|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah’ın yükselttiği insan |
|
“KENDİNİ nefsi itibariyle talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet ve duâ bekleyen ve kendi nefsini çok biçare ve çok ehemmiyetsiz îtikad eden bir adam…”1
Bu ifadeler, eserleri bugün yaklaşık kırk dünya diline çevrilmiş, milyonlarca insanın merak, heyecan ve aşkla okudukları Risâle-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman’a ait. Ufacık ilim kırıntılarına sahip olan bir kısım kimselerin gurur ve kibirden yanına yanaşılmazken, o, zamanın âlimlerince kendisine “çağın güzeli, ilimde harikası!” anlamında “Bediüzzaman” denildiği halde dünyasında, akıl, fikir ve kalbinde zerre kadar büyüklenmeye, övünmeye yer vermemişti.
Onun, “Kusurunu bilme, fakr ve aczini anlama, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etme” noktasında da, “O şahsiyetle kendimi herkesten ziyade biçare, âciz, kusurlu görüyorum”2 dediğini görüyoruz. Mahkemedeki iddiânâmede, kendisine isnad edilmeye çalışılan iddiâları, “Gûya bende tefahür ve hodfüruşluk var” diye dile getirerek, “Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim”3 diye cevap veriyordu.
Emirdağ’da ikamet ederken, Bolvadin’e gittiğinde koşarak arabasının etrafını saran çocuklara, “Masum olduğunuz için duâlarınız makbuldür. Bana duâ ediniz”4 derdi. Ortada bir meziyet, bir fazilet vardı. Fakat Bediüzzaman, bütün meziyeti, üstünlüğü şahsında değil, kardeşlerinde ve Risâle-i Nur’da görürdü. “Meziyet bende değil, Risâle-i Nur’da”5 der, Risâle-i Nur’un menbaının da Kur’ân olduğunu belirtirdi. Meselâ Sözler’i anlatırken, “Sözler hakkında tevâzû sûretinde demiyorum. Belki bir hakikati beyan etmek için derim ki, Sözler’deki hakàik ve kemâlât [bütün hakikat, mükemmellik ve güzellikler], benim değil Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir [sızmıştır]”6 ifadelerini kullanıyordu.
Böylesine ulvî ve kudsî eserlerin elinde zuhurunu ise buğday tanesi gibi bir çam tohumundan koca bir çam ağacının çıkarılmasına benzetir,7 tamamen bir ikram-ı İlâhî ve bir lütf-u Rabbânî olarak söylerdi. İyilikler Allah’tandı.
İşte tevazû! İşte büyüklük! Demek ki tevazû büyüklüğün vazgeçilmez bir parçası.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 326. 2- A.g.e., s. 382. 3- A.g.e., s. 323. 4- Tarihçe-i Hayat, s. 152. 5- A.g.e., s. 495. 6- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 188. 7- A.g.e., s. 56.
10.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İyiliğin karşılığı iyiliktir |
|
Özgür Bey: “Peygamber Efendimizin (asm) ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ hadisi ışığında, insanlığa büyük faydaları bulunan fakat Müslüman olmayan kişilerin ahiretteki durumunu değerlendirir misiniz?”
1- İnsanların âhiretteki durumları Allah’ın takdir ve tensibindedir. Bizim bu konuda hüküm vermemiz ne görünüşe göre, ne de görmediğimiz içe ve öze göre mümkün değildir; bizi ancak yanlışa götürür, edepsizliğe götürür. En başta, Allah’ın adaletine, hâkimiyetine, hikmetine, celâline, ilmine, iradesine, rahmetine, şefkatine, muhabbetine, affına ve mağfiretine karşı edepsizlik etmiş oluruz. Dolayısıyla, insanların âhiretteki durumları hakkında olumlu veya olumsuz zan yürütmekten uzak durmamız daha doğru olur. Eğer fazla rikkatimize dokunan bir mesele varsa, o kişi lehine Allah’tan mağfiret isteyebiliriz. Bunda bir sakınca yoktur.
2-Hiçbir iyi insanı Allah nezdinde karalayamayacağımız gibi, hiçbir kötü insanı da temize çıkaramayız. Allah’ın kulları hakkında, ahiretleri adına hüküm vermekten Allah’a sığınırız.
3-Peygamber Efendimiz (asm), insanlara faydalı olanların, insanların en hayırlıları1 olduğunu bildirmiştir. Cenâb-ı Allah da, “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlara zulmedilmez!”2 buyurmuştur. Bir başka âyette de Allah’ın adaleti ve davranışlarımıza bire bir karşılık verici oluşu şöyle zikredilir: “Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür.” 8
4-Allah âdil olduğuna ve her insanı yaptıklarıyla, inandıklarıyla ve yaşadıklarıyla değerlendirdiğine göre; iyilik yapan ve insanlığa umumî faydası dokunan insanların yaptıkları iyiliklerin Allah katında karşılıksız kalacağını söylememize imkân yoktur. Bu karşılık hiç şüphesiz âhirette olabileceği gibi, dünyada da olabilir. Allah dilerse her iki âlemde de iyiliklerin karşılıklarını verebilir, dilerse yalnız bir âlemde de verebilir.
5-Biz, iyiliğini gördüğümüz ve faydalandığımız insanlara duâ edelim. Onları Allah’ın rahmetine ve mağfiretine ısmarlayalım. Zaten de başka bir şey elimizden gelmez. Allah’ın âdil olduğundan, iyiliğe iyilikle mukabele edeceğinden ve kulları için gerek dünyada, gerekse âhirette en iyisini takdir edeceğinden emîn olalım. “Şu Cennete, şu Cehenneme” gibi bir sınıflandırma yapmak işgüzarlığından kaçınalım.
***
Cemil Bey: “İşlerken hükmünü bilmediğimiz, işledikten sonra günah olduğunu öğrendiğimiz bir işte sorumluluğumuz ne olur?”
Hukukta bilmemek özür sayılmaz. Suç işleyen cezasını çeker.
Fakat Allah katında bilmemek affa ve mağfirete bir basamak teşkil edebilir. Çünkü Allah kalbimize ve niyetimize bakar.
Bilmeden yaptığımız ve günah olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir işin kul hakkına dayalı yönü varsa kul hakkını ödemeliyiz, başkasına zarar vermişsek, verdiğimiz zararı tazmin etmeliyiz ve helâlleşmeliyiz. Eğer doğrudan Allah hakkını ilgilendiren bir konu ise Allah ile aramızda bir meseledir. Bu durumda derhal tövbe ve istiğfar etmeliyiz. Bundan böyle o hükmünü öğrendiğimiz günahtan uzak durmalıyız. İnşaallah böylece o söz konusu günahtan arınmış oluruz.
Dipnotlar:
1- Feyzü’l-Kadîr, 3/481
2- En’am Sûresi: 160
3- Zilzal Sûresi: 7, 8
10.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Haçlı seferlerinden işbirliğine |
|
AB Hıristiyan, Türkiye ise Müslüman. Acaba, bu farklı toplumlar nasıl kaynaşacak, nasıl yan yana gelecek, nasıl aynı kanun, aynı sistem, aynı anlayış ile idâre edilecek?” diye düşünülebilir.
Aslında Müslümanlar Hıristiyanlara, Hıristiyanlar Müslümanlara çok yabancı değiller. Müslüman-Hıristiyan toplumlar İslâmiyetin doğuşundan günümüze kadar birbirlerini tanıyorlar, biliyorlar. Yan yana, içi içe yaşamışlar. Kilise ile câmi, omuz omuza, yüz yüze... Asr-ı Saadetten başlanarak günümüze kadar, muhtelif devirlerde, hep böyle ola gelmiş...
Hazret-i İsa’nın (as) memleketinin, bugün İsrail’de Arap çoğunluk nüfusunun bulunduğu tek şehir olan Kudüs’ün 120 km kuzeyindeki Nasıra olduğuna da inanılır. Beytüllahim’in 45 bin olan nüfusunun yüzde 60’ı Müslüman, yüzde 40’ı Hıristiyan.
Gözden uzaklık, gönülden ıraklığı; yabancılık korkuyu oluşturuyor. Korku da düşmanlığı getiriyor. Bugün, Avrupa’da Hıristiyanlar, pek çok ülkede Müslümanlarla tarihte ilk defa bu boyutta bir arada yaşıyorlar. Aynı ülke, aynı şehir, aynı apartman ve aynı işyerini paylaşıyor.
Tarih, ekonomik şartlar, cehâlet, vahşetin getirdiği tortular ve İslâmî ahlâkı yaşamamanın kötü bir neticesi olarak, birbirimizi anlayamıyorduk veya anlamak istemiyorduk.
Bugün, dünyayı aldatan ve saçma-sapan teorilerini “yegâne ilmî hakikatler ve din” diye sunan Freud, Darwin, Comte, Marx, Durkheim gibi şarlatanların maskeleri, yine ilimlerin mârifetiyle indirilmiş.
Başta Avrupa olmak üzere, bütün dünyada, hürriyet meyli ve hakikati araştırma fikri uyanmış. Hakikat, eski vahşeti, taassubu büyük ölçüde törpülemiş.
İnançsızlar inanca, “teslîs” akidesindeki Hıristiyanlar tevhîde, İslâm cemiyetleri tekniğe ve medenîliğe, çöküntüye düşenler de ahlâkî ve moral değerlere muhtaç olduğunu idrâk etmiş.
Ve en nihayet, ruhsuz, mâneviyatsız teknolojinin çarkları arasında bocalayan ve müthiş kalabalıklar içinde yalnızlığın girdabına düşen insanlık; daha çok kaynaşma, yardımlaşma ve dayanışma ihtiyacını duyuyor.
Bütün bunlar, yakınlaşmayı, yaklaşmayı, yardımlaşmayı, teşrik-i mesâiyi, birlikte hareket etmeyi zarûrî kılmaktadır.
10.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
ÖZGÜRLÜKLERİN ÖZÜNE DOKUNMAK! |
|
Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan, devlet organları ve idare makamlarına, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek yükümlülüğü getiren düzenleme ile kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimsenin yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemeyeceğine dair düzenlemeleri iptal etmişti.
Özü itibariyle temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlandırılabileceğine ilişkin değişikliklerin iptali, temel hak ve özgürlükler açısından anayasada yer alan sınırlı teminatların da aslında kayda değer bir teminat oluşturmadığını ortaya koydu. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararı henüz açıklanmadı. Ancak iptal kararına konu değişikliklerini, temel hak ve özgürlükleri tahkim etmeyi, temel haklar ve özgürlükler alanında kimi anayasal kuruluşlar ile idarî organların kararları ve kimi zaman eylemleri ile özgürlükleri ortadan kaldırmaya varan uygulamalarına son vermeyi amaçladığı dikkate alındığında Anayasa Mahkemesinin temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesine olumlu bakmadığını söylemek mümkün.
Anayasa Mahkemesi bu kararıyla temel hak ve özgürlüklerin yalnızca kanunla sınırlanabileceği ilkesinin gerektiğinde göz ardı edilebileceği ve kimi mülâhaza veya evham ve vehimlerle idarî makamların temel hak ve özgürlükleri sınırlamakla kalmayıp, bütünüyle ortadan kaldırabileceklerine zımnen onay verdiğini ortaya koydu. Anayasa Mahkemesinin temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesinde ve korunmasında yasama organının, siyasal iktidarın oldukça gerisinde kalması vahim ancak yeni bir gelişme değildir. Anayasa Mahkemesi verdiği kararla temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği ilkesini ülkemiz açısından adeta sakıncalı bulmuştur. İptal kararının ortaya koyduğu bu gelişmeler bizi temel hak ve özgürlüklerin, Anayasa Mahkemesinin evrensel hukukun temel ilkeleriyle çatışan bu zihniyet ve algısına karşı da koruma zarureti ile karşı karşıya bırakmıştır. Anayasa Mahkemesi 5 Haziran’da açıkladığı tartışılmakta olan kararından sonra 1 Temmuz 2008 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan bir başka kararında “Temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamalarında, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı” değerlendirmesinde bulunuldu. Acaba Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini iptal ederken, düzenlemelerin lâfzı ve ruhunu bir yana bırakıp, değişikliklerle güçlendirilen özgürlüklerden kimlerin yararlanabileceğini varsayımlarla belirleyerek mi hareket etti. Artık kaçınılmaz hale gelen yeni anayasa’da, Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerinin ve üyelerinin belirlenmesi prosedürü dikkati bir düzenlemeyi gerektiriyor.
10.07.2008
E-Posta:
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Belle Epoque ve teneffüs devreleri |
|
Haccac-ı Zalim’in (Yusuf es Sakafi) hemen akabinde Yakup gibi Ömer Bin Abdülaziz’in tulu etmesi ve devresinin çölün içinde bir vaha gibi belirmesi üzerine şaşkınlığını üzerinden atamayan birisi zamanının hekim el ümmesi (ümmetin bilge kişisi) olarak da anılan Hasan Basri’ye durumu ve bunun sebeb-i hikmetini sorar. O şöyle der: Şayet teneffüs devreleri olmasaydı insanlar helâk olurlardı. Bu hakikatın Kur’ân’daki tecellisi ve yansıması şudur: Fetalet bihimu’l emedü fekaset kulubuhum: Müddet ve fetret uzadı da onların kalpleri kaskatı kesiliverdi. Kalp katılığını önlemek için çöl içinde vahalar gerekir. Aksi takdirde, insan savabını yani dengesini kaybeder. Nitelikli ikinci Emevi devleti denebilecek olan günümüzde ise öyle kuraklık devreleriyle birlikte çöl içinde vahalar da yaşanmıştır.
Darbe dönemleri bir nevi Haccac dönemleridir. Siyaseten çölleşme iklimidir. Abdülmelik Fırat da her darbeden sona beş yıl yasaklı kaldığını ve ardından ferec ve ferahlama ve rahatlama dönemi geldiğini söylemiştir. İşte usr ve yüsr dönemleri yani birbirini takip eden zorluk ve kolaylık devreleri budur. Hiçbir dönem ebedî değildir. Bediüzzaman cennet âsâ bir bahar devresinin geleceğinden bahseder. Genel usr döneminden sonra gelecek yüsr dönemine işaret etmektedir. Ama bazen sahte cennetler de yaşanmıştır. Günümüzde de sahte bir lale devrini yaşıyoruz. Üretimsiz bir tüketim çılgınlığı ve kazanmadan başkalarının kesesinden bolca yapılan harcamalar ve çalıntı hayatlar söz konusu. Osmanlı’yı da bu iyi havalar veya çalıntı hayatlar mahvetmişti. Ayağını yorganına göre uzatmamanın bedelini Osmanlı ağır ödedi. Lâle Devrini duyun-u umumiye onu da tasfiye dönemi takip etti.
***
Bir yazar Birinci Dünya Savaşı öncesine takaddüm eden bizdeki Lâle Devrine benzeyen Avrupa’daki Güzel Çağ olarak anılan devreyi muhayyilesinde şöyle tasvir eder: “15 Nisan 1912’de Titanic, bütün yolcularıyla birlikte okyanusun soğuk sularına gömüldü. İngiliz Edwardian döneminin tüm ihtişamını yansıtan bu ‘batması imkânsız’ efsanevî gemi, şatafat ve lüksün o dönem için doruğunu temsil ediyordu. 14 Nisan 1912 gecesi, gemide son akşam yemeğinin yenildiği geceydi.”
‘Yolcular o akşam ne yediler, geceyi nasıl geçirdiler, mönüde neler vardı’ gibi konular, pek çok insanın ilgisini çekmiş konular oldu.
12 gün sonra 94. yıldönümü olacak bu efsanevî akşam yemeği ile ilgilenirsiniz diye düşündüm.
20. yüzyılın ilk on yılında İngiltere’ye hükmeden kral, VII. Edward idi. Şatafata ve iyi yaşama düşkün olan Kral Edward’ın hükümdarlığı dönemi, bu düşkünlüğün sanattan sosyal yaşama, hayatın her yanına yansıdığı bir dönemdi. Bu döneme (1901-1915) Anglosaksonlar Edwardian dönemi derken, Fransızlar da güzel çağ anlamına gelen Belle Epoque (bel epok, okuyun) adını veriyorlardı. İşte Titanic gemisi, bu Belle Epoque’un en görkemli abidelerinden biriydi ve Edwardian ihtişamını her güvertesinde yansıtacak şekilde tasarlanmıştı.
***
Sahraları aşıp vahaya ulaşmanın sırrı ve anahtarı sabırdır. Kur’ân’da bunun ifadesi şudur: Fetasav bi’l hakkı ve tevasav bi’s sabri… Hazreti Yusuf sıddik de böyle yapmıştır. Onun için de şöyle denmiştir.
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Göklere erişti figânım ahım,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Bir gülün çevresi dikendir hardır,
Bülbül har elinde ah İle zardır.
Ne olsa da kışın sonu bahardır,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Daimi’yem her can ermez bu sırra,
Gerçek âşık olan erer o Nûra.
Yusuf sabır ile vardı Mısır’a,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Fecr-i kazipler fecr-i sadıklar olduğu gibi sahte baharlar ve sahte kışlar dahi vardır. Bu meyanda 19’uncu yüzyılda Golde Age olarak geçen veya Belle Epogue olarak anılan sahte güzel çağlar yaşanmıştır. Bu çağları hemen beşerin bütün tarihî şerir birikim ve terakümatını ve mezalimini kusan küresel savaşlar takip etmiştir. İnsanlık, ancak 1914’ün çelik ve barut şafağında uyanmıştır. İkinci Meşrutiyet olarak da anılan 1908’de Osmanlı’da da böyle bir his ve coşku dönemi hakim olmuştur. Fukuyama gibi kimileri bu tarihi tarihin sonu olarak bellemiş veya addetmişlerdir. Bu beklentiyi kargaşa ve kargaşayı da ülkenin dört bir tarafında sökün eden harp hali harbi de çözülme izlemiştir. Kuruluş dönemleri de gerçek coşkuyla birlikte benzeri sancılardan hali değildir.
10.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ARICAN |
Reform yasasıyla avukatların sosyal güvenlik durumlarında neler değişti? |
|
Ülkemizde işçisinden esnafına, sanayicinden memuruna kadar her kesimi yakından ilgilendiren ve doğumdan ölümlerine kadar herkesi etkileyen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası 1 Ekim 2008 tarihinde tam olarak bütün hükümleriyle yürürlüğe girecek.
Doğal olarak bahse konu yasa yürürlüğe girdiği zaman birçok meslek mensubuna yeni haklar ve yükümlülükler gelecek. 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasından sonra sigortalılık durumlarında ve sosyal güvenlik hakları ile yükümlülüklerinde değişiklikler görülecek olan meslek mensuplarından birisi de avukatlardır.
Bilindiği üzere avukatlar hali hazırda 506 sayılı Kanunun 86'ncı maddesine ve 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 186'ncı maddesine göre topluluk sigortası kapsamında SSK sigortalısı sayılmaktadırlar. Ancak 5510 sayılı kanun 1 Ekim 2008’den itibaren yürürlüğe girerse, serbest çalışan avukatlar SSK kapsamında sigortalı değil, Bağ-Kur kapsamında sigortalı olarak kabul edileceklerdir. Yani 1 Ekim 2008’den sonra avukatlar 5510 sayılı kanun kapsamında 4/a sigortalısı değil, 4/b sigortalısı olacaklardır. İşte, 1 Ekim 2008 tarihinden sonra avukatlar 1261 günden fazla prim ödedikleri takdirde 4/a sigortalıları (hizmet akdiyle çalışan işçi sigortalıları) gibi değil, daha zor şartlarda 4/b sigortalıları (esnaflar ve şirket ortakları gibi) gibi emekli olma durumunda kalacaklardır. Dolayısıyla kendi nam ve hesabına serbest çalışan avukatların eğer SSK kapsamındaki kolay emeklilik şartlarından yararlanarak daha erken emekli olmayı düşünüyorlarsa, 1 Ekim 2008’den sonra 3,5 yıldan fazla 4/b sigortalısı olarak kalmamaları gerektiğini önemle hatırlatırız.
5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasından önce yani hali hazırdaki geçerli olan sosyal güvenlik mevzuatlarına göre, SSK kapsamında topluluk sigortasına tabi olan avukatların staj sürelerini borçlanarak hizmet kazanma imkânları yoktu. Reform yasasından önce yani şimdiki uygulamada yalnızca emekli sandığı iştirakçisi avukatlar staj sürelerini borçlanabiliyorlardı. Ancak, 1 Ekim 2008 tarihinden sonra 5510 sayılı kanunla birlikte tüm avukatların stajyerlik yaptıkları süreleri borçlanma imkânı getirilmiştir.
Sosyal güvenlik reform yasasından önce, yani günümüzdeki geçerli olan SSK yasalarına göre topluluk sigortasına (uzun vadeli sigorta kollarından olan malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası) tabi olan avukatlar, 506 sayılı Kanunun 78’inci maddesine göre belirlenen prime esas kazanç alt ve üst sınırı arasında olmak şartıyla kendilerinin SSK’ya beyan edeceği miktarın yüzde 25’i oranında malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası primi ödemektedirler. Ancak, 1 Ekim 2008 tarihinden sonra avukatların Sosyal Güvenlik Kurumuna ödeyecekleri prim miktarları artacak ve 5510 sayılı Kanunun 81/g fıkrasına göre bu oran yüzde 33,5 olacaktır.
5510 sayılı reform yasasından önce yani şimdiki uygulamaya göre avukatlar, 506 sayılı kanun kapsamından yaşlılık aylığı alıp ta yine 506 sayılı kanun kapsamında çalışmaları durumunda aylıklarından yüzde 15 oranında SGDP kesilmekteydi. Ancak, 1 Ekim 2008 tarihinden sonra, SSK kapsamında yaşlılık aylığı alan avukatlarla birlikte, vazife malullüğü, malullük ve yaşlılık aylığı alıp ta emekliliklerinden sonra çalışmaya başlamaları durumunda da sosyal güvenlik destek primi (SGDP) kesilecektir.
Okurlara cevaplar…
Soru: Babamın adı halk dilinde Mehmet Kutver olarak bilinmektedir. Ancak nüfus kaydında babamın adı Ahmet Kutver olarak geçmektedir. Babamın 1994 -1997 tarihleri arasındaki pancar ekimlerinde yatırdığı ürünler Mehmet Kutver olarak kayda geçmiştir. Ancak, 1997’den sonra babamın adı Ahmet Kutver olarak düzeltilmiştir. Şimdi Bağ-Kur yasasından yararlanarak 1994–1997 arasındaki süreleri saydırıp emekli olmak istiyor. Bu durumda ne yapmamız gerekir? (ismi mahfuz)
Cevap: Sayın okurum, babanızın pancar makbuzlarındaki Mehmet Kutver olarak gözüken adından başka diğer hüviyet bilgilerinden olan baba adı, ana adı, doğum tarihi ve doğum yeri gibi bilgilerinde herhangi bir farklılık yoksa bu durumu ilgili pancar kuruluşuna başvurarak düzelttirebilirsiniz. Pancar kuruluşu tarafından Bağ-Kur’a bir yazı ile bu durum bildirilir ve Bağ-Kur’da bunu kabul ederse, belirttiğiniz tarihlerdeki ürün yatırdığınız süreleri Bağ-Kur’a saydırabilirsiniz. Ayrıca, babanızın isim konusundaki ihtilafını tapudaki tarla ismi farklılıklarıyla ve ismini 1997’den sonra Ahmet Kutver olarak düzelttirmenizle de ispatlayabilirsiniz.
Soru: Benim eşim öğretmendir. Başörtüsü sorunundan dolayı 9 yıl çalıştıktan sonra devletle olan ilişiği kesildi. Geçen sene gelen aftan yararlanarak yeniden çalışmaya başladı. Bu arada yaklaşık 6 yıl çalışmamış oldu. Emekli sandıkta bu altı yıl geri ödemeler nasıl oluyor? Bağ-Kur ve SSK’lılara sağlanan prim indirimden yararlanmamız mümkün müdür? (ismi mahfuz)
Cevap: Sayın okurum, 23.04.1999 tarihinden 14.02.2005 tarihine kadar işlemiş olduğu fiillerden dolayı disiplin cezası alarak görevlerinden ayrılan memurların almış oldukları disiplin cezaları 5525 kanundan yararlandıkları için kaldırılmışsa, bu durumda olanlara 5510 sayılı kanunla görevlerinden ayrıldıkları süre ile göreve başladıkları zaman arasında kalan süreleri borçlanarak hizmet kazanma hakkı getirildi. Bu durumda olan kişilerin 1 Ekim 2008 tarihinden itibaren 6 ay içinde Sosyal Güvenlik Kurumuna prim ödemesi yapmak üzere başvurmaları gerekmektedir. Ancak, bu durumda olan kişilerin 5763 sayılı son prim affı yasasıyla Bağ-Kur’lulara ve SSK prim borçlularına getirilen ödeme kolaylığından yararlanmaları mümkün değildir. Çünkü son prim affı ve ödeme kolaylığı yalnızca Bağ-Kur ve SSK sigortalısı prim borçlularına getirilmiş bir ödeme kolaylığıdır.
Soru: Yüzde 40 ortopedik özürlüyüm. 20.11.1971 doğumluyum. 01.01.1997 tarihinden beri tarım Bağ-Kur sigortalısıyım. Bu güne kadar düzenli olarak primlerimi ödüyorum. Yeni sosyal güvenlik yasasıyla erken emekli olabilmem için ne yapmam gerekiyor? Taner PEKYÜREK/GEMEREK/SİVAS
Cevap: Değerli okurum, maalesef 2926 sayılı tarım Bağ-Kur Kanunu kapsamında özürlü emekliliği yoktur. Ancak, 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasında Bağ-Kur’lulara da SSK’lılar gibi özürlü emekliliği imkânı 1 Ekim 2008’den itibaren getirilecektir. 5510 sayılı Kanun kapsamındaki özürlü emekliliği koşullarından yararlanarak şimdiki Bağ-Kur mevzuatındaki emeklilik şartlarından daha erken emekli olabilirsiniz.
NOT:
Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reformu ile getirilen haklarınızdan haberdar olmak ve buralardaki sorunlarınıza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62
10.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Aslında ‘türban sorunu’ hiç olmadı ki! |
|
Öyle bir hâle gelindi ki, neredeyse ‘başörtüsü yasağı’nı ‘yasak’ olarak isimlendirmek de yasak. Bazıları başörtüsü yerine ısrarla ‘türban’ demeyi sürdürüyor. Elbette isimlerin değişmesiyle hakikat değişmez, ama bu ısrarın da bir anlamı olmalı...
Gerçekte başörtüsü olan ve bazılarının ısrarla ‘türban’ diye isimlendirdiği hadisenin aslı şudur: Türkiye ve dünya gerçeklerine aykırı olarak, ülkemizde başını örtmeyi tercih edenler ‘kamusal alan’a alınmıyorlar. Tartışmalı olan bu ‘kamusal alan’ da kimilerine göre bütün Türkiye’yi kapsıyor. Yeri geliyor hastahane, yeri geliyor üniversite bahçesi ‘kamusal alan’ ilân ediliyor. Nihayetinde, başını örtmeyi tercih edenler okullara alınmıyor, devlet dairelerinde çalışma imkânı bulamıyor. Bazı ‘kurum’lar ise daha da ileri gidip, eşi başörtülü olan beylere de kapılarını kapatıyor...
Bu hadiseler yaşanınca, bazıları bunu ‘türban sorunu’ olarak isimlendiriyor. Oysa yaşanan, açık ve net olarak ‘başörtüsü takanları mağdur eden kanunsuz yasak’tan başka bir şey değildir.
Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın vefatı sonrasında; eşinin başının örtülü, kızının başının açık olmasını değerlendiren bazı yazarlar, “Türban sorunu aslında çözüldü” diye yazmışlar. Bunlardan biri şöyle demiş: “Türkiye’de türban meselesi hiç beklemediğimiz noktada aniden çözülmüş durumda. Müjdeler olsun yıllardır süren, gereksiz enerji tüketen kavga da sonunda bitecek galiba. (...) Bunu dün mezara kaldırdığımız Hasan Doğan başardı. Onun yaşamındaki en büyük başarısı Türk Milli Takımı’nın galibiyetleri filan değildi, onun ve ailesinin Türkiye’deki türban sorununun çözümü yolunda büyük bir yol açmasıydı. (...) Türbanlıların başı açıklara yönelik bilinçaltındaki önyargılarını yine Doğan Ailesi yıkıverdi. Çünkü gördük ki birbirlerine aşkla, coşkuyla sarılan o çiftin kızlarının da başı açıktı. İşte buyurun bakalım. Yıllardır içimizi kemiren sorun çözülüverdi işte.” (Serdar Turgut, Akşam, 8 Temmuz 2008)
Bu şekilde değerlendirilecekse ‘türban sorunu’ zaten hiç yaşanmadı ki! Yani; anne başörtülü, kız başı açık ya da tam tersi sadece Doğan Ailesinde yaşanmadı. Bu şekilde belki de milyonlarca aile var. Hepimiz biliyoruz ki, aynı ailede başı açık olan da, başı kapalı olan da var. Bunlar bazen kardeş, bazen anne-kız, bazen yakın ya da uzak akraba olabiliyor. Bunu görmek için ‘sokağa’ çıkmak bile yeterli. Başı örtülü ve açık olanlar kol kola, gerekirse işe, gerekirse okula (başı kapalı olanlar kapıya kadar) gidiyor.
Bu açıdan, toplunda zaten bir problem yaşanmadı, inşallah bundan sonra da yaşanmaz. Asıl problem, başını örtmeyi tercih edenleri dışlayan anlayışta.
Başı örtülü olanlarla başı açık olanlar arasında bir problem yok. Sınırlı sayıdaki ‘fanatik’leri bir yana bırakırsak, asıl problem; devletin taraf tutmasında ve başı örtülü olanları dışlamasından kaynaklanıyor. Medyanın da bunu görmesi hayra alâmettir. İnşallah diğer ‘yetkili’ler de görür ve insafa gelirler. Bunun için de duâ edelim...
10.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Sana, bana Erdem Abiye dair |
|
“Bizim Aile” dergisinin eski sayılarından birinde okuduğum muhterem Meryem İlhan bacımın bir yazı başlığı adeta beni çarpmıştı. ”Bütün ölümler zamansızdır.” Bilâhare böyle bir başlıkla, böyle bir yazı yazdığı için tebrik ve takdirlerimi de belirtmiştim. Bir süre karşılıklı mütalâada bulunduk. Kader açısından zamanı belli. Üstadımızın tabiriyle “Hak ve muhakkak olan” ölüm aslında biz insanlar için zamansız ve apansızdı. Hiç beklenmedik bir zamanda, hazırlıksız yakalar bizi ölüm gerçeği. Ya bizi veya çevremizdeki dostlardan birini alır götürür.
Geldiğinde—inşaallah—“Baş göz üstüne” diyebileceğimiz ölüm hayat kadar gerçek. Ve mevcut. O, hayatın zıttı, hayatın yokluğu değil, hayat gibi yaratılmış bir varlık. Sonsuzluk kervanının sonsuzluğa doğru yaptığı seferdi bir eşiktir, bir deredir, bir köprüdür..Geçilecek muhakkak.
Şair Erdem Bayazıt da Hak’ka yürüdü. Cahit Zarifoğlu kanserden kurtulamayarak bir sıcak yaz günü hakka revan olduğunda ben bacağımde sekiz çiviyle, sedyeye mahkum, hastane koridorunda doktora görünebilmek için sabah namazından sonra kuyruğa girmiştim. Cahit Ağabeyin ölüm haberini elime tutuşturulan gazeteden öğrendim. Cahit zarif adamdı… Allah rahmet eylesin.
Ve 7 güzel adam diye tanıdığımız Akif İnan, Özdenören’den sonra Erdem Ağabey de terk etti dünyamızı. Siyasette yollarımız apayrıydı. Amma binlerce bir birler içinde elbette ki ortak paydalarımız bizi binlerce konuda birleştirmişti. Onlar meslek ve meşrebimizi tanımasa, kaale almasa da biz kendi hesabımıza hepsine, ama hepsine iman kardeşliği açısından hürmetle, merhametle bakıyorduk. Siyasetin acımasız çarkları nice değerler gibi bazı şairlerimizi de çürüttü. Kısır ve nötr hale getirdi. Necip Fazıldan, Sezai Karakoç’a kadar bir çok şahsiyet dev olarak hükümferma olduğu edebiyattan-kitabiyattan çevresinin de teşvik ve yönlendirmesiyle siyasete atılınca nasıl çaresizlikleri oynadıklarını da gördük. Harflerin dünyası rakamların dünyasına benzemiyor. Romantik ruhlu şairler siyasetin rasyonel ve realist ve bir o kadar da makyavelist kurallarıyla burun buruna gelince çocuk gibi saf, masum ve çaresiz kalakalıyorlar. Yahya Kemal Beyatlı’nın koca bir dönem milletvekilliği süresince sadece bir kere yerinden kalkıp “Siz bu işi bilmiyorsunuz” dediğini edebiyat hatıralarında okumuştum. Şairlikle siyaset birlikte gitmiyor. Hani şu Eflatun’un hakim ve hekim kralları idealize etmesi gibi. Şiirlerdeki gibi değil siyaset dünyası. Her neyse.
Anadolu’nun şirin bir ilinde bir bahar akşamı yapılan şiir okuma programında karşılaştığımızda öncelikle Erdem Ağabeyi tebessüm ettiren esprilerle şiir okumaya geçmiştim. Kısa bir şiir tahlili ve ikinci yeni, Mavera grubuyla ilgili söylediğim her sözü oturduğu yerden başını sallayarak hep tasdik etti. Beden dili de şiirlerindeki üslup gibi ağır, tok ve vakurdu.
O gece kürsüye geldiğinde şiir okumalarına “Beton duvarlar içinde bir çiçek açtı. Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında../Direnen insanlığın../Saçlarınız ıztırap denizinde bir tutam başak../Elleriniz kök salmıştır ağacıdır zamana../O inanmışlar çağının” dizelerini okurken Asr-ı Saadet ile ahirzaman Müslümanları arasındaki irtibatı iade ediyordu. Ne var ki dinleyicilerin çoğu en azından Necip Fazıl’ın “Sakarya“ şiiri gibi hamaset dolu, bağıra bağıra okunan şiiri gibi bir şiir bekliyorlardı. Afallayanlar çok oldu. Bir de mantığa vuranlar. Betondan çiçek çıkar mı, diye. Epey güldük halimize. Şair duyarlığı bambaşka bir şey. Ama anmayanları da çoktu. Şairler güzel insanlar. Söylemleriyle öyle bir ruh üflerler ki bildik kelimelerimizle. Kırk yıl düşünsek aklımızın ucundan geçmez.
“Sebeb ey” şairi Müsebbib’ül Esbabın bir sebebe binaen yarattığı bir sebeble dilimizde ve kulağımızda vakur söylemlerini hatıra bırakarak göçtü Rabbine.. Allah rahmet eylesin.
“Ölüm muhakkak
Ve ölüm mutlak.
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün” diyen Erdem Abi o kapının eşiğinden geçti.
O güzelim dizelerinden son bir alıntı yaparak vefa borcumu ödüyorum güzel şiirleri için..
“Onlar gittiler..
Topraktan bir işaret taşıyarak alınlarında..
Ben şimdi bu yanda
Geril bir an gibiyim.
Doğumla ölüm arasında.”
Ruhun şâd olsun Erdem Ağabey...
10.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|