|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Buraya nasıl geldik? |
|
Anayasa Mahkemesinin 2’ye 9 oyla verdiği mâlûm kararın Türkiye’yi, siyaseti, yargıyı ve bizi getirdiği nokta belli. Peki, bu noktaya nasıl geldik? Yaşadığımız süreci, bu köşede çıkan yazılar üzerinden geriye dönük hatırlatmalarla gözden geçirmeye ne dersiniz?
***
Başörtüsü meselesini anayasa üzerinden çözme formülünün sıkıntılı ve sonuç getirmesi şüpheli bir girişim olduğu baştan belliydi. Rahmetli Özal’ın sonradan “En büyük hatalarımdan biriydi” itirafında bulunduğu “yasağı kanunla aşma” girişimi nasıl olayın bu noktalara gelmesinde önemli etkenlerden biri olduysa, aynı şeyi anayasa ile yapma düşüncesi de sorunu çözmez, aksine yeni sıkıntılara yol açar. (...) Bu itibarla, başörtüsü meselesine, iyice sarpa saran uçuk anayasa formülleriyle “çözüm” bulma girişiminden bir an önce vazgeçilmeli. (19.9.2007)
***
Yasağı evvelâ üniversitelerde kaldırmak, kademeli ve tedricî bir çözüm stratejisinin parçası olarak düşünülmüş olabilir belki. Ancak bunu, anayasaya özel bir madde koyarak yapmanın isabetli ve işe yarar bir sonuç getirmesi doğrusu son derece şüpheli. (...) Son günlerdeki hava yeni gerilimleri tetikleyerek, sorunu anayasayla çözme girişimini de, kalıcı çözümleri de yine tıkama riskini haber veriyor. (7.12.2007)
***
Giderek daha da hassaslaşan ve dolayısıyla her çeşit provokasyona daha da açık hale gelen bu konudaki yasak dayatmasını “karşı dayatma” olarak çarpıtılmaya müsait perakendeci yöntemlerle anayasa üzerinden çözme girişimi şu aşamada da isabetli görünmüyor. (8.12.2007)
***
Varsayım kabilinden de olsa siyasî simge iddiasının kabulüne kapıyı açan çıkışının hemen akabinde Erdoğan, sorunu gerginliğe yol açmadan anayasa ile çözeceklerini söylüyor. Başbakan bu dediğini, çoktandır sesi soluğu duyulmaz, varlığı ile yokluğu hissedilmez hale gelen muhalefeti tekrar uyandırıp teyakkuza geçirerek ve pusuda bekleyen devrim muhafızlarını yine kırmızı alarm pozisyonuna sevk ederek mi yapacak? (...) Bunun getireceği sıkıntıları önümüzdeki süreçte hep birlikte yaşayacağız. (17.1.2008)
***
Başbakan, kendi beyanlarına yönelik olarak Yargıtay Başsavcısı ile Danıştay Başkanlığının açıklamalarına tepki verirken sarf ettiği “Herkes yerini bilsin” sözünü ilk kez söylüyor değil. (...) Bu “had bildirme” polemiğinden geriye ne kaldığına bakıldığında ortaya çıkan manzarayı en güzel ifade edecek cevap şu oluyor: “Sıfıra sıfır, elde var sıfır...” (...) Bu kısır döngüyü kırmanın yolu ise nutuklardan değil, kurumları halkın vermediği yetkilerle donatan ihtilâl anayasasını tümüyle iptal edip, herkesin ve her kurumun yer ve konumunu demokratik hukuk ölçülerine göre tekrar belirlemekten geçiyor. (25.1.2008)
***
Yasağı koyup devam ettirenlerin dayanağı, anayasanın başlangıç kısmında ifadesini bulan; başörtüsünü Atatürkçülüğe, ilke ve inkılâplara, çağdaşlığa ve laikliğe aykırı gördüğü için yasaklayan zihniyet. Bu zihniyeti paylaşanların, ne zaman yasağı kaldırma girişimi gündeme gelse, anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden, laiklikten, devrim kanunlarından dem vurarak saf tutmalarının ardında bu gerçek yatıyor. Demokrasimizi, gelişmesinin önündeki en önemli takoz ve bariyeri oluşturan bu engeli aşacak olgunluğa eriştiremediğimiz sürece, başörtüsü yasağını anayasa üzerinden çözme girişimlerinin başarılı olma şansı yok. (...) Evvelce iki kez denenip sıkıntının bu boyutlara taşınmasını netice veren bir hatanın üçüncü kez tekrarlanması, problemin çok daha katmerli hale gelip tam bir kördüğüme dönüşmesini netice verebilir. Endişeliyiz. (30.1.2008)
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Düşmeyi görmek |
|
Çınarın gölgesinde duran lüks arabanın içinde arkadaşının gelmesini beklerken, anlamsız bakışlarla dışarıyı seyrediyordu… Karşıdan ağır ağır gelen küçük sandviç arabasına gözü takıldı, yaklaştıkça ilgisi arttı… Acıktığından değil, öndeki küçük tabelâda yazılan metindi dikkatini çeken; “Her güleni dost sanma, düş de gör.”
Yazılanı gördüğünde içinde bir kıvılcım kıpırdadı, kendini toparladı, bakışlarını adama yönlendirdi… Böylesi bir yazıyı arabaya astığına göre, bu gerçekle ilgili hayatında mühim bir hadise geçmişti… Geçip giderken yanından düşünceleri de dönmeye başladı; dost, gülümsemek, düşmek, görmek kavramlarını takibe başladı zihninde… Dostsuz dünya, gülümsemesiz hayat olmaz… Sahte sağlam, iyi kötü, gerçek yalan, doğru yanlış döngüsü arasında hep sağlam, iyi, gerçek, doğru olanlar denk gelmiyor, olumsuz olanlarla da karşılaşabiliyoruz… Sevgilinin sahtesi, düşmanın dost kılıklısıyla karşılaşmak; kolay kabullenilecek ve unutulacak bir hadise olmuyor, derin izler, acı yaralar bırakıyor iç âlemde…
Şuur altı sarsılıyor, okyanus dalgalanmalar yaşanıyor dip derinliklerde… Ümit gemisi su alıyor, duygu tayfaları tembelleşiyor, düşünce kaptanı dirayet dümenini çevirmekte zorlanıyor… Endişe dalgaları vurdukça vuruyor geminin gövdesine… Bir o yana, bir bu yana yatıyor batmamak için; endişe dalgalarında kaybolmak veya karamsarlık karasına oturmak her an mümkün… Eminlik denizi bitiyor, güvensizlik kaplıyor benliğin güvertesini…
Gülümseyenlerin gerçeği ve sahtesi bu zamanlarda yüzünü gösterir; sakin denizde, güçlü geminin müşterisi çoktur, biraz sallanıversin siz o zaman görün dostların samimîsini… Gemiyi ilk terk eden kemirici farelerdir, en son da kaptan… Küçük kayıklarla kurtarabildiğini kurtarır kaptan, son bir tanesiyle de kendini…
Endişe dalgalarına kapılıp ümitsizlikte boğulmak yok, yokun bittiği yerde yeni ufuklara kürek çekilir; umut adalarına, sakin koylara doğru yol alınır… Hayat durmuyor, akıyor gidiyor… Bilinmez, belki de yeni kıt'alar keşfedilecektir… Kim olmaz diyebilir, kaderin çizdiğini kim silebilir?
Sandviç arabasını süren kaptan belli ki gemisini kaybetmiş, umudunu değil… Umudu olmasaydı aksayan ayağına rağmen halen yürür müydü sokak aralarında? Şevk tekerleği dönmese, ilerlemiş yaşına aldırış etmeden adımlar mıydı tozlu yolları? Belli ki sakin bir koy, dertlerini dökeceği bir ada arıyor, belki de yeniden büyük denizlere açılacak yeni kıt'larla karşılaşacak… Hayat bu, varlığı da bir anlık, yokluğu da… “Var” “yok”la dönen döngüyü unutmamak ve unutturmamak için plâka belirginliğinde arabanın önünü bunun için yazmış olsa gerek…
Görenlerin yürek denizinde hikmet dalgalanma yapsın diye yazdı her halde… Kimi coşkun dersler çıkarır, kimi dalga geçer gider… Sandviç yemekten daha lezzetli, o ibretlik levhada yazılanları okumak… Lüks arabanın camından derin dersli küçük arabayı görmek daha büyük bir ufuk bakış, düşünenler, hissedenler için… Hevesinin akıntısına kapılanlar için ise hiçbir anlamı yok bu olup bitenlerin, onlar için anlık zevkler var, sahte sevgililerin peşinde koşmak, samimiyetsiz dostlarla eğlenmek var… “Yok”u bilmiyor daha, ama az sonra görecekler.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Geçen hafta Mısır gerçekleriyle ilgili yazılar yazmaya başlamıştım. Bu yazılarıma yer yer devam edeceğim. Bu hafta olduğu gibi bazı Mısır gerçeklerini biraz geniş anlamda ele almak istiyorum. Bunlardan biri de eğitim.
Mısır’da üniversiteye girebilmek için lise sonunda Sanavya Amma (Thanawya Amma) denilen, bir nev'î lise bitirme sınavı gibi bir sınava girmek gerekiyor. Türkiye’deki gibi sayısal, sözel bölümler olmadığı gibi, üniversite sınavı da yok. Fakat bu Thanawya Amma sistemi öğrencileri tamamen ezberciliğe sevk ettiği için, çok avantajlı değil. Thanawya Amma haricinde de lise, ortaokul, ilkokul eğitimlerinde üniversite gibi sadece final sistemi uygulanıyor. Bu yüzden Mısır genelinde ilkokuldan üniversiteye kadar bütün sınavlar Aralık ve Haziran ayı civarında gerçekleştiriliyor. Bu da ezberciliği daha da kuvvetlendiriyor ve öğrencileri lise bitirme sınavına aynı mantıkla hazırlıyor.
Öğrenciler, benim lise bitirme sınavı dediğim bu sınavdan aldıkları nota göre üniversiteye yerleştiriliyorlar. Fakat belli bir alana yoğunlaşmadıkları için, bir öğrenci Tıp Fakültesi ve Türk Dili Edebiyatını ya da Psikolojiyi tercihlerinde beraber yapabiliyor. Bu da beraberinde aynı bölümde okuyan, ama ilgi alanları tamamen farklı öğrenciler getiriyor. Devlet bütün öğrencilerin üniversitede okumasını sağlıyor, bu da bizdeki gibi birkaç kere ÖSS’ye girme durumunu ortadan kaldırıyor. Başvuran bütün öğrenciler, asıl istedikleri bölümden tamamen alâkasız olsa da üniversiteye alınıyorlar. Eğer lisenin bittiği yıl ile üniversiteye başlanılacak zaman arasında birkaç yıl fark varsa, üniversiteye başlamak için geç kalınan her yıl için belli bir ceza ödemek gerekiyor. Ben altı yıl ara vermiş olduğum için bu cezayı fazlasıyla ödemek zorunda kalmıştım. Durum böyle olunca, asıl istedikleri bölümde okumayan, ama yine de herhangi bir üniversitede okuma şansı elde etmiş olan gençler sınıf geçmek için farklı yöntemlere başvuruyorlar. Bunlardan biri de burada yaşayan bütün yabancılara oldukça ters gelen özel ders metodu.
Özellikle devam mecburiyeti olmayan bölümlerde öğrenciler hiçbir derse gitmiyor ve bunun yerine Türkiye’deki dershane sistemine benzeyen yerlerde özel ders alıyorlar. Okula gitmeyip özel derse gitmek insana biraz enteresan geliyor. Neden okula gitmek varken, özel derse gidip fazladan masraf yapıldığını anlamak oldukça zor. Fakat özel ders hocaları aynen ortaokul ve lisedeki alışılmış ezber sistemini uygulayarak ders verdikleri ve özellikle ana dilden farklı dilde eğitim veren bölümlerin derslerini, üniversite hocalarından farklı olmak üzere, Arapça verdikleri için, öğrenciler tarafından tercih ediliyorlar. Üniversite hocaları yerine haksız yere yüklü miktarda para kazanan ve kimileri ders verdikleri bölümden bile mezun olmayan bu özel ders hocalarının ve özel ders sisteminin bütün eğitim sistemine vurduğu darbe ancak mezuniyetten sonra ortaya çıkıyor. Hemen hemen bütün gençliğin üniversiteye gittiği Mısır’da da iş bulmak kolay değil. Bu yüzden bir kafede garson bir mühendis, mağazada satış görevlisi bir hukukçu, ya da taksi şoförü bir dış ticaret uzmanı görmek hiç de zor değil. Bütün bunların sebebi de özel dersler. Özel ders almayıp, okula düzenli şekilde devam eden bir öğrenci, gayet başarılı olan eğitim sistemi ve hocaların da yönlendirmesiyle kendisini geliştirip, analitik düşünce yeteneğini güçlendirip, boş zaman kalanlarında da ihtisas kurslarına gidiyorsa, diğer mezunlardan farklı bir statüde oluyor. Böyle olunca da istediği alanda iş bulması oldukça kolay oluyor.
Bütün bunların yanı sıra, Mısır’da saç, sakal, etek, ceket, gömlek, pantolon, başörtüsü, peruk gibi konularda çağın şartlarından uzak yasaklar yok. Herkes, hangi dine mensup olursa olsun istediği gibi üniversiteye girebiliyor. Okuldaki ilk günüm, bu yüzden benim için çok anlamlıydı. Öğrenilenler ve alışılanlarla pekişmiş olan zihnim, okulun ilk günü okul kapısının önünde içeri girip girmemek konusunda çok tereddüt etti. Acaba gerçekten girebilecek miydim, yoksa bunların hepsi birer hayalden mi ibaretti? Okula girsem acaba derste nasıl bir tepki görecektim? Herkes bana bakacak mıydı? Tek başörtülü ben mi olacaktım?
Bunların hiçbiri olmadı. Ben yeniden dünyaya gelmiş gibi özgür ve mutlu oldum. İnsanlar yeniden sadece beynimin içiyle ilgilenmeye başladılar. İlkokula başlamış bir çocuğun heyecanıyla derslerime sarıldım, yılmadan okula gittim. Neden burada olduğuma dair bütün sorulara ve verdiğim cevaplar üzerine sorulan yeni sorulara yılmadan, mantıklı cevaplar vermek zorunda kaldım. Başka vatanlarda özgürce öğrenci olup, yaşadığı yerde mutlu olan her gurbetçi gibi ülkemi uzaktan sevmeyi öğrendim. Ne de olsa bir gün, kadın-kadın eşitliğinin de en az kadın-erkek eşitliği kadar önemli olduğunu ve kadın-erkek eşitliğinde bahsedilen kadınların tek tip kadınlar değil, toplumun her kesimine ait ve her türlü alt yapıdan gelen kadınlar olduğunu anlayacak ve sadece kendi hakkını değil, bütün kadınların hakkını savunacak kadınlar da yetişecek.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Bu da gelir bu da geçer ağlama!... |
|
Nedendir bilmem bu türküyü çok severim. Erzincan Tercanlı Aşık Dâimî’nin (İsmail Aydın) türküsüdür bu. Yani dolu dolu Anadolulu bir ozanın. Yani insanının derdiyle dertlenen, üzüntüsüyle üzülen, sevinciyle sevinen, ümitsizliğine ümit aşılayan, umut katan bu toprakların insanının türküsü. Bu türküyü her söylediğimde ya da dinlediğimde içindeki sıkıntılara karşı sabır tavsiye eden, umutsuzluklara karşı ümit veren yani bestesinin güzelliğinin de önünde gelir benim için.
Yine neden aklıma geldi nereden gönlüme düştü derseniz, cevabı geçen haftada. Milyonların kalbini burkan, “bu kadar da olmaz” dedirten o “ karar” var ya. Hani 9’a 2 mi alınmıştı ne. “ Ne olacak bu işin sonu?’’ diye yüz binlerce insanımızı kara kara düşündürten yüksek bir mahkemenin kararından bahsediyorum. 1991 yılında birinci sınıfını okurken Hukuk Fakültesinin, idealimdeki yerdeyim diye mutluydum. İnsan hakları, hukuk, adalet ne güzel de geliyordu kulağıma. İtiraf edeyim okul bitip de mesleğe başlayınca hukukta, 2+2’nin matematikteki gibi her zaman 4 etmediğini anlamıştım. Yasanın 4 dediği şeyin hukuksal yorumlarla bazen 3 bazen 5 bazen de nasıl oluyorsa 4 olabildiğini görüyorum. Örneklere girersem türküden uzaklaşacağım korkarım.
Evet ne diyordum, hakim olup insanı üzecek kararlar vermek yerine Aşık Daimi gibi türküsüyle sazıyla moral vermek daha iyidir sanırım. Yıllar öncede yine bu başörtüsü yaramız kanatılınca radyoda program yaparken yine Aşık Daimi’ye kulak vermiştim. Bir annenin, bir babanın ciğerpâresi olan kızına söylemiş gibi dinlemiş ve dinleyelim demiştim. Diyor ki Aşık Daimi ;
‘’Ne ağlarsın benim zülfü siyahım / Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Göklere erişti figânım âhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Bir gülün çevresi dikendir hardır / Bülbül har elinde ah ile zardır.
Ne olsa da kışın sonu bahardır / Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Daimi’yem her can ermez bu sırra / Gerçek âşık olan erer o nûra.
Yusuf sabır ile vardı Mısır’a / Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Bizim Peygamberimiz (asm) ümit peygamberidir. İnanan insanlara, bir Müslümana, ümitsizlik umutsuzluk elbette yakışmaz. Kışın sonu bahar olduğu gibi, her gecenin bir de sabahı yok mudur? Hem boşuna mı diyor bir söz sultanı “Birgün olur elbette doğar şems_i hakikat / Hiç böyle müebbet mi kalır zulmet_i alem!...”
Gazel ve kader
GAZEL Türk Müziğinin içinde yer alan söylenişi, muhtevası ile özel şekillerden biridir. Dinî müziğimizdeki kasideye benzer tarz olarak. Hafız Yaşar, Hafız Kemal, Hafız Burhan’ın okuduğu nefis gazellerin kaydını hâlâ piyasada bulabilirsiniz. Şimdi bir gazelin aynı zamanda kaderin tecellisine nasıl ayna olabileceğine dair hatırayı paylaşalım.
Mustafa Kemal her ne kadar Türk Müziği’ne mesafeli durursa da şarkıların yanı sıra gazel dinlemekten de geri kalamaz. Özellikle de Hafız Yaşar’ın sesinden. Mustafa Kemal’in en sevdiği hem de okuduğu gazellerden biri enteresandır:
’’Ya Rab ! Ne eksilir deryayı izzetinden
Peymane_i vücuda zehrap katmasaydın’’
Yani
“Ya Rab ne eksilirdi senin ululuk denizinden
Vücut kadehine zehirli acı suları doldurmasaydın. ’’
Müzik alanındaki araştırmaları ile tanınan Cemal Ünlü şu tesbitte bulunur:
“Atatürk hastalanır ve karnı su toplar. Doktorlar acılardan kurtulması için şırıngalarla suyu çekmek zorunda kalırlar. Yıllar önce söylenen bu gazel Atatürk’ün yaşamında gerçek bir alın yazısına dönüşmüştür.”
Gönülden Dile...
“ Demek İslâm’ın ancak nâmı kalmış Müslümanlarda
Bu yüzdenmiş demek, hüsranı millî son zamanlarda!... ’’
Mehmet Akif Ersoy
Biliyor muydunuz?
MÛSİKÎMİZDE Tarih boyunca icad edilmiş 600’e yakın makam ve bu makamlarda da 40 bin civarında parça bestelenmiştir. En az bir beste örneği ile günümüze ulaşabilen makamlar 300 civarında, bugün kullandıklarımız ise 70_80 kadardır. Halen radyo ve televizyonlarda kullanılan toplam beste sayısı ise 4 bin civarındadır. İşte bazı makam adları: Nihavend, Uşşak, Hüseyni, Saba Muhayyer kürdi, Rast, Hicaz, Rahatülervah, Ferahfeza, Ferahnak…”
10.06.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Şaban DÖĞEN |
Türkiye'nin ilerleme hakkı yok |
|
Başkalarının Türkiye’nin ilerlemesini istememelerini anlamak zor değil, ama kendimiz istemezsek anlamak ve anlatmak çok zor.
Özellikle son gelişmelere baktığımızda birilerinin “Türkiye’nin ilerlemeye, yükselmeye hakkı yok” dediklerini duyar gibi oluyor insan. Bunu dışımızdakiler, düşmanlarımız değil, biz istiyoruz.
Gelişmiş, kalkınmış modern ülkelere bir bakın, nasıl bu noktalara gelmişler? “Plânlı, programlı, sistemli, olağanüstü denilebilecek bir çalışmayla” diyeceksiniz.
Doğru. Ama bunlara temel olabilecek diğer bir önemli nokta daha var. O da demokrasiyle; insan hak ve özgürlüklerine saygı ve onları karşılamakla.
Kalkınmış ülkelerin hak ve özgürlüklerle ilgili bir problemleri yok. Onun için de ülkelerinin daha ilerlere nasıl gideceğinin plan ve programlarını yapıyorlar.
Hiçbir kanun, insanın aklına, fikrine, kalbine, inancına, kılık ve kıyafetine ölçü ve sınır koyamaz. Demokrasiler bunları sağlamakla kalmaz, saygılı da olur.
Yıllardır bu ülkede insanlar düşünce ve inanç hürriyetini kullanma noktasında sıkıntı çeker. Demokratik ülkelerde devlet vatandaşının her türlü hak ve özgürlüklerinin teminatı olduğu halde bizim devlet nev-î şahsına münhasır hâliyle bir türlü demokratik ülkelere ayak uyduramaz, uydurma arzusu içerisine de girmez.
Her demokratik ülkede devlet millet içindir. Devlet milletin hizmetindedir. Biz de ise millet devlet içindir. Devlet millete değil, millet devlete hizmet için vardır.
İşte yanlışlık burada. Onun için de inancı gereği başlarını örten çocuklarımız bir türlü hürriyetlerini kullanamazlar. Suç inanç gereği örtünmek değil, inancı gereği örtünenlere bu hakkı çok görmektir. Bu ne zamana kadar böyle devam edecek?
Kanunsuz bir yasaktır bu. İktidar partisi bir muhalefet partisiyle birlikte (çoğunlukla) bir kanun hazırlar, öğrencilerin bu hakkı kullanmalarını sağlamaya çalışır, fakat bu kanun da Anayasa Mahkemesi tarafından bozulur. Sırf bir partiye muhalefet olsun diye öğrenme aşkıyla yanıp kavrulan çocukların haklarını kurban etmeye hakkımız var mı? Yıllardır içleri kan ağlayan yavrularımız bu haklarını nasıl ve ne zaman kullanacaklar?
Kanunsuz yasağı uygulamak suç değil mi? Eğer yapılan kanun bir hakkın verilmesiyle ilgili ise bunun iptalini izah etmek mümkün mü?
Anlaşılan Türkiye modern dünyanın kabullenegeldiği insan hak ve özgürlüklerine lâyık görülmüyor.
Demek her şeyin yerli yerine oturması, tam demokrasi için çok fırın ekmek yememiz gerekiyor.
Millet lütuf değil, hakkını istiyor! Bu hakkı çok görenlerin hakkı ise utanmak olacak.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Taha Akyol: “Bediüzzaman çağımızın Gazalisi'dir!” |
|
Prof. Dr. Şerif Mardin’in, “Cumhuriyetçi ideoloji, bizde ‘iyi, doğru, güzel’ konularında derinlikli felsefeler üretemedi, ‘kuru’ kaldı, o yüzden öğretmen imama yenildi” tesbiti üzerine Taha Akyol; aynı konuyu Prof. Nilüfer Göle’ye sorduğunu; onun, “Ama imamın kızı öğretmen olmak istiyor, bütün tartışma da buradan çıkıyor!” dediğini, öte yandan Nuray Mert’in ise “Kemalizmden bir Kant çıkmadı ama İslâmcılarda da bir Gazali yoktu zaten!” diye yazdığını nakletmiş.1
Sayın Akyol’un ihmali, Göle ve Mert’in İslâm konularındaki bilgisizliği, aydınımızın içinde bulunduğu içler acısı durumu ortaya koyuyor. Akyol, 1992 yılında kendisiyle yaptığımız mülâkatta, Bediüzzaman Said Nursî’nin çağımızın Gazalisi olduğunu söylemişti. Bunu hatırlatabilir ve programlarına taşıyabilir. Anlaşılan aydınımız, cumhuriyet ideolojisinin zihinlere vurduğu zinciri kırıp, ilmî cesareti gösteremediğinden Bediüzzaman’ı araştıramıyor ve gündeme taşıyamıyor. Eğer Kemalizm veya Atatürkçülük ideolojisinin hegemonyasından zihinlerini halâs etseler, meselelere daha objektif bakarak, rahatlıkla ifade edebilecekler. Tıpkı, Prof. Şerif Mardin’in, “Neden Türkiye’de değil, ABD’de yaşıyorsunuz?” şeklindeki soruya, “Orada istediğim gibi fikirlerimi açıklıyorum, burada konuşamıyorum!” meâlinde verdiği cevap gibi.
Bediüzzaman Said Nursî’nin asrımızın Gazalisi, Mevlânâsı olduğunu gösteren yüzlerce delil ve beyânât vardır. En başta kendi hayat tarihçesi buna şahittir. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Üstadın ilmine hayran olduğunu, kendilerinin tahsil ettiği ilimle Üstadın ilminin mukayese edilemeyeceğini, ilminin ucu bucağı olmadığını söyler.2
Merhum Ali Ulvi Kurucu ise, “Bediüzzaman, kudretli bir ıslâhatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) ve bir nadire-i fıtrattır” der.
Brezilyalı Pskiyatrist Cecilya, “Psiko-somatik ve toplumsal bütün hastalıklarımıza Bediüzzaman’dan çareler, ilâçlar, reçeteler bulabiliriz” der.
Sosyolog Prof. Şerif Mardin de, “Çapını ihata edemediğimiz zirvelerde bir dehadır!” der.
Alay müftüsü Osman Nuri Efendi ise, “Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idâre eder”3 demiştir.
Bediüzzaman, modern ilimlerle mânevî ilimleri harmanlayarak başta Müslüman olarak ferdin, âilenin, toplumun; Hıristiyan âlemi ve insanlığın bütün hastalıklarını teşhis ederek aklî, mantıkî, ilmî çareler üretmiş dünya çapında bir mütefekkirdir.
Bu ve benzeri tesbitler; Bediüzzaman’ın, zamanımızın ilimde “rasih”, yâni “derinlik sahibi” Kur’ân ve hadis otoritesi büyük bir müfessir, bir İslâm mütefekkiri olduğunu gösterir. Ki, Şarkiyatçı, Mevlânâ hayranı ve İslâm dostu Annemarie Schimmel’e “Said Nursî’nin eserleri birer harika. Avrupa’yı aydınlatacaktır. O çağın Mevlânâ’sı ve müceddididir” sözünü söylettirmiştir.
İlâhiyatçılar dahil, fen ve sosyal ilimlerde de ihtisas sahibi pek çok ilim adamı tarafından tasdik edilen bu gerçeğe; onun mücâdelelerle dolu çilekeş zîhayatının mahsûlü olan Risâle-i Nûr Külliyatı da delildir.
Aydınımıza—özellikle İlahiyatçılara—çağrımız şu: Genel kültür adına Marks’ı, August Comte’u, Kant’ı, Hegel’i ve sair felsefecileri okuyorsunuz. İslâm esaslarını ispat ile izah eden; ferd, aile, toplum ve İslâm ve insanlık âleminin problemlerine çözümler üreten; Kur’ân’la, din ile barışık olmayan Batı felsefelerini çürütüp yerle bir eden, çağımızın Mevlânâsı ve Gazalisi Bediüzzaman Said Nursî’yi, genel kültür adına da olsa okumamız gerekmez mi?
Dipnotlar:
1- Taha Akyol, Milliyet, 9 Haziran 2008.; 2-Şahiner, Aydınlar Konuşuyor, s. 303.; 3- Age.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İmanda doğru olmak |
|
Adana’dan okuyucumuz: “İman ile hayatımız nasıl bütünlük kazanacak? Kabre imanla girmeyi nasıl sağlayabiliriz?”
Süfyan İbnu Abdullah es-Sakafî (ra) anlatıyor: “Dedim ki: Ey Allah’ın Resûlü, bana İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka hiç kimseye İslâm’dan sormaya ihtiyaç bırakmasın”
Resûlullah Efendimiz (asm) şu cevabı verdi:
“Allah’a îmân ettim de; ve sonra dosdoğru ol”1
İşte bütün mesele bu: “‘Allah’a iman ettim’ demek; sonra dosdoğru olmak!”
Dosdoğru olanlar, yapmakla yükümlü oldukları emirleri kavramakta gecikmezler. Doğruluk, bu kimselerin rehberleri olur. Kalplerinde önce imanla doğruluk bütünleşmiştir.
Fakat şeytan başımızdadır; görevini yapacaktır; bizi dosdoğru çizgimizden saptırmak, istikametimizi bozdurmak, ayağımızı kaydırmak, bizi sırat-ı müstakîmden alıkoymak ve bizi Allah’ın rızasının uzağına atmak için var gücüyle, ama var gücüyle şeytan çalışıyor. Kur’ân’ın en öncelikli uyarısı da, şeytana aldanmamak hakkındadır nitekim. Kur’ân o kadar nettir ki bu konuda; şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Size ‘Şeytana tapmayın! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır’ demedim mi? Ve ‘Bana ibadet ediniz. Doğru yol budur!’ demedim mi? Şeytan sizden pek çok toplulukları kandırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”2 İmandan sonra amel-i salihte muvaffak olmak, mü’minin hayatında önemli bir yükümlülüktür. Amel-i sâlihi yaşamak, esasen dosdoğru olmak demektir. Çünkü amel-i sâlih esaslarını belirleyen, imanla bağlandığımız Rabbimizden başkası değildir. Öyleyse içimizdeki doğruluk bizi Allah’ın emirlerine uymaya, yasaklarından kaçınmaya, yani amel-i salihi uygulamaya götürür. Amel-i salihi yaşamak, Cennete girmek kadar lezzetlidir. Çünkü her amel-i salih birer Cennet amelidir.
Peki, amel-i salihe aykırı davranışlarımız olmaz mı? Kendimizi günahsız mı bilmeliyiz? Hayır! Çünkü beşeriz ve insanız. Kendimizi günahsız bilemeyiz. Esasen kendini günahsız bilmek, ciddî bir yanılmadır. Fakat günahlarımız karşısında Allah’ın Ğafûr, Gaffar, Tevvâb, Afüvv, Settâr olduğunu aklımızdan çıkarmamalı; günahlarımızdan muhakkak pişmanlık duymayı ve muhakkak Allah’a sığınmayı ihmal etmemeliyiz.
Bir hadislerinde “Lâ ilâhe illallah diyen Cennete girer”3 buyuran Peygamber Efendimiz (asm), bir diğer hadislerinde “İmanınızı lâ ilâhe illallah sözüyle tazeleyiniz”4 buyurmuştur. Demek ömrümüz oldukça imanımızı her an tazelemek ve taze tutmak önemli bir yükümlülük hâlini alıyor. Yaşadığımız sürece imanı her an tazelemenin ve taze tutmanın gerekçesini açıklayan Bedîüzzaman Hazretleri; insanın her âleminin her yeni zaman biriminde değiştiğini, değişen her âlemde imanını taze tutmasının vazgeçilmez bir aktivite olduğunu, çünkü insanın her an farklı olaylarla yüz yüze bulunduğunu ve farklı olaylara farklı tepkiler verdiğini ve farklı tecellilere farklı duygularla yaklaştığını, bu farklı tepkilerin imanı zedelememesi için “her farklı anda” imanın yaşanması gerektiğini, bunun için de her farklı anda inanarak “lâ ilâhe illallah” demenin bir zaruret halini aldığını bildirmiştir. Üstad Saîd Nursî’ye göre, nitekim insan her yıl, hatta her gün, hatta her saat farklı birer fert sayılmaktadır. Yani insanın hem şahsı, hem âlemi her yıl, her gün, her saat değişmekte ve yenilenmektedir. Öyleyse insan her değişen yeni âleminde imanını da yenilemeye muhtaç ve mecbur bulunmaktadır.5
İmanımızı tahkikî derecede kazanmak hedefimiz olmalı. Kabre imanla girmek böylece kolaylaşmış olur. Bunun yolu asrımızda Risâle-i Nur’dan geçiyor. Risâle-i Nur okumak Allah’ın izniyle iman-ı tahkikîyi kazandırıyor. İman-ı tahkikî doğrudan amele yansıyor, amel-i salih olarak ortaya çıkıyor ve insanı takva sahibi kılıyor. Bu da bizim eşsiz Cennet lezzetini dünyada tatmamız demektir.
İman, ömrün sonuna kadar amel-i salih olarak davranışlarımızı disipline eder; amel-i sâlih de imanımızı arttırır ve inkişaf verir. Yani imanla amel-i salih ömrün sonuna kadar birbirini besler ve takviye eder. Bu süreçte iken gelen Azrail (as) ise, insanın ruhunu inşallah imanla teslim alır.
Bedîüzzaman Hazretleri, Allah’a iman içerisinde bir an yaşamanın, imansız binler sene yaşamaya bedel olduğunu, bir an Allah’ın rızası dairesinde bulunmanın, hadsiz varlık nurlarını kazandıracağını muhtelif Risâlelerde vurgular.6 Peygamber Efendimiz’in (asm), “Kim ki son sözü lâ ilâhe illallah olursa Cennete girer” hadisinin tefsiri mahiyetinde bir iman müjdesidir bu. Yani esas olan Allah’a imanın farkında olmak, şuurunda bulunmak, Allah korkusunu dem ve damarlarımıza kadar yaşamaktır. Esas olan ömrümüz kaldıkça bu imanda sadık kalmak ve son nefesimizi Allah’a iman içerinde teslim etmektir.
Dipnotlar:
1- Müslim, İman 62, (38); 2- Yâsîn Sûresi, 36/60, 61, 62; 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 416; 4- et-Terhib ve’t-Terğib, 2/415; 5- Mektûbât, s. 319; 6- Mektûbât, s. 280; Lem’alar, s. 256
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Birkaç hatırlatma |
|
Aşağıda sunacağımız farklı kişilere ait hatırlatmaları, esasında birer ihtar, yahut ikaz şeklinde de değerlendirmek mümkün.
İşte, dünkü Zaman gazetesinin manşet haberine konu olan Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi Hannes Swoboda'nın sözü: "Halkın oylarının yok sayıldığı bir ülke, AB üyesi olamaz."
Evet, Anayasa Mahkemesinin almış olduğu son kararı değerlendiren AP üyesi, nihaî kanaatini işte bu sözlerle ifade ederek, kendince ciddî uyarıda bulunuyor: "Böyle yaparsanız, AB üyesi olamazsınız."
Sosyalist Swoboda doğru söylüyor. Ayrıca, onun bu hatırlatması da yerinde.
Ancak, bu ecnebi diplomatın bilemediği, yahut hesaba katmadığı önemli bir nokta var. O da şudur: Halkın iradesini yok sayan ve Meclis'in kararlarını geçersiz kılmaya çalışan zihniyet, zaten Türkiye'nin AB üyesi olmasını istemiyor. Belki ve muhtemelen, üyelik sürecini çıkmaza sokmak için, kural–kànun dışı tutum ve davranışları kasten sergiliyor.
En büyük risk: Pazarlık
Dikkate değer gördüğümüz bir başka hatırlatma, Dr. Nevzat Tarhan'a ait.
Yaşanan anafordan çıkış yolu için tekliflerde bulunan Tarhan, "haber7.com"daki "Askeri rejim görünür hale geldi" başlıklı köşe yazısının sonlarında, çok önemli bir ihtarda bulunuyor ve aynen şunları söylüyor:
"Darbe hukukunu değiştirmekten başka çaremiz yoktur. Demokrasi rolü oynayanların gerçek yüzlerini görmeye başladık.
"Hükümet için en büyük risk, riski göze almamak ve pazarlık yapmaktır. Bizden söylemesi…"
Güç ve iktidar dengesi
Bu arada, "mâlumu ilâm" kabilinden de olsa, Sabah gazetesi yazarı Engin Ardıç'tan çarpıcı bir tesbit aktararak, SP Genel Başkan Yardımcasa Şevket Kazan'ın hatırlatmalarına geçelim.
Ardıç, 7 Haziran 2008 tarihli köşe yazısında şu önemli tesbitini aktarıyor:
"Türkiye'de halk ne kendi kaderini eline alabilecek kadar güçlü, ne de pes edecek kadar güçsüz.
"Bürokrasi de, ne tam teslim olacak kadar zayıf, ne vurup bitirecek kadar sağlam."
Kazan: Böldüler, bölünecekler
Barem dergisine parti kapatmaları ve AKP’yle ilgili muhtemel gelişmeleri değerlendiren SP'li Şevket Kazan, Millî Görüş kökenli eski siyaset arkadaşları hakkında şunları söylüyor: "AKP’nin kapatılması durumunda, bu parti 'Gülcüler ve Tayipçiler' şeklinde ikiye bölünecek.. Ne diyelim, 'Eden bulur.' Bunlar ettiler; ettiklerini bulacak, ektiklerini biçecekler. Bunlar, Türkiye’nin ümidi olan bir partiyi, Türkiye’yi İslâm dünyasının eteğine tutunacak bir Türkiye olmasını sağlayacak bir girişime en büyük darbeyi indirdiler. 'Yeni oluşum'u onun için yaptılar. Bizi böldüler; elbette bölünecekler.”
* * *
Önemli gördüğümüz bazı hatırlatmaları, şimdilik yorum katmadan sizlere aktarmakla yetiniyoruz.
Tarihin yorumu = 10 Haziran 1829
Tuna kıyısında Silistre Müdafaası
Halkın dilinde destanlaşan ve meşhûr Namık Kemâl'in "Vatan Yahut Silistre" isimli piyesine de konu olan Silistre Müdfaası, büyük bir zaferle kazanıldı. Küçük bir Osmanlı birliği, 40 bin kişilik koca Rus ordusunu darmadağın etti.
Silistre, bu tarihlerde Tuna Nehri kıyısında küçük bir Osmanlı kasabasıdır. Kırım meselesi yüzünden 1828–29 yıllarında tekrarlanan Kırım Harbi, Rumeli Cephesinde de bütün şiddetiyle devam ediyor.
Rusya, harbin sonlarına doğru Romanya'nın neredeyse tamamını almış durumda. Sıra aynı bölgede bulunan Silistre Kalesi ve kasabasına gelmiştir.
Burayı ise, 8–10 bin kişilik bir Osmanlı birliği korumaya çalışıyor. Başlangıçta 30 bin, ilerleyen günlerde ise 40 bini de aşan bir Rus ordusu, Silistre'yi kuşatmaya başladı.
Kuşatma yetmiş gün sürdü. Bu zaman zarfında, Rus topçularının saldırısıyla, kalenin yıkılmayan burcu kalmadı. Osmanlı zayiatı had safhada olmasına rağmen, direniş devam ediyordu. Ordu, aç kalma pahasına teslim olmuyordu. Üstelik, fırsat buldukça karşı saldırıya geçiyordu.
10 Haziran 1829'a gelindiğinde ise, artık yolun sonuna gelindiğine ve Gazi Musa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin teslim olacağına inanılıyordu.
Ancak, durum tam tersi oldu. Birkaç bin kişilik Osmanlı birliği, komutanlarının emri altında "Ya ölüm, ya zafer" kararlılığıyla Ruslara karşı şiddetli bir saldırı harekâtını başlattı.
Ruslar, bu beklenmedik çıkış karşısında şaşkına döndüler. Aynı zamanda korkuya kapıldılar. Arkada büyük bir kuvvetin geldiğine inandılar. Bu sebeple paniğe kapılarak, bozgun halinde geriye çekildiler.
Harp esnasında, en baştakiler dahil olmak üzere, Rus komutanlarından çoğunun yaralı halde canlarını zor kurtarabildiklerini hatırlatmakta fayda var.
Sekiz bin kişilik Nizam–ı Cedit askerinin kırk bin kişilik Rus kuvvetlerini mağlup etmesi, tarihe şahlı bir destan olarak geçti.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Düz’lüğe nasıl çıkarız? |
|
Yapılan yorumlar, Anayasa Mahkemesinin aldığı son kararla; Türkiye’nin hukukî bir çıkmaza sürüklendiği noktasında birleşiyor. Öte yandan içeride ve dışarıda ‘uzman’larca yapılan değerlendirmelerde ise, içine sürüklendiğimiz krizden, ancak ‘yeni bir anayasa’ ile çıkmanın mümkün olduğuna işaret ediliyor.
“Çözüm için özgürlükçü anayasa şart” diyenlerden biri de Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu. Şöyle demiş: “Zor ama her kesimin katılımı şart. Bizim geniş bir tartışmadan geçen anayasaya ihtiyacımız var. 1924 Anayasası en kabul görendir. (...) 1961 ise CHP ve askerin anayasasıydı. (...) 1982 Anayasası ise doğrudan askerindi. (...) Hiç kimse benimsemiyor, bütün partiler değiştirmek istiyor. Ki onlarca defa değiştirdik ama yine de hazmedememiş durumdayız.” (Sabah, 9 Haziran 2008)
1924 Anayasasının ‘en kabul gören’ olduğu noktasındaki tesbit dikkat çekici. Acaba bu ‘kabul’un sebebi neydi? Sınırlı sayıdaki ‘uzman’ dışında bu gerçekleri, bu ‘bilgi’leri bilen var mı? Bu bilgiler milletten niçin gizlenir?
1960’ı bir yana bırakalım; 1982 Anayasasını savunanlar, ‘yüksek oy oranıyla kabul edildiği’ni ileri sürerler. Doğrudur, halk oyuna sunulan 1982 Anayasası yüksek oy oranıyla kabul edildi, ama bu işler ‘zorla’ millete dayatıldı. Pek çok kandırmacanın dışında, ‘ya kabul edersiniz, ya da kabul edersiniz’ telkini yapıldı. Anayasanın ‘aleyhinde’ konuşmak, beyanat vermek, açıklama yapmak kökten yasaktı. Öyle ki, ‘hayır’ oyunun rengi olan ‘mavi’den bahsetmek bile yasaktı! Nitekim, pek çok başka yayın organı yanında, anayasayı tahlil eden bir ‘ek’ verdiği için Köprü Dergisi ihtilâl yönetimi tarafından kapatılmış, ilgili ‘ek’ için toplatılma kararı alınmıştı! Bu şartlarda oylanan bir anayasa için ‘Millet kabul etti’ demek, eşyanın tabiatına aykırı olur.
Gelinen noktada, çare ve çözüm olarak ‘Yeni, sivil, âdil, milletle barışık, milletin sahipleneceği bir anayasa yapmak gerekir’ deniliyor; ama bunun da kolay olmadığı ortada. Hele bu şartlarda, ‘denge’lerin ittifak edeceği bir anayasa yapmak, ateşten gömlek giymekten daha zor. Her kelime ve her cümlede ‘art niyet’ arayanlarla bir noktaya varmak mümkün mü? Çözümsüzlük sokağına sürüklendiğimiz ve çarenin de yeni bir anayasa olduğu doğru, ancak çözüm kolay görünmüyor.
Çözümsüz görülen hadiseler de zamanla çözülür. Bugün için ihtimal verilmeyen şartlar meydana gelir ve bir yol bulunur. İlânihaye çözümsüzlükle devam edilemeyeceğine göre bu ‘düğüm’ de bir şekilde çözülecek. Umalım ki bu çözüm, milletimize pahalıya mal olmasın.
Tabiî ki her hadisede olduğu gibi bu hadiselerde de işin ‘kader yönü’nü unutmamak lâzım. “Hangi hatalar işlendi ki, kader bu hadiselere fetva verdi?” sorusu her an akıllarda olmalı ve tepki gösterirken de ‘müsbet hareket’ sınırları unutulmamalı. Yoksa, ‘kader’e itiraz edercesine, hadiseleri yorumlamak kişiye sadece zarar verir.
Madem her işte bir ‘hayır yön’ü var, çirkin görülen bu hadiselerde de bir hikmet ve hayır vardır. Mühim olan bu yönü de görebilmektir.
En iyi teselli, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip; duâya sarılmak... Ancak bu şekilde ‘düz’lüğe çıkabiliriz...
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Yasağı “yasal” görme saplantısı… |
|
Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra bir süre sessiz kalan Başbakan partisinin yetkili kurullarıyla görüştükten sonra Anayasa Mahkemesinin Meclisin “yasama yetkisi”ni gasb ettiği gerekçesiyle diğer siyasî partileri ve Meclisi harekete geçirmeye çağırdı. Meclis Başkanı ve Başbakan, Parlamentonun hukukuna sahip çıkması çağrısında bulundular.
İktidar partisi sözcüleri de aynı çağrıyı yineliyor; hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğu gerçeğini dile getiriyorlar.
Ne var ki baştanberi başörtüsü yasağının Anayasa Mahkemesinin bizatihî anayasaya aykırı olarak, “iptal” edemediği bir yasaya yazdığı “gerekçesi”yle dayatılmasına AKP siyasî iktidarı hep seyirci kaldı…
Seyirci kalmak bir yana, tıpkı “yasakçılar” gibi “yasal yasak var” uydurmasına katıldı; bu yanlış sâikle sanki gerçekten başörtüsüne “yasal yasak varmış” gibi kanun çıkarmaya çalıştı, anayasayı değiştirdi, yasalar yapmaya kalkıştı.
Başta Yeni Asya olmak üzere aklı başında çevrelerin ve hukukçuların bunu yasağı “yasallaştıracağı” ve çözümü daha da zorlaştıracağı yönündeki ikazlara
kulak asmadan…
AKP’NİN “YASAL YASAK VAR” YANLIŞLIĞI
İşin aslına bakılırsa, siyasî iktidar ilk günden itibaren ciddî hatalara saplandı. FP’den ayrılan Erdoğan’ın yol arkadaşı “yenilikçiler” AKP’yi kurarken başta Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener olmak üzere, “Başörtüsü Türkiye’de kadınların meselesi değildir”le başladılar. Ardından partinin kuruluşunda başörtülü kurucu alınmamasını “yasal yasağa” bağladılar.
Başbakan’ın da sözkonusu “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışını yaptığı Madrit’te söylediği gibi, Erdoğan’ın itirafıyla “Başbakan olarak beş yıl boyunca başörtüsünü hiç gündeme getirmedi.” Başbakan ve parti yöneticileri her fırsatta “Başörtüsü bizim problemimiz değildir” dediler.
Peşinden her iki seçimde de “yasadışı yasak” gerekçesiyle başörtülü milletvekili adayı kabul etmediler. Parti yetkilileri ve Başbakan Yardımcısı M. Ali Şahin, “Yasal yasak var” iddiasıyla başörtülülerin adaylığını reddetti. Ardından da “Başörtüsü Türkiye’de kadınların ancak yüzde bir buçuğun meselesidir” iddiasıyla bu “sorun”un olmadığını söyledi.
İktidar partisine mensup belediye başkanları, mahallî seçimlerde seçilen başörtülü meclis adaylarını “Yasal yasak var” diye toplantılardan çıkardılar. AKP’li Denizli Belediye Başkanının eşi, 23 Nisan törenlerine katılmak için “yasal engel” mülâhazasıyla sözde “yasa gereği” bahanesiyle başını açtı. Ne eşinden, ne Başbakandan, ne de partiden en ufak bir uyarı almadı…
Dışişleri Bakanı Gül’ün eşi, hak kazandığı üniversiteye başörtülü olarak devam edemediği için açtığı ve “vazgeçsem kadınlara hakaret olur” iddiasında bulunduğu AİHM’e açtığı dâvâdan vazgeçti, dilekçesini geri çekti.
Keza yine Gül döneminde “Leyla Şahin dâvâsında AKP hükümeti Strasbourg’a gönderdiği savunmada, başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “siyasî simge” ve “gerginlik sebebi” saydı. Devletin “din işleri”yle ilgili anayasal bir kurumu olan Diyanet’in en üst ilmî heyeti olan Din İşleri Yüksek Kurulunun dinin ana umdelerine, Kitap (Kur’ân) ve Sünnete (Peygamberimizin söz ve örnek yaşayışına) istinaden yayınladığı fetvaları AİHM’e bildirmeyen hükûmet, yasakçıların uyduruk tezleriyle yasağı savundu…
İŞ İŞTEN GEÇTİKTEN SONRA...
Kırılma devam etti. AKP iktidarı, hep “yasağa” sığındı. “Mayınlı arazi”den uzak durma hesabına, sürekli başörtüsünden uzak durdu. Bununla toplumun bu en önemli demokrasi ve insan hakları meselesinden sıyrılacağını zannetti. Yasadışı yasağı “yasal” görüp ötelemekle yasağın “yasallaştırılması” tuzağına düşmekle kalmadı; “yasallaştırılması” saçmasına zemin hazırladı. Demokratik irâde zâfiyetiyle hep bu kırılganlığı sergiledi. Bu kırılganlıkla “yasal gördüğü” yasağı yasayla kaldırma yanlışlığına girişti; eline yüzüne bulaştırdı.
Daha Anayasa Mahkemesinin son kararı öncesinde Dışişleri Bakanı Babacan’ın Amerika’da, “Anayasa Mahkemesinin verdiği karar kesindir, buna saygı duymak lâzım” teslimiyetiyle peşinen havlu atması, bunun örneği.
Cumhurbaşkanı Gül’ün “karar” üzerine tâ Japonya’dan, “Bir hukukî bir süreçtir; buna bir şey ilâve etmek istemiyorum” deyip kararı âdeta “normal” görmesi, “teslimiyet”e katılmasının bir başka örneği. Ve AKP Genel Başkan Vekili Fırat’ın ilk tepkisinin “Bunun siyasî değil, Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiş hukukî bir karar olduğunu kabul ediyorum” sözleri, kırılma ve teslimiyetinin bir başka örneği…
“Millî görüş gömleği”ni değiştirenlerin, tesettürü modernleştirme hevesleri, RP’li İstanbul eski belediye başkanı Gürtuna’nın eşinin NLP kitaplarını okuyarak uğradığı “değişim ve dönüşüm”le başını açması, AKP yanlısı Kanal-7’nin eski Ülke Tv’nin spikeri Serpil Öcalan’ın başörtüsünü çıkarması, son örnekleri…
Siyasî iktidar, son altı yılda halkın verdiği oyun hakkını koruyamadı. Millet irâdesinin hakkını vermedi, veremedi. Şimdi kalkıp “Parlamento’nun hukuku”, “millet irâdesi”nin hakkını savunuyor; iş işten geçtikten sonra…
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Muhasebe zamanı |
|
Bu yazı; toplumu şu veya bu şekilde yönlendirebilme gücüne, farklı inanç kodlarına ve dünya görüşüne sahip parti, grup, kurum ve benzeri yapıların; her türlü basiretsizlik, vurdumduymazlık, adamsendecilik, işbilmezlik, beceriksizlik, kendini beğenmişlik, çok bilmişlik, tutarsızlık ve ölçüsüzlüklerine karşı, gelinen bu noktada, bir iç değerlendirme, öz eleştiri ve özür davetidir.
Anayasa Mahkemesinin ülkenin üzerine karabasan gibi çöken, hukukî olarak ülkeyi çıkışı olmayan bir labirentin içine atan son kararından sonra bir özeleştiri kaçınılmazdır. “Bu noktaya nasıl gelindi? sorusuna özeleştiriyle verilecek cevaplar, bize çıkış yolunda yardımcı olacaktır. Bu sorunun cevabının önemli bir kısmını, başörtüsü kararını sert bir dille eleştiren Uluslararası İnsan Hakları Örgütü’nün (Human Rights Watch-HRW) bir tesbitinde bulmak mümkündür. Örgüt, AKP’nin seçimde söz vermesine rağmen Anayasa’yı değiştirmekte ve anayasa içinde insan haklarını korumakta başarısız olduğu yorumunu yapmaktadır.
Siyasal İslâm anlayışı ve onun bir devamı sayabileceğimiz AKP, iktidara talip olan ve iktidarda olan parti olarak sorumludur. Ülkenin geleceğini siyaset kurumlarının ele geçirilmesine endeksleyenler, bu yolda ömürleriyle birlikte onca parayı, genç beyinleri, insan enerjisini harcayanlar, Bediüzzaman’ın siyasetle ilgili tesbit-teklif ve uyarılarını dikkate almayanlar, küresel siyaset mühendislerinin oyunlarına gelerek, şeair-i İslâmiyeden olan başörtüsüyle birlikte, temel hakların kullanımını tehlikeye atanlar bu noktada bir iç muhasebe yapma inceliğini gösterebiliyorlar mı acaba?
AKP, Türk siyasetini normalleştirme, rayına oturtma, demokratikleşme gibi tarihî bir fırsatı millete sözünü verdiği şekilde yakalamış, iç ve dış desteklerle önemli sayılabilecek bir rüzgârı arkasına almıştı. Nedense sözler tutulamadı. Bu durumda AKP, yandaşlarına ve partililerine ihale kotarmanın, onları önemli mevkilere atamanın ülkenin en önemli meselesi olmadığının, yüzde kırk yedinin bizim gibi ülkelerde hiçbir şey, demokrasinin her şey olduğunun farkına varmış mıdır? Dindar cumhurbaşkanı diye tutturarak ülke konjonktürünü dikkate almadan hareket edenler, sabık cumhurbaşkanının görev süresini uzatarak yargının önemli isimlerini Sezer’in atamasının önünü açanlar neye hizmet ettiklerinin farkında mıdırlar; yoksa gelinen bu noktada da gene mağduriyet hesapları içinde midirler?
Temmuz seçimleri öncesinde AKP’nin merkez sağın partisi, demokratikleşmenin tek adresi olduğunu iddia edip yıllarca Risâle-i Nurlardan öğrendikleri prensipleri es geçenler, şimdi de AKP’nin tek çıkış yolu olduğunu düşünüyorlar mıdır? Dinî argümanları siyaset sahnesinde pervasızca kullanmanın dine en büyük zararı verdiğini herkesten iyi bilenler bir sonraki seçimde de iktidar partisine şartlı desteklerini devam ettirecekler midir?
Başörtüsü meselesinde dinin izzetine yakışır şekilde bir duruş sergileyemeyerek iki farz (ilim-başörtüsü) arasından birincisini tercihle ikincisinin füruat olduğu yönünde içtihad yapıp sisteme entegre olanlar; temel kırılma noktalarından birinin bu “duruş” olduğunu fark etmişler midir? “Cebrail parti kursa oy vermem” diyerek haklı bir şekilde siyasetten ictinab edenler; bu söylemlerinin aksine, ölçüsüz bir şekilde her seçimde bir sağa-bir sola, en son da AKP’ye eklemlenmelerinin sonuçlarını idrak edebiliyorlar mıdır?
Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasından tarihî misyonunu zedeleyecek tarzda bir görüntü veren Demokrat Parti’nin ülkeyi muhalefetsiz bırakan bu sorumsuzluğu yapacak lüksü var mıydı? Demokrat Parti idarecileri, bu süreçten gerekli dersleri çıkararak özüne dönmeyi başarabilecek iç muhasebeyi gerçekleştirmekte midirler?
Tarihsel görevini; bu ülke adına olabilecek bütün güzellikleri engellemek, insanlarını kutuplaştırmak, gerginleştirmek, milletin inançlarıyla alay etmek, yine de utanmadan ortalarda gezinebilmek olarak belirleyen CHP’nin muhasebe yapmasına gerek yoktur. Onun muhasebesini millet, bilâhare, sandıkta yapacaktır.
Her alanda yozlaşmanın, bozulmanın, bayağılaşmanın yaşandığı bir toplumda, temel güvencelerden biri olan hukuku ayaklar altına alan yüksek yargı üyeleri ve hukukçular; bu hukuk dışılıklarıyla tarihe kara bir leke olarak geçeceklerini, gelecek nesiller tarafından tiksintiyle anılacaklarını düşünüyorlar mıdır? Ülkeyi göz göre göre hukukî bir kaosa sürüklediklerinden ötürü bir vicdan muhasebesi yapabilecekler midir?
Her şeye rağmen, Anayasa Mahkemesinin milletin kalbi hükmündeki Meclisin iradesini hiçe sayarak verdiği kararın uzun vadede hayırlara vesile olacağına inananlardanım. Şöyle ki; bu kararla Anayasa Mahkemesi gibi dünyalılaşma olgusunun dışında kalan, varlık sebebi olan hukuku kendi milletinin değerleriyle çatışmak pahasına ayaklar altına alan bir yapının zamanla demokrasi çarkının kendi işleyişi içinde dışlanacağını, hürriyetçi bir demokrasinin tesisi için gayretlerin artacağını, fertlerdeki demokrasi bilincinin yaygınlaşacağını düşünüyorum. Karabasan gibi üzerimize çöken bu kâbustan gereken dersleri çıkartabilirsek eğer.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Apo ve Grang |
|
Mısırlı gazeteci Muhammed Haseneyn Heykel’in kehanetlerinden bahsetmiştik. Bu kehanetlerde, Sudan’ın birliğini muhafaza edemeyeceğini, çökeceğini ve bölüneceğini öngörüyor. Gerçekten de 1989 yılında gerçekleştirilen İnkaz Darbesi (kimileri devrim de diyor) çıkmaza girdi. Bunun temel nedeni, Turabi’nin oportünist kişiliği ve çürük teorileriydi. Aslında, Sudan halkı iyi bir şekilde yönlendirilse ve daha sağlıklı bir rehberi olsaydı Afrika’nın parlayan ve batmayan yıldızı olurdu. Lâkin Turabi’nin karizmatik ve karizmatik olduğu kadar da illetli ve hastalıklı yapısı Sudan açısından talihsizlik olmuştur. Burada Beşir-Turabi ikilemine ve çatallaşmasına girmek istemiyorum. O sadece bir tezahürdür. Bunun nedeni, Turabi’nin gemlenemeyen iç hastalıkları meyanında ihtiraslarıyla karşıdakilerin koltuk sevdasıydı. Turabi’nin manevî hastalıkları nedeniyle Sudan tecrübesi iflâs etti. Kanatlar birbirine girdi.
Lübnan’da Hizbullah’ın kalkışması gibi Sudan da geçtiğimiz günlerde büyük bir badire ve darbe ihtimali atlattı. Çad’ın misilleme olarak desteklediği Adalet ve Eşitlik Hareketi gün ortasında veya güpegündüz Ümmüdurman’ı bastı ve çatışmalarda 200’den fazla insan öldü. Elbette kabile anlayışlı bu kalkışmanın başarı şansı yoktu. İktidarı ele geçiremezdi, ama Sudan’daki yapının da ne kadar cılız (Arapçası, heş) olduğunu gösterdi. Sudan’ın her bölgesi kırılgan ve asayişsizlikle dolu. Yaranın biri kapanmadan diğeri açılıyor. Darfur meselesi kapanmadan Abyei meselesi patlak veriyor. Son olarak Abyei meselesinde ayrılıkçılarla Hartum yönetimi uluslar arası tahkime gitti de mesele biraz yatıştı. Geçici bazı kararlar alındı. Dolayısıyla Sudan gerçekten de bıçak sırtında. Araplar ilgilenmiyor bile. Hakkını verme babından; AKP son yıllarda Sudan ve Darfur’la ilgilenmişti, ama Türkiye’nin tek başına ilgilenmesi yeterli değil. İslâm ülkeleri gruplar halinde ilgilenmeli. Bu da yetmez, Sudan rejiminin de tedaviye cevap vermesi gerekir.
***
Devlet bazında ilgilenenler olmasa da El Cezire daha önce İran, Türkiye ve Çin gibi ülkeler için yaptığını Sudan için de yaptı ve oraya da bir pencere açtı. Nafizetü’n ale’l Sudan yerine Aynun ale’l Sudan başlığı altında bu ülkeyi gündeme taşıdı. Ben de bu vesile ile SPLA adıyla ortaya çıkan ayrılıkçı hareketin geçmişine biraz daha muttali oldum. Ayrılıkçılık aslında Sudan’da darbelerin yol açtığı ve beslediği yaralardan birisi ve ön önemlisidir. Bu anlamda, Cafer Numeyri ile birlikte anılan ‘Mayıs rejimi’ ayrılıkçılığın da tetiklenmesinde önemli bir misyon yüklenmiş ve ifa etmiştir. Türkiye’deki Apocular ile Sudan’daki Grangcıların çıkış tarihleri ve nedenleri aşağıya yukarı aynıdır. John Grang ve SPLA hareketi 1983 veya 1984 yılında ortaya çıkmıştır. Bu bir yerde Türkiye’de Apocular veya PKK olarak anılan hareketin ilk eylem yaptığı tarihe denk düşüyor. Ama asıl önemlisi muvazaa ile ve yoluyla üretilmiş asi ve ayrılıkçı lider tipleridir. Cafer Numeyri’nin almış olduğu bir takım kararlardan sonra Güney Sudan’da ayrılıkçı hareket başgösterir. Bu hareketi söndürmek için Cafer Numeyri, John Grang’ı görevlendirir ve Güney Sudan’a gönderir. Kuzu kurda teslim edilmiştir. Grang ise ateşi söndüreceği yerde isyanın başına geçer ve Sudan’ı 20 yıldan fazla bir süre oyalar ve meşgul eder. 2003 ve sonrasında Grang ile Beşir arasında anlaşmaya varılır ve bu anlaşmadan sonra Uganda’dan helikopterle gelen Grang ve helikopter mürettebatı bir kaza sonucu hayatını kaybeder. Bunun üzerine Hartum ve benzeri yerlerde ayrılıkçılar kazan kaldırırlar ve arbedeler sırasında onlarca kişi hayatını kaybeder.
***
Apo da, Grang’ın prototipidir. Son sıralarda Ergenekon meselesiyle bağlantılı olarak Apo’nun bu yapı içindeki yeri ve rolü sorgulanıyor ve tartışılıyor. Kimilerine göre Apo gizli mahfiller tarafından devşirilmiş birisi ama aynen Grang gibi sonrasında kontrol dışına çıkmış ve başkalarının kontrolüne girmiş bir eski eleman. Kendisine 12 Eylül öncesinde darbe olacağı haber verilmiş ve bu bağlamda Suriye’ye geçişi kolaylaştırılmış. Sonrası safahat az çok biliniyor. Devletle ilişkisi bilinmesine rağmen nedense Kürt kökenli bazı vatandaşlarımız devletle inatlaşma ve zıtlaşma aracı olarak Apo’ya dört elle sarılıyor. Belki de Apo sevgisinden çok bir şeylerin nefretinden kaynaklanan bir inatlaşma bu. Bu da meselenin kilitlenmesine neden oluyor. Aslında, bir şekilde Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili de aynı şeyler düşünülebilir. Devlet üzerine gittikçe halk onunla daha çok kenetleniyor. Böylece devletle inatlaşıyor ve zıtlaşıyor. Zıtlaşma ve inatlaşma da Erdoğan sembol bir görev ifa ediyor. Bunun temel nedeni de aslında müesses kurumlarca, hem dini faaliyetler hem de Kürt meselesinin (Apoculuğun) ‘irtica ve bölücülük’ olarak iki iç düşman konsept olarak algılanmasıdır. Kısaca Sudan aynasında çok fazla kendimizi görüyoruz.
10.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|