Her zaman yaptığı açıklamalarla Ankara’yı geren TÜSİAD bu kez ziyaretiyle bahar havası estirdi.
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ’ın, “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Meclis’in işi” olduğunu söyleyip, bu iradeye saygı gösterilmesi yönündeki sözleri sebebiyle AKPliler dört köşe vaziyetindeler.
Meclis Başkanı Bülent Arınç da TÜSİAD’ı kabulünde bu vurgudan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Arzuhan Yalçındağ ise, “Ama uzlaşmacı ve uzlaştırıcı da dedik” diye uyarma gereği duydu.
Demokratik bir ülkede olması gereken bu değil mi? Cumhurbaşkanı seçimi Meclisin iradesindedir. Aynen hükümetlerin güvenoyu alıp almaması, kanunların çıkarılması, denetim faaliyetleri gibi. Normal olanı Meclis’in iradesi, antidemokratik olanı Meclisin iradesinin devre dışı bırakılmak istenmesi…
Bu açıdan TÜSİAD Başkanının ilk başta savunduğu görüşler doğru, ancak daha sonra bunu dengelemek gibi bir çabanın içine girmesi ise yanlış.
Demokrasiye sahip çıkmak TÜSİAD’a ancak itibar kazandırır.
Bu arada TÜSİAD heyetinin Meclis Başkanı Arınç’la görüşmelerinde havanın soğuk olduğunu da belirtmek isterim.
Bazı kesimler Arınç’la aralarına mesafe koymaya özellikle özen gösteriyorlar.
TÜSİAD’da kısa bir süre önce yönetim değişikliği oldu. Sabancı’nın yerini Arzuhan Yalçındağ aldı.
Sabancı, Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda buyurgan ve kibirli tavırla bir sivil toplum örgütünün başkanından ziyade ara dönem yöneticisi görüntüsünü veriyordu.
Bu yüzden itici ve anti demokratikti. O yüzden de iz bırakmadan çekildi gitti. Arzuhan Yalçındağ, Meclisin iradesi konusundaki yaklaşımı yerinde, ancak bundan sonraki çizgisini yine kendisi belirleyecek.
Bütün bu itirazî kayıtlara rağmen TÜSİAD heyeti Ankara’nın havasını yumuşattı.
Küresel ısınmaya rağmen Ankara’nın havasını soğutan gelişme ise yine ve yeni bir Andıç’tan geldi.
Nokta dergisi eski günlerdeki haberciliğini hatırlatır bir çıkış yaptı.
Genelkurmay’ın medyaya ilişkin raporunu yayınladı.
Böylece Genelkurmay’ın siyahları ve beyazları bir kez daha ortaya çıktı.
Akredite olmayan kurumlar zaten bir kalemde geçilmiş. Akredite olanlar ise, “güvenilir olanlar” ve “güvenilir olmayanlar” diye ikiye ayrılmış durumda.
Radikal gazetesinin akreditesinin devam etmesine karar verilmiş, ama Hasan Celal Güzel, Nuray Mert’in üzeri çizilmiş, Takvim’e tamam, ama Nazlı Ilıcak’a çarpı.
Artılar, eksiler var. Bir de “gri bölge”de olanlar. Onların izlenmeye devam edilmesi tavsiye edilmiş.
Akredite sistemi için, “sadece giriş izni değil” kaydı düşülmüş. Bunun bir güvenilirlik denetimi olduğunun altı çizilmiş. Akreditesi hiç olmayanları da eklediğimizde güvenilirlik denetiminden geçenlerin sayısı basın ortalamasının altına düşmüş.
Peki ne oluyordu, o brifinglerde salonları dolduran, İstanbul’dan uçaklar dolusu gelen anlı şanlı isimler.
Akredite işinde beni en çok güldüren üç isim oldu.
Laiklik konusunda Türk Silahlı Kuvvetlerini bile yeterince duyarlı bulmayan Kanaltürk TV’den Cüneyt Arcayürek ile Tuncay Özkan da çizik yemişler. Onların sorunu Hilmi Özkök döneminde pasif buldukları komuta kademesine hakaret etmekmiş.
Peki Cumhuriyet gazetesi aynı işi her sayısında yapmıyor mu? Genç subaylar rahatsız haberi Genelkurmay’ı rahatsız etmemiş mi? Yok, derdim Cumhuriyet’in de akreditesinin iptal edilmesini istemek değil.
Her kime olursa olsun yasaklara karşıyım. Zaten Andıçta da Cumhuriyet için tirajı, az ama Atatürkçü yayın politikası sebebiyle mutlaka akreditasyonunun devamı istenmiş.
Cumhuriyet cephesinde sorun yok demektir. Onlar adına sevindim.
Ancak bu işte garibime giden Can Dündar oldu. Can Dürdar’ın hazırladığı “Sarı Zeybek belgeseli” neredeyse her 10 Kasım’ın değişmez vurgusu oldu. Neredeyse Can Dündar’sız bir 10 Kasım’ı tahayyül etmek bile zor. İhtilâllerin kalın sesli Hasan Mutlucan’ı yerine çoktan romantik sesli Can Dündar’ı koymuştuk. Askerî okullarda, ön sırayı komutanların doldurduğu salonlarda “Sarı Zeybek” belgesellerinin izlendiği ne çabuk unutulmuş. Bu gidişle Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman’ı da bir gün TSK kapısından geri çevrilirken görürsek, şaşırmamak gerek. Demek ki Atatürkçü olmak yetmiyor. Hem Atatürkçü, hem özgürlükçü olmaya kalktınız mı, akredite edilmezsiniz.
Peki akredite edilmemek ne kaybettirir bir gazeteciye.
Yeni Andıç’ta bu durum itibarsızlaştırma olarak gösteriliyor. Bildiğimiz gazeteciyi akredite değil, kalemi ve kişiliği itibarlı ya da itibarsız yapar.
Basın TSK yanlısı ve TSK karşıtı tasnife tabi tutulurken, bir şey dikkatimi çekti. Hürriyet, Milliyet, Sabah gibi gazeteler için, 6 yazarı askerin siyasete müdahalesine karşı, 4 yazarı askerin müdahalesine karşı gibi tanımlamalarda bulunulmuş.
Demek ki, askerin kafasında hâlâ müdahale var.
Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök ve yeni Başkan Büyükanıt’da darbe sözcüğünü lânetle anmamışlar mıydı? Ben yanlış mı hatırlıyorum.
28 Şubat sürecinde tanıştık Andıç olayıyla. O zaman Çevik Bir ve Erol Özkasnak, “Parmaksız Zeki” olarak bilinen Şemdin Sakık’ın ifadelerinin arasına Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Akın Birdal’ın PKK’dan para aldığına ilişkin sözlerini iliştirmişlerdi. Çandar ile Birand işlerini kaybetti, Akın Birdal ise vuruldu, ölümden döndü.
O olay bir yüzkarasıydı.
Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik yeniden Andıç’a geldik.
Bu çağda olaylara hâlâ Andıç gözüyle bakılması TSK’ya bir yarar sağlar mı bilmiyorum, ama Türkiye için yüzkarası…
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|