“İstanbul benim canım,
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...”
Necip Fazıl, böyle anlatır İstanbul’a hissettiği yakınlığı.
İstanbul söz konusu olunca, her insan benzer hisler taşıyabilir ve şiirdeki zamirin yerine kendini koyabilir. Tıpkı şair gibi İstanbul’a ebedî bir vatan nazarıyla bakarak kendisini İstanbul’da, İstanbul’u da kendisinde bulabilir.
Zira, insan ömründe İstanbul’u görmek bir mazhariyet, bir mutluluk, merhale ve mertebedir. Onu sevmek ise, halk arasında asâlet ünvanı, havas nezdinde basiret nişanıdır.
Onu bir kere olsun görüp de sevmemek ‘bütün Acem ülkesine değişilmeyen taşlarına’ kazınmış medeniyet madalyalarına bakıp hayran kalmamak mümkün değildir.
Onun için bu müstesna zevk ve vecd diyarından birkaç nefes nasiplenebilen insanlar, yeri geldiğinde İstanbul hakkında birkaç söz söylemeyi büyük bir maharet saymışlardır.
Çünkü orada, Mesih nefesi gibi maddî-mânevî bütün dertleri dindiren bir iksir vardır. Bu sayede tarihin her devrinde zevk sahibi insanlara mekân olmuş ve onu gören herkes duygularını vicdanî bir vazife telâkkisiyle dile getirmiştir:
“Güzel İstanbul!..”
Bu tabir, İstanbul’un efsanevî güzelliklerini örten yıldız desenli siyah bir örtü gibidir ve şehri mehtapsız bir gecede seyredenlerle, gözü kapalı dinleyenlerin alelacele söyleyiverdikleri bir taltif ifadesidir.
Herhangi bir sohbet meclisinde ‘İstanbul güzeldir’ diyerek söze başlamak kolaydır. Fakat rüyalara yön veren bir maddî-mânevî güzellikler silsilesine ‘Güzel’ deyip geçmek; onu bilmemek, anlamamak ve ondaki ruhu tanımamak demektir.
Bu itibarla İstanbul’u bilenlerin, onda bir ideal için yaşayanların yapmaları gereken ilk iş, onu semt semt, mahalle mahalle, sokak sokak, hatta hâne hâne gezmek, dolaşmak, tanımak, anlamak ve anlatmaktır.
Zîra, İstanbul’un her parçası bütünü kadar güzeldir.
Bütünü ise tam bir ‘Dünya cennetidir.’
***
Meselâ, Boğaz’ı düşünün…
Bu san’atlı, süslü, kinayeli ve hayal dolu kelimenin terennümü ile insan muhayyilesi harekete geçtiğinde, Sarayburnu’ndan Karaburun’a kadar uzanan güzellikler silsilesinin neresi aklınıza gelir?
Önce, Boğaz’ın gümüş renkli sularında şakalaşarak yıkanan peri endamlı Anadolu yakasını mı düşünürsünüz, yoksa bu mavi hatta gönül tezyinâtı katan sultan simalı Rumeli koylarını mı?
Bir yanda Dolmabahçe, Beşiktaş, Bebek, Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu, Çayırbaşı, Büyükdere, Sarıyer, Tellibaba. Diğer yanda Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kandilli, Küçüksu, Göksu, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, Yûşâ Tepesi.
Onların arasında Anadolu ve Rumeli sıfatlarıyla anılan hisarlar, kavaklar, fenerler.
Boğaz’ın iki yakasında yer alan ve günün her saatinde, her insanın, her hassesini doyuran envaî çeşit güzelliklerin zoraki sıkıştırdığı isimlerdir bunlar. Hepsi birbirinden farklı ve birbirinden güzeldir.
Üsküdar’ın sabahı Sarayburnu’ndan, Âsitâne’nin akşamı Salacak’tan seyredildiği zaman güzeldir. Vakitleri his, hayal ve zevklere bağlayan ibrişim renkli müphem teller sokakta başka, kıyıda ve tepede başka makamdan ses verirler.
Bunların hepsi aynı semt içinde fakat ayrı şekil, renk ve ahenktedir.
Akşam üzeri, Dolmabahçe’de çayın rengi koyu iken Ayazma’da açıktır. İkisi de aynı zamanda aynı demlikten dökülmüş olsa bile, her yudumda tadılan lezzeti, yaşanan hazzı farklılaştırır.
Boğaz’ı, Bebek sahillerinden seyretmenin zevki, Bebek sırtlarından temâşâya benzemez. İkisi de aynı yerdir ama durgun duygulara ayrı imbiklerden farklı iksir ve zevkler döker.
Emirgân’daki Çınaraltı ile Beyazıt’taki Çınaraltı aynı isimde, fakat farklı cisimdedir. Birinde dinçken oturmak güzeldir, diğerinde yorgunken. İkisinde de farklı zamanlarda oturmayan bir insan, bunları birbirinden ayırabilir mi?
Küçükbebek koyundan, Göksu deresini güneşli havada seyretmenin zevki başkadır, sisli havada bakmanın tadı başka. Sisler dağılırken temâşâ etmenin letafeti ise bambaşkadır.
Hisarlar, aynı idealin değişik zaman ve şartlarındaki tecessümünden ibarettirler. Rumeli Hisarı’nın neresinden bakılırsa bakılsın, Anadolu Hisarı’nın tek cephesi görünür. Lâkin Anadolu Hisar’ının her tarafından Rumeli Hisar’ının tamamını görmek mümkündür.
Anadolu yakasından Boğazkesen’in en güzel göründüğü yer ise, Otağ Tepe’nin karşısında yer alan ve Göksu deresine bakan yamaçtaki Yıldırım Beyazıt namazgâhıdır.
Yıldız Parkı’nda, bahçıvan eli değmeden yetişen mevsim çiçekleri değişik zamanlarda farklı istikametlere bakarken, Karacaahmet’in selvileri günün her vaktinde renk değiştirir.
Emirgân’daki Sarı Köşk’te yapılan çay sohbeti, Kanlıca’nın şekerli yoğurt şakalarından farklıdır. Birinde ilim ve kültür konuşulur, diğerinde rüyalardan, hülyalardan söz edilir.
Yenikapı sahilleri de, Göksu ve Küçüksu dereleri de sandal safâları ile meşhurdur. Yenikapı’da sandalın sallanışı güzeldir, Göksu’da süzülüşü. Küçüksu’da ise küreğin sularla fısıldaşması. Suyu meftun selvilerin yeşil yapraklarında yankılanarak hisleri seslendirir.
Fakat hepsinin tehlikeli tarafı Boğaz’ın akıntısıdır.
Büyükdere’de selvi dalları göğe doğru uzanırken, İstinye’nin söğütleri yere doğru eğilir.
Seher vakti Beylerbeyi’nden sabâ makamı ile okunan ezanı, Ortaköy sırtlarından dinlemenin zevki, dünyanın başka bir yerinde bulunamayacağı gibi; öğlede Fatih’te hicaz makamı ile, akşam Yavuz Selim’de segâh makamı ile okunan ezanlar semt sakinlerinin ruhunu her seferinde farklı bir sürûrla sarar.
Hele, yatsı namazında Eyüp Sultan’dan rast, Edirnekapı’dan hicaz makamı ile ayrı ayrı hafızların okuduğu ezanları; Balat veya Okmeydanı’nda aynı anda dinlemenin zevkini, bilmem hiç dinlemeyen ifade edebilir mi?
Galata Kulesi’nden bakıldığında, sağ gözle Gülhâne ve Topkapı Sarayı, sol gözle Haydarpaşa ve Üsküdar sırtları görünür. Boğaz’ın, Marmara ile kucaklaştığı yerin ise hangi gözle görüldüğü pek bilinmez.
Sağ gözü, sol göze tercih etmek mümkün olmadığı gibi, bu iki gözün gördüğü güzellikleri de birbirine tercih etmek mümkün değildir.
Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdaî Tekkesi ile Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergâhının mânevî mertebesini tesbit etmek, nasıl bugünkü insanın takatini aşıyorsa, Yûşâ Tepesi’nde veya Tellibaba’da yapılan duânın makbuliyeti de beşer zihnine sığmayan İlâhî bir tecellidir.
***
İstanbul’un, özelliklerine henüz kalem değmemiş semtleri de vardır.
Meselâ, Bayrampaşa’da oturanların çoğu Balkan göçmenidir. Üsküp şehrindeki, Rodop dağlarındaki, Dobruca yaylasındaki Balkan havalı Türk âdetlerinin çoğu her gün, her evde, değişik düşünce ve duygularla yaşanır.
Fakat hepsi ihtiyarlara hicranlı hadiseler hatırlatır.
Bahçelievler’de Karadeniz’in hareketli insanlarına; Aksaray’da Konya’nın kâhin mizaçlı dervişlerine; Yeni Bosna, Alibeyköy, Taşlıtarla ve Ümraniye’de Şarkın sert ve sakin simalarına; Pendik, Yakacık veya Safaköy’de Güneydoğunun sıcak kalpli esmer çehrelerine günün her saatinde rastlamak ve bu bölgelerin şivelerini ekser ağızlarda duymak mümkündür.
Akdeniz insanının mûnis mizacından gelen sevgi sıcaklığı ise onların arasına bir tebessüm ılıklığı hâlinde yayılır ve onları birbirine yaklaştırıp kaynaştırarak uhuvvet tablosunu tamamlar.
İstanbul’da her gün her hâli ile Anadolu ve Balkanlar yaşanır.
Aslını bırakmadan yaşadığı yere intibak eden bu insanlar, her vesile ile Mukaddes Emanetler’i, Hırka-i Şerif’i, Eyüp Sultan’ı ve sâir sahabe kabirlerini ziyaret ederek ruh ve gönül dünyalarını ihya ederler.
Onun için, Osmanlının ‘yedi iklim dört köşesini’ veya ‘yetmiş iki buçuk milletini’ İstanbul’da bulmak mümkündür.
***
Zeytinburnu’ndaki çocuğun oyunu, Şişli’deki çocuğun oyuncağı vardır.
Biri oynamaktan, diğeri oynamamaktan hoşlanır.
Esenler, Kartal çalışır; Beyoğlu, Göztepe çalıştırır. Üsküdar ve Fatih ise hem çalışır, hem çalıştırır. Fakat oralarda çalışan ve çalıştıran pek fark edilmez.
Hülâsa; Fatih Camiinin minareleri Tepebaşı’ndan bakınca bir, Beyazıt’tan bakınca iki görünür.
Bir muhabbet meclisinde, ‘İstanbul güzeldir‘ dendiği zaman bunlardan hangisi ifade edilmiş olur? Dinleyenler İstanbul’un hangi özelliklerini tanımış ve sevmiş olabilir?
Tabiî ki, hiçbiri ve hiçbirini.
Onun için, bu gibi beylik lâflarla veya kalıplaşmış ifadelerle İstanbul’u anlatmaya kalkmak, iyi niyetle de olsa bediî duyguları rencide etmek ve o müstesna güzellikleri gölgelemek demektir.
Bu itibarla; İstanbul’u anlatmak, sevmekle başlar. Sevmek için de onu her yönden bilmek gerekir. Bilmekse ancak bol bol okumakla ve gezmekle mümkündür.
Zaten İstanbul’u candan aziz bilmenin, onda tecelli eden mânâlara vakıf olmanın, ebedî vatan telâkki etmenin ve gerektiğinde uğrunda can verme hissiyle sevmenin başka yolu da yoktur.
(Adım Adım İstanbul’dan)
11.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|