele politik sloganlarının artık yerlerini ilmî araştırmalara bırakmasını isteyenler, kahir ekseriyeti teşkil ediyorlar. Almanya’daki temsilci Türklerin, beyaz ile siyah arasındaki tercihlerinin zamanı gelmiş görünüyor. İslâmiyetin fert ve toplum hayatına getirdiği prensipleri kabul etmeden ve Müslümanların buradaki pratiklerine itiraz ederek Müslüman olunur mu? Müslüman cephede görünüp İslâmiyeti karalamayı ve Müslümanların aleyhinde çalışmayı artık medenî Avrupa kabul etmiyor. Avrupa okullarında okuyan çocuklarımız internet üzerinden her türlü bilgi, belge ve görüntüye ulaşabiliyorlar. Artık beyazı beyaz, siyahı siyah anlatmak zorundayız. Kaldı ki, bazı modern bolşeviklere “takiyyecilik” de hiç yakışmıyor. Bunu yapanlar politikacı ise, mutlaka Alman siyasetine zarar veriyorlar. Siyasetin inanılırlığını kaybetmesi toplumu kaos ve anarşiye sürükler. Siyaseti yalan ve takiyyeden ayırmamızın zamanı elbette gelmiştir. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Anayasa da değişsin, zihniyet de |
Yürürlükteki ‘ihtilâl anayasası’nın değişmesi gerektiği hususunda bunca açıklama, görüş ve kanaat ortaya konulduğu halde ‘yeni ve sivil bir anayasa’ hazırlanması konusunun ağırdan alınmasını anlamak mümkün değil. Her defasında ifade ediyoruz, ama tekrarlamakta fayda var: Hazırlanacak yeni anayasa ‘eski’ anayasayı aratmamalı, özde ‘sivil’ olmalı. Bu cümleden olarak, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk da “Türkiye’nin 1982 Anayasası’yla demokrasisini kuramayacağını” belirterek, şöyle demiş: “Çünkü 1982 Anayasası halk için değil, devlet için yapılmıştır. Türkiye, anayasal bir devlet değil ‘anayasalı bir devlet’tir, görünüşte bir anayasası vardır. Türk halkı, bunu çözmek zorundadır. Anayasayı orasından burasından, çekişti-rerek, düzelterek bu anayasayı düzeltemezsiniz. Bireye karşı yapılan anayasayı Türkiye’de kaldırmak gerekiyor ve bunun çok örnekleri vardır. Onlardan yararlanarak, Avrupa Birliğine sokacak bir anayasayı yapmak zorundadır.” (Yeni Asya, 10 Mayıs 2009) Bu tesbit karşısında, “Hayır, yürürlükteki anayasa çok iyidir, Türkiye’nin önünü tıkamıyor, yeni bir anayasaya ihtiyaç yoktur” demek mümkün mü? Hele, “1982 Anayasası halk için değil, devlet için yapılmıştır” tesbitine ne diyeceğiz? Bu tesbiti, ihtilâl anayasasının hazırlandığı ya da referanduma sunulduğu günlerde dile getirenler en ağır şekilde cezalandırılırdı. Ama aradan yıllar geçince, bu tesbitlerin haklı olduğu görüldü. Artık anayasayı hazırlayan ve millete dayatanlar bile kendi yaptıkları “12 Eylül ihtilâl anayasası”nı savunmaya cesaret edemiyorlar! Bu tesbitlere destek olacak şekilde açıklama yapan isimlerden biri de AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Marc Pierini oldu. Pierini, şunları söylemiş: “Yerine getirilmesi gereken kanunî düzenlemelere ilişkin bir çok kriter var. Aynı zamanda bu bir zihniyetler devrimi. Zihniyetler kanun ya da kararla değişmez. Bizim bildiğimiz bu toplumun ve politik sistemin evrimi. Bazı konularda belki yardımlarımız olabilir. Uzun zamandan beri ombusman mekanizmasını tavsiye ediyoruz. Ama girişim bloke edildi. Dışarıdan bir göz olarak ve tecrübelerimize dayanarak şunu düşünüyoruz: Ombusmanlık farklı hayat tarzlarını ve toplumdaki farklılıkları düzenlemede yardımcı olabilir.” (Zaman, 9 Mayıs 2009) İnsanlık her geçen gün daha iyiye ve daha doğruya gitmek istediğine göre, Türkiye’nin de adımlarını bu yönde atmasından daha tabiî ne olabilir? Mevcut anayasa ihtiyaçları karşılamaya yetmiyorsa