"Gerçekten" haber verir 28 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Umut YAVUZ

Ya ittihad, ya ittihad!



İsrail’in Gazze saldırıları sona erer ermez El Fetih ile Hamas’ın birbirine girdiğini görüyoruz. 22 gün süren harekât sonucunda İsrail güçleri bölgeden tek taraflı ateşkes ile çekildi. Hamas güçleri bunu “Zafer kazandık” şeklinde yorumladı. El Fetih yönetimi ise Hamas liderlerini İsrail karşısına çıkamamakla, korkaklıkla ve saklanmak suretiyle, kendi halkını İsrail güçlerinin önüne yem olarak sunmakla suçluyor. Yine El Fetih savaşın bilânçosunu gözler önüne sererek “1300 kişinin ölmesi, 4 bin evin yıkılması, 50 bin kişinin evsiz kalması, bütün alt yapının tahrip edilmesi ve Gazze’nin geleceğinin kaybolması zaferse, evet bu zafer Hamas’ındır!” diyor. Herkesin malûmu olduğu üzere Hamas da El Fetihlileri işbirlikçilikle ve düşmanla masaya oturmakla suçluyor.

Hamas yönetimi askerî güçlerinin yüzde 90’ının halen ellerinde olduğunu ve zarar görmediğini belirtiyor. Dolayısıyla yeni bir savaşa her an hazırlıklı olduklarını ve İsrail’e karşı direnişe devam edebileceklerini vurguluyor. Ancak bunun ne denli gerçekçi olduğu tam olarak bilinemiyor.

Filistinli grupların aralarında ihtilâfa düştüğü temel mesele İsrail’in 1948 yılında işgal ettiği Filistin topraklarının tamamı için mi mücadele edilecek olması, yoksa o işgal kabullenilerek 1967’de ikinci defa daha geniş çapta işgal edilen Filistin topraklarının geri kazanılmasına mı odaklanılması... Yani daha basitleştirerek söyleyecek olursak İsrail devletinin varlığına tahammül etmek ki, yoksa topyekûn bu unsuru Filistin topraklarından atmak mı?

Elbette Orta Doğu’nun kalbine bir “ur, tümör” gibi yerleştirilen İsrail devletinin varlığı burada problemin her daim var olmasını ve adeta bölgenin diken üstünde kalmasını temin edecektir. Özellikle 1967 yılında İsrail’in işgal ettiği topraklar arasında içinde Mescid-i Aksa’nın da yer aldığı mukaddes mekânların bulunması, bu toprakların Müslümanlar tarafından geri alınması meselesini ciddî olarak ortaya çıkarmaktadır. Bugün İsrail devletinin ardındaki uluslar arası destek ile zalimce ve sinsice uyguladığı politikalar neticesinde Filistin’in peyderpey işgalini başarıyla gerçekleştirdiğine şahit olmaktayız. Zira bir çok Arap ülkesine ve dünyaya 1948 yılında elde ettiği toprakların kendi meşrû hakkı olduğunu kabul ettirmiş durumdadır. Bu durumu kabul etmeyen gruplar ise “radikal” olarak nitelenmekte ve dışlanmaktadır. Ellerindeki az bir güçle direnişte kalan gruplar, bir de intihar saldırıları ve sivilleri hedef alan eylemleri neticesinde uluslar arası arenada “terörizm” yaftasıyla yaftalanınca ve böylece güç ve prestij kaybedince Filistinlilerin ve bütün Müslümanların ortak dâvâsı olan bu mesele adeta “ya radikal gruplar ya da işbirlikçiler”e emanetmiş gibi görünmektedir. İsrail devleti de uygulamış olduğu ve en zalimce örneklerinden birini son Gazze savaşında gördüğümüz “devlet terörünü” sanki meşrû müdafaa imiş gibi göstererek, üç maymunu oynayan uluslar arası siyaset figürlerine haince göz kırpmaktadır.

Esasında Filistin meselesi, ne radikallerin ne de işbirlikçilerin eline bırakılmayacak kadar önemli bir meseledir. İsrail’in zalimliği ise insanlık vicdanında hak ettiği cevabı er ya da geç bulacaktır.

Eğer Filistin meselesine bir “cihad” gözüyle bakılacak olursa burada vazife bütün Müslümanlara düşmektedir. Ancak “cihad” aynı zamanda taktiktir, direniştir ve yerine göre musalahadır. Savaşmak olduğu kadar, barışmaktır. Güçlenmek, toparlanmaktır. Cihad aynı zamanda diplomasidir. Yeri geldiğinde vuruşmak, yeri geldiğinde masaya oturup kozlarını ortaya sunmaktır. Bazen taviz vermek, bazen de üzerine gitmektir. Ama en birinci şartı da ittihaddır. Bugün Filistin’de ilk etapta ihtiyaç olan mesele Filistin halkının ve daha geniş dairede İslâm ümmetinin ittihadı, birliğidir. Oluşacak ittihad ve birlik neticesinde açığa çıkacak şûrâ aklı sayesinde alınacak doğru kararlar ve belirlenecek akılcı stratejilerle çözüme ulaşılabilir. Aksi halde zafer ummak abesle iştigal olur.

Bu cihadın bütün örneklerini Peygamber Efendimiz’in (asm) yaşayışında ve Asr-ı Saadet’in örnek tablosunda görmek mümkündür. Merak edenler Hudeybiye barışına göz atabilir.

Ancak böyle cihad edene, fetih müjdesi er ya da geç gelecektir.

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ergenekon ve darbe



rgenekon operasyonunda bir buçuk seneyi aşkın bir zaman dilimine yayılan dalgalarda birçok kişi gözaltına alındı ya da tutuklandı. Ama işin, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı e. Ora. Özden Örnek’in günlükleriyle ortaya çıkan 2003-4’teki darbe girişimlerine de uzandığına dair bir işaret henüz belirmiş değil.

Gerçi operasyon kapsamında, o dönemde görev yapan üç emekli orgeneral gözaltına alındı.

Bunlardan ikisi, Şener Eruygur ve Hurşit Tolon tutuklandı. Daha sonra bu iki isim, tutuldukları cezaevinde, Genelkurmay adına, “silâh arkadaşlığından gelen vefa borcu” olarak açıklanan bir gerekçeyle, ziyaret edildi. Ardından Eruygur, arkaplanı hâlâ aydınlatılamayan bir “kaza” sonucu tahliye edildi, ama hakkındaki haberler artık “konuşamaz” hale geldiği yönünde.

Tolon da, en son Yalçın Küçük’ün “delikanlı gibi” demesine rağmen, GATA’ya sevk edildi.

Tuncer Kılınç ise tutuklanmadan bırakıldı.

Daha alt kademedeki generallerden, aylar süren firarın ardından “âcil ameliyatı gereken bir prostat kanseri ve kalp hastası” olarak yakalanıp günlerdir yoğun bakımda olan, Eruygur’un sağ kolu Levent Ersöz’ün durumu da parlak değil.

(Aynı Ersöz’ün, “kudretli” günlerinde yargı kararlarını dahi beklemeden Kur’ân kursu binası yıkmak ve Nur talebeleri başta olmak üzere dindarlarla özel olarak uğraşmak gibi icraatlara imza attığına dair haberler hatırlandığında, bu tablo daha düşündürücü ve ibretli bir hal alıyor.)

Ersöz’ün kızının, babasına üzülerek intihar girişiminde bulunması, işi daha trajik hale getirdi.

Bu olayın, hakkında çok vahim iddialar seslendirilen, ama buna rağmen Sezer döneminde devlet madalyasıyla ödüllendirilen e. Albay Kırca’nın intiharıyla eşzamanlı olarak gerçekleşmesi, dikkatleri çeken bir başka ilginç noktaydı.

Kırca’nın cenazesine komutanların tam kadro katılması ve aynı gün Genelkurmay’ın “Yargısız infaz yapılmasın” açıklamasında bulunması da.

Keza yine Kırca’nın cenazesinde komutanların Tuncer Kılınç’a selâm durmaları ve öncesinde, gözaltının hemen ardından, eşlerinin Bayan Kılınç’a tam kadro destek ziyaretine gitmeleri de.

Bu hengâmede, Genelkurmay’ın “yargısız infaz” ikazının bilâhare Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından tekrarlanması ve Köşkteki erkler buluşmasından “hukuka saygı ve özellikle usule dikkat” uyarısı çıkması, tabloyu tamamlıyor.

Gerçi bu mesajın son Ergenekon gözaltılarıyla irtibatlandırılmasına Çankaya “Yemekte Ergenekon konuşulmadı, olur mu öyle şey?” gibisinden bir tepki gösterdi, ama durum ortada.

Bunların, bilhassa “üst düzey devlet görevleri”nde bulunmuş kişilerin evlerinin basılıp karga tulumba gözaltına alınmalarından ve bunlardan Gürüz’ün polis aracına bindirilirken başına bastırılmasından duyulan rahatsızlığın açığa vurulmasını takiben yaşanması ne anlama geliyor?

Bunlar, Ergenekon operasyonunda nerelere doğru gidilmekte olduğunun ilginç işaretleri.

Soruşturmanın 2003-4’ten itibaren hazırlığı yapılan darbe girişimlerine uzanacağına dair bir sinyal ise henüz ortaya çıkmış değil. Oysa konunun asıl üzerine gidilmesi gereken noktası bu ve darbe planları aydınlatılıp hesabı sorulmadığı müddetçe operasyon eksik kalmaya mahkûm.

Ve gelelim es geçilen esas meseleye.

Türkiye yakın tarihte yaşanan ve muhtemelen hâlâ devam eden darbe girişimlerinin dahi hesabını sormakta zorlanıyorsa, bunun sebebi, Aydın Menderes’in ifadesiyle, 27 Mayıs’tan beri darbe ürünü bir ara rejimden çıkamamış olması.

12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat, bu ara rejimi tahkim edip daha da pekiştiren ilâve hamleler.

Yarım asırdır, aradaki müdahalelerle tahkim edilmiş bir darbe düzeninde yaşayan, darbelerin hiçbiriyle hesaplaşamayan ve darbe girişimlerinin de üzerine gidemeyen bir Türkiye’nin, bu durumu aşmadan, Ergenekon’lara karşı vereceği mücadelede başarılı olabilmesi mümkün mü?

28.01.2009

E-Posta: [email protected]





Cevher İLHAN

“Ergenekon” ve darbe hazırlıkları…



“Ergenekon iddianâmesi”nin en çarpıcı yanı, fâil-i meçhul cinâyetler, suikastlar, bombalamalar, toplumu kargaşaya sürükleyecek eylemlerin amacının “darbeye zemin hazırlamak...” olduğunu belirtmek.

Bunun içindir ki kamuoyu, demokratik sistemi devirecek ve millet irâdesini devre dışı bıraktıracak “darbe hazırlıkları”na karşı büyük bir hassasiyetle tepki gösterip destek veriyor. Ülkeyi kargaşa ve kaos ortamına iten fitnenin deşifresini, tahrik ve terörün deşifre olmasını istiyor. Darbelerden ve demokrasi kıtallerinden en azından gadrını alıyor…

Ne var ki ikibin beşyüz sayfalık “iddianâme”de de okunduğu gibi “soruşturmalar” ve “operasyonlar” yalnızca son dönemde mevcut hükümete karşı darbe hazırlıklarıyla, devletten kopan “çete ve mafya artıkları”yla sınırlı kalmakta. Darbeleri dayatan, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i ve siyasî partileri kapatan, Anayasayı ilga edip meşru hükûmetleri alaşağı eden yakın geçmişin ihtilâlcileri, darbelerin sağladığı “güven ortamı”nda demokrasiyi tasfiye eden “çete ve mafya bozuntuları” bir türlü hesaba çekilmemekte…

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin ilk ve en kapsamlı ve kanlı darbesiyle orduyu da âlet ederek ülkeye ve demokrasiye kan bulaştıran 27 Mayıs darbesinin hesabını cuntacılardan sormadı. Seçilmiş iktidarı zorla görevden uzaklaştıran 12 Mart muhtırasının soruşturmasını yapmadı. Demokratik düzeni ve hukukun kıyımı olan 12 Eylül ihtilâlinin fâillerini cezalandırmadı.

Keza “irtica tehdidi” furyasıyla halkı kamplaşma ve kutuplaşamaya tabi tutan, gerginliklerle kardeş kavgasına iten bizzat dayatıcılarının ifâdesiyle “postmodern darbe” olduğu belirtilen 28 Şubat antidemokratik süreciyle hâlâ hesaplaşmadı.

“BAŞARILMIŞ” DARBELER DE

HESÂBA ÇEKİLMELİ

İlk kanlı darbenin üzerinden 49, son “postmodern darbe”nin üzerinden 12 yıl geçti. Bütün bu darbelerde ve ara dönemler öncesinde de halkı kin ve düşmanlığa sevkeden, darbeyi davet eden kaos ortamını oluşturan provokasyonlar ve toplu cinâyetler plânlandı, işlendi. Tezgâhlanan olaylarda onbinlerce insan öldürüldü. Bunlar da ne yazık ki gündeme getirilmedi…

Gelinen noktada elbette “Ergenekon operasyonu”yla ortaya çıkan hukuk dışı “oluşumlar”la, devletten kopuk “odaklaşmalar”la mücadele edilecek.

Ancak burada kalınmamalı; “Ergenekon”dan hareketle sayısız “çeteleşme” ve “mafyalaşma”nın arkasındaki iç ve dış bağlantılar mutlaka deşifre etmeli. Aksi halde salt ne idüğü bilinmeyen yabancı istihbarat servislerince istimal edilen kökü dışarıdaki “maşa”ların ve “ajanlar”ının, çoğu sahibinin sesi olan, elinde bulunduğu güce göre uyduran, her devre göre yalan ve tahrifattan çekinmeyen “itirafçı”ların yalan ve yanlışlarla muallel saptırmaları ve şaşırtmaları üzerine yürütülen operasyonlar, “soruşturmayı” saptırır. Kamuoyunun büyük beklentisini boşa çıkartmakla kalmaz; yanlış yere yönlendirir. Türkiye’nin enerjisini boşa harcatır…

Bunun içindir “başarılamamış” darbe hazırlayıcıları, sanıkları derdest edilip sorgulanırken, “başarılan” darbelerin hazırlıkları ve “hazırlayıcıları” da mutlaka hesaba çekilmeli…

TÜRKİYE BÜTÜN

DARBELERLE YÜZLEŞMELİ…

Gerçek şu ki Türkiye’de demokrasiyi katleden darbelerin dışarıdan tezgâhlandığı artık saklanmayacak bir gerçek. Toplumu tahrikle Harp Okulu öğrencilerini sokağa döken, anarşiyi azdıran 27 Mayıs’ın arkasında, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın arkasında dış güçlerin olduğu açıkça ortada. Sistemli provokasyonlarla darbe zemini hazırlanan ve Adalet Partisi iktidarını alaşağı eden 12 Eylül darbesinin tiyatro seyreden Amerikan Başkanının kulağına “Bizim çocuklar Türkiye’de işi bitirmiş” müjdesi (!) bunun bir göstergesi.

Zira darbeye zemin oluşturmak için anarşinin azdırılmasına göz yumuldu. “Terör ve anarşi” ne yazık ki ülkeyi kaosa itmek için kullanıldı. Bizzat darbecilerin itirafıyla darbe için ortamın oluşmasına çalışıldı. 12 Mart muhtırasına ve 12 Eylül ihtilâline mâruz kalan Demirel’in ifâdesiyle, “11 Eylül günü akan kan 12 Eylül sabahı birden duruverdi.” İhtilâlden bir gün önce Ankara’da iki yüzün üzerinde bomba patlatıldı. Kızılay meydanına göz göre göre bombalar konuldu…

Keza 28 Şubat “postmodern darbe”si fitnesinin de yine dışarıdan plânlandığı, ABD ve İsrail’in çıkarlarına aykırı düşen siyasî iktidarın bu plânla düşürüldüğü, Amerika’daki “düşünce üretim merkezleri”nin “işi” olduğu, açıkça ikrar edildi, edilmekte…

Bugün Türkiye’de hâlâ 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın bilânçosu çıkarılmış değil. Hâlâ bu darbelere zemin hazırlamak ve ortamı oluşturma plânıyla yapılan provokatif eylemlerin, komploların perde arkası, darbe hazırlıklarının “iddianâmesi” hazırlanmış değil.

“Ergenekon”, “Kontgerilla”, “Susuruluk olayı” ve sözü edilen bütün çeteleşmeler ve mafyalaşmalar darbelerin ürünü. Ne var ki Türkiye’de hâlâ darbeciler yargılanmış değil; “zaman aşımı” gibi gerekçelerin arkasına sığınıp yargılanmış değil. Kısacası Türkiye hâlâ darbelerle yüzleşmiş değil. 12 Eylül darbesi lideri Evren hakkında sırf “iddianâme” hazırladığı için savcılar meslekten ihraç ediliyor. 12 Eylül’ün de, 28 Şubat’ın da darbecileri ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar.

Hâlâ darbeler ve darbeciler, darbe dönemi anayasayla korunup kollanıyor. Ve AKP siyasî iktidarı, anayasa değişikliğini birçok demokratik düzenleme gibi askıya alıyor, öteliyor. Bu Türkiye’nin en büyük ayıbı…

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

İsrail’in Siyonist savaş suçluları yargılanmalı



Filistin’in işgal edilmiş bölgelerinde kadın ve çocuklara karşı son zamanların en vahşice saldırılarını gerçekleştiren İsrail’in Siyonist liderleri dünya toplumunun Filistin katliamına gösterdiği tepkiyi hissetmiş olmalılar.

1300 dolayında insan öldürüldü ve bunların 400’ü çocuktu... Bu bilânço İsrail’i yöneten Siyonist liderlerin insan hayatına verdiği önemin bir göstergesi aslında. Trajik olan bir başka rakam ise Siyonistlerin bu saldırganlığı neticesinde 5000’in üzerinde insanın yaralanması oldu.

Şimdi İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni dünya medyasının karşısına çıkıp olayı istediği gibi çarpıtabilir ve Siyonistlerin işine geldiği şekilde anlatabilir. Fakat Siyonistlerin gizlemek istediği gerçek gün gibi ortadadır ve gizlenemez. İsrail ordusu yüzlerce çocuğu katletmiştir. Böylesi bir askerî güç için savunmasız bir çocuğu acımasız kurşunlarla katletmek ne gurur verici bir muzafferiyet!

Dünya şimdi, karanlık odalarında Filistinli insanlara karşı bir soykırım ve yok etme planları yapan İsrail Dışişleri Bakanı ve onun katil Siyonist liderlerinin söylemlerine inanacak değildir. Gerçekte, barış yanlısı Yahudi vatandaş, grup ve organizasyonların bir kısmı da dahil olmak üzere bütün dünya topyekûn Siyonistlerin Gazze politikasına karşı birleşmiş ve karşı durmaktadır.

Hatta Venezuela ve Bolivya gibi ülkeler İsrail’in Gazze saldırıları sonrasında İsrail devletiyle bütün diplomatik ilişkilerini durdurmuştur.

Aslında Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez ve Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in aldığı bu karar Siyonistlerin Gazze’de yaptığı katliâmları savunmada ne kadar zayıf düştüklerinin açık bir göstergesidir.

Siyonistler Gazze’de yaptıklarını savunmaya devam ettikleri sürece, aslında yerli halkı yok ederek bütün Filistin’in kontrolünü almak istediklerini ve eğer Filistinliler direnmeye devam ederse, işgal edilmiş bölgelerde tek bir Filistinli kalmayana dek, daha fazla saldırıp daha fazla insanı katletmeyi planladılarını göstermiş oluyorlar.

Bir başka deyişle, Siyonistlerin 400 Müslüman çocuğu öldürme gerekçesi, aslen Müslümanlara ait olan işgal edilmiş bölgelerdeki Müslüman varlığını soykırım yoluyla temizlemek ve yok etmektir.

Amerika Birleşik Devletleri hükümeti Bush yönetimi altında olduğu süre zarfında, Siyonistlere hep sadık kalmıştır. Hatta İsrail ordusunun kadın ve çocukları öldürdüğü ve askerî harekât sırasında fosfor bombası kullandığı güçlü delillerle ispat edildiği zaman bile bu sadakatinden taviz vermemiştir.

Siyonistlerin bu gerçekleri nasıl örtbas ettiklerine gelince, sahneye İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in sözcüsü Mark Regev çıkıyor. Regev BBC’ye verdiği mülâkatta, “Gazze’de İsrail’in saldırıları sırasında kaç çocuğun öldüğü netlik kazanmamıştır. Bunlardan kaçının bizim saldırılarımız sırasında, kaçının Hamas tarafından öldürüldüğü belli değildir” demektedir.

Siyonistler çocuk ölümlerini Hamas’la ilişkilendirmek istiyor gibi görünmekte.

Yakında böyle giderse, Siyonistler, İsrail tanklarını, saldırı helikopterlerini, İsrail ordusunu ve savaş jetlerini bütün Müslümanları öldürmek amacıyla Gazze’ye gönderme konusunda da Hamas’ı suçlayacak.

Siyonistler aslında bütün şüphe ve soruları kendi başlarından def etmek için güzel bahaneler uydurup duruyorlar. Meselâ sürekli Hamas’ı suçlayarak, Siyonistler dünya kamuoyu nazarında soykırım yapma hakkı kazanabileceklerini ümit ediyorlar. Ama insanları kendi topraklarında güç kullanarak atmayı marifet bilen Siyonistlerin bu politikaları onların gerçek katiller olduklarına yeterli delil olacaktır.

Dünya, bu katliâmların hesabını İsrail’in Siyonist liderlerinden sormalıdır.

Çocuklar şimdi adalet için ağlıyor! Kadınlar adalet için yalvarıyor! Bütün insanlık adalet için haykırıyor!

Filistin Müslümanlarına uygulanan soykırım son bulsun!

TERCÜME: UMUT YAVUZ

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Yunan Müzik Adamı: ‘’Osmanlı Mûsıkîsine hayranım‘’



Geçenlerde, önceden kesip arşivlediğim müzik üzerine yazı ve haberlere şöyle bir göz atıyordum. 2006 yılı Nisan ayına ait bir gazete kupüründeki haber dikkatimi çekince yazıyı okumaya koyuldum. Başlık adeta “ beni oku” dercesine bir itirafı, hayıflanmayı çağrıştırıyordu: “ Osmanlı mûsıkîsine yazık ettik!”.

Habere göre Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından düzenlenen “Uluslararası Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi Sempozyumu”na Türkiye dışında Tunus, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, Bulgaristan ve İran’dan 40 bilim adamı katılmıştı. Sempozyuma konuşmacı olarak katılan tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı mûsikîsinin seviyesinin Mozart ve Beethoven’in müziğinden aşağı olmadığını, bu dönemde müziğin daha çok sarayın patronajı idaresinde yapıldığını, bunun da kaynağının İran ve Orta Asya’ya dayandığını söyledikten sonra şöyle devam etmiş: “Osmanlı da bu müziği 600 senelik hayatı boyunca geliştirmiş ve olgunlaştırmış. Günümüz mûsikîleri kültürümüzden, örf ve âdetimizden uzak kalmıştır. Çok basit tarzlardır. Osmanlı mûsikîsinde ise bir san'at, bir kalite vardır, anlamlıdır. Bu mûsikîyi icra edenler de her makamı bilecek derecede terbiyeli, ahlâklı ve bilgili idi. "

Ben de el hak doğru diyorum. Elbette ki Dede Efendi’leri, Itrî’leri, Ebu Bekir Ağa’ları, Hacı Arif Bey’leri, Merâgi’leri içinden çıkaran bir toplumun müzik kalitesinin Mozart ve Beethoven’ın müziğinden daha aşağıda olması düşünülemez. Böylesi müzik değerleri ve kalitesine sahip bu topluma da Mimar Sinan gibi bir mimar, Süleymaniye gibi bir cami, Bâki gibi bir şair yakışırdı. Eğer bugün bu kalitede eser, bestekâr, şiir ve şairlerimiz yoksa günümüz müziğinin de kültürel değerlerimizden uzak kalmasına şaşmamak gerek diye düşünüyorum.

Sempozyuma Yunanistan’dan katılan Selanik Üniversitesi Müzik Bölümü Öğretim Üyesi Miltiadis Pappas’ın söyledikleri şeylerde ayrıca çok dikkate değer. Diyor ki Yunan Müzik adamı ‘’ Bizanslılar Osmanlı mûsikîsinin notalarını tutarak 200’den fazla eseri kaybolmaktan kurtarmıştır’’. Kendisinin de Osmanlı mûsikîsi hayranı olduğunu dile getiren Pappas, ancak bu değerli mûsikînin ilgisizlik yüzünden adeta yitip müzelik olduğunu, kurtarılması için çalışmalar yapılması gerektiğini belirtmiş. Tekrar araya girelim: “Osmanlı Mûsıkîsi” derken sadece Türk müzik adamlarının bu müzikle uğraştığını geliştirdiğini söyleyip besteler yaptıklarını anlayamayız. Adı üstünde Osmanlı. Zira bu müziğe besteleriyle, icralarıyla renk katmış, destek vermiş onlarca gayri müslim müzik adamlarını unutamayız: Aleko Bacanos’u, udun zirve isimlerinden Yorgo Bacanos’u, Osmanlı da ilk notayı kullanan Hamparsum’u, Bimen Şen’i, Kemençeci Vasilaki’yi ve daha nicelerini. Zaten İnşallah önümüzdeki haftalarda mûsıkîmizdeki gayrimüslim bestekâr ve icracıları ayrı bir yazı konusu olarak işleyeceğim. Evet devam edelim; Tahran Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Amir Hosain Pourjlavayd da 18. yüzyılda bile İran’da ve Irak’ta Osmanlı mûsikîsinin etkilerinin görüldüğünü anlatmış. İranlı müzik adamı, iki ülke arasındaki müzikten etkileşimi şöyle açıklamış: “Yavuz Sultan Selim ile 4. Murad zamanında İran’a yapılan seferler sırasında buradaki san'atçılar Osmanlı saraylarına getirildi. 17. yüzyıl boyunca iki ülke san'atçıları arasında ortak bir repertuar bile vardı. 16. yüzyıl başından itibaren de bazı Osmanlı müzisyenleri İran saraylarında mûsikî söyledi. Efendi Hannan ve Şah Abbas, İran saraylarında okuyan Osmanlı müzisyenlerindendir. Özellikle 16. yüzyılda Osmanlı-İran mûsikîsi çok popülerdi. “Pourjlavayd, Osmanlı mûsikîsini “Harika, insanı adeta alıp göklere uçuruyor. Mânâlı ve edepli” şeklinde tanımlamış.

Özellikle bu son tesbit müziğimizin temel vasıflarından birini ortaya koyuyor. Dinlerken huzur veren, sözleri anlamlı ve edepli olan bir müziğin topluma katkısını bir düşünelim. Yine bu satırları yazarken hatırıma Koreli bir Müzik adamı profesörün söylediği “ Bu müzik bana huzur veriyor’’ sözü geldi. Teşekkürler “yabancı!” müzik bilim adamları. Bize bizim değerlerimizi hatırlattığınız için.

28.01.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

İnsanların en güçlüsü



Gücü kuvveti nerede arar insan? Çoğu kere fanî varlıklarda. Oysa atalarımız “Duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür” demişlerdir.

Sırtını güçlü birine, birilerine dayayanlar kendilerinde cesaret, hatta cür’et bulur, akıl almaz işleri bile işleyebilirler.

Gücü, kuvveti makamda, mevkide, parada, pulda, şanda, şöhrette; Allah’ın dışındaki fani yaratıklarda arayanların kulakları çınlasın!

On sekiz bin âlemin Rabbine imanla dayanan insan kadar güçlü insan yoktur dünyada. Tabiî ki şuurunda olunursa. Allah Resûlü (asm), “İnsanların en güçlüsü olmak isteyen Allah’a tevekkül etsin”1 buyururlar.

Sözler’de dikkat çekildiği gibi kul namazında, “Eşhedü en lâ ilâhe illlallah” derken, O'ndan başka Hâlık ve Rezzak olmadığını; zarar ve menfaatin O'nun elinde olduğunu, O dilemedikçe kimsenin kimseye zarar ve menfaat veremeyeceğini; Hakîm olduğunu, boş, anlamsız, faydasız hiçbir işi bulunmadığını; ihsanının, merhametinin çok olduğunu düşünür, O'na sığınır. Bu inançla her şeyde bir rahmet hazinesi bulur, duâ ile çalar. Her şeyi Rabbinin emrine âmâde görür, O'na sığınıp tevekkül ile dayanıp her mûsibete karşı dimdik ayakta kalır, imanıyla tam bir güven içinde yaşar. Bediüzzaman’ın “İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir”2 demesi boşuna değildir.

Her iyilik ve güzelliğin kaynağı imandır, kulluktur. Cesaret de imandan kaynaklanır. Her kötülükte olduğu gibi korkaklık da küfür ve inkârdan doğar.

Onun içindir ki kalbi imanla nurlanmış bir kimseyi dünya bomba olup patlasa korkutmaz. Aksine Allah’ın sonsuz kudretini lezzetli bir hayret içinde seyreder. Fakat aklı fenlerle aydınlanmış kalpsiz fasık bir filozof gökte kuyruklu bir yıldız görse yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhama düşer. Bir zaman Halley kuyruklu yıldızının gelişi esnasında Amerika titremiş, çokları evlerini terk etmişlerdi.

Küre-i arzı başıboş, yularsız, güneşin etrafında gezen serseri bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi gören, dehşete ve telâşa kapılan inançsızın psikolojisi nerede? Zerreden kürelere kadar her şeyin sahibi ve idarecisi sonsuz kuvvet, ilim, hikmet ve rahmet sahibi bir Allah’a inanıp güven ve huzur içinde yaşayan mü’minin hâli nerede?

Demek cesaret, güven, huzur gibi bütün güzelliklerin kaynağında iman ve tevekkül var. Korkaklık gibi bütün kötülüklerin kaynağında da küfür ve inançsızlık var.

Dipnot:

1- Feyzü’l-Kadir, 6:149.

2- Sözler, 23. Söz, 3. Nokta.

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şeytana galip gelmek



Önder Bey: “Şeytana galip gelmenin ve her şeyimizle kendimizi Rabb’imize vermenin bir yolu var mı?”

Bizler Allah’ın kullarıyız. Bu kulluğu idrâk etmek de, îmânımızın özünü teşkil ediyor. Yolumuzda binlerce şeytan pusuda. Binlerce melek de bizim duâcımız, hayırhâhımız. Bizlerse imtihan dünyasındayız. Allah en büyük yardımcımız, vekîlimiz, zahîrimiz, muînimiz.

Şeytana bütünüyle galip gelmek hedefimiz olmalı; ancak bu hedefe nâil olana kadar şeytanın bizimle uğraşıp duracağını, bizim peşimizi hiçbir zaman bırakmayacağını, ayağımızı kaydırmaya çalışacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. Şeytana karşı hep müteyakkız olmamız gerektiğini bir an bile unutmamalı; bu konuda muvaffak olmamız için Yüce Rabb’imize duâmız da dilimizin vird-i zebanı olmalı. Şu Peygamber duâsını asla unutmamalıyız: “Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle baş başa bırakma!”

Birbirimize gıyaben hep duâ edelim.

Şeytana galip gelinir mi? O hâin fesatçıya, o mel’un çete başına!.. O bizi yolda da, sokakta da, evimizde de, duâmızda da, ibâdetimizde de hep kıskanır, hep bizi aldatmaya çalışır, hep bize vesvese vermeye uğraşır.

Şeytana galip gelmenin tek bir yolu var: Allah’a sığınmak! Nitekim Kur’ân; “O kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” diye emrediyor.1

Şeytanın işi kolay aslında! Çünkü tahribat yapıyor.2 Yıkım yapıyor. Hayır adına, vücut adına, varlık adına ne varsa darmadağın ediyor.

Bizimse biraz zor; çünkü imtihandayız. “Şerri def etmek, hayrı celb etmeye tercih edilir” kaidesiyle başta şeytanın şerrini def’etmeye çalışarak hayır, hasenât ve ibâdetlerle tekâmül etmeye uğraşmak bizim temel vazîfemiz. Ancak yılmak yok! Çünkü sonuçta bu yolda bir Yüce Dergâhın rızâsı var, sonuçta Cennet var! Çünkü bu kapı ümitsizlik kapısı hiç olmadı! Aslâ olmadı! Bu kapı Rahmet kapısı! Bizler Rahmet Dîninin mensuplarıyız! Rahmet Peygamberinin ümmetiyiz!3 Rahmet Kitabının mü’minleriyiz!4 Rahîm ismine mazhar bir bürhanın sâlikleriyiz!5

Bu yolda ümitsizlik yok. Büyükler hep ümit kapısını göstermişler. Sekiz yüz yıl önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî göstermişti bu kapıyı bir def’a da: “İster Hıristiyan ol, ister Mecûsî ol; gel! Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir; bin def’a tövbeni bozmuş olsan, yine gel!” demişti. Şimdi de Bedîüzzaman: “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu îtiraf eden, istiğfar eder. İstiğfâr eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur!”6 diyor. İşte reçete!

Şeytanın vesveselerine karşı en etkin ilâç; o vesveselerle ilgilenmemek, oralı olmamak, duyarsız davranmak ve şeytanı çatlatırcasına ibâdetlere devam etmektir. Şeytan kahroldukça, içimize vesvese atar! Rûhumuz tekâmül ettikçe, vesvesesini büyütür ve akla hayâle gelmeyen hîlelerle bizi hâin emellerine doğru çekmeye çalışır! Bu onun vazifesidir. Bundan zevk alır. Sakın, sakın, bu tür vesveselere karşı, “İçimde şeytanın ne işi var? Yoksa kalbim mi bozuk? Namazdan neden zevk alamıyorum? Kendimi Rabb’ime neden veremiyorum? Îmânımda bir zaafiyet mi var?.. vs” gibi devam ede gelen sorularla şeytana ve şeytanın yaptığı veya yapmaya çalıştığı düzenbazlıklara bir vücut rengi vermeyelim. Ancak ve ancak; rahatsız oldukça istiâzemizi arttıralım, Yüce Rabb’imize sığınmaya devam edelim.

Ve hattâ Rabb’imize daha fazla sığınmamıza vesîle olduğunu nazara alarak, her vesvesesinde ve dokunuşunda, şeytana gülümseyip geçelim. Ama hiçbir şekilde bu vesveseleri büyütmeyelim. Hele, îman mahallimiz olan kalbimizden kaynaklandığını aslâ düşünmeyelim, rûhumuzu kesinlikle yıpratmayalım. İbâdetlerimizin feyiz ve bereketi ile İnşaallah, şeytanın büyük vartalarına düşmekten Cenâb-ı Hakk’ın bizi muhafaza edeceğine îtimat edelim.

Dipnotlar:

1- Nahl Sûresi, 16/98

2- Lem’alar, s. 76

3- Enbiyâ Sûresi, 21/107

4- Yûnus Sûresi, 10/57; İsrâ Sûresi, 17/82

5- Mektûbât, s. 24

6- Lem’alar, s. 91

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Üniversiteli gençlerle...



Son bir–iki haftalık zamanımızın önemli bir bölümünü, belki de ağırlıklı kısmını üniversitede okuyan genç kardeşlerimizle birlikte geçirdik.

Onlardan dâvet geldi, biz de bu dâvete icabet ettik.

Bu genç kardeşlerimiz, ara tatilde dahi boş durmuyor, vakitlerini faydalı ve hayırlı işlerle doldurmaya gayret ediyor.

İstanbul'daki muhtelif üniversitelerde okuyan gençlerin yanı sıra, fırsat buldukça Anadolu'nun muhtelif merkezlerindeki üniversitelerde okuyan genç kardeşlerimizin de dâvetine icabet ederek yanlarına gittik. Onlarla uzun uzun görüşmelerimiz, sohbetlerimiz oldu; yine onlarla birlikte bazı gezilere ve sâir sosyal–kültürel etkinliklere iştirak ettik.

İstanbul'dan sonra, sırasıyla Bolu, Gemlik ve Kayseri'ye gittik.

Bolu'da İzzet Baysal Üniversitesinde okuyan öğrenci kardeşlerimizin misafiri olduk. Geceli–gündüzlü iki günlük vaktimiz pür–neşe ve dolu dolu geçti. Bu arada, etrafı bütünüyle beyaza bürünmüş olan 950 metre rakımlı Gölcük köyüne gittik. Köyün ismi, burada bulunan ve görüntüsü insanı büyüleyecek kadar güzel ve tatlı olan gölcükten alıyor. Bu gölcük, doğal yapısı itibariyle Abant'a benziyor, ancak ondan daha küçük. Göl, baştan başa buz tuttuğu için, arkadaşlarla birlikte üzerinde çok rahat bir şekilde dolaşarak, o dondurucu soğukta bile son derece sıcak ve samimi sohbetlerde bulunduk.

Bir başka gün, Sakarya Üniversitesinde okuyan bir grup genç kardeşimizin Gemlik (Bursa) seyahatlerine iştirak etmek üzere bu tatlı ve nisbeten ılıman iklimli ilçemize gittik. Burada ise, tam bir bahar havası vardı. Saatler boyu, bu talebe kardeşlerimizin meraklı suâllerine muhatap olduk. Onların ilmî/fikrî konulara olan şedit ve samimî alâkadarlığı bizi mesrûr eyledi. Saatler boyu sürüp giden ilmî sohbetler, onları usandırmadığı gibi, istifadeyi ziyadeleştirmek için, gece uykularından ve istirahatlerinden dahi ferâgatte bulundular.

Son olarak Erciyes Ünivesitesinde okuyan öğrenci kardeşlerimizi ziyaret etmek ve iki günlüğüne de olsa onlarla haşır–neşir olmak üzere Kayseri'ye gittik. Sağolsunlar, onlar da hiçbir fedâkarlıktan kaçınmadılar. Yorulmak, usanmak nedir bilmediler. Bizi memnun etmek, dinlendirmek ve hoş vakitler geçirmek için ellerinden geleni yaptılar; hem de bizi mahçup edecek kadar...

Onlarla da, yine saatler süren uzun uzun ilmî sohbetlerimizin yanı sıra, ayrıca bu antik şehrimizin önemli tarihî ve turistik yerlerini gezip dolaştık. Bilgi alış verişinde bulunduk.

Kayseri'de bulunan Hz. Mevlânâ'nın hocası Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin türbesini, Cami–i Kebir'i ve harikulâde kemerler üzerine bina edilmiş Huna Hatun Camiini ziyaret ettik, tarihî çarşılarını gezdik. Ayrıca, orada inşası henüz tamamlanan ve ilk kez çalışacak olan raylı sistem için düzenlenen merasime şahit olduk.

Bu arada, Erciyes Dağına da bir seyahatte bulunduk ki, burada görüp yaşadıklarımızı anlatmaya sütunlar yetmez. Kısaca, bir gün içinde dört mevsim yaşadık diyebilirim. Şehir merkezindeki yaz–bahar havasından, bin metrelik rakıma doğru tırmandıkça yağmurlu bir atmosfere girdik. iki bin rakımlı yamaçlarda ise, öylesine bir fırtına, tipi ve borana tutulduk ki, görmeyen, yaşamayan için cidden inanılır gibi değil...

Ama, her şeye rağmen, yine de memnun ve mesrûr bir şekilde iki günlük Kayseri ziyaretimizi tamamlayarak İstanbul'daki vazifemizin başına döndük.

Bu seyahatlerimizde yardımı dokunan, emeği geçen bütün kardeşlerimizi hürmet ve muhabbetle selâmlıyoruz.

Misak–ı Millî'nin kabulü

İşgal kuvvetlerinin ağır baskısı altında toplanan son Osmanlı Meclis–i Mebûsanı, İstanbul'da ancak iki ay kadar çalışabildi. 12 Ocak 1920'de açılan bu son Meclis, 16 Mart'tan sonra dağıldı ve üyelerin ekseriyeti Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele saflarına katıldı.

Son Osmanlı Meclis–i Mebûsânı, 28 Ocak 1920'de (Çarşamba günü) yapmış olduğu gizli oturumda "Misâk–ı Millî" kararını aldı.

Millî Yemin anlamına gelen Misâk–ı Millî'nin ilk hali "Ahd–i Millî Beyannâmesi" şeklinde idi.

Meclis'te alınan bu karar, Edirne mebusu Şeref Beyin teklifi üzerine bütün dünya parlamentolarına iletildi.

Misâk–ı Millî Beyannâmesinde, büyük kısmı hâlâ işgal altında bulunan Türkiye'nin (Anadolu–Trakya) nihaî sınırları belirleniyordu.

* * *

Türkiye'nin çok ağır şartlar altında bulunduğu o dönemde, hükümet 30 Eylül 1919'da genel seçim kararı aldı.

Kasım ayında gerçekleştirilen seçimde, Türkiye'nin hemen her tarafında bulunan Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerinin belirlediği adaylar seçilmiş oldu.

12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan ve çalışmalarına başlayan Meclis, işgal kuvvetlerinin ağır baskısı altında faaliyetlerini güçlükle yürütebiliyordu.

Buna rağmen, yine de gizli oturumlar yaparak ve hatta bazı kararları yazılı hale getiremeden 16 Mart 1920'ye kadar çalışmalarına devam etti.

Bu tarihten sonra ise, Meclis ve hükümet binası dahil İstanbul'un tamamı kanlı bir baskınla birlikte fiilen işgal edildi. İşgal konseyine danışmadan ve bilgi vermeden hiçbir kurum ve kuruluş serbestçe çalışamaz bir hale geldi.

Bir taraftan da tevkifler başladı. İngilizlere şikâyet edilen veya bir şekilde akkında ihbar bulunanlar yakalanıp Malta'ya sürgün edildi.

Yakasını işgalcilerden kurtarabilen mebuslar ise, Anadolu'ya geçerek Ankara'da toplandı. 20 Nisan 1920'de burada yeni bir Meclis kuruldu. Aynı seçilmiş mebuslar tarafından kurulan bu meclis, derhal Bakanlar Kurulunu belirledi. Böylelikle, İstanbul ve Ankara'da olmak üzere iki ayrı hükümet kurulmuş oldu: Padişaha bağlı İstanbul hükümeti ve milletin iradesine dayalı Anadolu hükümeti.

Ankara merkezli yeni Meclis, İstanbul'daki Meclis–i Mebusan'ın almış olduğu Misâk–ı Millî kararını aynen kabul ettiğini dünyaya bir kez daha duyurmuş oldu.

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Kar taneleri



Kar, hayatın ayrı bir rengidir.

İnsan, hadiseleri kendi dünyasına göre yorumlar. Bunlar bazen dil ile, bazen hitap ile, bazen şiir ile, bazen yazılı, bazen sözlü olarak kendini gösterir.

Aslında kar, başlı başına bir bereketin adıdır. Toprağa hem gübrelik yapar, hem de yeryüzünün hareketini ve hararetini teskin eder.

Kar taneleri ayrı bir âhenkte, ayrı bir şe-kilde ve ayrı bir incelikte yeryüzüne iner.

Gökyüzünden tane tane ve yumaşacık olarak iner ve yerin tenini örter.

Bolluktur, berekettir. Her bir kar tanesini, bir melek indirdiği rivayet edilir.

Havanın tarağıdır, bal ve şeker gibi tatlı neticeler doğurur.

Su kaynaklarının asıl kaynağı kardır.

Teni beyazdır, sevimlidir.

Kar tanelerinin bu güzelliklerini anlayamayan bazı insanlar ona “beyaz kâbus” adını takarlar.

***

İçinde yaşadığımız şu dünya mi-safirhanesinin en çok kullanılan maddesi sulardır.

Acısıyla, tatlısıyla, çağlayanı ile, durgun hali ile hayatımıza renk katan suyun kaynağı ise kardır. Güneşin lâtif dokunuşu ile su haline gelen kar taneleri, dağlardan ovalara, ovalardan derelere, derelerden çaylara ve ırmaklara akarak denizlere ve okyanuslara katkı sağlamaktan geri kalmaz.

Karadenizli de hamsinin kulağına kar girmesini bekler. Hamsinin tadını kar tanelerinin beslediğine inanır...

“Şu karşıki dağda bir top kar idim. Yağmur yağdı ılgıt ılgıt eridim” diye dile getirilen sazın söze dönüştüğü nağmelere varıncaya kadar, kar taneleri dilden dile, ilden ile dolaşır.

Bahar aylarına analık eder.

28.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Stres, şaka ve kaçış



Şaka, lâtife, mizâh bir kaçış, bir müdafaa mekanizmasıdır. Problem, sıkıntı ve üzüntülerimizden mizâh yaparak kaçarız. Fakat, dikkat etmemiz gereken nokta şu:

Aşırı mizâhî ve alaycı yaklaşım, kişinin iç âleminde biriken stresin de bir göstergesidir. Meselâ; ölüme, ahirete, kadere karşı mizahî ve alaycı tavırlar, kişilerin duygu âleminde bu kavramlarla ilgili olarak yaşadığı çatışmaların ne denli etkili olduğunun da bir göstergesidir. Zalim insanların mâsûmlara, yahut tarih boyunca inançsız insanların inançlı insanlara alaycı ve mizahî bakışları, bu insanların ruh boyutunda yaşadıkları stres ve çekişmeleri göstermektedir. Bu, yaşadıkları vicdan azabını bastırmaya yönelik bir savunma mekanizmasıdır.

Kahkaha ve alay da vicdanımızın tabiî olarak hatırlattığı esas görevi unutmaktır. Aslî boyutuyla iyiliği, güzelliği, dinginliği, sadeliği, basitliği ve sonsuzluğu arayan ruh, varlık âlemindeki kesret ve kargaşa karşısında büyük bir stres yaşar. Ya bu hâlin farkına varıp aczini, fakrını kabul ve idrak ederek aslına dönecektir ya da görmezden gelerek, bakmayarak kaçacaktır. İşte mizâh da budur. Tiyatroda komedilerin ve sinemada komik filmlerin ilgi görmesinin temel sebebi budur.

Zaten bu psikolojik gerçek olarak önümüzde durmaktadır: Dünyaya dalmak, her türlü zevkin peşinde koşmak, eğlence ve sefahat bir kaçıştır. Gaflet hâlindeki dans adı verilen tepinmelerin, kahkahaların arka planında derin yaralar, onulmaz çaresizlikler ve yalnızlıklar yatmaktadır. Işıl ışıl şehirlerin, diskoların, barların arka planı karanlıklar, yalnızlıklar ve çaresizlikler sonrasında bunlara kontrolsüz, ölçüsüz, şuursuz şekilde çözüm arayışlarıdır.1

İtiraf edelim ki, mizâh ve şakada da kimi zaman ölçüsüz, nefsî, hissî davranmakla aşırıya kaçıyor, fayda yerine onu zararlı bir unsur haline getiriyoruz. Böylece duygu kontrolünü kaybedip, diğer bir ifâdeyle hayvânî duygularımızı depreştiriyoruz. Bu da bir çeşit şiddet değil mi?

Nitekim, gençler arasındaki “Kıl oldum abi!”, “Yaaa!...”, “Ooolum...!”, “Lan...!”, “manyak”, “Deliler gibi eğlendik!”, “Hayvan gibi yedik!”, “ohhha, falan oldum yani”, “Bizim moruklar”, “Bikop ya!”, “Takıl bize!” benzeri espriler ve yeni yetme deyimler, mizah anlayışının çizgiyi aştığının göstergeleri değil mi? Bu ve benzeri söz ve tavırlar, aynı zamanda içteki şiddet duygularının dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Burada ima etmekten bile haya ettiğimiz küfür sözleri de, yine ar damarı çatlamış çevrelerin en tabiî espirileridir!

Şiddete dayalı mizâh yaparken; hayatın gerçeklerinden kaçışı deniyoruz. Tefekkürî, ilmî, fikrî bir rotaya girememenin sonucu, “boşvermişlik, lâkaytlık, alaycı mizâh” olur. Ne yazık ki, bir de bakarız, en enerjik, en verimli gençlik çağını ve nihayet koskoca bir hayatı, bu boğuntulara, hayhuylara kurban etmiş oluruz.

Stresin sebep olduğu aşırı mizâhtan korunmak mı istersiniz? Öyleyse, stresi doğuran düşünce ve ortamlardan uzak durun. Elbette insan olarak gülecek, neşelenecek, zevk ve lezzet alacağız. Bu, insan olmanın bir gereğidir. Ancak bu arzularımızı meşrû çerçevede tatmin edebiliriz.

Zevk ve lezzet istiyorsak, hayatımızı imân dairesinde yürütüp, Allah’a tevekkül, kadere ve öldükten sonra dirilmeye imân edersek, zararlı stresi önleriz. O zaman, mizâhla sun’î, sahte gülüşler yerine gerçekten içimiz, kalbimiz, duygularımız gülecektir.

Güzel duyguların dışa vurumu ise, keskin bir zekâ ve espri anlayışını, harika bir mizahı, o da seviyeli şakaları / lâtifeleri, o da sevinç ve neşeyi mahsûl verecektir.

Dipnot: 1- Yeni Asya, Enstitü/08.08.2003

28.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Sami CEBECİ

Gazze soykırımı ve İslâm birliği



Thedor Herzl tarafından fikrî temelleri atılan ve II. Abdülhamid Han’dan parayla satın alınmak istenilen Filistin toprakları üzerinde, İngiliz Devletinin öncülüğünde 1948 yılında İsrail Devleti kuruldu.

II. Abdülhamid Han ecdadından kalan toprakları satmayı reddetti. Bedelini de tahttan indirilerek ödedi. Çeşitli entrikalar ve lobi faaliyetleriyle kurulan İsrail Devleti, o günden bu güne Ortadoğu’ya saplanmış bir hançer gibi o bölgenin rahat ve huzurunu bozdu. Ortadoğu barışına büyük bir darbe indirdi. Amerika’nın kayıtsız şartsız desteğine dayanarak bütün dünyaya meydan okudu. Amerika’dan her yıl aldığı milyarlarca doları silâh sanayiine yatırdı. Son model teknolojik silâhlarıyla, Arap devletleriyle giriştiği savaşlarda hep zafer kazandı ve sürekli topraklarını genişletti. Dünyanın her tarafından gelen gönüllü Yahudileri bu topraklara yerleştirdi. Atom bombaları ve atom başlıklı füzeleriyle etrafına dehşet salmaya devam ediyor.

Altmış senedir Filistin halkına kan kusturarak ve katliâmlar yaparak gelen terörist devlet İsrail, 27 Aralık’ta girdiği Gazze şehrinde, Hamas Teşkilâtını bahane ederek 22 gün boyunca katliâm değil resmen bir soykırım gerçekleştirdi. 1300’den fazla kişinin ölmesine, 5000’den fazla insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep oldu. Savaş kurallarına aykırı olarak kullanılan fosfor bombalarıyla insanlık ve savaş suçu işledi. Bombardımanlarla yerle bir edilen hastaneler, okullar ve diğer binalarla birlikte Gazze şehrine iki milyar dolarlık tahribat ve zarar verdi. Değişik ülkelerden gelen insanî yardımları engelledi. Filistin’i âdetâ bir açık hava hapishanesine çevirdi. Birleşmiş Milletler bu soykırım hadisesinde çâresiz kaldı. Kınama kararını bile Amerika’nın çekimser oyuyla zorla çıkarabildi. Üç devlet dışında hiçbir devlet yaptırım uygulamadı. Türkiye bile “İsrail bizi çok üzdü” demenin ötesinde hiçbir yaptırıma yanaşmadı. Aksine “İsrail ile ilişkilerimiz sürecek” denildi. Hükümetler seviyesinde yapılan anlaşmaların iptali değil, askıya alınıp tehir edilmesi dahi söz konusu olmadı. Reel politika denilen şey hepsinin önüne geçti.

“Küfür devam eder, fakat zulüm devam etmez” kaidesince elbette İsrail’in yaptığı bu zulümler yanlarına kâr kalmayacak. Zulmen öldürdüğü insanlar şehit olup büyük mükâfatlara nâil olurken, o zulme sebep olanlar hem dünyada, hem de âhirette dehşetli cezasını çekecekler.

“Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu” âyetinin yorumunu Bediüzzaman şöyle yapar: “Yahudi milleti hubb-u hayat (hayat sevgisi) ve dünyaperestlikte (dünyayı sevmekte) ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadına müstehak olmuşlar. Fakat, bu Filistin meselesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiyâ-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette ehemmiyetli bir hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (Sözler, s. 790)

Kıyamet kopmadan önce Araplar ile Yahudilerin çok şiddetli savaşlar yapacağını ve bir Yahudi taşın arkasına saklansa, taşın onu haber vereceğini, yalnız Garkad denilen bir ağacın Yahudileri saklayacağını bildiren Peygamber Efendimiz (asm) çok ilginç haberler veriyor. Böyle mecâzî anlamların kullanıldığı müteşabih hadislerin elbette hikmete uygun yorumları vardır. Bütün dünya milletlerinin lânetlemesine ve kınamasına rağmen, sadece Amerika’nın İsrail’i koruması, alınan kararları veto etmesi anlamlıdır.

Faiz ve bankalar yoluyla elde ettikleri çok büyük servetleri ve medya organlarıyla Batılı devletleri âdetâ esir alan Yahudilerin destek verdikleri İsrail, yaptıkları zulümlerinden dolayı mutlaka bir gün belâsını bulacaktır. Birkaç milyonluk İsrail’in bütün dünyaya inat bu zulümlerini devam ettirmesi düşünülemez. Olan biten bu katliâmlarda elbette Allah’ın bilmediğimiz hikmetleri vardır. Üstadın dediği gibi “Mûsibet hatanın neticesi, mükâfatın da mukaddimesidir.” Vefat edenlerin şehit, malını kaybedenlerin kayıp malları sadaka olarak kabul edildiği İslâm dinine göre, mü’minlerin kaybı yoktur. Ancak, bu zalimâne soykırım olayı, İslâm dünyasının birlik kurmasını farz kıldı. Bu meselenin ehemmiyetini yüz sene önce nazara veren Bediüzzaman Hazretleri “Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslâm’dır” der.

İslâm birliği, tek kutuplu hâle gelmiş bu günkü dünyanın dengesini sağlayacak ve dünya barışını temin edecek büyük bir yapılanmadır. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği gibi, iç işlerinde serbest, dış işlerinde birlikte hareket eden böyle bir İslâm Birliğini her zaman daha fazla ihtiyaç var. Artık bunu gerçekleştirmenin zamanı geldi. Yüz yıllarca birbiriyle savaşmış Avrupa devletleri bunu başardıysa, İslâm ülkeleri neden başaramasın? Hutbe-i Şâmiye adlı eserinde Bediüzzaman, “İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. 1327’de o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak” der.

Gerçekten 1371’de, yani Milâdî 1951’den itibâren Batılı devletlerin sömürgesi konumundaki İslâm devletleri istiklâllerini kazanmaya başladılar. Nihayet 1962’de Cezayir bağımsızlığını ilân edip Fransız sömürgesi olmaktan kurtuldu. Bu gün itibâriyle 57 İslâm devleti bulunmaktadır. Çok uğraşlardan sonra, İslâm Konferansı Örgütünü dış işleri bakanları seviyesinde kurmayı başardılar. Devlet başkanları seviyesinde de zirve toplantılarını yapıyorlar. Ancak, demokrasi yerine krallık veya göstermelik cumhuriyetlerle idare edilen İslâm ülkeleri, İslâm Birliğini kurmakta zorlanıyorlar. Aralarında var olan ihtilâflar gerçek bir ittifakı kurmayı engelliyor. Bu engeller mutlaka aşılmalıdır.

“Bu dünya bir padişaha çok, iki padişaha az” diyen cihangir padişah Yavuz Sultan Selim “İhtilâf-u tefrika endişesi / Kuşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni / İttihatken savlet-i a’dayı def’e çâremiz / İttihat etmezse millet dağdâr eyler beni” demiştir. 1517 Ridaniye Meydan Muharebesini kazandıktan sonra, mukaddes emânetlerle birlikte hilâfeti de alıp İstanbul’a gelen Yavuz Sultan Selim, hilâfet etrafında İslâm âleminin mânevî birliğini tesis etti. Dört yüz sene boyunca hilâfet merkezliğini yürüten Osmanlı Devleti, sanki bir tesbihin imamesi gibiydi. Ne zamanki Osmanlı tarih sahnesinden silindi ve hilâfet kaldırıldı, İslâm âlemi ipi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağın oldu. Sembolik olarak dahi kalsa ve muhafaza edilseydi, belki İslâm devletleri bu kadar dağınık olmayabilirdi. Ancak, dünyanın gidişâtı, İttihad-ı İslâm denilen İslâm Birliğini mecbur ediyor. İç işlerinde serbest, dış işlerinde ortak hareket eden böyle bir bloğun oluşmasına, Batılı devletlerin de taraftar olması gerekir. Zira, tek kutuplu bir dünya insanlığın hayrına sonuçlar vermemiştir. Süper gücüyle dünyanın huzurunu kaçıran Amerika, kayıtsız şartsız İsrail’e verdiği destekle Ortadoğu’yu da barıştan yoksun bırakmıştır. 57 İslâm ülkesinin, İslâm Birliği mânâsında bir ittihadı olsaydı, İsrail, Gazze’de yaptığı bu soykırım zulmüne cür’et edebilir miydi?

Allah’ın rahmetinden ümit ediyoruz ki, İslâm dünyasının mâruz kaldığı bu acılar en kısa zamanda sona erecektir. Çok kararan gecelerin sabahları da çok yakın olur. Gazze’de meydana gelen bu yürek dayanmaz acılar, İslâm Birliğinin kurulmasını İnşallah hızlandıracaktır. Türkiye’ye lokomotiflik görevi düştüğü de açıktır. Daha fazla bedel ödemeye gerek kalmadan bu saadetli tablonun oluşmasını Allah’ın rahmetinden bekliyor ve duâ ediyoruz.

28.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır