Dünyada tasasız ve gamsız yaşamak, sıhhat ve âfiyetle günleri geçirebilmek, maddî sıkıntılardan uzak bir hayat yaşamak şüphesiz herkesçe arzulanan bir yaşantı tarzıdır. Allah isterse bize cennet gibi bir dünya hayatı yaşatabilir. Onun kudreti her şeye yeter. Ancak dünya hayatının bir imtihan olduğunu düşündüğümüz zaman, olabildiğince pürüzsüz ve sıkıntısız bir hayat geçirmemizin imtihan sırrına uygun olmayacağını da anlayacağız.
Rabbimizden hem dünyada hem de ahirette güzellikler istemek, Kur’ânî lisanla en çok baş vurmamız gereken bir duâ şeklidir. Ama dünyada güzelliklere nâil olmanın hakkını vermek elbette kolay değildir. Bir kere bu güzelliklerin bizi şükre sevk etmesi gerekir. Nâil olduğumuz rahat ve huzurun bizi daha fazla dünyaya bağlamaması gerekir.
Ne yazık ki söylemekte sıkıntı çekmediğimiz bir çok hakikatı yaşamakta oldukça fazla sıkıntı çekiyoruz. Bildiğimiz ve söylediğimiz her hakikatı hayatımıza geçirebilme imkânımız olsaydı mükemmel bir kul olurduk.
İnsanın bildiğini ve söylediğini hayatında yaşaması, onun kendisiyle mücadele eden şeytanlara karşı gâlib gelmesi demektir ki, bunu başarabilmek o kadar kolay olmamaktadır. Çetin bir mücadelenin cereyan ettiği bir dünyada yaşamak zorundayız. Çünkü bu İlâhî kanunu değiştirme imkânımız bulunmamaktadır. Kazanmak da, kaybetmek de bu dünya hayatıyla ilgilidir.
Güzellikleri bizlere oldukça cazip gelen bir dünyada insan gibi hayat sürmek, bize çok tatlı gelen bu fani dünyadan bir ebedî hayat kazanmak gerçeğiyle karşı karşıyayız. Buna rağmen dünyanın çekici şaşaasından nazarımızı ayırıp gerçek âleme yönelmemiz kolay olmamaktadır.
Şöyle bir dönüp kendi yaşantı tarzımıza, kendi arzularımıza ve en çok neleri istediğimize, neleri elde etmek için çaba gösterdiğimize bakmamız gerekir. Kendi kendimizi kandırmadan bir muhasebe yapmamız gerekir.
Lisan-ı halimiz daha çok neyi istiyorsa ondan fazlasını Allah’tan isteme yüzümüz olmamalıdır ve olmayacaktır. Bizler bu dünya hayatında, dünya ahiret dengesini sağlayarak yaşamamız gerekirken, bunda gerçekten başarılı olup olmadığımıza karar vermeden önce başımızı avucumuzun içine alıp şöyle bir düşünmemiz gerekir.
Kendi nefsim hesabına diyorum ki, bizler dünyaya çalıştığımızın yarısı kadar bile ahirete çalışmıyoruz. Bizler dünya hayatımızın güzelliği için kendilerine muhtaç olduğumuzu sandığımız insanları memnun etmek için çabaladığımız kadar, Rabbimizin emirlerine uymak için bir gayret içinde olamıyoruz.
Bizler düşünmemiz gerekenleri düşünmüyor, uymamız gerekenlere uymuyoruz. Bizler iman ettiğimizi sandığımız değerlerimizi dünyevî hayatımıza feda etmişiz. Açıkça kendi kendimizi kandırıyoruz.
Peki bu şartlarda hangi yüzle Kâinatın Yaratıcısından Cennet hayatını talep edebiliriz? Hangi yüzle günlük hayatımızın hayhuyu içinde aklımıza bile getirmediğimiz, sünnetlerine uymakta başarılı olamadığımız Resûlullahtan (a.s.m) şefaat talep edebiliriz?
İçinde bulunduğumuz hayat tarzının bizleri çıkmazlara doğru hızlı götürdüğünü göremiyoruz. Sadece ‘inanıyoruz’ diyerek kendimizi kurtarabileceğimizi sanıyoruz. Ve ne yazık ki, inandıklarımız için pek az miktarda dünyanın geçici güzelliklerinden feragat edebiliyoruz. Bu hâletimiz mertliğe uyar mı dersiniz?
Elmas değerindeki inancımızın kaidelerini, işe yaramaz cam parçaları hükmündeki dünyevî kurallar için unutmuşuz. Rûz-i mahşerde bilmem hangi mazeretle kendimizi kurtarabileceğiz?
Ölümle dünyanın bütün güzelliklerinden ayrılacağımız kesin olduğu halde ve dünyanın kendisine yönelik hiçbir değerinin bize ölümden sonraki hayatımızda bir fayda sağlamayacağına iman ettiğimiz halde neden nefis ve şeytanların tuzaklarını başlarına geçiremiyoruz acaba? Bu insanlığa yakışır mı? Ebedî hayatımızı cehenneme çevirecek oyunları bozmak için niçin daha fazla çaba gösteremiyoruz? Mazur olabilir miyiz acaba?
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|