Zaman gazetesinin ekinde (25 Şubat 2007) Leyla İpekçi ‘Küresel ahlâk’ın hudutları’ başlıklı yazısında Hans Küng’ün İstanbul’da yaptığı konuşmayla ilgili bazı mülahazalar serdetmiş. Haklı olarak İpekçi Hans Küng’ün de bazı peşin hükümlerin kurbanı olduğunu ve bunlardan yola çıkarak peşin hükümler üzerine nasıl bir birlikteliğin inşa edilebileceğini soruyor veya sorguluyor. Gerçekten de öyle. Bundan dolayı bu yazıda Hans Küng’ün kritiğini yapmak ve bazı takıntılarını nazara vermek istiyorum.
Dost acı söyler veya dost hakkı söyler misali ötedenberi Küng’ün değişmeyen bazı takıntıları var. İstanbul’da da bunları dillendirdiğini görüyoruz. Bunlardan bir kısmı Tempo dergisine söyledikleri arasında da yer alıyor. Sözgelimi ‘Dinlerin diyalog açısından temel sorunları nedir?’ şeklindeki bir soruya şöyle cevap veriyor: “Yahudiliğin temel problemi: Tanrı’nın devleti, Hıristiyanların temel problemi: Tanrı’nın oğlu, İslam’ın temel problemi: Tanrı’nın kitabıdır. Üç din için de bu değerlerin ortadan kaldırılması değil, ama yeniden yorumlanması gerekiyor. Birçok Yahudi, bugün anlıyor ki devlet vaadi belirli sınırlar içindeki bir şey değildir. Keza birçok Hıristiyan da anlıyor ki, Hz. İsa gerçekten de insandır. Birçok Müslüman da Kur’ân’ın hem Tanrı’nın kitabı olduğunu, hem Hz Muhammed’in sözleri olduğunu anlıyor. Bu yüzden hepimiz kendi dinimizi yeniden yorumlama süreci içindeyiz...”
Burada açıkça tavzih edilmesi gereken yanlışlar var. Birincisi, gerçekten de bir zamanlar Yahudiler seçilmiş millet idi. Bunda bir ihtilaf yok. Ama Yahudiler bunu şartlarından arındırarak mutlak hale getirmek istediler. Allah ile Yahudi milletini bütünleştirdiler. Buna göre Yahudiler ne kadar haksızlık veya ahlâksızlık yaparsa yapsın ilâhî inayet altındaydılar. Onlar günahlardan muaf ve hatalardan müberra idiler. Belki hataları hata değil, aynıyla sevap türündendi. Halbuki seçilmişlikleri şartlara bağlı ve onun geçiciliği ile geçici sadece tarihî bir vetire idi. İstikamet üzere kaldıkları müddetçe seçilmişlikleri devam ediyordu. Bunu aştıklarında ise ‘tersinden seçilmişler’ durumuyla karşı karşıya kaldılar. Buna alçak sürünme veya diaspora faslı da denebilir. Ancak Yahudilerin bu millî enaniyet ve bencillikleriyle Hıristiyanların teslis akidesi ve Hazreti İsa’yı Rab edinmelerini birbirine karıştırmamalı. Ve Allah’ın kitabı tabiri kesinlikle Küng’ün anladığı gibi kitabı Rablık derecesine çıkarmaz.
Kur’ân sadece kelam sıfatının yansımalarından birisidir ve bu anlamda kelamullahdır. Allah’ın bir parçası değil sözlerinin yansımasıdır. Vahiy ürünü olarak tanımlamak en doğru olanıdır. Maalesef Mutezile bidat bir soru ortaya attı ve tanımın ekseni kaydı. Kur’ân-ı Kerim mahluk mudur, değil midir tartışması meselenin dallanmasına, budaklanmasına ve felsefî bir mahiyet kazanmasına yol açtı. Halbuki bütün Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’in vahiy mahsülü olduğunda müttefiktir. Bu anlamda, Kur’ân Peygamberimizin hadisleriyle aynı değildir. Kur’ân Allah’ın beşere uzanan ve inen bir ipi ve mesajıdır. Dolayısıyla beşerî değildir.
***
Ancak Küng’le ilgili bazı eleştiriler de maksadını aşmaktadır. Sözgelimi, İpekçi şöyle yazıyor: “Küng’ü dinlerken, önerdiği küresel ahlâkın, son derece dönemsel bir göndermesi olduğunu fark ettim. İnsanlığın ihtiyacını duyduğu ahlâkı, ille de küreselleşmiş dünya parametreleri üzerinden oluşturursak bunun tüm zamanları kapsadağını nasıl iddia edebiliriz.”
Yazısının bir başka yerinde başka bir eleştiri yöneltiyor: “Küng, örneğin laikliğin evrensel bir ahlâk için elzem olduğundan yola çıkarak evrensel değerlerin bir tarihsellik anlayışına hapsettiğini göremiyor olmalı. Laiklik bugün elbette küresel bir doğru olabilir. Ama onun evrensel bir değer olduğunu bu kadar kolayca söylemek mümkün olabilir mi?”
Hukuk gibi ahlâk da hem esnek ve hem dinamiktir. Bundan dolayı evrensel olmasına rağmen yöresel veya küresel olarak dönem dönem yorumlamak mümkün ve hem de gereklidir. Sufilerin harku’l avaidi (bazen oturmuş geleneklere aykırı hareket etmek) ahlâkın televvününe işarettir. Bazen lâfızla mânâ dönem dönem ayrışırlar. Lâfza bağlı kalan ruhtan kopar. Evrenselin küresel veya mahalli yansımaları olabilir. Bu açıdan küreselle evrensel herzaman çatışma halinde değildir. Ama bazen öyledir. Ahlâk televvün halindedir sufiler buna harku’l avaid derler. Harku’l avaid dönemsel doğrulara işaret eder.
Evrenselin bazen küresel vaya konjonktürel görünümleri, yansımaları ve tecelliyatı vardır. Veya ahlâk da lafzî değildir, esnektir. Mehmet Aydın’ın temas ettiği gibi harfî bağlılıkla, lafzî uygulama birbirinden farklıdır. Çünkü ahlâkın içinde niyet de vardır. O da değerlerin istikametini tayin eder. Lafzî uygulama zahirilik olur. Çeviride de böyle bir sorun vardır. Motomot tabir edilen çeviri bazen eserin ruhuna ters düşebilir. Dolayısıyla önemli olan ifade edilmek istenilenin öne çıkarılmasıdır. Hukukta da öyledir lafza bakılmaz kasta bakılır.
Dünyanın ahlaksızlık nedeniyle ontolojik bir yıkımla karşı karşıya olduğu bir dönemde elbetteki ahlaka güçlü atıfta bulunmakta hayati bir önem vardır. Belki yapılması gereken küresel bir ahlak tanımı ile vakit geçirmek yerine bazı konjonktürel ahlakî umdeleri ve kriterleri öne çırarmaktır. Zaten küresel bir ahlak noktasında konsensüse ulaşmak oldukça zordur. Detaylar esneklik gerektirir. Bundan dolayı küresel bir tanım çıkmaz bir sokaktır.
***
Laiklik konusunda da durum böyledir. Tanım üzerinde çatışma kaçınılmazdır. Bundan dolayı laiklik gibi genel kalıplar üzerinden maksada gitmektense billurlaşmış değerler veya tanımlar üzerinden gitmek daha evladır. Elbette Küng kendi kültüründen baktığı için kendi zaviyemizin yansımalarıyla uyumlu bir sonuca ulaşamayabilir. Fakat bir çok konuda ortak bir noktaya yaklaştığımızı da görüyoruz. Öyleyse bu arayışlar teşvik görmeli.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|