Kulise adım atar atmaz, Başbakan’ın grup toplantısındaki konuşması karşılıyordu insanı.
Sesi öfkeliydi.
CHP’yi, Cumhuriyet gazetesini ve Baykal’ı hedef almıştı.
“Müflis tüccar” ilân ediyordu. Statükodan şikâyet ediyordu. Dünyanın hızlı bir değişim içinde olduğunu anlatıyordu. AKP iktidarı ile Türkiye’nin bu değişime ayak uydurmaya çalıştığını söylüyordu. “Paranoyalara pabuç bırakmayacağız” diyordu. “Bostanlardaki korkuluklar” gibi, CHP’nin Türkiye’yi “korku krallığı”na çevirmek istediğinden söz ediyordu.
Tabiri caizse burnundan soluyor, kulaklarından ateş fışkırıyordu.
“Cumhuriyeti koruma adına öcülerin çıkarıldığı”nı belirtiyor, “kriz üretim merkezi” gibi hareket ettiklerini söylüyordu.
Bu sözlerinin hedefi de Cumhuriyet gazetesiydi.
Geriye gitmeye meraklı gazete, bu kez de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte Türkiye’nin 100 yıl geriye gideceğini savunuyor ya...
Bunlar öfke ile ya da siyaseten söylenmiş sözlerdi.
Ancak bir sözü vardı ki çok manidardı. Aslında bir değil iki sözü vardı.
Biri, “Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” diyen zihniyetin hâlâ var olduğunu söylüyordu.
Bu söz Yassıada mahkemelerinin ünlü hâkimi Salim Başol’a aitti.
Salim Başol, anayasayı, yasayı, hakkı, hukuku bir kenara bırakmış orada tek kanunun ihtilâlcilerin emri olduğu söylemişti.
İnsanlık tarihinin yüzkarasıydı o sözler.
“Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” diyerek, haksız, hukuksuz yere asmıştı Menderes ve arkadaşlarını.
Başbakan neyi ima etti bilmiyorum, o sözleri dinlerken kalabalık salonda tüylerim diken diken oldu.
Başbakan’ın ikinci manidar sözü ise, iktidarları döneminde aydınlatılamayan suikast olmadığını söylerken, “Biri var ki, hususiyetlerinden dolayı aydınlatılamamıştır”dedi.
Necip Hablemitoğlu cinayetini kast etti. Ancak bunun hususiyeti nedir çözemedim.
Hablemitoğlu için Alman istihbaratından, CIA’ye, MİT’e kadar birçok seçenek sıralanmıştı. Başbakan’ın bu sözleri küllenmeye yüz tutan kuşkularımı yeniden alevlendirdi.
* * *
Erdoğan’dan sonra bir süre Baykal’a kulak verdim.
Özellikle de Başbakan’ın doğrudan, isim vererek, tarif etmek suretiyle yaptığı ithamlara vereceği cevabı merak etmiştim.
Baykal da öfkeliydi. Hem de ne öfke.
Bir ara elinin tersiyle vurup, mikrofonu aşağıya düşürecek zannettim.
Ancak Başbakan’ın konuşmasını sonuna kadar dinleyip grup toplantısına öyle giren Baykal ya dinlememiş ya da sıcağı sıcağına verecek cevap bulamamıştı.
Geçen hafta Kanaltürk’ten Tuncay Özkan ile Cüneyt Arcayürek’i savunduğu gibi bu kez de Milliyet gazetesinin Ankara temsilcisi Fikret Bila’ya göğsünü siper etti.
Hatta MGGK ile ilgili haberi sızdırdığı için Başbakan’ın abartılı bir vatan haini suçlamasına maruz kalan Bila’nın üzerinden başbakana “aynaya bak” demeye getirdi.
Ancak seçmenlere öyle bir seslenişi vardı ki sormayın gitsin.
“Oy sizin ırzınız, namusunuz” derken bir ara kürsüden aşağıya düşecek gibiydi.
Ne öfke ne öfke…
* * *
İki lider öfkeden sanki kuzu sarması olmuşlar gibi.
Erdoğan da, Baykal da bulmuşlar işin kolayını.
O ona çatıyor, öbür berikine sataşıyor.
Ahbap çavuş ilişkisi içinde biri iktidar, diğeri ana muhalefet yollarına devam ediyor.
3 Kasım’dan bu yana herkes rolünden memnun.
Şimdi düşman kardeşleri oynuyorlar. AKP bir dönem daha iktidar olmak istiyor. CHP ise anamuhalefet rolüne çoktan razı.
Şimdi yaptıkları da kayıkçı kavgası…
Ta ki, böylece 4 Kasım 2007 seçimlerinden sonra da tahterevalli gibi bir aşağı bir yukarı oynamak istiyorlar.
Merkez sağda her gün şapkadan bir tavşan çıkaran, “Yavuz Abi” formülleri de ekmeklerine yağ sürüyor.
Gazeteci Yavuz Donat’ın ikide bir gündeme getirdiği cephe arayışları, DYP ve ANAP’ın DP çatısı altında seçime gitmesi gibi sihirbaz Mandrake’ye bile parmak ısırtacak modeller ise kafa karışıklığından başka bir işe yaramıyor.
Böylece DYP’nin rüzgârı kesilmek istenirken meydan, siyasetin “siyam ikizleri” olan Erdoğan ve Baykal’a kalıyor.
01.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|