Yemek yemek ya da yememek işte bütün mesele bu
Günümüzde hemen her evden ne kadar özenerek büyük emeklerle hazırlanmış yemeği çocuklar, türlü bahanelerle yemek istemiyor. Sinirleniyor, çileden çıkıyorsunuz, ama çocuğunuz sizin bu tavrınızdan etkilenmeyip arkasını dönüp gidiyor. Siz sarf ettiğiniz emeğe mi acıyacaksınız, çocuğunuz yemeğini yememiş ona mı üzüleceksiniz, yoksa yenildiğinize mi bozulacağınızı bilemeden çaresiz bir haldesiniz.
Üzülmeyin! Bu durumda olan tek kişi siz değilsiniz. Şu dönem çocuklarının hemen hepsi yemek yememek için direniyor. Çocuklar için yemek yemek için harcanan zaman, oyundan çalınıp boşa harcanan zamanla eş anlamlıdır.
Her şeyden önce ne kadar gerçek duygularınız olmasa da, çocuğunuza yansıtacağınız mesaj şu olmalıdır: “Yemeğini ister ye ister yeme. Bu davranışınla beni üzemezsin.” Sizi üzmek ve sinirlendirmek ve tepki almak onların ana amacıdır.. Çocuğunuz sizin pes edeceğinizi biliyorsa, mutlaka sonuna kadar savaşacaktır. Şunu unutmayın, olay tamamıyla taktik savaşı. Belki biraz yorulacaksınız, ama gereken tutumları uygulamanız halinde kazanan taraf siz olacaksınız.
Çocukların genellikle sevdikleri yemekler çorba, köfte, pilav, makarna, hamburger, patates kızartması, kek, vb. yiyeceklerdir. Fakat çocukların sebze ve meyveye de ihtiyaçları vardır. Bir bütün olarak yeterli ve dengeli beslenmesi için tüm besin gruplarından alması gerekmektedir. Bunu sağlamak için bazı tekliflerim olacak:
Teklif 1: Çocuğunuzu yemek yemesi için heveslendirin. Sofrayı hazırlarken, çocuğunuzun götürebileceği parçaları masaya kendisinin götürmesine izin verin. Sofrayı birlikte kurun ve bunu masadaki diğer kişilerle takdir edin.
Teklif 2: Yemeğin sonradan eklenecek tuzu, baharatı veya herhangi bir malzemesini çocuğunuza koydurun ve tadına bakmasını isteyin. “Nasıl, güzel olmuş mu? Eksik bir şeyi var mı? Bak yemeği nasıl güzel yaptın. Eline sağlık.” dediğinizde bulacak bahanesi kalmayacaktır.
Teklif 3: Eğer çok itiraz ettiği bir yemek varsa ve hiçbir şekilde ikna edilemiyorsa “Bu yemekten yemen gerektiğini biliyorsun ve başka yemek verilmeyeceğini de biliyorsun. Bunun için ne kadar yiyeceksen tencereden o kadarını tabağına koy” dediğinizde çok az dahi olsa bir miktar tabağına alacaktır. Bu arada eşinizle birlikte heveslendirme çalışmalarına başlayın. “Fark ettin mi? Nasıl da gözleri parladı, yanakları da pembeleşti. Çok tatlı bir çocuk oldu. Yediği yemekteki vitaminler onun bu kadar güzelleşmesini sağladı” gibi senaryolar üretin.
Teklif 4: Gerçekten sevmediği bir yemek varsa önceden tedbir alıp yanına çok sevdiği bir tatlı veya dondurma, vb. şeyler hazır edin. Bu, yaptırım gücünüzün artmasını sağlayacaktır. Böylece rüşvetle de olsa inatlaşmadan yedirebilirsiniz. Yemeğini yemezse asla tatlıdan vermeyin çünkü sözünüz yemeğini yemesi sonucunda tatlıdan yiyebileceği idi.
Teklif 5: Yemek itirazları başladığında şu yöntemi de kullanabilirsiniz. “Ayy haklısın bunun tuzu eksik olmuş ya da yakışacak ne varsa (limon vb.) sen ondan yiyemedin” deyip biraz eksik olarak adlandırdığınız malzemeden ekleyin.
Teklif 6: Sizi oyalamak için TV karşısında veya odasında yemek yemek isteyebilir. Asla izin vermeyin. “Yemeğin sofrada. Yiyeceksen gelip yiyebilirsin” deyin. Gelmezse sofrayı toplayın. Yemeğin gelmediğini görünce karnı da aç olduğundan geldiğinde tekrar masaya koyarak yemeğini verin. Bir sefer tavizde bulunmanız, sofrada yemek yedirebilme ihtimalini ortadan kaldıracaktır. Sizin taviz vermemeniz, yemeğini bitirip öyle TV izlemesi gerektiğini öğretecektir.
Teklif 7: O gün bütün köprüleri attı ve yemeğini yemiyor. Sofradan kalkıp gitti. Hiçbir şey söylemeyin. Siz yemeğinizi yiyin ve sofrayı toplayın. Bir süre sonra karnı acıktığı için gelip sizden bir şeyler isteyecektir. Ona yemeğini tekrar ısıtabileceğinizi, ama başka bir şey veremeyeceğiniz söyleyin. İtiraz edip ağlarsa, odasında ağlamasını, bitince gelebileceğini söyleyin. Tekrar geldiğinde isterse yemeğinin olduğunu, yanına yoğurt veya salata verebileceğinizi hatta çocukken sizin de bu yemeği bu şekilde sevdiğinizi söyleyebilirsiniz. Zaten karnı aç, başka alternatifi olmadığını anlayınca ve sizi de caydıramayacağını görünce kabullenmekten başka şansı kalmayacaktır. Bu aşamadaki tavrınız çok önemlidir. Bir seferki direnmeniz bir daha aynı şeyi yapamayacağını anlamasını sağlayacaktır.
|
Şenay ÖZER
26.02.2007
|
|
Özgüvenim hep benimle ol!
Özgüven; hayatla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi sağlar ve zorluklara karşı dayanmamızı kolaylaştırır. Özgüven bireyin kendisiyle barışık olması şeklinde de tanımlanabilir.
Özgüven kazanma süreci, hayatın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip olma deneyimidir. Başarı için ilham kaynağıdır. Başarılarımızdan gurur duymamızı ve onlardan keyif almamızı sağlar. Özgüvenimiz olmadığında işleri yapabilme yeteneğimizden emin olamayız.
Özgüven sahibi çocuklar; bir işi yapamadığında mazeret üretmek yerine yeniden denemeye başlar. İlk seferinde tümüyle doğru olarak anlamadığı ya da yapamadığı bir işin dünyanın sonu anlamına gelmediğini bilir, yaptığı hatayı veya yanlışı tekrar etmek yerine yeni çözüm yolları geliştirebilir.
Özgüven; hedeflerimizin peşinden giderken bize güç verir. Başarılarımızla doyum ve rahatlık hissetmemize izin verir. Birçoğumuz, belirli zamanlarda, belirli insanlarla ve belirli durumlarda kendimizi güvenli hissederken bazı durumlarda, zamanlarda ve bazı insanların karşısında özgüvenimizi yitiririz. Kendimize olan güven duygumuzu nelerin etkilediğini doğru anlamamız gerekir.
Özgüven, çoğunlukla, kendimizi nasıl hazırladığımız ve kendimizi nasıl gördüğümüz ile ilgilidir. Anne- babanın çocuğunu nasıl gördüğü, ona ne gibi tanımlamalar yüklediği, nasıl davrandığı özgüveni doğrudan etkileyen olgulardır. Baskıcı, demokratik olmayan, aşırı koruyucu anne- baba tutumları çocukta özgüven duygusunu doğrudan etkileyen durumlardır.
Anne-babaların mükemmele ulaşmaya dair hissettikleri arzu, ister istemez çocuklarına gereğinden fazla müdahale etme ve çok fazla yanlış düzeltme girişimlerine yol açıyor. Gelişim çağında, bu yönde çok fazla müdahaleye maruz kalan çocukların duygusal zekâlarının donuk kaldığı ve başka bireylerin duygularını anlamada yetersizliklere yol açtığını bilinmektedir. Duygusal zekânın gelişim gösteremediği bireylerde hayat başarısının da düşük olduğu, içlerindeki potansiyeli ortaya çıkaramadıklarına görülebilmektedir.
[email protected]
|
Zehra DENİZBEY
26.02.2007
|
|
Bağımlıyım, bağımlısın, bağımlı…
Acaba çok fazla televizyon seyrederek vakit geçirenler diğer insanlara göre hayatı daha farklı mı yaşıyorlar? İnsanlarla beraber olmaktan hoşlanmıyorlar mı? Bu tür sorulara cevap aramak için yapılan araştırmaların verdiği sonuç şu: Aşırı derecede televizyon seyredenler az televizyon seyredenlere göre kendilerini belirgin bir şekilde daha huzursuz, sinirli, sabırsız ve daha az hoşgörülü hissediyorlar. Yapılan çalışmada, bu kişilerin çok daha kolay sıkıldıkları, kendilerini kontrol etme yeteneklerinin az olduğu ve dikkatlerinin çok kolay dağıldığı da gözlenmiş. Çalışmaların gösterdiği diğer sonuçlarsa, televizyonla çok fazla zaman geçirenlerin, hiç seyretmeyen ya da az seyredenlere oranla toplum içine daha az karıştıkları, sosyal faaliyetlerinin daha az olduğu, hiç spor yapmadıkları, şişmanlığa daha yatkın oldukları.
Evlerde yalnızca bir televizyonun olduğu yıllarda yapılan bir araştırmada TV’nin bozulduğu zamanlar için aile bireyleri “Korkunçtu. Hiçbir şey yapmadık. Kocam ve ben konuşarak vakit geçirmeye çalıştık,” “Çocuklarımı değişik oyunlarla oyalamaya çalıştım, ama imkânsızdı. TV onların da bir parçası olmuştu” gibi çarpıcı açıklamalar yapmışlar. Eğer bir aile boş zamanının aslan payını televizyon seyretmeye ayırıyorsa, bu ailenin boş zamanlarını yeni bir faaliyete bağlı olacak şekilde yeniden düzenlemesi gerçekten kolay değil. Bu yüzden de, araştırmalar için bir hafta ya da bir aylığına televizyon seyretmeyi bırakmaya gönüllü olmuş ailelerin pek çoğu, bu yokluk dönemini tamamlamayı başaramamış. İlk birkaç gün boyunca bütün ev işlerinin yarısından çoğunun düzeni bozulmuş, aksamış. Aile bireyleri televizyon izlemekten boşalan bu yeni zaman diliminde ne yapacaklarını şaşırmışlar ve ancak ikinci haftada bu duruma alışmaya başlamışlar.
Televizyon, kolay yoldan rahatlama ve kaçış için sınırlı dozlarda yararlı olabilir belki, ama bu alışkanlık yeni şeyler öğrenme, aktif hayat sürme gibi isteklere karışmaya başladığında, bir çeşit bağımlılık oluşturmaya başlıyor ve ciddî bir şekilde ele alınması gerekiyor.
Sizler de bu kampanyanın bir parçası olabilirsiniz! Televizyon yayınlarından her türlü rahatsızlığınız için RTÜK 444 1 178 nolu telefonu arayabilirsiniz.
Ayrıca bu konudaki tepkilerinizi, görüş ve tekliflerinizi:
[email protected] adresinden bizlere ulaştırabilirsiniz.
|
26.02.2007
|
|
Hayatının anlamını unutan bir çok kadına/ anneye bir yazı
Belki köy sokaklarında dolaşacağız. Belki Ozancık, belki Çatin, belki de Balcı olacak burası. Ya da başka illerin başka köyleri. Belki şehrin göbeğinde bir apartman dairesine gideceğiz. Belki Afyon, Kayseri, belki Kahraman Maraş’tadır anlattığımız hayat. Mekânlar hep değişecek, ama kadınlar hiç değişmeyecek. Fedakâr, yorgun, sabahın ilk ışıklarıyla iş başı yapan ve en son uykuya dalan, adanmış kadınlar.
Sabahtan başlar tantana, Ozancık’ta çocuğun eline verir peynirli dürümü, bir başkası bir başka mekânda kuş sütü eksik bir kahvaltı sofrası kurar. Nihayetinde hiçbiri çocuğunu aç göndermez okula. Her yerde önlük özenle giydirilir, pek tabiî temiz ve ütülüdür o annenin çocuğunun önlüğü. Ancak o koşturmaca da ne bir baş okşanır, ne öpülen bir yanak vardır ortada, ne de sevgiyi hissettirecek ufak bir dokunuş. Öyle ya, nasıl olsa karnı tok, sırtı pek, beslenmesi sıkı hazırlanmış, cebi iyi doldurulmuştur çocuğun. Bir çocuk başka neye ihtiyaç duyar ki ?
Evet ne bir destek vardır, ne ifade edilmiş bir sevgi. Akşama kadar çocuğu için çırpınan, hayatını çocuğuna adayan bir anne vardır ortada. Ama ne bir sevgi sözü vardır bilinen, ne de ifade eder bir davranış. Sonra ne mi olur, sevildiği, değer verildiği yeterince hissettirilemediğinden belki de özgüveni eksik bir çocuk yetişir. Sonra bu çocuk sırf biraz ilgi gördüğü, tatlı söz duyduğu için öğretmenine “anne” der okulda. Sonra büyür bu çocuk, ergenlikte azıcık bir sevgi gördü diye yanlış insanlara ve yanlış diyaloglara yönelir. Sonra, sonra , sonra… Sonra temiz ve düzenli evlerin ruh dünyası darmadağınık çocukları yetişir işte. Toplum olarak yaşıyoruz bunu. Aslında çocuklarına adanmış annelerin sevgisiz çocuklarıdır bir çoklarımız, çalışmanın gayesini hayat koşturmacasın da unutan kadınların evlâtlarıdır. Sahi neden yapıyoruz bu günlük rutin işleri? Hiç sordunuz mu kendinize? Meselâ, toz alırken amacımız ne? Hijyen değil mi, kendiniz ve çocuklarınızın sağlığı için. Bu evi kurmanızın, bu eşyaları almanızın sebebi huzurlu ve rahat bir hayat sürmek, hayatımızı kolaylaştırmak değil mi? Hani bir reklâm sloganın da vardı ya—çok ta sevdiğim—"Ev sadece temizlemek için değil, mutlu ve huzurlu yaşamak için” gibi bir şeydi. İşte bunu kastediyorum. Bu, salaş bir hayat yaşamak, düzeni boş vermek anlamına gelmiyor. Mesele ifrat ve tefritten kaçınmak. Maalesef bir çoğumuz işin bu kısmını unutuyor. Oysa ki çocuklarına yeterince zamanı ayıramayıp, yeterli özeni gösteremiyorsa bir kişi akşama kadar evini temizlese neye yarar ki? Mesele o evin “yaşanan,” huzurlu, gerçek bir aile iletişiminin mekânı olmasıdır.
“Bırakalım da ev birbirine girsin değil mi?” deyip savunma mekanizmaları geliştirenleri duyar gibiyim. İkisine vakti dengeli ayırmak gerekiyor. Meselâ, bütün bu koşturmacanın ve ikramın arasına kırk gram sözlü ve davranışlı, içinde bir sarılmanın, bir saç okşamanın yer aldığı bir ikramı sıkıştırmak..
Mekânlar, çocuklar varsın değişsin. İhtiyaçlar hep aynı, yaratılışlar hep bir, fıtratlar hep aynı şeyi istiyor. Çocukken bile… Vesselâm her çocuk ilgi istiyor, sevgi bekliyor. Çünkü bu fıtratta yaratılmış. Üstelik de biliyoruz ki Yaradan vermek istediği için istemeği veriyor. O yüzden de her kadın bu sevgiyi verebilecek, “anne” fıtratında yaratılıyor. Dolayısıyla çocuk sahibi herkes bu fıtrî talebi karşılamakla mükellef. Annelere de diğer vazifeleri ne olursa ve ne kadar yoğun olursa olsun, öncelikli vazife “annelik” görünüyor.
[email protected]
|
Feyza Keleş GİZLİGİDER
26.02.2007
|
|
Rahatlayayım derken felç olmayın
Halk arasında ‘’rahatlama’’ amacıyla yapılan bazı vücut hareketlerinin ciddî sağlık problemlerine sebep olabiliyor. Günümüzde boyun ve bel rahatsızlığı hastalıklarının çok sık rastlanan bir duruma geldi, hastalığın yaş ve iş farkı gözetmeksizin herkesin başına gelebiliyor. Yoğun iş stresi ile bunalan, masa başında uzun süre kalan kişilerin rahatlamak maksadıyla ‘’boyun kütletme,’’ ‘’parmak çıtlatma,’’ ‘’berberde ya da hamamda masaj’’ yaptırma yoluna gitmeleri, boyun ve sırt ağrısı çekenlerin ‘’ayakla çiğnetme’ ve ‘’kupa vurma’ gibi bilimsel olmayan yöntemlerin kullanılması kısa süreli fayda sağlama bile felce dahi sebep olabiliyor. Bu tür uygulamalar sırasında omuriliğin geçtiği kanallarda daralma oluştuğu için basınçla sinirlerin daha da sıkışmasına sebep olabiliyor. Boyun kütletme boyun fıtığına sebep olup, vücutta kalıcı ve iş gücünden mahrum bırakabilecek kötü sonuçlar doğurabiliyor. Sonuçta rahatlamak için yapılan hareketler aksine çok önemli rahatsızlıkları tetikliyor.
Yaşlılarda daha riskli
Boyun ve omurga ağrılarını gidermek için uygulanan masaj, inme riski yani beyin ve damar tıkanıklığı riskini yaşlılarda daha da artırabiliyor. Çeşitli kaynaklar tarafından yapılan araştırmalarda, omurgayı düzeltme amaçlı yapılan masajın da damar içinde yırtılmaya sebep olabildiği belirlendi. Boyun ağrısının masaj yoluyla giderildiği bu güne kadar pek rastladığımız bir durum değil.
|
26.02.2007
|