niçin yenisi yapılmasın? Zaten ihtiyaçları karşılıyor olsaydı, onlarca maddesi değiştirilir miydi? Neredeyse kabul edildiği yıldan bu yana değiştirilmeye başlayan bu ihtilâl anayasası mutlak surette ‘arşiv’e kaldırılmalı ve Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir anayasa yapılmalıdır. Bunu yapmak için de zihniyet değişikliğinin gerektiği malûm. İnsanların talep ettiği değişiklikleri yapmamakta direnenler hata yaptıklarını anlayacaklar, ama İnşallah bunun için geç kalmazlar. Anayasa da değişsin, zihniyet de... 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Elin parasıyla sefa |
Yaklaşık bir yıldır kâh resmî kâh gayriresmî olarak sürdürülen ve bir türlü sonuçlanmayan konuşmalar, görüşmeler... Elli yıldır süren Kıbrıs müzakereleri gibi. Mevzu; altı üstü borçlanma. Masanın bir ucunda T. C. Hükümeti öbür ucunda, kısa adı IMF olan Uluslararası Para Fonu. Hükümet IMF’den 20 ila 40 milyar arası borç alabilmek için çırpınıyor. IMF şartlarını dayatıyor, Hükümet direniyor, efeleniyor, “Ümüğümüzü sıktırmam” diyor. Diyor da yine de kapısında beklemekten vazgeçmiyor, paranı da pulunu da al başına çal diyemiyor. Kapı zaman zaman aralanır gibi oluyor “anlaşma oldu olacak, ha bugün ha yarın” derken... Pat yüzüne kapanıyor. Kapı bir açılıyor bir kapanıyor, günler aylar böyle akıp gidiyor. Anlaşma niye sağlanamıyor, pürüzler neler? Yerinde bir soru. Ne var ki net bir cevap verilerek kamuoyu aydınlatılmıyor. Satır aralarından ipuçları çıkartmaya çalışıyoruz. Bir ara ağızlarından kaçtı. Kilitlenme şu üç konuda yoğunlaşmış: Gelir İdaresinin özerkliğe kavuşturulması. Yerel Yönetimlere kaynak aktarılmasının sınırlandırılması. “Nerden buldun” sorusu. Bu konudaki görüşümüzü daha önce sizlere aktarmıştık. Tekrarlamayacağız. Şimdilerde IMF’nin yeni şartlar ve teklifler sunduğunu duyuyoruz. Diyorlarmış ki ekonomik hedeflerinizi revize edin. Bu şu demek: Büyüme ve bütçeye ilişkin rakamlarınızı değiştirin, çünkü bunların hepsi hayalî. Hükümetin büyüme tahmini yüzde 4’tü. Bütün gelir ve giderler buna göre hesaplandı. Bir kaç ay sonra ne oldu? Yüzde 3,6 küçülmeyi kabullendi. IMF yeterli görmüyor. Daha da fakirleşeceksin diyor. Önce yüzde 5,1 iken şimdi gelen haberlere göre yüzde 5,5 küçülmeyi öngörüyor. Tahminde yüzde 237’lik bir yanılma. Büyüme eksi olunca tabiî olarak bütçe rakamları da gerçeği aksettirmiyor. Nitekim bütçe açığı 10 milyar lira tahmin edilmişken şimdi 50 milyara çıkması normal karşılanıyor. 5 katı bir sapma. Bu sapma ve yanılmalar karşısında IMF şunu söylüyor: “Sana borç vereceğim ama geri ödemesi nasıl olacak? Sen bu bütçe yapınla geri ödemede bulunamazsın. Gelir arttırıcı, gider kısıcı tedbirler al ki borcunu sorunsuz ödeyebilesin.” Gayet mantıklı. Kızmayalım. Anlaşma yapsak da yapmasak da evimize çeki düzen vermeliyiz. Bunun için büyüme ve bütçe rakamları gerçek durumu yansıtsın. Gelir İdaresi siyasî otoritenin etkisinden kurtulsun. Vergi tabanı genişletilsin. Etkin ve yaygın bir denetim ağı kurulsun. Kayıtdışılık önlensin. Harcamalar sınırlansın, ölçü kaçmasın. Eee? Bunlar IMF istekleri. Olabilir. Önemli olan ülke yararına mı değil mi, tartışalım. Bu tedbirleri alalım, imzayı atmasak da olur. Ama iş sürüncemede bırakılmasın. Krizi derinleştiren ve şiddetlendiren faktörlerden birisi de “belirsizliktir”. Beklentilere son verilsin. Dünyada stand-by anlaşması imzalayan ülke sayısı 14. Diğerleri yoluna IMF’siz devam ediyor. Demek olabiliyor. Hadi biraz cesaret biraz gayret. Kasamızda 64 milyar dolarımız var. Bankalarımızdakilerle birlikte rezervimiz 100 milyarın üzerinde. Hiç fena değil. Dolar fırlar, borsa düşer, faiz tırmanırmış. Göğüsleriz. Yeter ki ayağımızı yorganımıza göre uzatalım, elin parasıyla sefa sürmekten vazgeçelim. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kürt sorununda iyi dilek ve teklifler yeterli mi? |
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Prag dönüşünde uçakta söylediği “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin. Bu, Türkiye’nin birinci meselesidir. Mutlaka halledilmelidir” sözleri, son zamanlarda oluşturulmaya başlanan havayı yansıtıyor. GenelKurmay Başkanı Başbuğ’un, PKK’nın dağdan indirilmesine yönelik af önerisi, Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin açıklamaları, ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un Türkiye’ye sunduğu söylenen PKK’nın silâhsızlandırılmasına yönelik plana zemin oluşturucu çabalar gibi görünüyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün bu gelişmeleri dikkate alarak “iyi gelişmeler olması lâzım. Herkes, işin çok daha farkında. Böyle ortamda iyi şeyler olur. Bu fırsatın kaçmaması lâzım” sözlerinin muhatabı kim? Eğer hükümet ise, kamuoyu Pişmanlık Yasaları ile yapılamayanı yapabilecek kapsamlı bir genel af yasası çıkarma çabalarını kabullenebilecek durumda mı? Kimi muhatap alarak görüşmeler yapılacak? Eğer bu sözlerin muhatabı Genelkurmay ise, Bahar Operasyonları mı durdurulacak? Bu, aynı zamanda PKK’ya ‘ateşkesi bitirdim’ dediğinde hemen harekete geçebilecek şekilde lojistik ve eğitimi tamamlama, üslerini oluşturma fırsatı vermez mi? Peki PKK bu konuda ne düşünüyor? Bu sorunun cevabını Hasan Cemal’in yasadışı örgütün halen fiilî liderliğini elinde bulunduran Murat Karayılan’la yaptığı görüşmede buluyoruz. Karayılan “Hükümet bir açılım yaparsa, biz de gerekeni yaparız. Keşke bir adım atılsa…” diyor bu görüşmede. Çözüm planını da şöyle özetliyor: İlk adımda silâhlar susacak. Sonra diyalog başlayacak. Diyalog yeri İmralı’dır. Kabul edilmiyorsa, diyalog yeri biziz... Bizi de kabul etmiyorsa, siyasal olarak seçilmiş iradedir, (ima edilenin DTP olduğunu teyit ediyor Hasan Cemal)... Bu da olmuyorsa, o zaman ortak bir komisyon kurulur bir yerde, akil adamlar bir araya gelir. Meselâ İlter Türkmen, (eski Dışişleri Bakanı ve Büyükelçi) gibi, sizin gibi insanlar toplanır, böyle bir mekanizma harekete geçer, çalışmaya başlar... Böyle bir mekanizma muhatap alınır diyalog için devlet tarafından...” Bu sözler aslında ABD planının bir parçasını yansıtıyor. Ancak ortada ciddî bir sorun var. Dağdaki lider kadrosunu hoşnut edecek bir af ya da sürgün planı olmadan silâhsızlanma gerçekleştirilemez. Ayrıca bu işten elde edilen gayrimeşrû gelirlerden vazgeçmek istemeyecek çok sayıda insan da var. Hasan Cemal’e Yaşar Kaya’nın söylediği şu sözler bu gelir pastasının yalnızca bir kısmı: “Irak’tan Türkiye’ye geçiş noktaları, Hacıumran, Gelereş, Hınare... Buralardan gecede 1.5 milyon dolar haraç topluyor. İran’a geçişler ayrı... Bu arada uyuşturucudan kilo başına rahat 1000 euro alır.” Kısacası; terör bitsin, PKK silâhsızlandırılsın, af çıksın, Kürt sorunu çözülsün deniyor, ama şartları oluşturma noktasında herkesin üzerine düşeni yaptığını söylemek güç. Zaten işin içine girildiğinde binbir denklemli bir problemle karşı karşıya olduğu kolayca görünüyor. Ama bunlar çözümsüzlüğü seçmenin bahanesi olmamalı. Şartlar bu kadar olgunlaşmışken, çözüm yolunda kararlı bir şekilde ilerlememenin vebali, bütün sorumluluk taşıyan tarafların omuzlarında olacaktır. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Fetih ilâvesi |
21 Nisan’da verdiğimiz ve büyük ilgi gören Kutlu Doğum ekimizden sonra, önümüzdeki 29 Mayıs Cuma günü de bir Fetih ilâvesi vermek için hazırlıklarımız devam ediyor. İstanbul’un fethinin 556. yıldönümünü idrak edeceğimiz 29 Mayıs’taki kutlama etkinliklerine farklı bir boyut ve çeşni kazandıracağına inandığımız ilâvemizde, * Peygamberimizin (a.s.m.) müjdesine mazhar bu kutlu fethin hikâyesi ve tahakkuk safahatı kısaca özetleniyor; * Pek bilinmeyen tarihî gerçeklere ışık tutuluyor; * 1953’te fethin 500. yılı kutlamalarına bizzat iştirak etmiş olan Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki tavır ve yaklaşımı anlatılıyor; * “Mahzun mabed Ayasofya” için ayrı bir bahis açılıyor; * Ali Ulvi Kurucu’nun “Ayasofya” ve Arif Nihat Asya’nın “Fetih marşı” şiirlerine yer veriliyor. Farklı bir şevk ve heyecana vesile olacağını düşündüğümüz Fetih ilâvemiz için ek gazete taleplerinizi şimdiden belirleyip Dağıtım Servisimize bildirmenizi rica ediyoruz. *** Elif mesajları devam ediyor Geçen Cuma ikinci sayısını verdiğimiz haftalık Elif ilâvemizle ilgili değerlendirmeleriniz bize ulaşmaya devam ediyor ve biz onları da okuyucularımızla paylaşıyoruz. *** Elif’in Besmelesi Zübeyir Ergenekon: Elif’in Besmelesi bizleri heyecanlandırdı. Dikkatle okuduk ve inceledik. Geçmişte güzel hizmetlere vesile olan Elif İnşaallah yine aynı güzel hizmetlere vesile olur. Yalnız, daha kısa yazılar bekliyordum. Elif’te görmek istediğim diğer bir konu, gönderilen yazıların değerlendirildiği bir bölüm. Sizleri de gayretlerinizden dolayı tebrik ediyoruz. *** Muhatap gençler olsun Mehtap Yıldırım: Elif biraz Enstitü sayfası, biraz tarih, aktüalite gibi olmuş. Bu Elif de çok güzel, çok istifadeli. Allah razı olsun emeği geçenlerden. Bu Elif’i de eski Elif’ler gibi ilgi ve merakla takip edilen neşeli, eğlenceli bir ek yapabilirsek, bu durum gençlerin Yeni Asya’yı okuma oranını arttırabilir. Önce cazip geldiği için Elif ekini okur, sonra Yeni Asya’yı da okur. Meselâ okuyucularımız içinde şiir, karikatür kabiliyeti olan ve edebiyata meraklı kardeşlerimiz Elif ekinde istihdam edilebilir. Kimbilir belki ileride onlar arasında da kalemi güçlü yazarlar, şairler çıkar. Önceki Elif’te olduğu gibi. Yani Elif; * Gençleri cezbeden ve hizmet aşkı, şevki veren bir yayın olsun, * Gençlerin hizmete katılımını arttırsın, * Gençler için bir fidanlık olsun, böylece hizmetlerimizin geleceğine yatırım yapmış o- luruz. * İçinde seviyeli eğlence-mizah-atışma türü şeyler de olsun, * Bazen yarışmalar olabilir, en güzel hediye de kitap hediyesi olur. Bu da takip edilme oranını arttırabilir. * Yine bu ilk sayıda olduğu gibi Üstadımızın hayatından kesitler olsun ve saff-ı evvel ağabeylerin hayatına, hizmet anılarına yer verilsin. Zira onların Nurlarla ve Üstadımızla tanışma yaşlarına baktığımızda genelde çok genç olduklarını görüyoruz. 15-18, belki daha küçük olanlar da var. Demek ki bu hizmet gençlerin omuzlarında yükselmiş. Bugünkü gençliğin de bundan hisse alması, uyumaması; dâvâsı yolunda coşması, koşması gerekir. İşte Elif böyle bir heyecanı harekete geçiren bir dinamik olsun. İnşaallah en hayırlısı, en istifadelisi olsun. *** Temsilciler toplantısı 2009 ilkbahar dönemi temsilciler toplantımızın 23 Mayıs’ta yapılacağını bir kez daha hatırlatıyor ve temsilcilerimizi bir dahaki hafta sonu İstanbul'a bekliyoruz. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |