Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Dünya barışı bu üniversiteden geçer…



‹‹… Camiülezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini; meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri menfî ırkçılık ifsat etmesin… Ve felsefe fünunu ile ulum-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaikiyle tam musalaha etsin…››

Okuyucularımız bu girizgâhı nereden aldığımızı muhtemelen bilirler. Bediüzzaman Hazretlerinin “Gaye-i Hayalim” dediği bu İslâm üniversitesinin bu güne kadar ne Türkiye’de ve ne de bir başka İslâm ülkesinde kurulamadığını hepimiz biliyoruz. Bu medresenin en büyük hedefi, akıl ile kalbi barıştırmaktı. Akıldan doğan ve daha sonra yoldan saparak “enaniyete tapan” Avrupa felsefesine istikàmeti göstererek semavî dinleri dinler hâle getirmekti. Dinsiz Avrupa felsefesinin başlattığı doğu-batı düşmanlığını sona erdirmekti. Ve bunu da aynı çatı altında her talebeye fen ilimleriyle din ilimlerini birlikte okutarak gerçekleştirecekti. Bugüne kadar zaman ve şartlar fırsat vermediğine göre ne olacaktı?

Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur Külliyatıyla talebelerin fenleri nasıl inceleyeceğine dair öyle kuvvetli ölçüler vermiş ki, müfredatında hiç Allah’tan bahsedilmese de nurlardan dersini alan üniversite talebesi, kendi dünyasında din ilimleriyle fen ilimlerini barıştırıyor. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin Medresetüz Zehra ile elde etmek istediği neticeyi, nur medreselerinde Risâle-i Nurlardan ders alan her talebe hem kendisi için, hem de içinde yaşadığı toplum için elde edebiliyor. Bunun örneklerini yalnızca Türkiye üniversitelerinin yanında kurulan “Nur medreselerinde” görmüyoruz, Avrupa ve Amerika üniversitelerine de yakın açılmış yüzlerce medreselerde aynı neticeyi müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri maddî şeklini kurmak istediği medresenin merkezini Van’a; şubelerini ise Bitlis, Diyarbakır ve Mardin gibi şehirlere açacaktı. Bu şehirlerin bulunduğu coğrafyanın ittihad-ı İslâm noktasındaki ehemmiyetini de Üstad çeşitli vesilelerle zikreder.

“… Ve şimdi orta şarktan sulh u umumînin temel taşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-i siyasîye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete, bu azim, faideli hizmeti netice verecek…” (Emirdağ Lâhikası) Yukarıdaki satırlar, dünya literatüründe oluşan bir fikrin de yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Ortadoğu ve dünya barışı denildiğinde şimdiye kadar zihinler Filistin ve İsrail’e kilitlenirdi. Bediüzzaman Hz.leri ise, dünya barışını maddî coğrafya olarak Türkiye’nin doğu ve güney doğusundaki sözkonusu vilayetlere bağlıyor. Bunun müzakeresi hem uzun ve hem de tartışmalı olacağından başka zamanlara bırakıyoruz. Yalnız bir hakikatli suale cevap aramak gerekiyor: Şark vilâyetleri hâlâ bu mânâlara kapalı olduğuna göre Medresetüzzehra’nın İslâm âlemi, İsevîlik ve dünya barışı vazifesini kimler ve nasıl yerine getirecekler?

Van’ın yerine Isparta’yı Medresetüzzehra olarak muvakkaten ikàme eden Bediüzzaman Hz.leri burada altı vilâyetten bahseder. Isparta merkezli Medresetüzzehra projesine günümüzde Asya’da ve Avrupa’da binlerce merkezin dahil olduğu düşünüldüğünde, Dar’ül Fünun mânâsındaki Medresetüzzehra’nın “dünya barışı” vazifesini de inşallah bu Nur medreselerinde yetişen mekteplilerce ifa edileceğini söylemek yanlış olmaz. Burada dikkat edilecek en önemli nokta; Nur medreselerinin Bediüzzaman Hazretlerinin ölçülerinde kurulması, tedvir ve idaresidir. Felsefenin tasallutundaki mektebin ruhsuz fakat cazip prensiplerine aldanılarak medreselerde meydana getirilecek sair değişikliğin “bid’a” olma ihtimalinin nazardan kaçırılmamasıdır. Dünya ifsat komitelerinin ittifakıyla resmî üniversitelerde Türkiye’de çocuklarımıza kapatılan elli altmış kapıya bedel, Rabbimiz bize binlerce başka kapı açarak rahmet ve inisiyatifini gösteriyor. Bu binlerce medreselerde ders alan nur talebeleri Kur’ân’dan öğrendiklerini çeşitli vesilelerle hayata aktardıkları takdirde inşallah dünya barışı da sağlanmış olacaktır. Bu barışın içinde; Türkiye, İslâm âlemi, Ortadoğu ve Hıristiyanlık dünyanın barışları da mevcuttur. Hatta Çin ve Tibet’deki barışlar da…

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kâinatın mayası sevgi



Bir an için çekim gücünün ortadan kalktığını düşünün. Nasıl her şey dağılır, fırlar, birbirine girerdi. Işıksız bir kâinat düşünebiliyor musunuz? Ya cansız bir dünya?

Kâinatın manevî çekim gücünün, ışığının, hayatının sevgi olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

Kâinatın mayasında sevgi vardır, sevgiyle yoğrulmuştur. Sevgiyi kâinattan çıkarıp alın geriye birşey kalmaz.

Allah sevmiş, kâinatı yaratmıştır. Dünyayı bir saray, bir konak, bir beşik, bir san'at galerisi, bir fuar şeklinde yaratıp, göklere denk tutup; insanı da o saraya efendi yapmış, her şeyi hizmetine vermiştir. Kâinatın Efendisi, gözde Elçisi (asm) için de, “Sen olmasaydın yerleri gökleri yaratmazdım”1 diye buyurmuştur.

Sözler’deki, “Muhabbet, şu kâinatın bir sebe-b-i vücududur [varlık sebebidir], hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır” tarzındaki ifadeler ne kadar güzel anlatıyor sevginin kâinattaki bu yerini. Şu ifadeler de ne kadar anlamlı: “İnsan kâinatın en cami [kapsamlı] meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir.”2

Demek kâinat kendisi için yaratılan, o ağacın meyvesi olan insanın kalb çekirdeğine, hem de kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, bir sevgi yerleştirilmiştir. O muhabbet, o sevgiyle kâinat sarayımızı süsleyen, herbiri hayatî bir önem ve değere sahip olan varlıklarla irtibat kuruyor, ele ele tutuşuyor, omuz omuza veriyor, kenetleşiyoruz. Âdetâ bir ailenin bireyleri olup kardeşce, arkadaşca bir duyguyla, birbirimize bağlanıyoruz.

Eğer içimizdeki bu duygu olmasaydı sevdiklerimizi nasıl sever, onları bağrımıza nasıl basar, nasıl dayanışma ve yardımlaşma içine girerdik?

Peki, nasıl oldu da, neler yaptık da biz kâinatın meyvesi olduk? Nasıl oldu da bu sevgi bizi buldu, kalbimize nakşoldu?

Bu hususta en küçük bir gayretimiz olmadı. Tamamen bir ihsan, bir lûtuf. Bu ihsanı ve lûtfu yapan, sevdiğimiz her şeyi bize bahşeden, her şeyimizi Kendisine borçlu olduğumuz zât ise her şeyden ve herkesten çok sevgiye lâyık olan sonsuz kemal sahibi Allah’tır.

Öyleyse en çok O'nu seveceğiz. O'nu sevmek ise O'nun istediği tarzda olmak, sevdiklerimizi O'nun adına sevmekle olur.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafa, 2:164.,

2- Sözler, s. 322.

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Vahidiyet ve ehadiyet kavramları üzerine



Haydar Bey: “Vahidiyet ve Ehadiyet kavramlarını, aralarındaki farkı ve ilişkiyi açıklar mısınız? ‘Kur’ân'ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor’ cümlesini bu açıklamalar ışığında izah edebilir misiniz?”

Vahidiyet, Allah’ın bir olması, tek olması, biricik olması, yegâne olması, bütün kâinat üzerinde birden ve tek olarak hâkimiyet kuruyor olmasıdır. Ehadiyet ise, Cenâb-ı Allah’ın birliğini ve tekliğini her bir şeyde gösteriyor olması, her bir zerrede birliğinin tecellî halinde bulunması, her bir şeyin bir tek Allah’ı gösteriyor olması, Allah’ın birlik mührünün her bir zerreye vurulmuş olması, her şeyin dizgininin yalnızca Allah’ın elinde oluşu ve bu hakikati her bir zerrenin haykırış halinde olması cümleleriyle tarif edilebilir. Cenâb-ı Hak, birliği ve tekliği her şeyde görünen; birliğine ve ehadiyetine varlıklar tarafından şehâdet edilen; eşi, dengi ve benzeri olmayan Vâhid-i Ehad’dir.

Bütün kâinatı, bütün zamanlarda, değişen bütün halleriyle bir tek Allah yaratıyor. Vahidiyet bize bunu ifade ediyor. Bu yüksek hakikat, her an değişen ve tazelenen varlıklar içinde yüzen ve kendisi de değişken bir varlık olan insan tarafından anlaşılması zor olmasın diye, insan sayısız varlıkların bombardımanı içinde boğulup Allah’ı unutmasın diye, Kur’ân'ı Kerim her bir zerrede, her bir cins varlıkta, her bir sınıfta Allah’ın birlik mührü bulunduğunu, her şeyin doğrudan ve Bir Tek Allah’ı gösterdiğini ilân ediyor. Ki bu da Ehadiyet’i ifade ediyor.

Bir tek Yaratıcının, böyle hadsiz yerlerde, hadsiz işleri nasıl külfetsiz, kolayca yaptığını ve bütün kâinata nasıl hükmettiğini aklına sığıştıramayanlara iki temsil ile cevap veren Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, birinci temsilinde güneşi nazara verir ve bir tek güneşin, birliği ile beraber bütün dünyada bütün parlak ve şeffaf şeylerde, bütün camlarda ve su kabarcıklarında aynı anda ışığıyla, ısısıyla, yedi rengiyle bulunduğunu; Allah’ın bin bir isminden yalnız Nur ismine mazhar olan güneşin, böyle bir tek cisim iken, bütün yerlerde, bütün işlere böylesine mazhar olduğunu akıl nasıl kabul ediyorsa; Allah’ın da Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber sonsuz işleri bir anda yapmasının, bütün kâinatı bir anda idare etmesinin, evirip çevirmesinin ve her şeyde bir anda tasarrufta bulunmasının akıldan uzak görülmemesi gerektiğini kaydediyor.1

Bediüzzaman’ın temsilinde; güneşin bütün dünyayı birden aydınlatması Vahidiyet’e misâldir. Topraktan bitkilere, sudan şeffaf şeylere bütün yeryüzü varlıklarının, kendi kabiliyetlerine göre güneşi bildirmesi, yani güneşin yedi renginin, ısısının, hararetinin, ışığının, her bir parlak şeyde bütünüyle görünmesi ise Ehadiyet’e misâldir.2

Meselâ bir atom tanesi veya bir zerrecik meyve tadı veya meyve eti, kendisinin Eşsiz ve Benzersiz bir Yaratıcısı olduğunu, kendisini Yaratanın bütün kâinâtı da yaratıp donattığını ve bütün her şeyde hükmettiğini haykırıyor. Bu Ehadiyet’tir. Bu mânâ ile Ehadiyet, Allah’ın birlik mührünün her bir şeyde okunmasıdır. Ya da, Allah’ın, kendi birliğini her bir şeyde göstermesidir.

Özetlersek; her bir canlı varlığın hayat diliyle “Kul hüve’llâhü ehad” âyetini okuduğunu kaydeden Bediüzzaman; Ehadiyyet mührünün her canlıda gözle göründüğünü, çünkü her canlının ekser kâinâtta cilveleri görünen Esmâyı birden kendi aynasında ve vücudunda gösterdiğini; yani hayatın bir merkezî nokta hükmünde ekser Esmâyı kendisinde gösterdiğini; yani her hayat sahibinin, Allah’ın Ehadiyetinin bir gölgesini, Muhyî ismi perdesi altında taşıdığını beyan ediyor.3

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 558

2- Sözler, s. 15

3- Sözler, s. 268,269

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

AB hedefine kilitlenmek



Türkiye'nin AB üyesi olmasına karşı çıkanlar, zihinleri alabildiğine bulandırmaya, ortalığı alabildiğine karıştırmaya çalışıyor. Belli ki, bütün güç ve sermayelerini ortaya koymuş durumdalar. Bunların mevcudu az olmasına rağmen, gürültüleri fazla çıkıyor.

Ülkemizin AB'ye tam üye olmasına taraftar olan çoğunluk ise, ne hikmetse hem sesini fazla yükseltmiyor, hem de diğer taraf kadar ciddî bir gayret sergilemiyor. Dolayısıyla, AB yolunda sağlıklı bir ilerleme kaydedilemiyor.

Bazan çok güzel ve ileri doğru parlak bir hamle yapma hazırlığı içindeyken, bir de bakıyorsunuz ki, hiç hesapta görünmeyen bir aksilik çıkıveriyor ve sizi olduğunuz yerde duraklamaya mecbur ediyor, mahkûm ediyor.

Aslında, ortada bir mecburiyet durumu falan yok. Karşılaşılan hemen bütün engeller, provokatif senaryolardan ibaret. Aksi halde, son elli yıldır işbaşına gelen hemen bütün hükümetlerin istediği, programına aldığı ve bir şekilde ileriye doğru götürmeye çalıştığı bir süreci kim hangi güce dayanarak engelleyebilir, kim hangi kuvvete dayanarak bunu geriye sardırabilir?

Demek ki, AB üyeliğine karşı gösterilen mukavemetin tek dayanağı var: Provokasyon.

* * *

Bu meselede dikkat edilecek önemli bir husus da şudur: Türkiye'nin AB üyeliği meselesi, öyle "evet" diyenler ile "hayır" diyenlerin orantısından ibaret bir mesele değil. Bu konuda Türkiye'de veya Avrupa da yapılacak anketlerin, yahut referandumların nisbeti önemli elbette; ancak, asıl mesele bu da değil.

Asıl mesele, belirlenmiş olan hedeftir. Dolayısıyla, o hedefe kilitlenmek de, en önemli dayanağın itici gücünü oluşturmalı. Buna göre, illâ da üye olmak diye bir mecburiyet, bir mahkûmiyet durumu ortadan kalkmış oluyor.

Yani, AB'ye üye olur veya olmazsınız; sizi üye yapar veya yapmazlar. Bu noktaya kilitlenmek, bu basit noktaya takılıp kalmak yok. Asıl hedef, asıl maksat bu değil ve olmamalı da.

Asıl hedef şu olmalı: Avrupa Birliği, bu coğrafyada bugüne kadar gelinmiş en yüksek, en kaliteli, en güvenilir bir medeniyet projesidir.

Aslolan, bu projeye bağlanmaya, kilitlenmeye, entegre olmaya çalışmak. Zira, bu proje, bir tek ülkenin, bir tek milletin, bir tek inancın malı olmadığı gibi, kimsenin ipoteğinde de değildir.

Bu toplulukta yer alan üye ülkelerin ortak meclisi, bir kere insanlığın zararına olacak veya herhangi bir milletin aleyhine olacak bir kararı benimsemez; böyle kasıtlı kararların altına imza atmaz ve bir başka millete karşı kin ve husumete dayalı bir icraatın içinde yer almaz.

Hani, tek devlet, tek millet olsaydı, belki tersi bir durum olabilirdi. Fakat, 20-30 ülke temsilcisinin içinde bulunduğu ve hemen her meselenin açık ve şeffaf bir şekilde konuşulduğu bir meclisten, insanlığın zararına bile bile ve göz göre göre birtakım kararların çıkması beklenemez.

Bugünkü Avrupa, eski Avrupa olmadığı gibi, şimdiki AB ise eski Avrupa hiç değildir. Aksi yöndeki düşüncelerin, daha çok yersiz vehim ve kuruntulara dayalı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hani, bazıları bunların topuna birden "Haçlı ruhu" der, işin içinden sıyrılmaya çalışır. Oysa, bugünkü Avrupa'da ve dünyada o Haçlı ruhundan çok daha beter menhus ruhlar vardır ki, bunlara karşı dindar İsevîlerle müşterek hareket etmeyi dahi bir kazanç olarak kabul etmek durumunda kalırsınız.

İşte, şimdiki AB'nin kabul ettiği genel kriterler ve bilhassa Türkiye'den atılmasını istediği adımlar, bu açıdan da büyük faydalar sağlayacak nitelikte.

* * *

Uzun zaman içinde gelinen merhaleyi daha net bir şekilde ifade ederek bitirmeye çalışalım.

AB parlamentosu Türkiye'den ne istiyor? İnancınızı, örfünüzü çiğneyin, geleneklerinizi değiştirin diyor mu? Hayır.

İstenenler şudur: Daha fazla demokrasi, daha fazla hürriyet, daha fazla insan hakları... Ne güzel işte...

Bunlardan kim niye rahatsız olsun ki?

Ayrıca, hukuk, sağlık ve eğitim alanında, ekonomik konularda, gıda ve çevre temizliği meselelerinde de, Türkiye'nin daha ileri, daha kaliteli, daha güvenilir bir seviyeye gelmesini istiyor.

Bunları biz niye istemeyelim ki? Ama, demek ki bütün bunları istemeyenler de var içimizde. Kànunlarına dokunulmasın, tabularına dokunulmasın istiyorlar.

Oysa, "bizim kànunlarımız" dedikleri şeyler dahi, bizim değil, yerli değil; düpedüz ithal şeyler bunlar. Hem de, eski köhne Avrupa'dan ithal edilmiş şeyler...

Bundan da anlaşılıyor ki, AB karşıtlarının samimiyet derecesi dahi tartışmalı.

O halde, dahilî veya haricî herhangi bir engele takılmadan, AB hedefine kilitlenmek gerekir.

Bu kilitlenme hali, sosyal hayatımız için önem arz ettiği gibi, siyasî hayat itibariyle de büyük önem taşıyor.

Dolayısıyla, işi sıkı tutmak durumundayız. Altı yıldır iktidarda olan siyasiler, bu işi gevşek tuttukları için, hiç ummadıkları bir sıkıntıya mâruz kaldılar. Bu sıkıntıdan kurtulmak için de, belirlenen hedefe sımsıkı sarılmak durumundalar. Zira, karşı cenahtakilerin zerrece bir acıması, bir merhameti yoktur.

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Cemaate bizim ihtiyacımız var



Yaşadığımız felâket ve helâket asrının tehlikelerinden korunmanın en sağlıklı, en kestirme yolu, bir câmiâya, bir cemaate dahil olmaktan geçiyor olsa gerek.

Asrın fitnelerinden, şerlerinden, günahlarından korunmanın veya maddî-mânevî hayatımızı tehdit eden tehlikeleri asgarîye indirmenin en geçerli ve en kısa yolu, bir ekolün, bir cemaatin koruyucu kal’asına sığınmaktan geçiyor.

Peygamber Efendimiz (asm): “Allah’ın kudret eli, cemaat üzerindedir” buyuruyor. Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, şahıslarda bulunmayan kuvvet, cemaatte vardır. İşte bu farkı fark eden mü’minler, kurtuluş çaresini cemaatlerin şahs-ı mânevîsinde bulmuşlardır.

Başka bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (asm) “Cemaat rahmet, ayrılık azaptır” buyuruyor. Bu hadis-i şerifteki derin mânâyı fehmeden birçok mü’min, mânevî tehlikelerden korunmak için kapağı hemen bir cemaate atmış ve artık bağlı olduğu cemaatten ayrılmanın getireceği menfî sonuçları da göz önünde bulundurarak, cemaat içinde kalmada gerekli sebat ve sadakati göstermiştir.

Peygamber Efendimizin (asm) bu beyanlarının ışığında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, “Zaman cemaat zamanıdır” diyerek, fitne ve fesatların, helâket ve felâketlerin kol gezdiği bu asırda cemaat olmanın lüzum ve önemine işaret etmektedir.

Bu asrın dehşetli tehlikelerini göz önünde bulunduran Bediüzzaman, ehl-i dinin her ferdinin yalnız başına maddî ve mânevî hayatlarını muhafaza edebilmesinin adeta imkânsızlaştığını şu sözlerle beyan ediyor:

“Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir.”

“Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.”

Bir cemaate dahil olmanın zarûreti ve lüzumu, çok açık ve net olmakla beraber; cemaatin bir ferdi olarak hayat sürmek, elbette belli başlı sorumlulukları da beraberinde getirmektedir.

İlk etapta cemaate dahil olmaya karar veren şahsın, o cemaatin gayesini, yüklendiği misyonun mahiyetini idrak etmesi gerekir. Daha da önemlisi, cemaat mensubu olmaya karar veren insanların, benliğini, enaniyetini terk etmesi, gerekiyorsa kendine has bazı prensiplerinden, vazgeçilmezlerinden feragat etmesi; “ben” yerine “biz” diyebilme prensibini benimsemesi gerekir.

Bediüzzaman’ın “Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’îndeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir” tesbitini, kulak ardı etmemesi gerekir.

Kişinin huzur içinde cemaatle bütünleşmesi, ancak bu şekilde mümkündür.

Böyle yapmayıp, kişi bazı kabiliyetlerini, kendince bazı üstün yönlerini ileri sürüp, kendisini cemaatin diğer bazı fertleriyle kıyaslayarak üstünlük pozisyonlarına kalkışırsa, o ferdin kendisi açısından tehlikeli bir süreç başlamış demektir.

O halde cemaatteki herbir fert, kabiliyeti, kariyeri, seviyesi ne olursa olsun, hiçbir enaniyete, gurura prim vermeden, beraber olduğu bütün dâvâ arkadaşlarına samimî bir tevazu ve mahviyetle yaklaşmalı, olması gereken uhuvvet ve tesânüde güç vermenin gayretinde olmalıdır.

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Yedek



Yedekli çalışılmalı bu ülkede. Kapatılma ihtimaline karşı yedek parti bulundurmalı.

Yasaklanacak lider ihtimaline karşı, yedek kukla lider. Düşünmeye yasak getiren bir madde varsa, bunun da yedeği olmalı. Aslı kaldırılırsa, uygulanmazsa, devreye girmeli.

Yasaklar için bir asıl bahane olmalı ve birden fazla yedek bahane. Asıl bahane kimseyi ikna etmemeye başlayınca, sırayla yedekler yürürlüğe girmeli.

Yalanların bile yedekleri bulunmalı. Yalanlanan her bir yalandan sonra yeni bir yalan piyasaya sürülmeli. Hiçbiri yeterince inandırıcı olmasa bile, bir noktadan sonra kimse neye inanacağını bilememeli.

Darbecilerin de yedeği olmalı. Askerler yapmazsa, yargı yapmalı. Yargı da yapmazsa, başka yedekler düşünülmeli. Ahali yalnız ve darbesiz bırakılmamalı.

Kavramların da yedeği olmalı. Kimi zaman laiklik, kimi zaman kuvvetler ayrılığı, kimi zaman çoğulculuk birbiri ardına, aynı amaç için seferber edilmeli.

Düşünceler de yedekli olmalı bu ülkede. Biri biraz sertse, daha mülâyimi de devreye girebilmeli zaman zaman. Biri fazla baskıcı ise, daha orta yolcu başka bir fikir katılmalı ülke fikir deryasına. Aşırının, mutlaka ılımlı yedeği bulunmalı.

Bürokrasiye yıkılmamalı her şey, meselâ bürokrasinin “sivil toplum örgütü” yedekleri de olmalı. Zaman zaman asıl olan bürokrasi, zaman zaman “sivil toplum örgütleri”, hatta zaman zaman “siyasî” partiler akmalı, ziyadesiyle “sivil” ve “siyasî” hayatımıza.

Bu işin yazı var, kışı var. Liberallerin de yanına, Avrupa’nın da arkasına alındığı zamanlar var.

Her biri için yedek planlar, yedek söylemler bulunmalı. Kimi zaman Avrupa’yı örnek göstermeli, kimi zaman 1930’ları. Kimi zaman Avrupa örnek alınmalı, kimi zaman Avrupa’ya kafa tutmalı.

Kimi zaman evrensellikten dem vurulmalı, kimi zaman Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığından.

Özetle…

Her şeyin bir yedeği olmalı, bu ülkede…

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Kameriye Tarikatı’nın Kubilay aday adayı



Geçenlerde Kamer Genç, Meclis’te stand up yaptı. Keşke yanında Meclis’in diğer ve eski renkli üyeleri ve hafiften ağır topları da olsaydı. Sözgelimi, Esat Kıratlıoğlu ve Mail Büyükerman ilk akla gelen simalar arasında. Ama ötekiler kendi halinde. Kamer Genç ise sürek avında veya vukuat peşinde. Meclis’te kendisi arbede çıkarmasına mukabil (Sakıp Ağa ile cınkar çıkardığı benzerlerini hatırlayın) AKP’li vekillerin lincinden kendisini CHP ve AKP’li dostlarından kurtardığını söyledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın çakı taşıdığını da hatırlatarak: "Bunlar yanlarından çakılarını da eksik etmiyorlar?" diye tazallum hali beyan ediyor. Risk altında yaşadığını ileri sürüyor. Neyse ki postu deldirmeden CHP ve MHP’li dostları sayesinde şimdilik Kameriye Tarikatı’nın Kubilay’ı olmaktan son anda kurtulmuş. Fakat can güvenliğinden pek de emin değil. Zinhar, kendisine koruma verilmesini istiyor. Kamer Genç’in bu fedai tavrı bana aslında Necdet Sevinç’in 12 Eylül öncesi yazdığı yazılarını veya bir kitabının ismini hatırlattı: 'Yazarını Kurşunlatan Yazılar.' O kadar etkili yazmış ki, muhaliflerini kendisini kurşunlamaya azmettirmiş. Bu o kadar kolay olmasa gerek. İnce bir ustalık ve maharet ister. Necdet Sevinç’ten sonra Bektaşi hikmetinin son temsilcisi Cengiz Han avurtlu İlhan Selçuk da galiba son sıralarda aynı şekilde yazılar yazdı. Allah gecinden versin yazdığı yazılar galiba adrenalini yükseltti ve Ergenekon mergenekon derken neredeyse korktuğu başına geliyordu. Fücceten kalb yetmezliği iptilasıyla hastaneye kaldırıldı. Şimdi nekahat döneminde. Allah gecinden versin diyor ve kendilerine acil şifalar diliyoruz.

***

Esat Kıratlıoğlu’nun adını ‘bay haset’e çıkarmışlardı. Zehi çekememezlik ve zehi iftira. Kanımca asıl hasete maruz kalan kerdisiydi ve haset yüzünden siyasî kariyeri söndü gitti. Hatta Hüsamettin Cindoruk bir defasında kendisi için ‘Saçlarını yatıştırmak için harcadığı mesaiyi biraz da memleket işlerine ayırsaydı memleket makus talihini yenebilirdi’ demiştir. Aslında o mesainin çok azıyla saç da ektirebilirdi. Ama klâsik adamlara lâf anlatmak deveyi hendekten atlatmaktan zordur. Enteresandır, kimilerinin haset dediği azmi sayesinde Mehmet Akif Ersoy’dan sonra Boğaz’ın en namlı şampiyonu haline gelmiştir. Sırtını yere getiremeyenler ayak oyunlarıyla birlikte onu Meclis dışına attılar. Kamer Genç ile birlikte koro oluşturabilecek isimlerden birisi de Mail Büyükerman idi. Meclis’in hakikî renkli simalarından birisiydi. Kamer Genç tek başına AKP’yi yıkmak ve devirmek isterken (Meclis’te cumhurbaşkanı seçimi sırasında çit oluşturmaya çalışmıştı) Mail Büyükerman da tek oyluk bir cumhurbaşkanlığı adaylığı denemesinde bulunmuştu. Nasip değilmiş. Cumhurbaşkanlığı Mail'e nail olmadı. Ama şansı 28 Şubat sürecinin kudretli generali Çevik Bir’den daha iyiceydi. En azından adaylığını gördü. Öteki onu da göremeden; hatta adaylığını ilân edemeden madara oldu gitti. Hem de Reha Muhtar’lar huzurunda...

***

Kamer Genç ise devrim şehidi olmayı galiba kafasına koymuş ve sanki başını koyduğu dâvâdan da vazgeçmiyor. ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ diyerek ya AKP’nin kellesi ya da bu yolda benim naçiz vücudum diyor. Ama arbede sırasında CHP ve MHP’liler kendisini kurtarsalar bile rejimi AKP’den kurtarmak için onun oluşturmak istediği çite dahil olmamışlardı. Dolayısıyla onlar Kamer Genç’in misyonuna değil zatına hizmet edi-yorlar. Bilâkis kendisini kurtararak misyonunu gerçekleştirmesinin de önüne geçtiler. Dolayısıyla burada akla başka sorular vürud ediyor: Gerçekten de Kamer Genç adı üzerinde kurmaca tarikatı Kameriye Tarikatı gibi şov mu yapıyor, yoksa bir misyonu var mı? MHP ve CHP’li dostlarına teşekkür etmesi aslında onun Kubilay ruhundan ne kadar uzak olduğunu da gösteriyordu. ‘Tutmayın beni’ peşrevleriyle Meclis’teki son numarasını icra ediyordu besbelli. Kaderin bir cilvesi Kamer Genç Kubilay’a kardeş olmak isterken Cumhuriyet döneminde Menemen, Dersim’in kaderini paylaşmıştır. Edremit’in Van’a bakması gibi.

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Yükselmeler ve alçalmalar



Bugünkü yazıma insan olmanın en önemli vasıflarından biri olan dürüstlükle başlamak istiyorum. Allah biz insanları dürüstlük sıfatıyla mücehhez kılmıştır. Dürüstlük insanlar için kötülüklerden ve kötülerden korunmak için önemli bir silâhtır. Dürüstlük doğruluktur. Dürüstlük yaratılışa uygun bir şekilde hareket etmektir. Dürüstlük, en iyi hile olan hilesizliktir. Dürüstlük istikamet üzere olmaktır. Dürüstlük yükselmektir yüce makamlara...

Kalbi günahlarla kirlenmiş, aklı felsefe düzenbazlıklarıyla yoldan çıkmış insanlar gittikçe dürüstlük sıfatından uzaklaşmak zorunda kalacaklardır. Çünkü günahkâr dürüst değildir. Günah işleyen insan emanete ihanet etmiş bir duruma düşmektedir. Kendisini yaratan ve en değerli güzelliklerle donatan güce karşı nankörlük eden bir insan gittikçe dürüstlükten uzaklaşacaktır. Bu uzaklaşma hızlı ve tehlikeli bir düşüştür, bir alçalmadır. Bu düşüş ve alçalmaların sesi tâ Cehennem çukurlarından bile gelebilmektedir. Tıpkı Allah Resulünün (asm), mescitte iken ashabına, yetmiş sene boyunca yuvarlanan taşın, Cehennemi boyladığını haber verdiği gibi...

Şu imtihan dünyasına gönderilen insanların içinden çıkmış bütün peygamberler hep yükselmeyi insanlara talim etmişlerdir. Onlar Rablerine karşı dürüst davranmışlardır. Onlar dürüstlüğün timsâli olarak insanlara gönde-rilmişlerdir. Dürüstlüğün güzelliğini keşfedenler, orada yüksekliklerin ihtişamını görenler, Peygamberlerin peşinden gitmeyi bir görev olarak telâkki etmişlerdir. Zaten dürüstlüğün ruhu imandır. Kâinatın Hâlıkına iman edip, emirlerine göre hareket edenler dürüstlüğün lezzetini bütün hayatlarında görmüşler ve olabildiğince yücelmişlerdir.

İblis dürüstlük ve yücelik için yaratılan insanları yanlış yollara sürüklemek için “lânet” yaftasıyla yola çıkmıştı. O Kabil ile düzen-bazlığın ilk temelini atarak dürüstlük avına çıkmaya başlamıştı. Onun olduğu yerde dürüstlere ekmek olmayacak, düzenbazlar alçalacak ve karanlık vadilerde at oynatacaklardı. O günden beri karanlıklar prensi olan İblis, insanların mânevî silâhlarını ellerinden almak için var gücüyle çalışmaktadır. Yüksekliklere lâyık bir şekilde yaratılıp dünyamıza gönderilen insanlara alçaklığın zehirli balını içirmek onun görevi olmuştur. Bu balı içenler alçalışlara maruz kalmış, hileyi görüp içmekten kaçınanlar da yükselişlerle hayat bulmuşlardır.

Firavunlar, Nemrutlar, Şeddatlar ve onlar gibi olanlar dürüstlüğün aydınlığından fersah fersah kaçmışlar ve alçalışların en şenisini insanlığa göstermişlerdir. Onların kaçışı yarasa kuşunun aydınlıktan kaçışına benzetilir hep. Bu karanlık dünyaların insanları, güzellik namına ne varsa onlara düşman kesilmişler. Vurmuşlar, kırmışlar, ezmişler, yakmışlar, yıkmışlar... Dünya hayatının bütün dilimlerinde görülmüştür bunlar. Cehenneme odun yetiştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır alçaltan alçaklar...

İhtiyarlamış dünyamızın son asrında son kozlar oynanıyor taraflar arasında. Aydınlık ile karanlık, dürüstlük ile düzenbazlık, inanmışlık ile inançsızlık gibi zıtlar arasında kozlar daha şiddetli bir şekilde zamanımızda ortaya konuyor. Bütün mesailerini hemcinslerinin zarara uğraması için harcayan, masumların kanı üzerinde çirkin emellerine ulaşmak için planlar yapan dürüstlük ve insanlık fuka-ralarının vaziyetleri insanlık için yürekler acısıdır.

İnsanı insana kırdıranların insanlıktan na-sipleri sıfıra inmiştir. Onların değerini ancak sıfır rakamıyla ifade edebilmek mümkündür. Derken, hızla sıfırın altındaki rakamlar telâffuz edilmeye başlanmaktadır. İnişler burada çok sür'atli bir şekilde cereyan etmekte, aşağılarda tutunabilecek bir dal bulunmamaktadır onlar için. Alçaklıklar, rezillikler, değersizlikler diz boyu onların dünyasında...

Yükselişler olmasaydı insanlığın değer kaybı varlık âlemini hüzünlere boğardı. Yükselen insanlık, yıkılanları tamir etmeye, kırılanları yapıştırmaya, karanlıkları uzaklaştırıp aydınlık âlemlerle kâinattaki güzellikleri ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Bir yükselen bin alçalanlara bedel olmaktadır. Tıpkı küçücük bir elmasın tonlarca kömürden daha değerli olması gibi...

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Küresel gıda krizinin sorumluları



Son haftalarda pirinç ve buğdayın pahalanması üzerine, “küresel açlık savaşları” senaryoları çizilmekte. Aç kalan fakir ülkelerin halklarının sokaklara dökülmesi ve meydana gelen çatışmalar, dünya medyasında “gıda savaşları başlıyor” manşetleriyle duyurulmakta. Dünyanın yeni bir savaşın eşiğinde olduğu bildirilmekte…

Gıda kıtlığının dünyadaki iklim değişiklikleri ve dengesizliklerinden meydana gelen küresel ısınmayla kuraklığın sonucu olduğu, uluslararası toplantılarda âdeta itiraf edilmekte. On yıl içinde tedbir alınmadığı takdirde dünyada daha da büyük boyutlu kuraklıkların yaşanacağı ve bulaşıcı hastalıkların tırmanışa geçeceği ikazları yapılmakta. En son Birleşmiş Milletler’in “meydan okuyan iklim” raporuna göre, “geri dönülemez nokta”dan sonra büyük kuraklıkların, su kıtlığının meydana geleceği, ormanların yok olacağı, tarımda verimin hızla düşeceği, denizlerin seviyesinin yükseleceği, sel felâketlerinin artacağı bildirilmişti. Dünyanın önünde “bir saatli çevre bombası” bulunduğu, küresel kıyamet saatinin “12’ye 5 kala”yı gösterdiği beynelmilel çevreci bilim adamları tarafından uyarılmıştı. Yine açıklanan raporlara göre, çok geç olmayan bir zamanda okyanuslarda yeni bir “buzullar dönemi”ni başlatacağı belirtiliyor…

“Eğer dünya çabuk aklını başına almazsa” daha şimdiden erken “maddî kıyamet” senaryoları yazılmakta.. 2036’da yörüngesini şaşıran bir göktaşının dünyaya düşebileceği haberleri çıkmakta. Âdeta, “küre-i arz başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak” hâdisesinin maddî işâretleri verilmekte. Zira küreselleşmeyle “zengin-fakir uçurumu” giderek derinleşiyor. BM’in raporuna göre, dünyanın en zengin ile en yoksul yüzde ikisi arasındaki gelir farkı, son yirmi yılda 1’e 30’dan 1’e 80’e çıkmış durumda; uçurum giderek derinleşiyor. Bu uçurum ve mânevî terbiye eksikliğiyle, kalabalık karmaşa içinde birbirinden kopuk topluluklar, yayana gökdelenlerle varoşlardaki gecekondulardan oluşan şehirler, irtibatsız âileler, yabanî insanlar ve parçalanmış hayatlar türüyor…

Avrupa ve Amerika’dan başlanarak insanlığın içine itildiği mânevî bunalıp, maddî buhran ve problemlerle, yokluk ve kıtlıkla buluşunca, insanlık çığlık çığlığa “imdat!” sinyalleri veriyor.

Sonuçta “israfât, iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereket kalkıyor”. “Fakr-û zarûret ve yaşama şartlarının artmasıyla hayat şartları ağırlaşıyor.” Mânevîyattan mahrum medeniyet, insanlığa dünyevî saadeti dahi vermiyor. Küresel hegemonya ve günübirlik menfaatlerle gözü dönmüş küresel güçlerin dünyayı sürüklediği varta bu. İşin bir başka ilginç tarafı, dünyayı kirletip tahrip ederek küresel ısınma ve kuraklığa sebebiyet verenlerin, hegemonya ve çıkarları uğruna işgal, istila ve savaşlarla milyonlarca insanı katledildiği küresel zulmü yapanlarla aynı olması…

Gelinen noktada, baştan beri küresel çıkarcı güçlerin taşeronluğunu yapan uluslararası finans kuruluşları, bu felâkette hiçbir suçları yokmuş gibi “yüzbinler aç kalabilir” diye yeni yeni “uyarılar”da bulunuyorlar. İş işten geçtikten ve felâket kapıya dayandıktan sonra, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick ve Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominigue Strauss-Kahn’ın, gıda kıtlığı ve artan fiyatlarla başta Afrika olmak üzere yeryüzünde yüzbinlerce insanın akçığa mahkûm kalacağını söylemleri, bunun ifâdesi.

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Başkanı Jacpues Diouf’un, belgelerle dünyada hububat üretiminin azalması krizinden zengin ülkeleri sorumlu tutması, küresel ısınma ve kıtlığın gerçek sorumlularını bir defa daha suçüstü yakalıyor. Zengin ülkelerin hububat üretimi için kasten para, tohum ve benzeri altyapıları kıstığını ifşa eden Diouf, dünyadaki hububat üretimi azalmasından ve yükselen gıda fiyatlarından gelişmiş ülkelerin yanlış politikalarının eseri olduğunu söylemesi, işin içyüzünü su yüzüne çıkarıyor…

Ne var ki özellikle buğday ve mısır gibi hububatın petrol yerine yakıt olarak kullanılması, gelişmiş ülkelerin çıkarcılık hebasına insanlığı ne tür dehşetli bir ateşin içine attığını ele veriyor. Zollick bunu, “Bazıları yakıt depolarını ucuza doldurma peşinde iken dünya genelinde midelerini doldurmaya çalışan insanlığın elindeki gıdaları aldıkları” gerçeği bir defa daha ortaya koyuyor.

Kısacası Bediüzzaman’ın haber verdiği gibi, mâsum ve mazlum ülkelerin, bilhassa Müslümanların elinde bir şey bırakılmıyor. Son iki yüzyılda “Avrupa kâfir zâlimleri veya Asya münâfıkları desîseleriyle ya çalar veya gasb ediyor” tespiti, küresel çıkarcılıkla küresel ısınmaya dönüşen süreçte bütün vahşetiyle sırıtıyor. (Lem’alar, 174) “Medeniyet-i garbiye-i hâzıra” dediği “çağdaş Batı medeniyeti”nin semâvî dinleri tam dinlememesiyle, kötülükleri ve günâhları, iyilikleri ve hayırlarına, zararlarının faydalarına gâlip gelmesiyle, insanlığı mahvediyor.

Medeniyetteki asıl maksad olan huzur ve saadet yerine israfla insanlığı fakir düşürdüğü, “sû-i istimâl ve israfât ile yüz nevî hastalığın sirâyetine, intişârına (yayılmasına) vesîle olduğu” gerçeği, bu kez küresel ısınma ve kuraklıkla gıda kıtlığı gerçeğinde okunuyor. (Emirdağ Lâhikası, 334-335)

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Ha "kel Hasan" ha "Hasan kel"



Hasanlar alınmasın lütfen. Hele kel olanlar asla. Teşbihin hatası olmazmış. Kişiye kel demekle, kişinin kel olduğunu söylemek arasında nasıl bir fark varsa yeni 301’le eski 301 arasında da o kadar fark var.

Günlerdir tartıştığımız TCK 301 yeni şekliyle komisyondan geçti. Sırada Genel Kurul görüşmeleri var. Peki, komisyonlarda neler tartışıldı? AB Uyum komisyonu ile Adalet komisyonu tam anlamıyla “Türklüğü ispat meydan muharebesine” sahne oldu.

CHP ve MHP, AKP’yi Türklüğe hakareti meşru sayacak bir değişikliğe gitmekle suçladı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, savunmayı yaptı: “Ben Türküm arkadaşlar. Benim Türklüğüme kimse hakaret edemez. Biz Türklüğü ortadan kaldırmıyoruz. Biz sizden de Türküz.”

MHP Kırıkkale Milletvekili Osman Durmuş, “Biz Türk milleti miyiz, ümmet miyiz? Türklüğümüzden gocunmuyoruz, yarası olan gocunur” derken taşı AKP ve DTP’ye attı.

DTP, zaten bu konuda her üç parti gözünde de sakıncalı. Gerçi onlar da her ne kadar maddenin tamamen kaldırılmasını isteseler bile meydan muharebesinden geri durmadılar. Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan ve Batman Milletvekili Bengi Yıldız eşlerinin Türk olduğunu açıkladı. CHP İstanbul Milletvekili Onur Öymen de tahrik eder gibi hemen çıkıştı: “Siz nesiniz? Türk değil misiniz?”

MHP’li Oktay Vural konuya başka bir zaviyeden yaklaştı: “Bir çok kurumun görüşü alındı mı?” Deniz Baykal da aynı bölgeden seslenmişti: “Değişiklik, devlet kurumları arasında mütalâa edilmedi.”

AKP Ankara Milletvekili Burhan Kayatürk, Alman Filozof Nietzsche’nin, “Babada yalan, oğulda ‘kanı,’ torunda ‘mutlak doğru’ olur” sözünü hatırlatınca AB Uyum Komisyonuna katılan Osman Durmuş, “Bu hakarete uyum sağlayamadığını” söyleyerek komisyonu terk etti. Oktay Vural, “Babadan kalan yalan nedir? Türklük mü?” diye sordu.

Görüşmeler bu gerginlikte sürerken MHP ve CHP’li milletvekillerinin AKP’lilerle uzlaştığı, soruşturma izninin Adalet Bakanına verilmesi teklifini götürdükleri fısıldandı. Muhalefet bunu yalanlar gibi yaptı. Sonra teklifi veren AKP oldu. 12.5 saat süren görüşmeler sonunda değişiklik gerçekleşti. ‘Koğuşturma,’ ‘soruşturma’ya dönüştü. İzin Cumhurbaşkanından Adalet Bakanına geçti. “Türklük” yerine “Türk milleti”, “Türkiye Cumhuriyeti” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” eklendi.

Değişiklik “dostlar alış verişte görsün” kabilinden öteye gidemedi. Bunu da en iyi AKP Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman -bilerek veya bilmeyerek- anlattı: “Vatandaşın biri Mimar Sinan’ın yaptığı minarenin eğri olduğunu söyler. Mimar Sinan da minareye doladığı ipleri çektirerek, vatandaşın ‘minare düzeldi’ demesini sağlar. Bunu vatandaşı ikna etmek için yapar. Şimdi bizim burada yaptığımız da Mimar Sinan misali minareyi düzeltmek. Vatandaşları minarenin düz olduğuna ikna etmek.”

İkna edilmesi gereken kim? Savcı vatandaşlar mı, Barroso gibi AB vatandaşları mı yoksa vatandaş Memo ile Hasso mu?

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

TV'yi kapat, gözlerini aç!



Çok önemli bir kampanya başlatılmış bulunuyor: “Televizyonu Kapa/Yaşamı Aç” şeklinde özetlenen bu kampanyaya göre, 21 ve 27 Nisan 2008 tarihleri arasında televizyonlar yerine, ‘gözlerimizi’ açmamız isteniyor.

En başta ifade etmekte fayda var: Televizyonun zararlarından kurtulmak için bir hafta değil, ‘ömür boyu’ TV’yi kapatmak en iyisi.Bazıları, bunun mümkün olmadığını söyleyebilir.Ancak, mümkün olduğunu gören ve gösteren onlarca, belki de yüzlerce örnek var.

Tabiî ki hayatın gerçekleriyle yüzleşmek ve vak’aları kabul etmek gerekir. Ama televizyonun cazibesi yanında, ‘çok zararlı’ olduğu da her halde tartışılmaz. ‘Zararlı’ olan elbette programlardır. Yoksa TV’nin ‘alet’ olarak kimseye bir zararı olmaz. Keşke, bu nimet gereği gibi kullanılsa ve insanlara faydalı programlar sunulabilse...

Denilebilir ki, “Faydalı TV programları da yapılabilir.” Bu ifade, tesbit olarak doğru olmakla beraber, uygulamaya baktığımızda bunun pek de mümkün olmadığını görürüz. Ya da ‘faydalı’ kabul edilen programların, genel programlar arasında ne kadar yetersiz olduğu hemen görülür. Öyle ise, “Faydalı programlar da olabilir” kabulünün arkasına sığınarak kendimizi TV’lere teslim etmemiz kökten yanlış bir tercih olur. Hele hele, çocuklarımıza ve ailemize verdiği tahribi düşünürsek ciddî tedbir almamız gerektiği anlaşılır.

“Turn Off TV” uzun yıllardan beri dünyada bilinen bir kampanya. Son yıllarda da Türkiye’de uygulanmaya çalışılıyor. Oldum olası TV’ye teslim olan bir ülkede böyle bir kampanyanın ne kadar verimli olabileceği elbette tartışmalı. Ancak zararın neresinden dönülse kârdır tesbitine uygun olarak bu kampanya desteklenmeli ve TV’siz bir hayatın da mümkün olduğu görülmeli.

Türkiye’de şöyle bir kabul var: “TV olmadan hayat mümkün olmaz!” Böyle bir tesbiti kabul ettikten sonra, TV’ye karşı mücadele etmek mümkün olabilir mi? Oysa TV’siz hayat mümkün ve çok da rahat! Türkiye’de garip karşılansa da dünyada pek çok ünlü kişi, çocuklarını TV’nin zararlarından korumak için gayret gösteriyor. Bir kısmı TV’yi evine sokmazken, bir kısmı da çocuklarının TV izleme saatini kontrol altına alıyor. Türkiye’de de bazı TV programcılarının evinde TV olmadığını hatırlamak lâzım.

TV ile olan ilişkimizi şuna benzetebiliriz: Bir zamanlar ‘sigara’ içmemek ‘ayıp’ karşılanırdı. Ancak gelişen şartlar, sigara içmenin ‘ayıp’ olduğunu gösterdi. Şu an için de evinde TV olmayan belki ayıplanıyordur. Ama önümüzdeki yıllarda evinde TV olmamak takdir edilecek ve örnek gösterilecektir. Çünkü TV’ye gözlerini kapayanlar, hayatı daha fazla idrak etme imkânına sahiptir. Tabiî ki bu; TV’yi kapatıp, interneti açarak değil, bu ‘boşluğu’ ailesiyle sohbet ederek ya da kitap okuyarak doldurmak mümkün.

Bu kampanyayı Türkiye’ye taşıyanları tebrik ve takdir ediyoruz. Ancak TV’yi kapatmayı sadece bir hafta ile sınırlı tutmanın ‘kalıcı tedbir’ olmadığını görmemiz gerekir. Mümkün ise, ömür boyu TV’ye gözlerimizi kapatmaya çalışmalıyız.

Unutmayalım: TV’den ve benzeri ‘eğlence’lerden uzak durmayı başarabilenler, daha fazla hayata ve gerçeklere yaklaşma imkânı da bulabilir...

21.04.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Üstadın İstanbul hayatı



Üstad Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk gelişinin ve 2. Meşrutiyetin ilânının 100. yılını idrak ettiğimiz bu sene, bu anlamlı yıldönümünün çağrıştırdığı mânâlara ciddî katkıda bulunan önemli bir eser yayınlandı.

Abdulkadir Menek’in “Bediüzzaman Said Nursî: İstanbul Hayatı” ismini taşıyan değerli çalışması, Yeni Asya Neşriyat arasında çıktı.

Bu çalışmada, Üstadın İstanbul’a değişik vesilelerle yedi defa geldiği anlatılıyor ve her bir gelişiyle ilgili olarak farklı kaynaklarda dağınık şekilde yer alan bilgiler derli toplu halde okuyuculara sunuluyor. Bunlar arasında, pek bilinmeyen çok orijinal bilgilere rastlamak da mümkün.

Özellikle Medresetü’z-Zehra projesini padişaha sunmak için 1907 sonundaki ilk gelişi, padişaha ulaşmasının engellenmesi, Fatih’teki Şekerci Hanında odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz” yazısını asarak bütün ilim âleminin dikkatini çekişi, meşrutiyet tartışmalarına aktif şekilde katılıp hürriyete sahip çıkması ve 31 Mart sonrasında asılsız ithamlarla çıkarıldığı Örfî İdare Mahkemesinde beraat ettikten kısa bir süre sonra ayrılışı, o dönemi yaşayan zatların hatıralarıyla da desteklenerek geniş şekilde anlatılıyor.

İkinci gelişinin amacı, yine Medresetü’z Zehra’yı yeni padişaha anlatmak. Ve bu defa hem anlatıyor, hem de istediği desteği alarak Van’a dönüp medresesinin temelini atıyor. Ama İkinci Dünya Harbinin patlak vermesi, inşaatın devamına imkân vermiyor. Üstad, talebeleriyle birlikte vatan müdafaası için cepheye koşuyor. Birçok talebesi şehit, kendisi esir düşüyor.

Üçüncü gelişi, esaret dönüşüne tevafuk ediyor. Büyük izzet ve itibarla karşılandığı, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye âza tayin edildiği ve İngiliz işgaline karşı mücadele verdiği bir dönem bu.

Dördüncü gelişi, Van’da inzivada iken alınıp Batıya sürgün edilirken İstanbul yoluyla getirilmesi; beşincisi 1950’den sonra Gençlik Rehberi mahkemesine katılmak için; altıncısı Samsun’daki Büyük Cihad dâvâsında bulunmak niyetiyle yola çıkıp İstanbul’dan öteye gidemeyişi ve nihayet ömrünün sonlarına doğru veda ziyareti niteliğindeki bir günlük İstanbul seyahati.

Detaylarını kitaba havale ediyor, Menek’i kutluyor, çalışmalarının devamını bekliyoruz.

***

Bir okuyucu mektubu

İzmit’teki kadîm okuyucularımızdan Cevdet Özdemir, gazetemizle ilgili düşüncelerini kâğıda döküp köşemize göndermiş. Birlikte okuyalım:

Yeni Asya’nın müsbet yayınlarıyla bütün insanlığa hizmet ettiği, dost ve düşmanın ittifakıyla netlik kazanmıştır. Bu gazetenin daha çok kişiye ulaşması için niye gayret etmeyelim?

Yeni Asya okuyan kardeşlerimden dileğim, çok yakınlarında bulunan kişilere, esnafa, akrabalarına günlük okudukları gazeteyi tanıtmaları. Herkes bunu yapsa netice alınmaz mı? Elbette alınır. Nitekim yapanlar var, biliyorlar.

Madem elimizde eşsiz bir hakikat rehberi ve onun istikamet levhaları mevcut; onun daha çok ellere ulaşması için çalışmamız gerekmiyor mu? Unutmayalım ki, gazetemize bir yeni okuyucu bulmak, bizim için ömür boyu kazandığımız maldan daha hayırlı olabilir.

Çünkü Yeni Asya okuyan, sadece şahsının değil, bütün ailesinin dünya ve ahiret hayatını kurtaracak bir Kur’ân tefsiriyle tanışır. Böylece Peygamberimizin (a.s.m.) “Seninle bir kişinin imanını kurtarması, sahralar dolusu koyun kurban etmekten hayırlıdır” müjdesindeki mükâfata nail olur. Bu mükâfat bize yetmez mi ki, gayret göstermeyelim?

Tanıdığım ilk günden bugüne kadar Yeni Asya beni hiç yanıltmadı. Kime hediye ettimse dua ettiler, memnun oldular.

Manen susamış gönüllerin ab-ı hayat kaynağı olarak iki hayatın şaşmaz rehberine götüren, bütün insanlığın mutluluğu için çırpınan gazetemizi daha çok insanın kurtuluşuna vesile yapmaya çalışmaktan bizi hangi sebep alıkoyabilir?

Onu her gün yeni bir kişiye ulaştırmak hedefimiz olsun. Bu hedefle çalışırsak asla pişman olmayız, ama çok mutlu oluruz.

21.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri