"Gerçekten" haber verir 10 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Kıyamete yakın bir zamanda öyle günler gelecek ki, o günlerde cehalet inecek, ilim kalkacak, herç çoğalacak. Herç, öldürme demektir.

Câmiü's-Sağîr, No: 1278

10.07.2008


Üçaylarda yapılan duâlar, makbul duâlardandır

Birinci Suâliniz: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle:

nDuâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.

nHem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona duâ etmek,

nHem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur duâlarla duâ etmek; meselâ,

“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:517.)

“Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2:201.)

gibi câmi duâlarla duâ etmek

nHem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek,

nHem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

nHem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

nHem Cumada, hususan saat-i icabede,

nHem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,

nHem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me’muldür.

O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.

Mektubat, s. 270

***

Üçüncü Nükte

Duâ-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu ile makbul olur; veyahut daha evlâsı verilir.

Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duâsı kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir sûrette kabul edildi” denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için duâ eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duâsı reddedildi” denilmez. Belki, “Daha enfâ bir surette kabul edildi” denilir, ve hâkezâ...

Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muâmele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabip beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.

Mektubat, s. 291

şuhur-u selâse: Üç Aylar.

karîn: Yakın.

kaviyyen me’mul: Birşeyin kuvvetle umulması.

esbab-ı kabul: Kabul sebepleri.

şerâit-i kabul: Kabul şartları.

içtima: Toplanma, bir araya gelme.

ezcümle: Özellikle, bu cümleden olarak.

câmi: Geniş, kapsamlı.

şerâit: Şartlar.

me’sur: Tesirli.

mevâki-i mübareke: Mübarek mevkiler.

saat-i icabe: Duânın kabul edildiği insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit.

leyâli-i meşhure: Meşhur geceler.

duâ-yı kavlî-i ihtiyarî: İhtiyarî olarak söz ile yapılan duâ.

ayn-ı matlub: İstenilenin aynısı.

enfâ: Daha menfaatli, daha faydalı.

tabib-i hâzık: Uzman doktor.

âh ü fizâr: Ah edip ağlama.

10.07.2008


Yıldızlara bakan pencere

“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Bediüzzaman Said Nursî İki koyun arasındaki fark ne kadardır?” diye sorsak bunu kilosuyla, cüssesiyle, yünüyle vs. kolayca anlatabiliriz. Fakat iki insan arasındaki farkı, öyle bir çırpıda cevaplayamayız.

İnsanlar aynı dünyada, aynı güneşin altında yaşarlar, aynı havayı soluyup, aynı mevsimlerden geçerler, ancak insanlar arasında yine de dağlar kadar farklar vardır. İnsanları birbirinden bu kadar başka yapan şüphesiz pek çok sebep mevcuttur. Bunların en başta gelenlerinden biri ise, onların bakış açılarıdır.

Her insan, kendi evinin duvarından bir pencere açar gibi, kendi içinden dış dünyaya açtığı pencereyle bakış açısını şekillendirir. Ve penceresine göre dış dünyayı algılar, hayat ve mevcudat hakkında hükümler verir.

İnsanlar farklı düşünüp baktıkları için de, birisinin ak dediğine diğeri kara diyebiliyor. Birisini iyi yapan şartlar, diğerini kötü yapabiliyor. Demek ki, insan bakış açısını değiştirdiğinde, gördüğü şeyi başka açılardan da görme imkânına eriyor. Eğer birisi, hayatında kötü giden bir şeyler var diyorsa, belki de bu, onun doğru olmayan bakışı ya da düşüncesidir.

Hayata, yaşadıklarına, insanlara hep olumsuz bakan birisi nasıl mutlu olabilir? Her şeyi kötü gören bir insan, nasıl mutluluğu istediğini söyleyebilir? İstanbul’a gitmek istediğini söyleyip, Ankara yönünde ilerleyen yolcu gibi, onun olumsuz tutumu olsa olsa onu mutluluktan uzaklaştırır.

Oysa mutluluğun da bir adresi vardır. Ve insan onu istediği yerde değil, kendi yerinde bulacaktır. Bunu da ancak bulunduğu şartlarda güzellikler ve olumlu yönler keşfederek başarabilir.

Aşırı sıcakları ya da yoğun kar yağışını vs. felâket olarak gören insan, başına bir felâket gelmiş gibi ıztırap duyar. Oysa farklı baksa, meselâ, “birkaç ay sonra bu sıcakları parayla alacağız, şimdi bedava..” diyen ağabeyim Selim Gündüzalp’in annesi Behiye Teyzemizin esprisiyle baksa.. Veya çok kar yağdı ve bundan dolayı işi aksadı; ama, işe gitseydi—belki de kâinatın hiçbir yerinde göremeyeceği—böyle bir manzarayı da seyredemeyecekti.

Dünya bir imtihan yeri olduğu için, burada hayır şer, güzel çirkin, iyi kötü, günah sevap.. karışık. İlle de kötülere bakıp mutsuz olmak isteyen insan, suçu başka kimsede değil kendisinde aramalı. İnsan eğer bakmayı bilirse, en olumsuz şartlarda bile, içini rahatlatacak, belki de derdine teselli olacak neler neler görebilecek.

Bu konuyla ilgili, Zafer Yayınlarında çıkan ‘Akıl Öyküleri’ isimli kitapta çok anlamlı bir öykü anlatılır:

İkinci Dünya Savaşı sırasında Thelma Thompson isimli bayanın kocası, Kaliforniya’daki Mojave çölüne yakın bir askerî birlikte görev alır. Ona yakın olmak için o da bu beldeye taşınır. Fakat burası berbattır ve “Hayatımda bu kadar mutsuz olduğumu hiç hatırlamıyordum” dediği bu kötü yerden nefret eder.

Derken, kocasının Mojave çölünde manevraya çıkmasıyla, Thelma Thompson küçük bir evde tek başıma kalıverir. Sıcak tahammül edilemez bir derecededir ve tek tük kaktüslerin gölgesinde bile 52 dereceye kadar yükseliyordur.

Etrafında ise Meksikalılar ile Kızılderililerden başka kimse de yoktur. Üstelik onlar da İngilizce bilmiyorlardır. Mütemadiyen esen rüzgâr, yediği yemekleri, soluduğu havayı kumla doldurur.

O kadar mutsuzdur ki, dayanamayıp ailesine bir mektup yazar ve baba evine döneceğini haber verir. Bu hayata bir dakika daha tahammül edemeyeceğini, hapishanelerdeki hayatın bile bundan bin kat iyi olduğunu anlatıp dert yanar.

Fakat babası mektubuna iki satırla, evet, sadece iki satırla cevap verir. Bu öyle iki satırdır ki, Thelma Thompson onları ömrü boyunca unutamaz. Onun hayatını değiştiren iki satır şöyledir:

“İki adam hapishane parmaklıklarından dışarıya bakıyorlardı. Biri yerdeki çamurları, öteki gökteki yıldızları görüyordu.”

Thelma Thompson o iki satırı defalarca okur. Şimdi kendinden utanıyordur. Babasının bu kısa ama çok net uyarısı karşısında, hayatında iyi şeyler keşfetmeye, yıldızlara bakmaya alışmaya karar verir.

İlk olarak, yerli Kızılderililerle ahbaplık kurmaya çalışır. Onlar da bu çabasını boşa çıkarmazlar. Bilakis, yaptıkları dokumalar ve çanak çömleklerle ilgilenmesi üzerine, turistlere satmaya yanaşmadıkları en güzel parçalarını ona hediye ederler.

Daha sonra, kaktüslerin, yukaların ve diğer çöl bitkilerinin ayrı ayrı türlerini inceler. Bozkır hayvanlarını öğrenir, çölde güneşin batışını seyreder ve çöl kumlarının okyanusun dibi olduğu milyonlarca yıl öncesinden arta kalmış deniz kabuklarını arar.

Ve bu öyküsünü şu cümlelerle tamamlar:

“Bendeki bu büyük değişiklik neden ileri gelmişti? Mojave çölünden mi? Hayır, çöl daha önce ne idiyse, gene oydu. Kızılderililer de değişmemişlerdi. Değişen, bendim. Daha doğrusu, bakışımı değiştirmiştim. Böyle yaparken de, üzücü bir tecrübeyi hayatımın en heyecanlı bir macerası hâline getirmiştim. Bu heyecanın tesiriyle oturup bir de roman yazdım. Kendim için kendi ellerimle kurduğum hapishanenin dışarısına bakmış ve en sonunda yıldızları keşfetmiştim...”

Suat ÜNSAL

10.07.2008


Yazımız bereketli olsun

Sıcak hava dalgalarının yüzümüze vurduğu bir zamanı yaşıyoruz. Havalar sıcak; lâkin bu yaz sıcaklığında bizi ferahlatacak nimetler de gözlerimiz önünde arz-ı endâm ediyor… Rabbimiz öyle muntazam yaratmış ki her şeyi, bu mevsimde en çok ihtiyaç duyduğumuz meyveleri sunmuş biz kullarına. Ağaçlar, bal tadındaki nimetleri sarkıtıyor dallarından. Adeta alın, yiyin ve okuyun bu Samedânî mektupları diyorlar. Bu bal tadındaki nimetlerin bereketi için kanaat ve şükür elzem.

Kurak ve sıcak olarak biliriz yazı. Tamam sıcaktır. Ama duâmız her açıdan güzel, “kurak değil” bereketli bir yaz olması… Biz bu yaz bereketini iyi kullanırsak; bereketimiz de bereketlenebilir, inşaallah. Her insan, kendi meşgalesine göre bu yaz zamanını kıymetlendirebilir.

Yaz tatili deyince sanki “Ye, iç, eğlen, dinlen” ağırlıklı bir anlayış olabiliyor. Fakat tatil demek, her türlü aktiviteyi “tatil etmek” anlamına da gelmez. Bir kere okumak… Fikrî okumalar devam etmeli. Kimi yaylada, kimi tatil beldesinde okumaya devam edebilmeli. Tv’den uzak durmak bile bir artıdır. Zira Tv ile geçirilmiş bir zaman “boş zamanımızı boşlukla doldurmak” anlamına geliyor. Daha doğrusu boşaltmak... Tabiî fayda sağlayan yayınlar buna dahil değil. Sıla-i rahim, dost, akraba ziyaretlerinde bulunmak… Zamanımızı kıymetlendirmek bizim elimizde. Zamanımızın değerini düşürmek de bizim gayretimizle alâkalı. Bu sebeple zaman açısından bereketli olsun yazımız…

Yaz zamanı, tefekkürün olgunlaşma zamanı… Yaz mevsiminde de tefekkürümüzün en tatlı ve doyumsuz ânını yaşarız. Nasıl mı? Kış vakti ortalarda görünmeyen, bahar vaktinde çiçek hâllerine şahit olduğumuz nimetler, yaz mevsimiyle birlikte olgunlaşır, tatlanır. Kışın, baharın yaptığımız bu tefekkürleri, yaz vakti yiyebilmek nasip oluyor… Bunların tadına varmak da ayrı bir haz verir. Ve ayrı tefekkür seyahatlerine doğru götürür insanı.

Rabbimizin bize ihsan ettiği nimetler açısından da bereketli bir yaz olsun. Evet nimetlerin bol olması açısından ve nimetin devamının da yine gelmesi açısından da yazımız bereketli olsun.

Rızık açısından da bereketli olsun yaz mevsimi. Bu mevsim de gördüğümüz nimetlere hamd etmeliyiz ki bereketini görebilelim. Ya da elimizde ne varsa kanaat edelim ki bereketine erişebilelim. Meselâ bir kayısıyı yerken hemen atmayalım çekirdeği. Bakalım çekirdeğe ve hayal edelim. Bu çekirdek, gözümüzün önüne, vücut hanemize gelene kadar hangi merhalelerden geçmiş? Çetin kış şartlarından, güneşin nazenin ışığından geçerek gelmiş. Yaratıcıya ne kadar teşekkür etsek az... Bize iyilik eden bir dostumuza nasıl teşekkürü bir borç biliyorsak; Mün’im-i Hakiki’ye olan şükrümüze de daha bir ehemmiyet vermeliyiz. Ne çekirdeğin, ne de ağacın aklı var mı ki böyle bir şeyi düşünüp, sunsun insan eline (hâşâ)… Her şeyi idare eden, gören, bilen bir Yaratıcı, bize ne güzel nimetler sunuyor. Elhamdülillah…

Kalem erbabı için de bereketli olsun bu yaz mevsimi. Hep hayırlı ve güzel yazılar yazmak nasip olsun. Yazınız bereketli olsun. Bereket yani hayır getirsin anlamında. Yazınızın hayrını görün.

Yazımız bereketli olsun, mânevî açıdan… Zira üç ayları da karşıladığımız bu yaz mevsimi bu cihetten de bereketli olur inancındayım. Yaz rehaveti, bu mübarek üç ayların başlamasıyla tesirini daha bir kaybedecektir. Aynı zamanda enerjimiz de bol olsun ki ibadete, şevke, çalışmaya fütur gelmesin. Nice “kuraklıktan uzak, feyizli yazlara” ulaşalım, izn-i İlâhî ile. Yazın hayrını, bereketini görelim hep beraber, birlik içinde… (Âmin)

Fatma ALTUNER

10.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör