Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Dünyayı sevmede ölçü nasıl olmalı?



Hayır, siz dünyayı seversiniz. Âhireti ise bırakırsınız.”1

“Onlar dünyayı sever, önlerindeki pek şiddetli bir günü ise bir yana bırakırlar.”2

“Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler.”3

Bir önceki yazımızda sevdiklerimizi Allah için sevmekten, bu sevginin hangi şartlarda Allah adına sevgi olduğundan bahsetmiştik. Dünyayı sevme hususunu işlerken de dünyayı ahiretin tarlası, Allah’ın güzel isimlerinin aynası, herbir varlığı Allah’ın mesaj yüklü birer mektubu, geçici bir misafirhanesi yönüyle sevmek Cenâb-ı Hakka ait olduğunu belirtmiş; dünyayı ve içerisindeki yaratıkları mânâ-i harfiyle, yani Allah’ı gösterdiği, O'nu hatırlattığı için sevmek, mânâ-yı ismiyle, yani kendi adlarına sevmemek, “Ne kadar güzel yapılmış!” demek, “Ne kadar güzeldir” dememek gerektiğine dikkat çekmiştik.

Yukarıya “Dünyayı sevmek” başlığı altında hemen aldığımız âyetler ise dünyaya bu yönüyle değil, nefis hesabına bakmayı kınıyor.

Dünyaya nefis hesabına bakma nasıl olur?

Dünyayı Allah adına sevmenin, nefis hesabına sevmemenin ne demek olduğunu anlamak için dünyanın mahiyetini, ne olduğunu bilmek gerekir. Risâle-i Nur Külliyatının birçok yerinde işlenir bu konu. Sözler’de (32. Söz; 2. Mevkıf) dünyanın üç yüzü olduğu belirtilir: Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın isimlerine bakar; onların nakış ve işlemelerini gösterir; mânâ-yı harifiyle, yani Allah’ın isim ve sıfatlarını gösterir tarzda aynalık yapar. Herbir yaratık Yaratıcıdan nice mesajlar sunan birer mektuptur. Bu yönüyle dünya sevilir, nefrete değil, aşka lâyıktır.

Dünyanın ikinci yüzü ahirete bakar, ahiretin tarlasıdır. Cennetin ekeneği, rahmetin çiçekliğidir. Dünyanın bu yüzü de önceki gibi güzeldir; tahkire değil, sevilmeye lâyıktır.

Dünyanın üçüncü yüzü ise insanın nefsine, nefsin arzularına bakan yüzüdür. Bu yönüyle dünya oyun ve eğlence yeridir. Çirkindir; çünkü fanidir, yok olup gider, elemlidir, aldatır. Dünyanın kötülenişiyle ilgili âyet ve hadisler işte dünyanın bu yüzüne bakar.

Sahabeler ve Allah dostları dünyayı ilk iki yönüyle sevmiş, dünyayı ahiretin tarlası görüp ahirette biçecekleri güzel amel ürünlerini arttırabilmek için şevk ve gayrete gelmiştir.

Önüne gaflet perdesini geren insan, dünyada bir misafir ve yolcu olduğunu, sonsuz saadeti kazanmak için bulunduğunu unutup dünyadan bin kere daha güzel ve sonsuz olan ahiretteki nimetleri düşünemez, onların gölgesi, hatta hiç hükmünde olan dünya nimetlerine takılıp kalır ve kaybeder.

Görülüyor ki İslâm “Dünyayı sevmeyin” demiyor. Aksine “Dünyayı da Allah adına sevin” diyor.

Evet, dünya Allah’ın güzel isimlerinin bir aynası ve ahiretin tarlası olduğu yönüyle sevilir.

Dünyaya, ahirette meyvelerini toplayacak şekilde bakan ve çalışan kazanır.

Dipnotlar:

1- Kıyâmet Sûresi: 20-21

2- İnsan Sûresi: 27.

3- İbrahim Sûresi: 3.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Ethem Bey:

*“Bakara Suresi 57. ve Taha Suresi 80. âyetlerinde geçen ‘Üzerlerinize bıldırcın eti ile kudret helvası indirdik’ cümlesini açıklar mısınız? Bu âyetlerin açıklaması Risâle-i Nur’da var mı?”

Hazret-i Musa (as) İsrail oğullarını Mısır’dan çıkarıp Tîh çölüne getirince burada konakladı. İsrail oğullarının yiyecek ve içecekleri yoktu. Her türlü ihtiyaçları bakımından Hazret-i Musa’ya bağımlı bulunmaktaydılar. Hazret-i Musa (as) onlardan emirlerine harfiyen uyacaklarına dair kesin söz aldı. Bunun üzerine asasını taşa vurdu. Taştan on iki kabile için on iki gözlü pınar fışkırdı. Sudan kana kana içtiler. Güneşin yakıcı sıcağına karşı ince bir bulut gölge oldu. Belirli zamanlarda gökyüzünden kudret helvası ve bıldırcın eti indi.

Fakat İsrail oğulları nankör ve doymak bilmeyen bir milletti. Bıldırcın kuşlarına bakarlar, iyi besili ise alırlar, zayıf ise serbest bırakırlardı. Az sonra Hazret-i Musa’dan daha farklı yiyecek istemeye başladılar. “Biz Mısır’da iken balık, hıyar, kavun, karpuz, pırasa, soğan, sarımsak yerdik” dediler. İsrail oğullarının bu bitmek bilmeyen istekleri ve aç gözlülükleri Hazret-i Musa’yı çok üzüyordu.

Bahsettiğiniz âyetler bu olaylardan bahseder. Âyetlerin devamında İsrail oğullarının bu nankörlük ve küstahlıklarına karşı “Yoksulluk ve düşkünlük damgası vurulduğu ve Allah’ın gazabına uğradıkları”1 kaydedilir.

Risâle-i Nur’da Hazret-i Musa’nın (as) on iki gözlü su fışkırtan asa mucizesinden haber veren Kur’ân’ın yerin altında depo edilmiş olan rahmet hazinelerine dikkat çektiği beyan edilir. Risâle-i Nur’a göre, bu âyetler insanlığa çok ileri bir ufuk çiziyor. İnsanlık Kur’ân’ı dinlerse yerin altında İlâhî kudretçe hazırlanmış olan birçok cevhere ve madene ulaşabilecektir.2

Yine Risâle-i Nur’da, Hazret-i Musa’nın (as) asasına karşı “taşların” on iki gözlü su akıttığından hareketle, insanoğlunun Allah’ın emirlerine karşı taştan daha da katı olduklarına dikkat çekilir.3

Risâle-i Nur’a göre, Allah’ın her baharda ve yazda yeryüzünün kalbine indirdiği haddi ve hesabı olmayan “gıda, yemiş, meyve, yiyecek, sebze” unvanlı “Cennet Helvaları”, Tih çölünde İsrail oğullarına inen kudret helvalarından aşağı değildir ve bütün bu nimetler insanoğlunu şükre ve Allah’ı tanımaya davet eder. İnsan, helvalı şeker fabrikası ve ballı şurup makinesi hükmünde bulunan sert taneli üzüme, sert kabuklu cevize ve bunların yeryüzündeki sayısız emsâline ve sair tatlı tanecikli meyvelere bakmalı ve “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan Zat olabilir!” demeli; Allah’ı tanımalı ve şükretmelidir.4

***

İstanbul’dan okuyucumuz:

*“Umreye giden birisine hac farz olur mu? Anne ve babasıyla birlikte umrede bulunan bir çocuk için hac farz mıdır?”

