28 Şubat’ın onuncu yılının da geride kalması vesilesiyle birçok değerlendirme yapıldı. Ama bunlar daha çok kişi ve olay eksenli yorumlardı. Toplu bir sorgulama ve özeleştiri yaklaşımı ile, bunları da içine alan kapsamlı bir değerlendirmenin yapılabildiğini söylemek zor.
Oysa, sürecin fikir ve zihniyet temelinde esaslı bir şekilde tahliline çok daha fazla ihtiyaç var.
Oradaki çatışmanın tarafları, laikçilikle din adına siyaset iddiasıydı. İkisi de yanlıştı. Nitekim din adına siyaset kanadında yer alan isimlerin çoğu, bilâhare özeleştiri yaparak yanlışlarını kısmen itiraf ettiler. O çizgiden ayrılanlarca kurulan AKP bu itirafların bir neticesi olarak ortaya çıktı.
Ve itiraflar hâlâ da devam ediyor.
Ama bunlar olayın tamamını kuşatan bir muhakemenin sonuçlarını yansıtmıyor. Meselâ, din adına siyasetin dine zarar verdiğini söylüyorlar, ama dindar insanların da siyaset yapabileceğini ispat iddiasından vazgeçmiş değiller.
Böyle olunca da, inandırıcılıkları zayıflıyor.
Öbür taraftan, değiştiklerini ispatlama adına öyle şeyler yapıyorlar ki, bu kez de yer yer tam aksi yönde bir savrulma görüntüsü veriyorlar.
Ve bu durum, inanılmaz bir yozlaşma ve dejenerasyon sürecini tetikliyor. “Bu zamana kadar mahrum bırakıldığımız iktidar ve dünya nimetlerinden biz de payımızı alalım” düşüncesi, dindarlığın temelindeki ulvî düşünceleri tahrip ediyor.
İşin enteresan tarafı, verdikleri tavizler, onları takiyye kuşkusuyla izleyen laikçileri yine ikna ve tatmin edemiyor; 28 Şubat gerilimi bir türlü aşılamıyor.
Sürecin hak ve özgürlükler cihetiyle en önemli tahribat alanlarından birini oluşturan başörtüsü meselesinde dört yılı aşkın süredir çözüm bulunamayışının böyle bir arkaplanı var.
Başörtüsü din adına siyaset anlayışıyla laikçi zihniyet arasındaki zıtlaşmanın kurbanı oldu.
Laikçi kafa başörtüsünü türban diye isimlendirip din adına siyaset ideolojisiyle özdeşleştirince, bunun sonuçları Türkiye ile de sınırlı kalmadı. Tipik örneği, Anayasa Mahkemesinin RP’yi kapatırken başörtüsünü de tekrar mahkûm eden kararlarının AİHM’de onaylanması.
AKP’nin bu yasağı protokol üzerinden delme girişimleri ise, laikçi zihniyete “kamusal alan” adı altında yasağı daha yaygınlaştırıp şiddetlendirme kozu vermekten başka bir işe yaramadı.
Onun için, Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse, eşinin şahsında başörtüsünün en yüksek protokol makamına çıkmasının, sorunun çözümüne katkı sağlamak şöyle dursun, bu noktaya odaklanan gerilimi daha da tırmandırmasından duyduğumuz endişeyi bir kez daha tekrarlıyoruz.
Biz geçen hafta bunu yazınca, “Müslümanlar hiç olmazsa Çankaya’da bir başörtülü görebilme fırsatını kaçırsınlar mı? Sıradan bir vatandaş başörtüsünü okulda, hastanede, adliyede, hatta neredeyse sokakta bile giymekten men edilirken, bari Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bu örtüyü görebilmeyi umması yanlış mı?” gibisinden itiraz ve eleştirilerde bulunanlar oldu.
Eğer first lady’nin başörtülü olması diğer yasak mağdurlarına fayda getirmeyecekse, tersine sıkıntılarını daha da arttıracaksa neye yarar!
Gerçi AKP cumhurbaşkanlığına Erdoğan'ı değil de, eşinin başı açık bir partiliyi aday gösterirse bu tartışmanın da bir anlamı kalmayacak...
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|