|
|
Sami CEBECİ |
Hiçten ve yoktan yaratma nedir? |
|
Dar akıllarına sığıştıramadıkları için bir kısım insanların inkârda kaldıkları meseleler vardır. Daha çok imanla ilgili olan bu tarz müşküllerin ispat ve îzahına ihtiyaç olur.
Kur’ân-ı Kerim’de ince ve derin mânâların anlaşılması için temsiller ve teşbihler yapılmıştır. Tâ ki, geniş halk kitleleri o hakikatleri kavrayabilsin. Meselâ, kıştan sonra baharda ölmüş dünyanın yeniden diriltilmesi, kıyamet sonrasında insanların yeniden diriltileceğine örnek gösterilmiştir. Allah’ın şefkat, rahmet ve kudret eli mânâsında “Allah’ın eli bütün ellerin üstündedir” teşbihi yapılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’in temsillerle en derin hakikatleri anlatma metodunu takip eden Bediüzzaman Hazretleri, temsil merdiveni ile en yüksek hakikatlere çıkmış, yine temsil dürbünüyle en uzak hakikatleri en yakın etmiştir.
İşte, imanî meseleler içinde aklın anlamakta zorlandığı konuların başında, kâinatın ve mevcudâtın hiçten ve yoktan yaratılması gelir. Bu zorluğun sebebi, Allah’ı gerçek anlamda tanımamak, isim ve sıfatlarıyla bilmemektir. İnsanın, kendi âcizliği ve zayıflığıyla birlikte Allah’ı kendisiyle kıyaslayıp, kendisi hiçten ve yoktan bir şey yapamadığı gibi, Allah’ın da yapamayacağını zannetmesidir.
Halbuki, Allah (cc) mutlak kudret, kuvvet, ilim ve irâde gibi sıfatları olan sonsuz bir gücün sahibidir. Eşi, ortağı, benzeri yoktur. Muinlere, vezirlere ve yardımcılara da ihtiyacı yoktur. İlmi bütün âlemleri ve her şeyi kuşatmıştır. İlminin dairesi dışında kalan hiçbir şey yoktur. Varlık âlemleri gibi yokluk âlemleri dahi ilminde mevcuttur. Zaman, mekân, zaaf, noksan ve madde gibi bütün kayıtlardan münezzeh ve berîdir. “Bir şeyi yaratmayı irâde ettiği zaman, onun işi sadece ‘Ol!’ demektir. O da hemencecik oluverir.” (Yasin Sûresi: 82) Allah’ın ilminde her şey mevcut olduğundan, adem-i mutlak denilen mutlak yokluk yoktur. Her şeyin plân ve projesi İlâhî ilminde mevcuttur. Hâricî vücudu olmayan bu ilmî varlıklar için adem-i hâricî tâbiri kullanılır. Yani, henüz görünürde olmayan, fakat ilmî vücudu hazır olan varlıklar denilir.
İşte, Allah’ın eşyayı îcadı, Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği örnekte olduğu gibi; tıpkı fotoğraf merceğine yansıyan misâlî sûretin, tam bir kolaylıkla fotoğraf kâğıdına aksettirilerek ona hâricî bir vücut verilmesi gibidir. Yahut, görünmez bir mürekkeple yazılan bir yazının, onu göstermeye mahsus ilâcın sürülmesiyle göze görünmesi gibidir. Allah (cc), kudretinin bir cilvesi olan kuvvetini, ilminde mevcut olan eşyanın plân ve projeleri üzerine, o ilmî mahiyetlere sürer, zâhirî yokluktan çıkarıp, hâricî vücuda mazhar eder. Böylece, zâhiren yok olan sanatlı şey, var olur ve göze görünür.
Ana rahmindeki bir çocuğun zerrelerini elementler âleminden muayyen kanunlarla toplayıp inşâ ve terkip eden Cenâb-ı Hak, o çocuğun şeklini, sûretini ve onu bütün insanlardan farklı kılan karakter, mizaç, huy ve sâir ahvâlini hiçten îcat edip ona verir. Bu, herkes tarafından görülebilen sâbit bir hakikattir. Bütün nebatât ve hayvanâtın da îcadı böyledir. Ya mevcuttan toplayıp inşâ etmek, ya da hiçten ve yoktan yaratıp vermek tarzındadır.
“Her şey helâk olup gidicidir. Ona bakan yüzü müstesna.” (Kasas Sûresi: 88) Bu âyete göre, kıyametle kâinat ve her şey helâk olup yokluğa gidecek. Ancak, bu yokluk, mutlak yokluk değildir. Çünkü, Allah’ın ilmi hâricinde bir şey yoktur ki oraya gidilsin. Hâricî vücudu yok olan umum varlıklar, Allah’ın ilminde mahfuz kalır. Hâricî vücudun yok olması ise, ilm-i İlâhide var olan mevcutlara bir ünvandır ki, ona adem-i hâricî denilir. İşte, kâinatın kıyametle harabından sonra yok olup, yoktan yeniden yaratılması, Allah’ın ilmindeki ilmî vücutlarından çıkıp tekrar maddî vücutlarına kavuşmasıdır. Allah (cc), yoktan var ettiği kâinatın maddesini israf etmeyecek ve âhiret âlemlerinin bir kısım inşâsında onları kullanacaktır.
NOT: Bütün okuyucularımızın gelecek Leyle-i Kadirlerini tebrik eder, bütün İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa cevaplar |
|
İstanbul Yenibosna’dan Haşim Ekinci: “Anne karnında 4 aylık çocuk için fitre verilir mi?”
Henüz anne karnında bulunup, doğmamış olan çocuk için fitre vermek vacip değildir. Ancak siz verirseniz fazlınızdan vermiş olursunuz. Zayi olmaz. Sevaptan ve bereketten hâlî olmaz.
***
Ahmet Aslanbaş: “1- Kiraya verilen evlerin zekâtı olur mu? 2- Borçlu kimseler için zekât ibadeti nasıl olmalıdır?”
1- Kiraya verilen evlerin mülkiyet olarak kendisinin değil; kira gelirinin zekâtı olur. Kira gelirinin zekâtı yıllık olarak hesaplanır ve verilir. 2- Borçlu birisi önce borcunu öder. Sonra; geriye nisap miktarı parası kalırsa, parasının zekâtını hesaplar ve verir.
***
İsmet Aktaş: “Bir kimse imsak vaktinde uyanamayıp, tam sabah ezanı okunmaya başlayınca sahur için bir bardak su içmiş, tabiî ki bunu bilmediği için yapmış, yani ezan okunmaya devam ederken ezanın sonuna kadar bir şey yenilip içilebilir gibi bir bilgiye sahip olduğu için bunu yapmış. Böyle biri kaza mı tutmalı, yoksa kefaret mi?”
Ülkemizde sahur bitince sabah ezanı okunuyor. Ezanın başlangıcı sahurun bitiş saatidir. Ezan başladığında yemeyi ve içmeyi bitirmelidir. Ezan devam ederken yemeye veya içmeye devam eden orucunu tehlikeye atar.
Ancak bunu bilmeden ve sahurun bitmediği zannıyla yapan birisi için, bundan dolayı kefaret gerekmez. O gün orucuna devam eder. Ramazandan sonra ihtiyaten bir gün kaza eder.
***
Şanlıurfa’dan Mehmet Demir: “1- Bir fakire satılan mal veya verilen bir borcu; o fakir parayı veremiyorsa zengin o parayı zekâttan sayabilir ve düşebilir mi? 2- Zengin bir kayınpeder fakir bir damadına zekât olarak bir ev bağışlayabilir mi? Çünkü kayınpederin bağışlayacağı ev bilindiği gibi 81 gr altın miktarını geçtiği için o damat zengin sayılmaz mı?”
1- Zengin ve zekât yükümlüsü birisi, fakirden alacağı parayı almayıp zekâtına sayabilir. Yani alacağı parayı zekât niyetiyle o kişiye bağışlayabilir, o kişinin mülkiyetine geçirebilir. Bu bağış (mülkiyete geçirme) zekât niyetiyle olursa, zekât yerine geçer.
2- Nisap miktarı malının zekâtı bir ev tutan bir zengin, bu evi bir fakire vermekle zekâtını vermiş olur. Böylece fakir kişi ev sahibi olur. Evin 81 gram altından fazla olması ve 81 gramı geçtiği için artık o fakirin zengin sayılması gibi bir ince hesaba gerek yoktur. Çünkü ev aslî ihtiyaçtandır ve ihtiyaç için elde tutulan hiçbir eve zekât düşmez. Dolayısıyla sadece evi olup, başka bir şeyi olmayan birisi zengin sayılmaz.
***
Sibel Yıldız: “Biriktirdiğimiz paradan ev almak için her ay para ödüyoruz. Bu iki sene sürecek ve sonunda yine yüklü bir miktar para ödememiz gerekecek. Dolayısı ile şimdiden borçluyuz. Elimizdeki paranın ve altının zekâtını verecek miyiz?”
Borcunuz elbette öncelik taşıyor. Fakat hem borçlusunuz, hem elinizde nakit var! Bu çelişkiden kurtulmanız lâzım. Önce, elinizdeki nakit kadar borcunuzu bir ödeyin. Borçluysanız, elinizde nakit tutmayın, borcunuzu bu nakitle öncelikli olarak ve hemen ödeyin. Daha sonra paranız kalırsa ve kalan bu paranın üzerinden bir yıl geçerse, kalan para üzerinden zekât hesaplaması yapmalısınız.
***
Nuray Hanım: “Annem 10 Ağustos günü rahmetli oldu. 13 yıldır aklı ermeden yaşadı. Biz iki kız kardeş çok iyi baktık. Hep elimizden yedi içti, altını temizledik. Aklı ermediği için bakımı çok zordu... İlâç yazdılar. Ben ilâçları alıp geldim yutturdum ama nefes borusuna kaçırmışım. Gözümüzün önünde kalp krizi geçirmiş anlamadık. Bebe bisküvisiyle ilâçlarını verirken boğazına kaçırdım ve ambulans geldi zaten o anda kaybettik. Ben kendimi çok suçluyorum bu konuda... Son günü ölüm anında eziyet çektirdim gibi bilmeden. Bu konuda aydınlanmak istiyorum.”
Başınız sağolsun. Sizi tebrik ve tes’id ediyorum. Rahatsız olan annenize güzel muâmele yapmanız örnek bir davranış. Siz bunu başarmışsınız. Son andaki olayda sizin kusurunuz gözükmüyor. Takdir böyle imiş. Kendinizi hırpalamayın. Annenize bol bol duâ edin. Allah sizi annenize cennette kavuştursun. Âmin.
***
Zülal Kaya: “Evliyim. Ailemin borçları var ve şehir dışında okuyan kız kardeşim bulunmaktadır. Zekâtımın bir kısmını kız kardeşime verebilir miyim?”
Kız kardeşinize zekât vermeniz size iki kat sevap kazandırır. Birisi zekât sevabı, diğeri sıla-i rahim, yani akrabaya yakınlık gösterme sevabıdır. Siz her ikisine de talip olmuşsunuz. Dolayısıyla, okuyan kız kardeşinize öncelikli olarak zekâtınızı verebilirsiniz.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ellerin ve ayakların konuştuğu gün |
|
Yeryüzünün efendisi, halifesi olarak yaratılan, en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatılan, yeryüzü bir nimet sofrası hâlinde önüne serilen, şu dünya misafirhanesinde en seçkin şekilde ağırlanan, önemli görevlerle gönderilen ve kendisine ömür denilen muazzam bir sermaye verilen insan elbetteki başıboş, ipi boğazına takılıp salıvermiş bir hayvan gibi olamaz.
İşte dünyanın neticesi olan ahiret bunun için kurulmuş; Cennet Cehennem bunun için hazırlanmış. Gün gelecek bu görevini hakkıyla yapıp yapmadığının hesabını verecek, sorguya çekilecek.
Evet, gün gelecek, “Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak kendi nefsin sana yeter”1 denilecek. Ve o gün ağızlar mühürlenecek; elleri ne yaptıklarını anlatacak, ayakları kazandıkları günahlara şahitlik edecekler.2
Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre o gün kul Cenâb-ı Hakk’a der ki: “Sen beni zulümden korumaz mısın?”
“Elbette korurum” buyurur Cenâb-ı Hak.
Kul, “Çünkü” der, “Ben yaptıklarıma ancak kendimin şahitlik yapmasını arzu ediyorum.”
Cenâb-ı Hak, “Bugün kendine şahit olarak sen yetersin. Ayrıca, senin amellerini yazan melekler de şahit olarak yeter.”
Yukardaki âyette de belirtildiği gibi onun ağzına mühür vurulur. Organlarına, “Konuşun!” denilir. Onlar da yaptığı bütün işleri anlatırlar. Sonra da kulun konuşmasına izin verilir. Kul organlarına dönüp, “Defolun, gidin!” der. “Ben bütün bu yaptıklarımı sizin faydanız ve tat almanız için yapıyordum”3 der.
Başka bir kulu da Cenâb-ı Hak, huzuruna çıkarır ve ona, “Ey filân! Sana çeşit çeşit ikramlarda bulunmadım mı? Seni efendi yapmadım mı? Sana hayat arkadaşı bir eş vermedim mi? Atları, develeri emrine vermedim mi?...” diye soracak, kul da, “Evet ya Rabbi!” diye cevap verecek. “Benim huzuruma çıkarılacağını hiç düşünmedin mi?” diye sorunca, “Hayır, düşünmedim” diyecek. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “Öyleyse Ben, senin beni düşünmeyip unuttuğun gibi, Ben de seni unutup Cehenneme atacağım” buyuracak.4
Orada perişan olmamak insanın en önemli meselesi olmalı değil mi?
Dipnotlar:
1- İsra Sûresi :14. 2- Yasin Sûresi: 65. 3- Müslim, Zühd: 17. 4- Müslim, Zühd: 16.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hakikate nasıl varılır? |
|
Hakikat mesleği, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçip; feyz almanın kısa ve güvenli yoludur.1 Yani, kalbin kumandanlığında, akıl, vicdan hakemliğinde gözlem ve sezgilere de dayanarak gerçeklere ulaşılır.