Bir kişiye haccın farz olmasının şartlarından birisi, zarurî ihtiyaçları dışında, hac mevsiminde hacca gidip dönünceye kadar kendisine ve aile fertlerine kifayet edecek ölçüde maddî imkâna sahip olmaktır. Hiç şüphesiz çocuk olmaması ve ergenlik çağına ulaşmış olması da haccın diğer bir şartıdır.

Hangi sebeple olursa olsun, hac mevsimi içerisinde Mekke’de bulunan birisine hac farz olur. Hac günlerinde başka bir sebeple Mekke’de bulunan birisi yalnız umre yapıp Mekke’den ayrılamaz; hac da yapar. Çünkü hac günlerinde Mekke’ye ulaşmak gibi bir imkâna sahip olmuştur ve vakit hac vaktidir. Netice olarak kendisine hac farz olmuştur. Haccını eda etmeden ayrılamaz.

Hac mevsimi dışında Mekke’ye gidip umre yapmış olmak, haccın farz olması için yeterli şart değildir. Yani yılın diğer her hangi bir gününde Mekke’ye gidip umre yapan birisine hac farz olmaz. Çünkü umreyi daha az bir imkân ve daha az bir süre içerisinde herkes, her zaman yapabilmektedir.

Ancak Şevval, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on günü içerisinde, yani hac günlerine yaklaşık iki ay kala Mekke’ye gider, umre yapar ve orada hac günlerini bekleyebilecek bir imkâna ve yasal bir izne sahip olursa hac günlerini bekleyerek hac yapması da farz olur. Fakat gerek burada bekleyecek imkâna sahip olmadığı, gerekse kalması için yasal izin verilmediği takdirde, bu şarta bağlı olarak haccın farziyeti düşer.

Hangi mevsimde ve hangi sebeple olursa olsun, umre esnasında ebeveyni yanında bulunan çocuklara, sırf bundan dolayı hac farz olmaz. Çünkü kabil-i teklif değildir. Ancak ergenlik çağına geldiğinde, hac için yeterli zenginliğe de ulaşmış olursa, daha önce ebeveyni ile umrede bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, zengin olmasına bağlı olarak hac farz olur.

Dipnotlar:

1- Bakınız: Bakara Sûresi, 2/47-61; A’râf Sûresi, 159-162; Tâhâ Sûresi, 20/77-98

2- Sözler, s. 231

3- Sözler, s. 227

4- Şuâlar, s. 144

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Merkezin kalbindeki hastalık



Türkiye'nin bir kaç yönden gergin ve sıkıntılı bir döneme girdiğini hemen hepimiz görüyor ve anlıyoruz. Aynı durumu hükümet yetkilileri de kabul ediyor.

Demek ki ve ne yazık ki, ülke ve millet olarak bir "meçhûl âkıbet"e doğru sürükleniyoruz. Bir taraftan da, birbirimize "Bu işin asıl müsebbibi kimdir?" diye sorup cevabını bulmaya çalışıyoruz.

Bu gibi suâllere cevap arama faslında, genellikle suçlanan ve bütün olup bitenlerden sorumlu tutulan kurum iktidardır, hükümettir, kabinedir...

Esasında, bu kısmen doğru olmakla birlikte, biraz da rahat ve kolaycı bir suçlama yöntemidir. Bu kolaycılığın sebebi, hükümet her şeyin "merkez"i olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor.

Oysa, merkezin kalbinde yer alan sadece hükümet ve kabine değildir. Aynı merkezin başka köşelerinde kurulmuş, hükümetten bağımsız veya yarı bağımsız durumdaki köklü bir dizi "devlet kurumu" var. Onları sarf–ı nazar ederek illetin teşhisinde bulunamayız, meselenin künhüne vâkıf olamayız.

Buna göre, sadece hükümet ve Meclis değil, Ankara, bütün resmî kurum ve kuruluşlarıyla birlikte merkezdir ve merkezin kalbi durumundadır.

Merkezin kalbinde ise, maalesef ciddî bir rahatsızlık var. Rahatsızlık, hastalık var ki, bundan bünyenin, yani ülkenin tamamı bir şekilde etkileniyor.

Evet, öyledir. Kalpte ve merkezde bir sıkıntı varsa, bu sıkıntı kısa zamanda bedenin tümüne sirayet etmeye başlar.

Teşhisi daha doğru ve sıhhatli koyabilmek için, bundan yüz sene evvelki manzaraya bakmakta fayda var.

Bediüzzaman Said Nursî, 1908'in başlarında İstanbul'dadır. Memleketin sıkıntılarını çözmek, en azından hafifletmek için gelmiş ve çeşitli teşebbüslerde bulunmuştur. Neticede ise, önce tımarhaneyi, ardından hapishaneyi boylamak durumunda bırakılmıştır.

İşte, bu mevzuya, yani merkezin kalbindeki hastalığı teşhise dair kendi ifadeleri: "Evvel (1908'den evvel) Şark'ta fenalığın sebebi, Şark'ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım); anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 87)

Doğu vilâyetleri için maarif/eğitim ve bütün millet için hürriyet talebinde bulunduğu için, ona divâne denilmiş ve hapse atılmıştı.

Oysa, divane olan, hasta olan merkezin tâ kendisiydi. Nitekim, zaman onu haklı çıkardı. Merkezdekiler, kendileriyle birlikte bütün bir milleti de belâya, musibete giriftar etti. Şairin dediği gibi, "Ne kendisi etti rahat, ne millete verdi huzur."

Aradan tam yüz yıllık bir zaman geçti. Merkezdeki hastalık, hâlâ geçmiş, düzelmiş değil.

Ortada açıklık, şeffaflık yok. Milletin iradesine saygı ve itimat yok. Devlet işlerinin önemli bir kısmı, demek ki, hâlâ perde altında ve kapalı kapılar ardında yürütülmeye çalışılıyor.

Bu da kalbin, dolayısıyla bünyedeki rahatsızlığın devamına sebebiyet veriyor.

Yüz yıllık demokratik sürecin sonunda, kalpteki hastalığın doğru teşhis edilmesini ve ardından tedâvisinin yine doğru ve sağlıklı şekilde yapılmasını temenni ediyoruz.

Tarihin yorumu

Darbenin ayak sesleri: Üniversitede anarşi

Türkiye'de yirmi yıl sürüp gidecek ve binlerce insanımızın can ve mal kaybına yol açacak olan anarşik olaylar zincirinin ilk halkası, İstanbul Üniversitesinde ortaya çıktı.

Önceden yapılan illegal duyurular sebebiyle üniversitenin Beyazıt Kampüsünde toplanan sol tandanslı öğrenci grubu, DP iktidarını protesto eden bir gösteri yaptı. Polis, gösterilerin çığrından çıkması üzerine olaya müdahale etti. İş çatışmaya dönüştü. Çatışma Beyazıt Meydanına da yayıldı.

Bu kargaşa esnasında, olaylarla ilgili bulunmadığı belirtilen 19 yaşında Malatya doğumlu Turan Emeksiz isimli öğrenci meçhûl bir kurşunla vurularak öldürüldü.

Aynı gerilim ortamında, birçok öğrenci ve öğretim görevlisi de çeşitli yerlerinden yaralandı. Gerginlik, ertesi gün İzmir ve Ankara'ya sıçradı. Ardından, diğer büyük şehirlere.

Olaylar, zincirleme şekilde devam etti. 5 Mayıs'ta Ankara Kızılay Meydanında "555K" şeklinde duyurusu yapılan büyük bir gösteri yapıldı. 19 Mayıs'ta ise, yine Ankara'da bu kez Harbiyeliler yürüyerek iktidarı protesto gösterisinde bulundu.

Bütün bu gelişmeler, esasen yaklaşan, daha doğrusu önceden düşünülüp plânlanan kanlı "27 Mayıs Darbesi"ne bir meşrûiyet kılıfı hazırlamaktan ibaretti.

Bu kanlı sürecin ilk işaretini İsmet Paşa Meclis'te vermişti. Kürsü'den Demokratlar'a hitaben "Siz Atatürkçüler'i hiddete getiriyorsunuz. Öyle bir hale düşersiniz ki, sizi ben dahi kurtaramam" demişti.

20 yıl kadar sürüp giden bütün bu kanlı olaylar zinciri, İsmet Paşanın atmış olduğu işte bu ilk işaret fişeğinden sonra başladı.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cemaat ruhu ve meşveret



Bir topluluğa dahil olanın dikkat edeceği husus şu olmalı: Cemaat ruhuna uygun hareket. Bu da, cemaatin şahs-ı mânevîsine teslim olmayı gerektirir.

Şahsî fikirler gayet orijinal olabilir. Ancak, cemaatin çalışma sistemi, meşveret etmektir. “Parlak fikirlerim kabul görmedi” diye niza çıkaranlar şu İlâhî ikaza kulak vermeli: “Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz elden gider.”1

Unutmayalım: İhtiraslardan ve düşmanca tarafgirliklerden, kuvvetimiz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebiliriz.2

Kabul etmeliyiz ki; ferdler, hatadan uzak olmadıkları gibi; ferdlerden müteşekkil grup ve cemaatler de hatâ yapabilir. Bir şey ne bütün bütün iyi, ne de tamamen kötü, çirkindir. Eğer güzellik ve iyilikleri; kötülük ve çirkinliklerinden fazla ise o iyidir. Her halükârda bazı kusurlar ve sûistimaller kaçınılmazdır. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, hasenat üstün ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiât üstün gelse cezalandırır, reddeder.3

Öyle ise, şu prensipleri dikkate almalı değil miyiz?

1- Zaman, cemaat zamanıdır.4 Artık işleri, şahıslar değil; meclisler, şûralar, ekipler, şahs-ı mânevîler yürütüyor. Zira, cemaat ruhunu temsil ederler.5 2- Meşveret etmek. Meşveretin hüküm sürdüğü yerde, şüphelerin hükümleri (ve yeri) olmaz; bâtıl/yanlış hak sûretini giymekle fikirleri aldatamaz.6

Şeriatın usûlüne göre yapılan meşveret baskı ve tahakkümün belâsından kurtarır.7

Bundandır ki, en kötü veya en basit meşveret he’yetleri, en iyi şahıslardan veya müstebitlerden/diktatörlerden katbekat daha iyidir. Çünkü, meşveret şeriattan bir parmak ayrılsa, padişahlık—şahsiyetçilik ve ferdîlik—yüz arşın ayrılır.8

3- Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle; taat, yani ibadet, cemaat ile daha faziletli, bereketli, feyizlidir.9

İstişare, aynı zamanda birlik ve beraberliğin iksiridir. Kenetleşmeyi netice verir. Bunun yanında korku ile riyayı, ortadan kaldırır.

Sevgiyi ihya, düşmanlığı yok eder. İçerisinde hasetleşme bulunan bir cemaat ise, hareketleri durdurur. Cemaatte gerçek birlik olmalı. Aksi halde, kesir çarpması (ondalık kesirler) gibi, büyüdükçe küçültür.10

İstişare, şeffaflığı ve birliği gerektirir. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır (Müslümanların birliğidir). Risâle-i Nur, İslâm ittihadının esasları olan iman, marifet, muhabbet, uhuvvet, ihlâs gibi bütün unsurları taşıyor. Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Eğer Nur talebeleri ittihad-ı cemaati temin edemezse, nasıl ittihad-ı İslâm dâvâsında bulunabilirler? Bulunsalar ne kıymet-i harbiyesi olur?

Şeriat prensipleri dairesinde yapılan meşveretin verdiği ders şudur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor; bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazan bir kalmıyor, belki bazan binler dereceye terakkî ediyor.11 Yani, fikir fikre, düşünce düşünceye, akıl akıla yardım eder, destek verir ve harika sonuçlar alınır. Ki, o zaman batıl/yanlış, hak sûretini giymekle fikirleri aldatmaz.12

Ve yine kabul etmeli ki, Asya’nın, İslâm âleminin tali, taht ve bahtının anahtarı meşverettir.13

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Enfâl, 46.; 2- Mektûbât, s. 261.; 3- Mektûbât, s. 430.; 4- Mesnevî-i Nuriye, s. 87.; 5- Sünûhat, s. 51.; 6- Muhâkemât, s. 32-33.; 7-Muhâkemât, s. 32-33.; 8- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59.; 9- Muhâkemât, s. 51.; 10- Hutbe-i Şâmiye, 66.; 11-Tarihçe-i Hayat, s. 86.; 12- Muhâkemât, s. 33.; 13-Divân-ı Harb-i Örfî, s. 55.

28.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hakan YALMAN

Çatışma psikolojisi



Çatışma psikolojisi insanların teşkil ettiği topluluklarda hayatın bir parçası denebilecek ölçüde hayatın içinde yer almıştır. Aslında varlığın mertebelenmesi yaklaşımında canlılığın üst düzeyi olan hayvaniyet mertebesinde çatışmalarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye dengesinin oluşumunda yaşanan bir süreç olmalıdır. Varlık mertebesi yükseldiğinde daha bariz olarak ortaya çıkan çatışmalar, vahşetten be bedeviyetten medeniyete doğru geçildikçede azalan bir süreç takip etmektedir. Ancak nübüvvet ve felsefe ayrımında felsefe tarafının şekillendirdiği ruh yapısı menfaatler üzerine oturtulduğundan çatışmalardan, savaşlardan ve kavgalardan uzak bir toplum yapısı oluşmamış menfaatler uğruna binlerce katiller rahatlıkla işlenebilmiştir.

Burada asıl problemli nokta nübüvvet tarafında yer aldığı düşünülen insan ve topluluklarında çatışma davranışının kaynağıdır. Tevhid ve dayanışma esaslı bir hayat algısı sunan nübüvvetin tarafında bütün davranışlar birliğe yönelik olmalı ve dayanışmayı esas kılmalı ve gerçek medenilik olan problemleri makul zeminde çözmek şeklinde yansımalıdır.

O halde etnik ya da coğrafi gibi tanımlamalarında nübüvvet tarafında yer alması gereken insan topluluklarında kavga ve çatışmaların kaynağı nedir? Her halde tanım olarak nübüvvet tarafında yer almak ile ruh ve davranışlarda nübüvvet tarafında olmak arasında fark olmalıdır. Yani İslâm toplumu içinde olan ve Müslüman olan her ferdin davranışı ya da bir ferdin bütün davranışları nübüvvet ölçüleri ile şekillenmemekte ve acz ve fakrın yerini alan katı bir benlik duygusu ile eşyaya ve insanlara yön verme arzusu kaderin hükmüne razı olamama duygusu ön plana çıkmaktadır. Daha hafifletilmiş tanımlama ile adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında karşı tarafın olumsuz tek yönü ile topyekün yargılanması ve bütün olumlu yönlerinin göz ardı ve bertaraf edilmesidir.

Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla Müslümanları ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezide yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevi arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Manen zayıf ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü hatırlatmakla vurmaktadır.

Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında herkes, özellikle de hanımlar risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş hanımlar aynen üstad gibi, ‘karşılarında büyük bir yangın var, içinde arkadaşları kalmışcasına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde’ olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.

Son zamanlarda nübüvvet tarafında yer alan çatışmaların çoğunlukla batı kaynaklı ve felsefe eksenli olduğu dikkate alınmalı ve tez elden tevhid eksenli davranış modelleri geliştirilmelidir. Aksi davranış şekilleri tanım olarak İslâm alanında ancak duygu ve davranışlarda felsefe alanında olmayı gerekli kılar. Bu kaygan bir zemindir ve girdiğinizde nerede duracağınızı kestiremez ve kontrol edemezsiniz. Müslüman kimliğin en aşık ve vazgeçilmez yönü birliği ön plana çıkarmasıdır.

Hayat ne şekilde geçerse geçsin sonunda karşılaşılacak vazgeçilmez hakikat ölümdür. O noktadan sonra yaranmaya çalıştığınız ve güzel gözükmeye çalıştığınız hiç kimse yanınızda ve yardımcınız olmayacaktır. Çatışmaların ise o andan sonra kazandıracağı sadece acılar ve pişmanlıklardır. Ruhunda o Cemal Sahibi Zat’ın sıcaklığını hissetmemiş bir ruh bu anlamda kısmen mazur olabilir. Ancak o kuşatıcı muhabbetin sıcaklığını hissetmiş bir ruhun bu o anlamda kaçabileceği hiçbir yer yoktur. O anlamda İslâm, Tarık bin Ziyat ruhlu olmayı gerekli kılar. Girerken iyi düşünülmeli ve geri çıkmamak üzere girilmelidir.

İslâm kimliği kalıcı ve salabetli olmalıdır. Kırılgan, zayıf ve otorite karşısında değerlerini savunamayan kimlikler sadece kendi ruhlarını dejenere etmediklerini ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesine zarar verdiklerini unutmamalıdırlar.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Güvenmek ve güvenilmek



Güveneceğimiz bir insanın, her zaman ulaşabileceğimiz bir yerde olması ve bütün dert ve sıkıntılarımıza ortak olması, dünyada sahip olunabilecek önemli nimetlerden biri olsa gerek. Biz insanlar, kendimiz dışındaki bütün insanlardan ümidimizi kestiğimiz zamanlarda yaşanması zor bir hayat seyrinin içine gireriz.

Her insan arzu eder ki, kendisine karşı dürüst olacak bir veya birkaç sırdaşı olabilsin. Çünkü sıkıntılarla baş etmek zorunda olduğumuz zaman gözümüz güvenilir bir dost arar. Güvendiğimize inandığımız insanlara, problemlerimize çare olacak güç sahibi olmadıklarını bile bile, içimizi döker, bununla rahatlamaya çalışırız.

Biliyoruz ki dostu olmayanların, yani sevinç ve kederlerini paylaşacak bir ahbabı olmayanların vaziyetleri hiç de dışarıdan iyi görünmemektedir. İçlerindeki sıkıntılar zahirlerine vurmakta, hal ve hareketleriyle adeta bütün dünyadan küsmüş bir durum arz etmektedirler.

İnsanların malik-i hakikisi olan Rabbimiz, insanları birbirine muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Kalbine karşı bir kalp bulamayan insanların bu dünyada huzurlu bir hayat yaşaması oldukça zor olmaktadır. Bu durumun en önemli göstergesi, evlilik müessesesinin insanlar için zorunlu bir durum arz etmesidir. Bu durum gösteriyor ki, evlilikler ve çeşitli alanlarda insanların iş birliği içinde olması yaratılış gereğidir.

İnsanların cemiyet içinde cemaat oluşturarak yaşaması arzusunun temelinde de birlikte yaşama arzusu bulunmaktadır. Bilhassa insanlar arasındaki münasebetlerin daha çok maddî menfaatler çerçevesinde devam etmesi, dürüstlüğe dayalı ve dünyevî menfaatlerden uzak birlikteliklerin artmasının önemini ortaya koymaktadır.

İnsanların başkası ile kurduğu menfaate dayalı dostlukların insanları nasıl bir şekilde birbirine düşürdüğünü ve bu durumun ne derece gerçek dostlukları yok ettiğini az çok bilmekteyiz. İçinde yaşadığımız asır, bize insanların içinde bulunduğu bütün menfî halleri hakkında bilgi vermektedir.

Kâinatı Risâletinin güneşiyle aydınlatıp, insanları cahiliye karanlıklarından kurtaran Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) Asr-ı Saadetinde iman ve küfür, güzellikler ile çirkinlikler, doğruluklar ve yalancı haller birbirinden fersah fersah uzaktaydılar. Bu birbirine zıt olan haller aynı mekânda bulunma imkânına sahip değildiler. Zaman geçtikçe olumlu ve olumsuz haller birbirine yaklaşmaya başladı.

Asr-ı Saadetten günümüze gelene kadar, birbirine zıt olan durumlar birbirinden ayırt edilemeyecek kadar iç içe girdiler. Bu durum zamanımızda açık bir şekilde görülmektedir. Bu sebeple iyilik namına aranan şeyleri bulmak pek kolay olmamakta, çoğu zaman arananların tam aksi durumlarıyla karşı karşıya kalınmaktadır. Bundan dolayı da hayal kırıklıkları daha fazla olmakta, güvenilirlik sınırları oldukça daralmaktadır.

Yazımın başında ifade etmek istediğim husus, insanlar arasındaki güven duygusunun gittikçe zayıflaması meselesiydi. Bu durumun da en önemli sebeplerinden bir tanesi, dünya hayatının bizlere olduğundan fazla bir şekilde tatlı görünmesidir ne yazık ki.

Dünya meselelerinden başını kaldırmaya fırsat bulamayan biz insanların aklına en iyi bir nasihatçı olan ölüm gelmemektedir. Bu durum bizlerde, bu fani dünyada ebedî olarak yaşama duygusunun gelişmesine sebep olmaktadır.

Hayatımızın büyük kısmına dünyanın geçici güzellikleri damgasını vurunca, ihlâs ile yaşama nimetine kavuşmaktan olabildiğince uzaklaşmaya başlamaktayız. Bütün duygularımızı Allah’a olan imanımızla kontrol altına alma isteği bizde olmasına rağmen, eğer yaşantımızda sapmalar oluyorsa, o “hakikî iman” denilen cevheri yakalamadığımız gerçeği açık bir şekilde kendini gösterecektir.

Ölümlü dünyamızdaki fani güzelliklerin sebep olduğu sahtelikleri hayatımızdan atmanın, gerçek bir insan olma bakımından büyük bir önem arz ettiğini sık sık hatırlayabilirsek, belki gerçeklere kavuşma mücadelesinde başarılar elde etme imkânımız olabilecektir. Hâsılı güzelliklerle iç içe yaşamanın en önemli yolu, Rabbimize, kendimize ve dostlarımıza karşı dürüst ve güvenilir olmamızdır.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Nur Menzilleri



GGeçen hafta, Abdülkadir Menek’in yeni çıkan “Bediüzzaman Said Nursî: İstanbul Hayatı” kitabından söz etmiştik.

Bu hafta da İslâm Yaşar’ın “Nur Menzilleri” isimli kitabını kısaca tanıtmak istiyoruz.

Yeni Asya Neşriyat’ın Takdim yazısında belirtildiği gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin çileli ve bereketli ömrünün farklı safhalarını yaşadığı Bitlis, Van, Mardin, İstanbul, Ankara, Burdur, Barla, Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Emirdağ, Afyon ve Urfa... gibi menzilleri anlatan bir gezi-gözlem çalışması bu.

Ve yine Takdim’de ifade edildiği gibi:

“İslâm Yaşar’ın Nur’a adadığı kaleminden satırlara dökülen Nur pırıltılarını görerek, belki de ‘Keşke şimdi oralarda olsam’ hasreti ile okuyacağınız, Nur menzillerini gezerken ihtiyaç duyacağınız rehber bir kitap. Nur Menzilleri elinizin altındaysa, o mekânları yabancılık çekmeden gezebilirsiniz.”

“Nur Menzilleri,” hem Üstadın dâvâsına ve Nur hizmetine farklı bir perspektiften baktırıp yeni mânâların keşfine, hem de önümüzdeki yaz için seyahat planlarını yapmadan önce orijinal alternatiflerin fark edilmesine vesile olup, yazarın ifadesiyle “Nur menzilleri seyahat rehberi” niteliğiyle başucu kitabı olarak el altında bulundurulacak çok istifadeli bir çalışma.

Kaliteli beyaz kâğıda basılmış ve anlatılan menzillerden çekilen renkli fotoğraflarla süslenmiş bu değerli çalışmayı mutlaka görün.

Eminiz, bir an önce baştan sona okuma iştiyakı duyacak, okuyunca sevdiklerinize de tavsiye ve hediye etmek isteyeceksiniz.

“Nur Menzilleri” ile, kütüphanelerimizdeki “İslâm Yaşar külliyatı”na çok değerli yeni bir eser daha ilâve eden yazarımızı kutluyor, başarılı çalışmalarının devamını diliyoruz.

***

Bir düzeltme mesajı

Zaman zaman gazetede yazılarını da neşrettiğimiz müdakkik okurlarımızdan Osman Zengin, geçen haftaki “Yeni Asya’dan size” için şöyle bir düzeltme notu göndermiş:

“Üstadın İstanbul’a gelişleri anlatılırken, ikinci gelişi bölümündeki satırbaşının devamında zannederim o paragraf ikinci diye başladığından Birinci Dünya Savaşı yerine sehiv olarak İkinci Dünya Savaşı denilmiş.

“Cevdet Özdemir kardeşimizin mektubunda geçen hadis-i şerifin de ‘Bir kişinin imanının kurtulmasına vesile olan, sahralar dolusu kırmızı koyun tasadduk etmiş gibi sevap alır’ şeklinde olması lâzım. Tasadduk etmekle kurban etmek aynı şeyler değil.

“Selâm ve muhabbetler.”

Biz de dikkati ve düzeltmeleri için Osman Zengin’e teşekkür ediyoruz.

Yeni Asya International 11 yaşında

1998 Nisan’ının sonlarında yayın hayatına başlayan haftalık Yeni Asya International gazetemiz, geçen hafta 10. hizmet yılını tamamlayarak 11. yılına girdi.

Avrupa ve özellikle Almanya’daki okuyucularımızın talepleriyle başlayan ve zaman içinde Avustralya’ya kadar uzanan bu önemli hizmet, on senedir her hafta düzenli olarak çıkan sayılarla devam ediyor.

Günlük gazeteden seçme yazı ve haberlerin yer aldığı Yeni Asya International, kısa süre önce birinci hamur kâğıda basılmaya başlandı, ardından Yeni Asya’daki görsel tasarım yenilikleri ona da uyarlandı ve böylece haftalık gazetemiz daha çekici bir görünüm kazandı.

Muhtevasını da geliştirme ve özellikle Almanca ve İngilizce başta olmak üzere farklı dillere açılması yönündeki hazırlıklarımız ise devam ediyor.

İnşaallah yakın zamanda neticeleri alınır ve on yıldır istikrarlı bir şekilde devam eden bu önemli hizmet, dünyanın her köşesine Yeni Asya’nın ve Risale-i Nur’un mesajlarını ulaştıracak konuma gelir.

Bu vesileyle, Yeni Asya International’ın düzenli bir şekilde aksamadan bugünlere erişmesinde emeği geçen herkesi kutluyor, teşekkür ediyor ve gayretlerinin devamını diliyoruz.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sıradanlaşan zulüm



Haberlerle sınırlı kalan bilgiler sebebiyle, İsrail’in Filistin’e yaptığı zulmü kavramakta zorlanı-yoruz. Hemen her gün, ölen Filistinlilerin ‘isim listesi’ni haber bültenlerinden görüyor ve dünyanın bu zulüm karşısındaki ilgisizliğine üzülüyoruz.

Tabiî ki zulüm sadece Filistin’de yapılmıyor. Dünyanın pek çok bölgesinde, bilhassa Müslüman milletlere karşı ‘mütegallibe’nin zulmüne şahit olu-yoruz. Irak’tan Afganistan’a, Doğu Türkistan’dan Çeçenistan’a kadar geniş bir coğrafyada insanlar zulme maruz kalıyor.

Elbette, her ‘zalim’in kendisine göre bahanesi de var. Kimi, ‘Bana taş attı’ diye, kimi de ‘Bana yan baktı’ diyerek mazlûmlara zulmetmeyi kendilerince hak olarak görüyorlar. Zulme maruz kalanların çoğunluğunun Müslüman olması da herhalde ‘tesadüf’le açıklanamaz.

Belki de ‘zulüm’den daha yaralayıcı olan; bu hadi-seler karşısında ‘insanlık’ dediğimiz “ma’şer-i vicdan”ın gerektiği gibi tepki göstermemesidir. “Filistinde çocuklar öldürüldü” ya da “Doğu Türkistan’da binlerce kadın keyfî olarak hapse atıldı” şeklindeki haberler, ‘magazin’ haberi gibi görülürse bu durum insanlığın öldüğü anlamına gelmez mi?

Barış ve huzurdan değil de, kavga ve kargaşadan beslenenlerin teşvikiyle dünya böyle bir bataklığa sürüklendi. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı, maalesef uluslar arası ilişkilerde de öne çıktı. Bir bakıma dünya, bu yanlış tavrın bedelini ödüyor.

Bu cümleden olarak, ‘Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail ablukasının kaldırılması gerektiğini ifade eden Hamas Lideri Halid Meşal, “Aksi takdirde Gazze Şeridi bütün yan komşularına patlayacak” demiş. (AA, 27 Nisan 2008) Başka bir Hamas yöneticisi ise, bölgeye ateşkesin gelmemesi halinde şiddetin çok tırmanacağı uyarısında bulunmuş.

İsrail, hür dünyanın ikazlarını dikkate almayarak bildiğini okumaya devam ediyor. “Berlin Duvarı”nın yıkılışından bile ders almayarak, bütün Filistinlileri yeni bir duvar örerek kuşatmaya çalışıyor. İsrail’in Filistin’de yaptığı duvar, aslında temelleri atıldığı gün ‘hükmen’ yıkılmıştı. Çünkü ‘insanlık’ böyle duvarlara mağlûp olmayacak olgunluğa ulaşmıştır. Yakın zaman önce Filistin’e gitmek üzere yola çıkan bir İtalyan san'atçının Gebze’de gözü dönmüş bir kişi tarafından vahşice öldürülmesi bile İsrail’in yaptığı ‘duvar’ı perdelemeye yetmeyecek. Bir adım geriye gittiğimizde, Filistinlilerin evlerini yıkmak için ‘saldıran’ bir İsrail buldozerine karşı koyan ve bu uğurda canını veren Amerikan vatandaşı Rachel Corrie’yi hatırla-yalım... Bu örnekleri çoğaltmak da mümkün.

Bütün bunlar; kim olursa olsun ‘haksız’a karşı, kim olursa olsun ‘haklı’dan yana olmak gerektiğini hatırlatıyor. Dünyanın öbür ucundan gelip, ‘haklı’ya yardım etmek uğruna canını veren insanlar oldukça, İsrail ya da benzeri ülkelerin, masumlara yaptığı zulmün ilelebed devam etmesi mümkün değildir. Gün gelir ve en kuvvetli göründükleri bir anda ‘insanlık’ karşısında zalimler de mağlûp olur.

Hiç değilse, zalimlere buğz etmeye ve mazlûmlara da duâ etmeye devam edelim. Hiçbir zulmü, ‘sıradan’ hadise olarak görmeyelim.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Oyalama oyunu nereye kadar?



Başkent’te tam bir siyasî senaryo sahneleniyor. Senaryoda oyalama ve ötelemenin ötesinde bir şey yok. Zira bu senaryoyla bir yığın iç ve dış gündem rafa kaldırılıyor; ülkenin en hayati konuları erteleniyor. Başbakan’ın CHP kurultayı öncesinde Baykal’la giriştiği “söz düellosu”nun da bu siyasî oyalama oyununun bir parçası olduğu anlaşılıyor…

Asimetrik tahrikle karşılıklı salvolarla siyaseti gerdiren demeçler, Ankara’nın işlerin tıkandığı anda birbirinden beslenen siyasî oyundan başka bir şey olmadığı, sözkonusu tartışmaların arkasının gelmemesinden anlaşılıyor. “Laiklik”le başlayan, “işine bak!”la devam eden münâkaşalar, 1 Mayıs’ın “bayram ve tatil olması” ve Taksim mitingi atışmalarıyla devam etmekte.

Başbakan’ın cama, Baykal’ın notlarına bakarak parti gruplarında ve kamuoyu önünde birbirlerine ağır iddialarda bulunmalarına karşı, bir gün sonra sanki bir şey olmamış gibi, “yola devam”ları, bu taktiği ele veriyor. Bütün bunlar tıpkı “halk ozanları”nın atışmaları gibi “senaryo” gereği. Bunun ötesine geçmiyor. Çözümsüz konuların hiçbirine çözüm getirilmiş değil. İktidar da muhalefet de “çözüm” üretmiyor. Onca gürültüye rağmen inanç özgürlüğü önündeki engeller duruyor. Bu arbedede olan millete ve demokrasiye oluyor…

* * *

AKP’nin seçim bildirgelerine, hükûmet programına ve “âcil eylem plânı”na koydukları YÖK yasası başta olmak üzere, meslek okulları mezunlarının katsayı mağduriyeti, 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma çocukların okul zamanı ve yaz tatilinde Kur’ân kurslarına devamlarını yaşla sınırlayan garip yasaklama ve benzerî kısıtlamalar uygulamada. YAŞ’ın yargısız ihrâçları bir işe yaramayan “şerhler”le sürüyor.

Keza 301’in kısmen düzeltilmesi dışında özellikle düşünce özgürlüğüne dair eski 312’nin yerine ikame edilen Ceza Kanununun 216. maddesi başta olmak üzere, yazar ve düşünürlerin hâlen yargılanıp ceza aldıkarı ifâde özgürlüğüne dair maddelerin değiştirilmesi gündemde bile değil…

Bu arada CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne verdiği “başörtüsü yasağı”nın kaldırılmasına dair itirazı, sürekli erteleniyor. Kulislerde, raportörün “iptal” istemi hakkındaki raporu hazırlanmasının ertelendiği, dâvânın görüşülmesinin “kapatma dâvâsı”nın sonrasına bırakılacağı söyleniyor.

Bütün bu olayların ortasında gündem savrulması devam ediyor. Şimdi ise Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın kuruluş yıldönümünde vurgu yaptığı “toplumdaki güven bunalımı”nın ve “hissedilen korkular”ın ne olduğu konuşuluyor.

İktidar partisi her şeyi bir tarafa bıraktı; “kapatılma davası”na karşı “savunma”ya hazırlanıyor. Bunun dışındaki diğer siyasî söylemler birer politik taktikten ibâret kalıyor. Ne var ki “demokrasi manifestosu” olacak denilen “savunma”nın, AKP siyasî iktidarının baştan beri taşıdığı kırılganlıklarla muallel olacağı sinyalleri daha şimdiden veriliyor.

Görünen o ki “laiklik ilkesinin ihlâli” üzerine kurulan Başsavcının “iddianâmesi”ne karşı, Başbakan’ın “dar kadro” ile hazırladığı “savunma” da “laiklik” ekseni üzerine olacak. Erdoğan kendisinin ve partisinin ne kadar “laikliğe bağlı” olduğunu nazara verecekmiş…

* * *

Hatırlanacağı üzere Diyanet’ten sorumlu Devlet eski Bakanı Mehmet Aydın, Başbakan’ın sık sık dile getirdiği “din eksenli parti” olmadıklarını belirtmek için, geçtiğimiz yıl yaptığı açıklamada son dört yılda AKP hükûmeti olarak Diyanet’e bir tek kadro dahi vermediklerini söylemişti.

Yine kuruluşundan beri parti yöneticileri, “başörtüsünün Türkiye’nin ve kendilerinin meselesi olmadığını” bildirmişlerdi. Bizzat Erdoğan, “Başörtüsü yasağını kaldıracağım’ diye söz vermedim” demiş; İspanya’da, “Beş yıldır başörtüsünü gündeme getirmedim” beyânında bulunmuştu.

Şimdi ise tıpkı Refah Partisi kapatılma dâvâsındaki “Esas Hakkındaki Savunma”da olduğu gibi, “AKP ön savunması”nda da imam hatip okullarını kendilerinin açmadığını, son beş yılda tek bir imam hatip lisesi açılmadığını, bu okulların AP-DYP iktidarları döneminde Demirel tarafından açıldığını belirteceklermiş. AKP döneminde imam hatiplerin sayısının ve öğrenci mevcudunun artmadığını, tam tersine azaldığını delil olarak göstereceklermiş…

AKP’nin “laikliği ihlâli” bir yana, “laikliğe hizmet ettiğini” anlatacaklarmış…“Laikliğe bağlılık” savunması RP’ye bir fayda vermedi; bakalım AKP’ye ne faydası olacak? Sonra bunca temel hak ve hürriyetle demokratikleşme askıdayken, “yararı” olsa neye yarar?

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Baykal yüzde 92.4’le iktidar



Salon hınca hınç dolmuş. Genel başkan seçilecek. Tek aday var. Bir de aday olma niyeti olanlar. Niyet tek başına yetmiyor. Çünkü dünyada örneği olmayan bir uygulama var. Delegelerin yüzde 20’sinin imzalı desteğini almak şart.

Barajı geçme ihtimali olan aday umutlu. Zorluyor ama yüzde 20’lik barajı aşamıyor. Aşamıyor zira zamanında baraj inşaatına o da destek vermiş. Ördüğü barajın bir gün önünü tıkayacağını nereden bilecekti?

***

Delegenin tek hakimi kürsüde. Başlıyor konuşmaya. Yaş 70. Ama iş bitmemiş. 2 saat 40 dakika durmadan, ara vermeden, teklemeden yüksek sesle konuşuyor. Şanslı olup salonda yer bulanlar bile yoruluyor ama onda yorulduğuna dair bir emare görünmüyor. Nasıl bir enerji, güç, hırs?

Girdiği her seçimi kaybetmiş. Bu da onun farkında. Farkında ama onun dışında herkesin farkında olmadığı bir gerçek var! Parti yönetimindeki arkadaşları daha çok çalışsaydı… Delegeler üzerlerine düşeni yapsaydı… Parti üyeleri meydanları doldursaydı… Medya arkasında olsaydı… Konjonktör lehine gelişseydi… Bir de milyonlarca vatandaş oy verseydi elbette ki tek başına iktidar olabilecekti. Ama nerdeee bunu anlayacak insaf sahipleri!!!

***

Bir ara kendini kaybediyor. Saatlerce konuşunca normal tabi. 1930’lu yıllarda olduğunu zannediyor. Malûm, tek parti dönemi. Şeflerin borusu ötüyor. Ezan yasak. Din, diyanet, namaz niyaz tehlikeli…

Kürsüdeki hatip devam ediyor: “Camiler, ezanlar özgür olacak, isteyen hacca gidecek.” Birden kendine geliyor. 2008 yılında olduğunu fark ediyor. Konuşmaya devam ediyor…

***

Ayıp olmasın diye rakip olmaya niyetlenenlere de teğet geçiyor: “Bütün amatör siyasî uzmanların değerlendirmelerini zevkle izliyorum... Size bir abi tavsiyesi… Beğenmiyorsan çık meydana kur partini...”

Sonra delegelerin arkasında kale gibi sağlam durduğunu hatırlayarak bu sözlerin bile fazla olduğunu anlıyor ve ekliyor; “Bu kadarı da sonuç almaya yeter.”

Yetiyor artıyor bile. 1231 delegeden 1105’i oylamaya katılıyor. Bunların da 1021’inin oyunu alıyor. Yüzde 92,4 oy oranı ile 10. kez genel başkanlık koltuğuna oturuyor.

***

Bir CHP kurultayı daha böylece sona eriyor. Şimdi hedef, oy vermeyen yüzde 7,6’lık delegeyi tesbit edip yüzde 100’e ulaşmak…

28.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Davudoğlu ve Temimi



Geçenlerde, 2003 yılından itibaren İran ile ABD arasında 5 yıl boyunca süren gizli görüşmelerin yapıldığını öğrendik. Sürpriz değil. İsrail’in Araplarla münasebetleri de hep böyle gizli olmuştur. Sözgelimi, Muhammed Haseneyn Heykel, Milaffat es Sırriyye (Gizli Dosyalar) kitabında sabık Ürdün Kralı Hüseyin ile Golde Meir ve diğer İsrailliler arasında birçok defa gizli görüşmelerin yürütüldüğünü yazar.

Zaten bu görüşmelere binaen dedesi Kral Abdullah, Mescid-i Aksa’da Filistinlilerin infazına uğramıştı. Nasır ile İsrailliler arasında da bu tür ama gelişmemiş münasebetler tesis edilmişti. Camp David’e mukaddime olarak Sedat ile İsrail arasında birçok taraf arabuluculuk yapmıştı. Bunlar arasında Çavuşesko, Fas Kralı II’inci Hasanı da saymamız gerekir. CIA temsilcisi olarak Vernon Walters de bu işin bir ucundan tutmuştu. Sedat’ın bu gizli münasebetler veya kanallar için kullandığı isimlerden birisi Hasan Tihami idi. Garip bir adamdı. Dindar bir görünümü de vardı. Buna mukabil, Suriye cephesinde de Rabin’den sonra 1999 ile 1999 yılları arasında Bibi ile baba Esat arasında da aracılar vasıtasıyla bu tarz gizli görüşmeler yürütülmüş ve bir sonuç çıkmamıştı. Sedat’ın Hasan Tihami’sine mukabil Beşşar Esad’ın Tihami’si de İbrahim Süleyman idi. Anlaşılan o ki Beşşar döneminde yürütülen iki yıllık gizli münasebetler veya görüşmeler (2004-2006) müzakere seviyesine çıkamadı. Suriyeliler görüşmelerden sonra müzakerelerin aleni ve kamuoyu önünde yapılmasını istiyorlar. Şartlarından birisi de bu. İranlılar da Amerikalılarla gizli kanallardan yürütülen görüşmelerin aleniyete dökülmesini istiyorlar. Zira ifşaat anında bu tarz görüşmeler güvensizlik üzerinden taraflara büyük hasarlar verebiliyor. İrangate skandalı da böyle olmuştu. Her neyse Suriye asıllı Amerikalı işadamı İbrahim Süleyman’ın başarısız kalan bu maratonunu Türkiye’nin 2007 Nisan’ında devraldığı anlaşılıyor. Anlaşılan hatta Türkiye girmiş. İbrahim Süleyman ile İsrail adına gayriresmî görüşmeleri Alon Liel yürütüyordu. Bilindiği gibi bu zat Erdoğanizm kavramını da üreten isim.

***

Ben bir yıldan beri Türkiye ile Suriye ve İsrail arasında yürütülen bu trafiğin mimarını merak ediyorum. Acaba Türkiye’nin İbrahim Süleyman’ı kim veya Suriye’nin İbrahim Süleyman’ının boşluğunu kim doldurdu? Bununla birlikte söylemek gerekir ki, Türkiye’nin yaptığı uluslar arası arenada rol aramak veya rol çalmaksa da bu eninde sonunda geriye tepecek veya olmayacak duâya amin demek anlamına gelecektir. Suriye ile İsrail arasında barışın objektif şartları bulunmuyor. Bu işler temenni ile de yürümez. Sözgelimi, asker kökenli İşçi Partisi milletvekillerinden Ephram Sneh, barış için önşartlardan birisinin Suriye’nin İran mihverinden kopması gerektiğini ama şu şartlarda bunun mümkün olmadığını ve bu yüzden de kötümser olduğunu beyan etmektedir. İran, Lübnan’daki etkisini sürdürebilmek ve Lübnan’da kalabilmek ve varolabilmek için İran’a muhtaçtır ve bunu Golan ile takas etmeyecektir. Zorluk sadece Suriye ile İran rejimlerinin kimyasından kaynaklanmıyor. Aynı zamanda İsrail’in yatışmaz kimyası da bu süreçte mühim bir rol oynuyor. Bu açıdan, Sneh’e göre, Suriye, İran’la bağlantılarını ve ittifakını İsrail’in ayartmasıyla (temptation) değiştirmeyecek ve İsrail’in şartlarını kabul etmeyecektir. Nitekim Hüsnü Mahli’nin Akşam gazetesindeki Erdoğan’ın ziyaret haberi de bunu teyid etmektedir. Suriye’nin, İsrail’le barış noktasında, İran’ın sert muhalefetini aşması veya gözardı etmesi mümkün değil. Buna mukabil, Olmert de barış için dahili muhalefeti hiçe sayamaz ve onu aşamayacaktır. Özellikle de, Lübnan savaşını kaybetmiş bir başbakan olarak Suriye ile barışı kazanamaz. Sneh’in de belirttiği gibi, Suriye ile barış İsrail hükümetini çökertir ve barış ortada ve sahipsiz kalır. Dolayısıyla Türkiye’nin çabaları hem beyhude, boşuna hem de gereksizdir. Bu biraz da acemilikten ve ütopik bakış açısından kaynaklanmaktadır.

***

Bu meyanda, Ahmet Davudoğlu’nun açılımı ve komşularla sıfır nokta ihtilâf tezi ütopik bir yaklaşımdır. Gerçekçi olan Filistinli analizci Azzam Temimi’nin yaklaşımıdır. Müslümanlar arasında birlik ve ittifak sadece gönüllülük veya iyi niyet ile temin edilemez. Azzam Temimi, sonucu bazen gönüllü yaklaşımların bazen de fiilî durumun belirleyeceğini öngörmektedir. Benim kanaatim de bu noktadadır. Bu itibarla, Ahmet Davudoğlu’nun hedefi berrak ve niyeti halis, ama yöntemi zayıf. Ve bu hedeflerin arasına İsrail’in de girmesi zaten kendi başına bir sapmadır. Bunda Ahmet Davudoğlu’nun payını veya dahlini elbette bilmiyorum. Bilmeme de gerek yok. Ama madem ki mutfakda, onu da bu sorumluluktan azad edemeyiz ve muaf tutamayız. Hükümet, Pervez Müşerref ile Karzai veya Olmert ile Esad zirvesi planlıyormuş. Haaretz bundan birkaç yıl önce Şaron ile Müşerref’in buluşması ihtimalini gündeme getirmişti. Artık buluşmaları kabre kaldı. AKP’nin dış politika işgüzarlıklarından biri olarak dönemin Pakistan Dışişleri Bakanı Hurşid Kasuri ile İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom’u biraraya getirmesini sayabiliriz. AKP tehlikeli olduğu kadar yasak sularda da seyrediyor.

28.04.2008

E-Posta: [email protected]



 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri