Özellikle özel teşebbüsün ciddî revaç bulduğu ortamda filizlenme imkânı bulan kişisel gelişim “edebiyatının” ürünleri olan kitaplar, kitapçıların raflarının en nadide yerlerini süsleyen kitaplardan. İnsanın kendisini tanımasına yönelik bir sürü başlıklarla piyasada arz-ı endam eden bu kitapları görünce düşünmeden edemiyorum: Bu tarz kitapların revaç bulması gerçekten sürekli ihmalden kaynaklanan kendimizi tanımamanın bir delili mi? Öyle olduğunda herkes hemfikir. O hâlde, kültür ve medeniyet dokumuzda “kendini tanıma, keşfetme” gibi motifler yok muydu? Varsa, neden kendimizi tanıma eksikliğimizin oluşturduğu boşluğu kişisel gelişim kitaplarıyla doldurma yoluna gittik?
Bu sorularla çerçevesini çizmek istediğim ve benim için az da olsa çelişkili görünen manzara şu: Edebiyatımıza şöyle bir göz attığımızda, özellikle en önemli kaynağı din olan dönemlerde, din motifleriyle süslenmiş edebî metinlerimiz “can içre bul cananı” türünden sözlerle bir şekilde insana içe bakış düşüncesi verdikleri hâlde, neden içimizdeki “ben”den habersiz kalmış ve kendimizin kâşifi olamamışız? Neden özellikle Batı kaynaklı kişisel gelişim kitaplarına can simidi gibi sarılma gereği duymuşuz?
Sahi, her ne kadar tasavvufî bir anlamı kast ederek söylemişse de, meselâ “Bir ben var bende, benden içeri” demiyor mu Yunus Emre? Ne garip değil mi? Bizi asırlarca etkilemiş tasavvuf ekolü en evvel nefsin tezkiye ve tasfiyesini isteyerek evvelâ nefsin tanınması hadisesinden başlamak gerektiğini söylüyorsa, dolayısıyla da bilinçli bir nefsin sağlıklı bir gelişim izleyeceğini öğretiyorsa, sizce de bazı yerlerde bir çelişki yok mu?
Evet, daima içe yönelmeyi tavsiye eden ve bunun ihmal edilmemesi gerektiğini dile getiren İslâm medeniyetinin, elbette ki “kişisel gelişim” konusuna tekabül eden kendini tanıma hususunu eksik bıraktığı düşünülemez. O hâlde bu boşluk, yöntemsizliğimizden kaynaklanmıştır. Ve bence böyle bir durumun ortaya çıkmasının sebebi, bu yöntemsizliğin beraberinde getirdiği vehimlerin hayatımızı yönetir hâle gelmesidir. Özellikle tasavvufî bakış açısı kendini tanımaya fırsat verdiği hâlde, bireye dışa yönelik aksiyoner bir tavır içinde kendini geliştirme açısından bir yöntem sunamamıştır. Bu da kişisel ve sosyal hayatımızın gelişiminde hareketlilik değil, durağanlığı doğurmuştur.
Asırlarca “Her şey O’dur” düşüncesiyle beraber kendisini yoklukla özdeşleştiren insanımız, Allah’ın san'at eserlerinden biri olan kendisi üzerinde, ancak fânilik noktasında bir fikir cehdi gösterebilmiştir. Tipik, Şeyh Gâlib’in, “Sen yoksun, o benler hep vehm-i gümânındır” mısrasında geçen düşünceler gibi. Oysa “Her şey ondandır” düşüncesiyle hareket edilmiş olsaydı, belki de şimdiye kadar kişisel gelişim konusundaki yöntemsizliğimiz bir şekilde çözümlenip bize has bir kişisel gelişim yöntemi ortaya çıkabilirdi. Dolayısıyla da bunun edebiyatını da yapabilirdik. Çünkü kâinat kitabını okuyan her insan, hemen her şeyin bir gelişime (tekâmüle) doğru yol aldığını görecektir. Dolayısıyla da aksiyoner bir gelişim çizgisini oluşturabilmek için yeteneklerini geliştirme adına bir yöntem ortaya koyabilecekti.
Batı edebiyat tarihi incelendiğinde, hep aksiyoner bir arayışın söz konusu olduğu görülecektir. Ancak edebiyatımıza baktığımızda ölümlü dünya üzerine kurulu durağan bir hayat anlayışı vardır. Aynı şekilde edebiyatımıza da yansıyan bu anlayış, büyük bir çoğunlukla edebî metinlerde de kendini gösterir. Batı etkisiyle dinî hüviyetinden kopan edebiyatımız da kendini keşfetme ve geliştirme yollarını Batıdan hecelemek durumunda kalmıştır. Kimbilir, edebiyatımızın yönü değişmeseydi eğer ve kendi içinde değişimi sağlayabilseydi, özgün bir kişisel gelişim yönteminin doğuracağı bir kişisel gelişim edebiyatı ortaya çıkabilecekti belki. İşte, bence asıl mesele bu!
25.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|