Metodu, iman esaslarını ispat ile izah etmek ve taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmek, imânı kurtarmaktır.2 Bu yol gabya iman cihetinde, vahiy sırrının feyziyle, bürhânî (delillere dayalı) ve Kur’ânî bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla (birleşmesiyle), hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zarûret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle (ilimle kesin bilme derecesinde) iman hakikatlerini tasdik etmektir. Risâletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati3 budur.
Bu tür imân yalnız kuru bir bilgiyle değil, yüksek bir tefekkür ile elde edilebilir. Yani, akıl, ilim, fikir, araştırma, tahkik, tetkik, inceleme, gözlem, müşahede, sentez ve muhâkeme ile elde edilir.
Her şeyi Allah’a dayandırmakla beraber, her şeyin üstünde bulunan Ulûhiyetinin (İlâhlığının, yaratıcılığının) mühürlerini, Rubûbiyetinin (bütün kâinatı terbiye ediciliğinin) damgalarını ve kaleminin ince nakışlarını, sonsuz isim ve sıfatlarının yansımalarını okuyarak O’nu bilmek, tanımak, kabul etmek ve O’na inanmaktır. Aynı şekilde, sâir iman esaslarını da araştırıp, düşünüp, tefekkür süzgecinden geçirdikten sonra kabul etmektir.
Takdir edileceği gibi iman, yalnızca “İnanıyorum!” sözünden ibaret değildir. İnkâr etmemek ayrıdır, iman etmek, imanın şuuruna vararak onu özümseyerek gereklerini yerine getirmek ayrıdır.
Bilgi, ilim, obje ve düşünceler; duyular ve duygular vasıtasıyla alınır, zihnin merhalelerinde yoğrularak senteze tâbi tutulur. Yani, zihnimizin basamakları “tahayyül” (hayal etme), “tasavvur” (tasvir etme), “taakkul” (akıl terazisine vurma), “tasdik” (doğrulama), “iz’ân” (anlayış, kavrayış, idrak), “iltizam” (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tabi tutulur, yoğrulur ve en son “itikad/imân, yüksek inanç, kesin kanaat” kademesinde servis yapılır; kalp, vicdân gibi duygularımıza mal edilerek özümsenir, meleke/mahâret hâline getirilerek pratiğe dökülür.4
Tahkiki imanın mertebeleri ise, “ilmel-yakîn (ilim seviyesinde), aynel-yakîn (gözlem, müşahede seviyesinde), hakkalyakîn (tecrübe ve yaşama seviyesinde)” şeklindedir.
Tabiî ki, bu seyr i sülük, vahyin ışığında devam eder. Zira, göz güneş olmaksızın göremediği gibi, kalb ve akıl da vahyin nuru olmaksızın hakikati göremez.
Bu iman türünde akıl, kalb, vicdan, idrak, şuûr gibi duygular ve lâtifeler de payını alır. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif sinirlere, muhtelif bir sûrette taksim edilip tevzi olunuyor. İlimle gelen imân meseleleri dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecesine göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, lâtifeleri kendine göre birer hisse alır, emer. Eğer onların hissesi olmazsa böyle bir imân noksandır.5
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 26.
2- Sözler, s. 705.
3- Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, Mart 2007, s. 38.
4- Sözler, s. 647.
5- Mektubat, s. 318.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bunlar kaç kişi? |
|
Dağdaki, hatta sınır ötesindeki bölücü teröristlerin sayısını tesbit eden devlet, ne hikmetse kendi içindeki resmî sıfatlı yıkıcı teröristlerin sayısını bir türlü tesbit edemiyor. Aylardır süren Ergenekon soruşturması bir türlü bitmek bilmiyor, yeni sorgulamaların, yeni tutuklamaların ardı arkası kesilmiyor.
Dalgaların sonu gelmiyor, nedense...
Bir taraftan soruşturma devam ederken, bir yandan da yeni gözaltılarla yeni yeni dalgalara şahit oluyoruz.
Bürokrasinin kale burçlarını vuran bir dalganın sarsıntısı bitmeden, kışlanın soğuk duvarlarını sarsan yeni bir dalgayla irkilmeye başlıyoruz. O bitmeden sivil kesimi, o bitmeden medyatik şahsiyetleri vuran yeni yeni dalgalar...
Ergenekon soruşturması kapsamında şimdiye kadar göz altına alınıp sorgulananların sayısı sekseni aştı. Buna muhtemelen yeni ilâveler olacak. Durum öyle gösteriyor.
Son olarak, Esenyurt eski belediye başkanı, yeni Cumhuriyet gazetesinin sahibi Gürbüz Çapan ile "Biz kaç kişiyiz?" platformunun başını çeken Tuncay Özkan ve adamları gözaltına alındılar.
Toplam 16 kişiyi bulan bu dalganın da, yeni dalgaları tetikleyeceği anlaşılıyor.
Soruşturmanın kaçıncı dalgaya çıkacağı, tutuklu sayısının ne kadar olacağı bilinmezken, tepe noktasında başgösteren tahliyenin mahiyeti hakkında da tatminkâr bir açıklama yapılmıyor.
Bütün bunlar bir yana, emekli olsun, muvazzaf olsun, askerî cenahta sorgulanan ve tutuklanan kişiler hakkında bugüne kadar hiçbir ipucuna rastlanılmaması son derece düşündürücü ve dikkat çekicidir.
Meselâ, soruşturmadan önce bu subaylardan hiçbirinin Ergenekon örgütüyle bağlantısı tesbit edilememiş. Şayet tesbit edilmiş olsaydı, bunlar büyük ihtimalle "askeriyeden ihraç" edilmiş olacaktı. Hani, tıpkı şu "irticacı subaylar" gibi...
Evet, işte bu nokta son derece düşündürücü. Bu adamlar, örgütlenmeyi acaba çok büyük bir gizlilik içinde mi yürüttüler, yoksa, bazı ekâbirler bunlara kasten mi göz yumdu?
Bizce, meselenin can alıcı noktalarından biri de budur. Bu nokta açıklığa kavuşturulmadan, Ergenekon'un mahiyeti de tam mânâsıyla anlaşılamaz.
Tarihin yorumu = 24 Eylül 1566
Zirvedeki padişah: Sultan II. Selim
Zirveye çıkan değil de, zirvede oturan padişah, Sarı Selim olarak da bilinen Sultan II. Selim Handır.
Kànunî Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan'dan oğlu olan II. Selim, orduların başında harbe iştirak etmeyen ilk padişahtır. Bu yüzden de, bir hayli yadırganmış ve kendinden sonra gelen sultanlara kötü örnek olduğu kabul edilmiştir.
Şehzade Selim, Zigetvar fethi esnasında (7 Eylül 1566) vefat eden babasının ölüm haberini 24 Eylül günü öğrendi. O günlerde Afyon civarında bulunuyordu.
40 gün boyunca bir devlet sırrı gibi saklanan Kànunî Sultan Süleyman'ın vefat haberi ile birlikte "saltanata dâvet" mektubunu da alan Şehzade Selim, Kütahya–Bursa güzergâhını takip ederek İstanbul'a geldi.
30 Eylül günü on birinci padişah olarak Osmanlı tahtına çıkan II. Selim, babası gibi orduların başında bulunmak yerine, vaktini Saray'da ve İstanbul'da geçirmeyi tercih etti. Bu tercihte, onun yetiştirilme tarzının etkili olduğu kuvvetle muhtemel.
Saray entrikaları
Bu dönemde yaşanan Saray entrikalarında Sultan II. Selim'in annesi Hürrem Sultanın ismi çokça zikredilir.
Kànunî'nin ikinci eşi olan Hürrem Sultan, aslen Polonya'lı bir Yahudi ailenin kızıdır. Kırım Hanlığı kanalıyla Saray'a gönderildi. Çok zeki bir hanımdı. Harem dairesinde kısa sürede sivrilerek temayüz etti. Padişahın dikkatini çekmeyi başardı ve nihayetinde onun nikâhlı eşi oldu.
Çocukları olduktan sonra, kuması Mahidevran Sultanla sürtüşmeler yaşandı. Uzun yıllar devam eden bu sürtüşmeler, nihayet entrikalı çekişmelere dönüştü.
Hatta, Kànunî'den sonra kimin, yani hangi eşinden, hangi oğlunun padişah olacağı meselesi, bu entrikaları kanlı boğuşma raddesine kadar getirdi.
Günümüz tabiriyle First Lady olan Hürrem Sultan, kızı Mihrimah Sultanı Veziriâzam Rüstem Paşaya vererek gizli bir ittifak kurdu. Maksadı, saltanata en layık olan Mahidveran Hanımın oğlu Şehzade Mustafa'yı devre dışı bırakmaktı. Ne yazık ki, İran Seferi esnasında bu maksadına kavuştu ve bir entrikaya kurban edilen Şehzade Mustafa, bizzat babasının emriyle boğduruldu.
Böylelikle, meydan Hürrem Sultanın oğlu "Sarı Selim"e kaldı.
Güven kaybı
Sarı Selim, zirve noktasında babasından devralmış olduğu Osmanlı Devletini, görünürde zirvede tutmayı başardı. Hatta, Kıbrıs'ın fethi ve Selimiye'nin inşası gibi bazı ilâvelerde de bulundu.
Ne var ki, işte tam bu esnada devlet mekanizması ve ordu düzeni içten içe erimeye, çürümeye yüz tuttu. Zira, orduların başına geçmeyen ve hiçbir harbe bilfiil iştirak etmeyen, hatta bilumum devlet işlerini sadrâzama yaptırmaya çalışan bir padişaha karşı, ciddî mânâda bir güven kaybı meydana geldi.
Bu durum da, işlerin giderek ağırlaşmasına, hantallaşmasına yol açtı.
Nitekim, Osmanlı Devletinde II. Selim'den sonraki dönemlerde duraklama emareleri çok açık şekilde kendini göstermeye başladı.
Evet, Sultan II. Selim, zirveye çıkan değil de, zirvede oturan bir padişahtı. Ancak, şunu da unutmamalı ki, zirve, aynı zamanda inişin başlangıcı demektir.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Neo-conlardan İslâma DVD saldırısı |
|
“Saplantı: Radikal İslâm’ın Batıya Karşı Savaşı” adlı filmin 28 milyonun üzerinde DVD kopyası Amerika Birleşik Devletleri’nde New York Times, Washington Post ve Chicago Tribune gibi en önde gelen gazeteler tarafından okuyuculara ücretsiz olarak dağıtıldı.
Bu filmi izleyen ve filmin propaganda etkisi altında kalanların zihinlerinde Müslüman toplum içinde teröristlerin ve teröre sıcak bakanların büyük bir çoğunluğu teşkil ettiği ve ABD’nin Müslümanlar ile mücadelesinde daha fazla çaba harcaması gerektiği gibi yalan yanlış izlenimler oluştu.
Bu gazetelerin bu DVD’yi ücretsiz dağıtması için ana sponsorluk vazifesini yapan New York menşeli Clarion Vakfı’nın sözcüsü Gregory Ross “Radikal İslâm’dan daha büyük bir tehlike yoktur” şeklinde bir açıklama yapmıştır.
Peki bu Clarion Vakfı kimdir ve neden gazete ve dergilere “Saplantı: Radikal İslâm’ın Batıya Karşı Savaşı” adlı filmin 28 milyonun üzerinde DVD kopyasını dağıtması için para ödemektedir?
Lütfen şimdi bu Clarion Vakfı’nı size anlatmama izin verin.
Kendi web sitelerinde denildiğine göre bu Amerika’da faaliyet gösteren ve ticarî amaç gütmeyen bir yardım kuruluşudur. Ayrıca yine kendilerinin belirttiğine göre Vakıf tam bağımsız bir vakıftır asla ABD hükümetinden, siyasî kurumlardan veyahut başka yabancı kuruluşlardan herhangi bir ad altında finans ve yahut yardım almamaktadır. Vakfın sitesinde yönetim şeması yahut yöneticilerin isimleri ile ilgili herhangi bir listeye rastlanmıyor. Fakat misyonu olarak “Amerikalıları ulusal güvenlik konularında bilinçlendirmek ve eğitmek” ifadelerine rastlıyorsunuz. Grubun üzerine hassasiyetle yaklaştığı ve odaklandığı en önemli mesele ise “Radikal İslâm tarafından gelen aciliyetli tehlike”.
Grubun iletişim direktörü ve sözcüsü Gregory Ross, çok yakın bir zamanda bir başka belgesel film ile sahneye çıkacaklarını müjdeliyor. Filmin adı ise “Üçüncü Cihad” olacakmış. Bu yeni film, Amerika’daki radikal İslâm aktivitelerini konu edinecek ve Ekim ayının başlarında piyasaya sürülecekmiş.
Bu son anti-İslâm propagandanın en temel ve ciddî amaçlarından birisi Amerikan (ve Uluslar arası) İslâm toplumunu marjinalize etmek ve onları bütük kötülüklerin kaynağı ve sorumlusu olarak göstermektir. Çok açık bir şekilde anlaşılıyor ki; bu tezgâh Amerikan seçmenini korkutarak John McCain’e oy verdirmeye zorlamak ve Amerikan yönetiminin İslâm karşıtı Bush doktrinlerinin çizgisinden ayrılmamasını temin etmek için planlanmıştır.
2006 yılında, Washington Post’un bir anketine göre, Amerikalıların yüzde 58’i İslâmiyet’in içinde diğer dinlere nazaran çok daha radikal yapılanmalar olduğunu düşünüyor ve yine ankete katılanların yüzde 43’ü İslâm konusunda tamamen negatif bir görüşe sahip. 2007 yılında ise bu kez CNN’in düzenlediği bir ankete göre, İslâm ve Hıristiyanlık arasındaki çatışma ve düşmanlığın “kaçınılmaz” olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 53 idi ki; bu oran 2003 yılında yüzde 45 seviyesindeydi.
Neoconların ve onların Siyonist dostlarının bu propaganda mekanizması, Amerika’daki bir kaç Müslüman’ın radikal aktivitelerini kendine dayanak edinerek ve bu olayların İslâm’ın fundamentalist fikirlerinin bir parçası olduğu fikrini işleterek, bu filmin de amaçladığı gibi Müslümanları her kötülüğün kaynağı olarak göstermek ve İslâm’a çamur atıp, karalamak istemektedir.
Yine açıkça anlaşılmıştır ki; bu DVD’lerin dağıtılmasının altında seçmenleri McCain’e yaklaştırmak ve Obama’dan uzaklaştırmak isteği yatmaktadır. Yine bu amaçla neo-conlar Obama’yı vatansever olmadığı yönünde karalayarak “teröristlere” karşı da güçsüz olduğunu ilân etmektedirler.
Neoconlar ve Siyonistler, hâlâ İslâm tanımlaması içinde “radikal İslâm, ılımlı İslâm ve faşist İslâm” gibi tanımlamaların da yer aldığı gibi gülünç bir fikri yaymaya çalışmaktadırlar.
Bu propaganda, İslâm’ın içinde “ılımlı, faşist yahut radikal” gibi kısımların olmadığı ve İslâm’ın ancak İslâm olabileceği hakikatine karşı var gücüyle mücadele vermektedir.
Bu son saldırılar ise, yıllar içinde Müslümanlar’a karşı istenmeyen bir düşmanlık ve mücadele dalgası oluşturmak amacıyla devam ettirilecektir. Aynı zamanda, Amerikan halkını John McCain’i başkan yapmak için oy vermeye teşvik edeceklerdir çünkü McCain şu anda İslâm karşısında en ‘çatışmacı’ duruşu sergileyen başkan adayıdır.
McCain’in seçilmesi Amerika Birleşik Devletleri’ni yerle bir edecektir. Bunu söylerken dünya üzerindeki Amerikan etkisinin azalacağını kastetmiyorum bilâkis McCain de tıpkı arkadaşı George W. Bush gibi dünya üzerinde savaş dalgasını yaymaya çalışacaktır.
Hasılı kelâm, bu DVD’ler ancak Müslümanlar üzerinde şüphe oluşturmaya yaramaktadır ve başka bir amaca da hizmet etmemektedir. Biz ise savaşın ve çatışmanın değil barışın yollarını aramalıyız. Kin ve nefret aşılamanın birbirimizi anlamaya veya barışa hizmet etmeye hizmet etmeyeceği aşikârdır. Biz, Wisconsin eyaletinin Milwaukee şehrinde yaşayan Müslümanlar olarak, Clarion Vakfının sözkonusu girişimini kınıyoruz. Bu hem kötü hem de çirkin bir girişimdir ve barışsever bütün insanlar tarafından da şiddetle kınanmalıdır.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet BAYRİ |
Hoş bir veda olsun |
|
Zaman mı çabuk geçiyor?
Yoksa bizler mi zamanı çok çabuk harcıyoruz?
Bir ay diye başlamıştık Ramazanın birinci gününe, iki, üç derken geldik işte son günlerine.
Aklıma takıldı gitti; Ramazan mı sabırsızdı, yoksa biz mi erken yaşıyoruz anlarımızı?
“İlk defa uzun günlerde oruçlu olacağım” telâşındayken, şimdi bambaşka bir telaşın içinde—hiç fark etmedim. Sanki en kısa zamanlar gibiydi—diye bakakaldım ardından.
Geldiği gibi gidiyor işte.
Kimisi dayanamam derken tutmadı orucunu. Ve kaybetti bilemediğimiz kadar çok manevî kârı.
Neden mi?
Yılda bir ay zor geldi işte.
Sonra utandık oruçsuzluğumuzdan, haktan değil halkın bakışı zorumuza gitti Ve binlerce bahane bulduk, ağzımıza götürdüğümüz su gibi görünen zehirlerimize.
Sandık ki bakanların içtiğimiz suda gözleri, oysa hakikati gören gözlerin, içtiğimizin ne olduğunu bilmeden içişimizdeydi telâşı.
Kimisi bahaneler ararken…
Gencecik bir kız ellerimi tutup; “Sınava girerken oruç tutmasam olur mu? Dayanamam. Ya soruları anlayamazsam?” diye kendince bir teselli aradı gözlerimden kaçırdığı bakışlarımda.
O an sükût ne kadar çok yakışırdı bana..
Ama olmadı…
Ne kadar çok cümle kalıbı kurdum bilmiyorum. Ancak yirmiye dayanmış bir gencin sözleri beni ince ince yaraladı.
O içindeki sesin çığlığını sustururken, ben susmuş çığlığıma ses olmaya çalışıyordum.
Yazık…
***
Ve zaman geçti. Hepimiz için aynı hızda, aynı takvim de, aynı ritim de..
Kimse bir gün eksik ya da fazla yaşamadı.
Kimse bir saat erken, bir saat ilerisinde olmadı.
Ramazan tutanlar için sevinç, tutmayanlar için hüzün olup toparlanıp gidiyor.
Vicdanlarının sesine kulak tıkayanların gözleri arkada, “keşke” sözünü söylememek için çabalıyor.
Her ne kadar hüzün sustursa da, bir şeyler dağladı işte çekip giderken Ramazan buralardan. Gözleri arkada kaldı.
Şimdi mevsim hem yaz, hem de Ramazanla vedalaşma telâşında.
Günlerdir gökler ağlıyor; “Bir daha görüşür müyüz?
Eylül ve Ramazan aynı zeminde.
Ve mevsim, toprakta damlalarıyla vedalaşma telâşında.
Şimdilerde…
Bir hüzün bulaşıyor her akşam ezan okununca kalkan ellerime.
Yaşlılar, son Ramazanım olabilir telâşıyla daha bir dikkatli, her akşam “Bir gün daha gitti.” kelâmında.
Oysa çoğumuz farkında değil, hepimizin son Ramazanı olabilir, bu Ramazan.
Son ve ilk…
Bir daha nerede, kiminle, hangi şehirde buluşuruz bilinmez.
Ancak duâm bir daha yaşamayı nasip etsin yüce Mevlâm, bu mübarek ayı.
Şimdi “Yetişir miyim?” Vedası takılıyor yüreğimin titreyen köşelerine.
Susuyorum.
***
Hoş vedalar efendim.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Siyasetin Panter Emel’leri |
|
NEDENDİR bilinmez, ama 20 ve 21’inci yüzyıl edilgen değil, etken kadının yüzyılı. Kadın, modernizmin en etkileyici figürü. Bu etkin kadın gözünü en son siyasete dikti. Burada da kadının fendi erkeği yenmek üzere. İsrail’de ikinci kadın başbakan yolda. Lâkabı da ‘Korkunç Eytan’ın kızı’. Kadınların yükselişi sürüyor. Bu dünya için saadet mi, felâket mi zamanla belli olacak. Yalnız siyasetteki kadınlar kimyalarını değiştirmiş durumdalar. Kadının siyasetteki yükselişiyle birlikte meleklere benzetilen kadın karakteri gitmiş yerine cadı karakteri ağır basmaya başlamıştır. Bunun en çarpıcı misallerinden birisi olan Korkunç Eytan’ın kızı lâkabıyla ünlenen Tzipi Livni’nin ‘güvercinim, ama gerekirse tetiğe basmakta tereddüt etmem’ diyerek şahinliğini ortaya koymasıdır.
Hillary de Obama ile delege seçimi kritik bir aşamada iken delegeleri kazanabilmek için Ahmedinejad’ın üslubuna başvurmaktan çekinmemiştir. Nejad, ‘İsrail’i haritadan sileriz’ derken Hillary de ‘İran’ın İsrail’e saldırması halinde İran’ı yok ederiz’ demişti. Bir panter üslubuyla İsrail’e vekaleten İran’la başa baş dişe diş mücadele edeceğini haber vermişti. Bunun üzerine The Independent yazarlarından Yasmin Alibhai-Brown: “Bir kadın olarak Hillary’nin söylediklerinden utandım ve rencide oldum" demiştir. Siyasî ihtiras uğruna bunları söylemek gerçekten de utandırıcı. Yasmin Alibhai-Brown’un deyimiyle insanın yerin dibine giresi geliyor. Eskiden ‘kadın elinin değdiği yumuşar ve düzelir’ deniyordu, ama modern kadınlara bir şeyler oldu. Namahrem nazarı mı değdi nedir? Yumuşak güç olacakları yerde erkeklerin haşinliğine ve sertliğine özeniyorlar. Bunun nedeni ne olabilir? Ya da kimyalarını değiştiren faktör nedir? Kanaatimce fıtrî ve tabiî alanlarının dışına çıkmaları olmalı. Fıtrî alanlarının dışına çıktıkları oranda dişilik tabiatlarına da yabancılaşıyorlar ve rahimiyeti sembolize etmek yerine yok ediciliği sembolize ediyorlar. Laf da anlamıyorlar. Siyasetin Panter Emel’leri (Emel Yıldız) oluyorlar. Allah dünyayı, kimyasını ve fıtratını bozmuş ve kendine yabancılaşmış kadınlardan korusun.
***
Bir başka Panter Emel ise Sarah Palin. İstikbal vadeden ve hatta yaşlı McCain’in—Allah gecinden versin—bir kalp sektesi veya beklenmeyen ölümü karşısında onun yerine geçmesi de muhtemel kadın siyasetçi. McCain’le ilgili senaryolar işlemese bile tabiî olarak 2012 yılının en tabii adayı. Zira o zamana kadar McCain tabiî seleksiyonla aramızdan ayrılmasa bile çok yaşlanacaktır ve eli ayağı tutmayacağı için yerine Palin aday olabilecektir. Tabiî ki bu varsayım veya ihtimal tek bir şarta bağlı. O da, 2008 seçimlerini Obama karşında McCain-Palin ikilisinin kazanması durumunda. Palin ise hem kadın şahin hem de Neocon şahinlerden birisi. Bilindiği gibi Neocon gurular daha önce oğul Bush’u keşfetmişler ve onu siyaset sahnesine sürmüşlerdi. Palin’i de yine onlar keşfetmişler ve siyaset sahnesine sürmüşler. Esasında bizler Obama’nın, yardımcılığına Hillary yerine Biden’ı geçirmesi üzerine McCain’in böyle bir mukabelede bulunduğunu zannediyorduk. Meğerse işin aslı, faslı ve kazın ayağı başkaymış. Neoconlar, Palin’i 2007 Temmuz’unda keşfetmişler ve uygun zamanda mermiyi namluya sürmüşler. Palin’i Cumhuriyetçilerin gelecekteki lideri olarak belirlemişler ve televizyona çıkmadan iki hafta önce de kendisini brifinge almışlar. Palin de onların yüzlerini kara çıkarmadı. Sözleriyle erkek şahinleri bile geride bıraktı. Biden bundan birkaç yıl öne İsrail’e gittiğinde ‘artık kendinizi nükleer bir İran’a alıştırmaya bakın’ derken Palin, İsrail’in İran’a misilleme ve saldırı hakkını onayladığını ve desteklediğini söylemiştir. Biden İsrail’i şok ederken Sarkozy’nin Fas asıllı Adalet Bakanı gibi Palin, İsrail’i gayet memnun etmiştir. Bununla da kalmamış ve McCain ile birlikte Gürcistan’a yönelik ilgisini hiç tavsatmayan Palin gerekirse Gürcistan için Rusya ile savaşabileceklerini söylemiştir. Yani Putin ve Medvedev’in Soğuk Savaş tehditlerine karşı sıcak bir savaştan bahsetmiştir. Irak politikası da Bush’dan daha şahince. Bir oğlunu cepheye süren Palin Amerikan ordusunun Irak’a ilâhî bir misyonla gittiğini ve Amerikan askerlerini bu bölgeye Allah’ın gönderdiğini savunmuştur. Bu aslında, Şarm el Şeyh’de Bush’un sözlerinin bir in’ikası ve yansımasından ibarettir. Bush burada Filistinli liderlere şöyle söyleyecektir: “Allah bana git Irak’ı vur dedi, gittim vurdum. İkinci emri, Filistin devletini kurmaktır; evelallah bunu da yapacağım…”
***
Nedense Bush ve Palin Allah’ın birinci (Irak’ı vurma) emrini yapıyorlar da ikinci emrini (Filistin’i kurma) savsaklıyorlar. 2008 yılında siyasetin yarı finaline kalan kadınlar 2012’de finale çıkıyorlar. 2012 seçimlerinin Hillary ile Palin arasında geçmesi bekleniyor. Bahiscilerin şimdiden siyasî tahminleri bu yönde. Eğer Obama bu seçimleri kaybedecekse Hillary’i dışlaması yüzünden kaybedecek. McCain de kazanacaksa Palinmania yüzünden kazanacak. Palin bunun farkındadır. ABC’ye yaptığı bir değerlendirmede: “Bence Obama, Hillary’i başkan yardımcısı adayı seçmediğine bin pişman. Onu hangi cesaret ve cüretle bir kenara ittiyse, Hillary bunun üstesinden iyi geldi…” demiştir. Biden de gaflarından birisini bu konuda yapmış ve şöyle demiştir: “Hillary Clinton benden daha iyi bir başkan yardımcısı olabilirdi.” Bu Amerikan tabiriyle gerçekte doğru, ama siyaseten yanlış biri ifade olmuştur. Velhasıl, Panter Emel’ler siyasetin dümenine geçiyor.
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Ergenekon” ve darbecilik… |
|
“ERGENEKON soruşturması” kapsamındaki tahliyeler ve özellikle “sivil uzantısı” üzerindeki yeni şok gözaltılar, soruşturmanın gittikçe bir başka boyuta doğru kaydığının sinyallerini veriyor.
Bunun haftalardır kamuoyunda tartışılan ve bir yönüyle ucunun siyasî iktidara uzandığı iddia edilen tartışmalara karşı “kuşa bak!” taktiği olduğu söylense de, sonuçta ikibin beşyüz sayfayı tutan iddialar, çarpıcı bir örgütlenmeyi ortaya koyuyor.
Ergenekon kapsamında gözaltına alınan teğmenlerin “radikal bir dinci örgütle bağlantılı oldukları”nın öne sürülmesi ve soruşturmanın sekizinci dalgasında medyada bunun “Hilâfetçilerin eylem hazırlığı” olarak duyurulması da bunun bir göstergesi.
Belli ki bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de her türlü naylon örgütün yanısıra uluslararası taşeron terör örgütleri kullanılmış. Terör, tahrik ve kargaşayla iç çatışma ve iç savaş çıkartmak; ülkeyi ifsad komitelerince ve yerli işbirlikçilerince tezgâhlanan kırılgan ortama sürüklemek, darbe ve demokrasiye müdahalelere teşne hale getirmek için…
“HER ÇEŞİT FESAD KOMİTELERİ…”
Aslında Türkiye’de de demokrasiyi katleden darbeler ve ara rejimlerin “Eregenekon’un işi olduğu” gün geçtikçe daha bâriz bir biçimde ortaya çıkıyor.
Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde 20 yıla yakın göreve yapan ve Doğu ve Güneydoğu’da terörle mücadelede çeşitli birimlerde çalışan Emekli Kurmay Binbaşı Kemal Şahin’in, 27 Mayıs ihtilâlinin, 12 Mart muhtırasının, 12 Eylül darbesinin ve 28 Şubat “postmodern darbe”nin ordunun değil, sözkonusu zihniyetin eseri olduğunu söylemesi, bu konuda dikkate değer…
Zira gelinen süreçte emir komuta zincirini altüst eden ve “Batı Çalışma Grubu”nun “irtica ile mücadele” konseptine dayanan hiyerarşi bozukluğunun, bu tür bir yasa dışı yapılanmadan türediği anlaşılıyor. Ve “iddianâme” çerçevesinde terör örgütüyle Ergenekon’un garip bir ilişki içinde olduklarının ileri sürülmesi, örgüt elebaşlarının hemen hemen her defasında kısa bir süre önce bulundukları yeri terk edip baskınlardan kurtulmaları ya da “kurtarılmaları”, bu istifhamları daha da arttırıyor.
Görünen o ki tetikçileri kim olursa olsun Türkiye’ye yönelik “kaos eylemi plânı” ve toplu ölümlere yol açan patlamalar, yeniden demokrasiyi askıya aldıracak, ülkeyi AB yolundan caydıracak ve demokratik reformları ve özgürlüklerin genişletilmesine taş koyacak senaryonun bir sahnesi. Olayların akışından bu durum açıkça okunuyor.
Kısacası tarih tekerrür ediyor. Daha önce olduğu gibi “fitnekârâne siyaset” yeniden sahneleniyor. Organize ettirdiği terörle Türkiye’yi vurmak; bu terörü bahane ederek Ankara’nın güvenlik önceliklerine yumulup içine kapatmak; temel hak ve özgürlükleri, demokratikleşmeyi erteletmek...
Türkiye’yi demokrasi rotasından uzaklaştırıp, dışa bağımlı politikalara saptırmak; “cihânın her tarafına kundak sokan” şeytanî desîselerle kıskaca alıp bölgede İslâm dünyasının menfaatlerinin aksine ”ABD – İsrail – İngiltere” cenderesine sokmak...
KAOS VE KARGAŞA İLE
İHTİLÂLE ZEMİN HAZIRLAMA…
Kısacası, bu cihetiyle su yüzüne çıkan “masonik yapılanma” ve içteki ve dıştaki örgüt ilişkileri, Amerika’daki Yahudi lobisine kadar varan bağlantılar, Bediüzzaman’ın Yahudiler hakkındaki Kur’ân âyetlerinin tefsiriyle, “her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran” organizasyonu olayların nezdinde doğruluyor…
Gerçek şu ki, sadece Türkiye’de değil tarih boyunca dünyanın birçok yerindeki darbelerin ve “yasa tanımazlığın” aynı zihniyetin eseri olduğu basit bir araştırmayla ortaya çıkar.
Mesela 1789 Fransız İhtilâlini Yahudiler yaptırdı. Bunun içindir ki Çarlık Rusyası Generali Netcheolodon’un tespit ettiği gibi, kendisini Yahudi davasına vakfetmiş Anatole Leroy, “Beaulieu” adlı kitabında, “Fransız İhtilâli, bir asır önce Yahudilerin vasiliğini ilân etmiştir” diye yazar.
Keza Rus İhtilâlinin çok önceden siyonist liderler tarafından tasarlandığı ve 1904 Rus-Japon savaşının bu maksatla çıkarıldığı çeşitli kaynaklarda kaydedilir. Rus ordusunun gücünü kaybettiği sırada Rusya’nın içine girdiği kaos ve kargaşayla ihtilâl için halkı kışkırtama zemin hazırlandığı ve bunun komünist ihtilâlle sonuçlandığı çeşitli kaynaklarca belirtilir.
Bediüzzaman’ın, “Meşhur Lenin’den sonra Rus hükûmetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp, bin senelik mahsülâtını yaktırdılar; büyük Deccalın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve sâir hükûmetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip, karıştırdılar” diye tanımladığı Rus İhtilâlinin fiilî öncülüğünün ve malî desteğinin de aynı şebekelerce sağlandığı bugün açıkça görülmekte. (Şuâlar, 507-513)
Bu açıdan “bütün darbeler Ergenokon’un işi” hükmü, genel anlamıyla tam isâbetli ve doğru bir tespit. En azından zihniyet açısından…
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Okuyalım arkadaşlar |
|
Uğurlamaya hazırlandığımız mübarek Ramazan ayı; dua ve ibadet ayı olmakla birlikte aynı zamanda ‘okuma ayı’dır. Bu ayda başta yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim olmak üzere dinî kitaplar daha çok okunur, bir yandan nefisler terbiye edilirken, öte yandan da kâinat kitabı tefekkür edilmeye çalışılır.
Düzenlenen kitap fuarları ‘okuma mevsimi’ne renk katıyor. Bilhassa İstanbul ve Ankara’da açılan ve son yıllarda “Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı” adını alan “dinî yayınlar fuarı” kitap dostlarının merkezi haline geldi. Elbette bu fuarlarda satılan kitapların tamamı ‘dinî muhteva’ya sahip değil, ama ağırlıklı olarak bu eksende yayın yapan yayınevleri fuara katılıyor.
Çeyrek asrı geride bırakan ve bu yıl 27.si açılan İstanbul Sultanahmet Camii avlusundaki fuar, bilhassa hafta sonu yoğun bir ziyaretçi tirafiğine sahne oluyor. Fuara katılan yayınevlerinin sayısının artması, fuar alanının caminin dış avlusuna taşmasına sebep olmuş. Bu şekilde devam edilirse, önümüzdeki yıllarda dış avluda da yer kalmayabilir.
Dinî yayınların ilgi görmesi, başka konularda yayın yapan yayınevlerinin de dikkatini çekiyor. Öyle ya, bir yandan ‘az okuyan’ bir millet olduğumuz söyleniyor; öte yandan da ‘dinî yayınlar’ satan fuarlarda stand bulmak zorlaşıyor. Bu durum, Türkiye’deki müsbet değişime de şahitlik etmiş oluyor.
Kitap fuarı ve diğer programlar sebebiyle Sultanahmet’de çok hareketli bir Ramazan idrak ediliyor. Ancak cami çevresindeki ‘ticarî alan’ın Ramazan ayına uyumlu olup olmadığı tartışmalı. Geçen yıllara göre nisbeten bir düzelme varsa da, yine ticarî kaygıların ön plana çıktığı söylenebilir.
Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Ramazan ayındaki programlar mutlak surette Ramazan ayının manevî havasına uygun olmalıdır. Düzenlenen ‘eğlence’lerde bile buna dikkat etmek gerekir. ‘Sihirbaz’ gösterilerinin Ramazan programı adı altında sunulması doğru mudur?
Ramazan ayı Kur’ân ayı olduğuna göre, ağırlıklı olarak bu konularda programlar gerekir. Meselâ, Kur’ân okuma yarışmaları, hadis mealleri, ‘hoca’ların sohbetleri (vaaz değil), ilahî ve tasavvuf müziği konserleri her yerde tekrarlanabilir. Mutlaka Ramazan programlarında bunlar da var, ama nedense çok sınırlı.
Sultanahmet’de yatsı ve teravih namazını eda edip, kitap fuarını gezdikten sonra ‘Ramazan programları’nın icra edildiği bölüme yöneldik. Alkışlar arasında mehter marşı sesi geliyordu. Tam sahnenin karşısında yerimizi aldık ki, ‘mehter bölüğü’ son eserini seslendirip sahneyi terk ediyordu. Yoğun alkış arasında sahneden ayrılan mehter bölüğü, daha önce sahnelenen ‘sihirbaz oyunları’ndan kat kat fazla ilgi görmüştü. O halde, daha fazla ilgi gören mehter marşı, ‘ilâhilerden bir demet’ ve benzeri faaliyetlerin sayısı arttırılamaz mı? Üstelik mehter bölüğünün gösterilerine yabancı turistler de ilgi gösteriyor...
Önümüzdeki yıllarda Ramazan programı düzenleyecek belediyere şimdiden çağrı yapalım: Lütfen, hazırlanan programlar Ramazan ayının mânâ ve ehemmiyetine uygun olsun. ‘Sihirbaz gösterileri’ni başka gün ve aylarda yapın...
Kitap fuarları kapanmadan ziyaret edelim ve kucak dolusu kitaplarla evimize dönelim. Fuarlarda her keseye uygun bir kitap mutlaka vardır...
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Millî Güvenlik dersi |
|
Millî Güvenlik Bilgisi kitabında irtica ile ilgili olarak yer alan ifadelerin mutlaka düzeltilmesi gerekiyor. Ama orada da meselenin temeline inecek olursak, bu dersin hem muhteva, hem de okullardaki işleniş tarzı itibarıyla yeni baştan ele alınması lâzım.
Bir defa, bu şekliyle böyle bir derse ihtiyaç var mı? Millî güvenlik gibi bir konu, lise öğrencilerinin gündemi olabilir mi? Böyle bir başlık altında gençlerin askerî konulara belli bir ölçüde aşinalık kazanması isteniyorsa, bunun başka ve daha uygun bir yolu ve yöntemi bulunamaz mı?
Askerî mantıkla yapılan “millî güvenlik” tarif ve izahlarının ve bu eksende hazırlanan güvenlik konseptlerinin demokrasimizi ne kadar ciddî sıkıntılarla karşı karşıya bıraktığının ap açık görüldüğü bir ortamda, Millî Güvenlik derslerinin bu yönüyle de mercek altına alınması gerekiyor.
Ayrıca, dersin pedagojik formasyonu olup olmadığına bakılmadan üniformalı muvazzaf subaylarca veriliyor olması başlı başına bir hata.
Askerlik ve öğretmenlik tamamen ayrı işler.
Gerçi burada da eğitim sistemimizin kronik bir problemi önümüze çıkıyor. Sorgulamaya, öğrencilerin her sabah “Hizaya gel, rahat, hazırol” komutlarıyla sıraya sokulup çağdaş dünyada başka bir eşi benzeri bulunmayan “andımız” gibisinden tuhaf metinlerle hep bir ağızdan bağırtıldığı “askerî düzen”den mi başlamalı? Okullar sivilleşmeden diğer alanlara geçilebilir mi?
Peki, Millî Güvenlik dersinin muvazzaf subaylarca verilmesinin sebebi ve hikmeti ne olabilir?
Orduyu öğrenciler üzerinden halkla kucaklaştırmak mı, yoksa sistemin her alanındaki asker etkisini okullara da bu yolla sirayet ettirmek mi?
Fiilî işleyişe bakılırsa, ikinci şık geçerli.
Bunun en tipik örneklerinden biri, askerin inisiyatif ve öncülüğüyle başlatılan 28 Şubat’ta, sürecin en kalıcı ve tahripkâr icraatlarından biri olan başörtüsü yasağını imam hatiplere taşıma operasyonunun Millî Güvenlik dersleri kullanılarak başlatılmış ve neticeye ulaştırılmış olması.
Okul yönetimleri, Millî Güvenlik dersi veren ve sınıfta başörtülü öğrenci görmek istemediklerini söyleyen subaylar kanalıyla baskı altına alınarak, imam hatipler yasak kıskacına sokuldu.
Ve bu süreçte başı çekenlerden biri, emekli olduktan sonra siyasete atılıp Hacıbektaş ilçesine belediye başkanı seçilen, dönemin Burdur Topçu Er Eğitim Tugay Komutanı olarak imam hatiplerin başörtülü kız öğrencileriyle uğraşmayı iş edinen Tuğg. Ali Rıza Selmanpakoğlu oldu.
(Hatırlanacağı gibi, yasağı imam hatiplerden sonra ilâhiyat fakültelerine de taşıma operasyonu, “son kale” Marmara İlâhiyat’ın—bu fakülteye Zekeriya Beyaz dekan yapılarak—düşürülmesiyle tamamlandı. Ve hemen ardından Beyaz’a çok ilginç bir destek geldi: Dönemin 1. Ordu Komutanı, dekanı makamında ziyaret etti...)
Son dönemde ise başörtüsü yasağını, yasağa herşeye rağmen direnmeye çalışan özel okullara da taşıma operasyonunda yine Millî Güvenlik derslerinin etkili şekilde kullanıldığı görüldü.
Ve bu durum, başörtüsü yasağının esas olarak asker desteğiyle sürdürüldüğü şeklindeki üzücü algılamayı daha da güçlendirerek, Genelkurmay’ın her fırsatta “incitmeme” taahhüdünü tekrarladığı “samimî dindar, mütedeyyin kitle”nin askere bakışını olumsuz şekilde etkiledi.
Millî Güvenlik derslerinin subaylar tarafından verilmesinin bir diğer sakıncası, hayli zaman önce Güneydoğu’daki okullarımızdan birinde yaşanan gerginlikle gözler önüne serildi.
Operasyondan gelip ders vermek için öğrencilerin karşısına çıkan subayın o psikoloji içindeki tavır ve söylemleri, mâlûm sebeplerle zaten hassas ve gergin olan genç muhataplarını provoke edince, asla olmaması gereken bir gerilim yaşandı. Subayla öğrenciler karşı karşıya geldi.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Millî Güvenlik derslerinin de A’dan Z’ye yeni baştan ele alınması icab ediyor. Diğer bilumum dersler gibi...
24.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|