Sahabe-i Kiramın hayatı harikulâdeydi.
Onlar insanlığın ayları, yıldızları, güneşleriydi.
Beden gücünün kullanılmasında, ruh ve his dünyasının bire bir yaşanmasında onlara yetişmemiz kesinlikle mümkün değil! Çünkü onlar bugün bizim kullandığımız teknolojiye eş değer değil, onu aşan bir gücü üstlendiler ve de kullandılar. İmanın verdiği o inanılmaz güçle beden, ruh ve his dünyalarında “olmazları” başardılar ve bire bir yaşadılar.
Allah’a iman konusunda bütün zorluklara göğüs gerdiler. Teknolojiye, dünyanın manialarına meydan okudular. Sonunda kazandılar.
Kelimenin tam anlamıyla “imanın tekniğe meydan okuduğu” asıl asır ve zaman dilimi onların yaşadığı andı. O Asr-ı Saadetti.
Onlar her şeyini “Allah’ın Rızasına” endekslemişlerdi. Ruh ve his dünyalarında hâkim olan, madde değil mânâ idi.
“Tarihin Şeref Levhaları” onların yaşadıkları bu tür inanılmaz hayatla gerçekleşti. Bugün de, milyonlar, milyarlar derin bir acizlik içerisinde onların o ibret ve hayret dolu hayatlarını okuyup ders almaya çalışıyor.
Bugünün Müslümanları olarak bizim çıkmazımız ise, onların yaşadıklarını günlük hayatımızda nasıl uygulayıp, adapte edeceğimiz konusundadır. O hayatı “es geçmek” büyük bir hata ve zarar olduğu gibi, aynısını motomot yaşamak da imkânsızdır. İşte bu noktada da gerçek bir önder ve lidere, örnek şahsiyete ve kurtuluşa götürecek metoda ihtiyacımız var ki karşımıza her zaman olduğu gibi yine makuliyetin değişmez ismi Bediüzzaman gerçeği çıkıyor.
Üstad Hazretleri “sahabe mesleği” dediği dâvâsıyla İslâmiyeti bu dehşet asrında yaşama gayreti içinde olanlara ışık tutuyor. Bizzat yaşadığı hayatla rehberlik ediyor. Ümitsizliğe düşürmüyor. Hadlerini de aşırmıyor.
Bugünün hiçbir Müslümanının birkaç hurmayla, arpa ekmeğiyle, sirkeyle kahvaltı, öğle yemeği veya sahur veya iftar etmeye tahammülü yok. Tatbik etmek niyeti de yok. Yapması da mümkün değil.
Peki ne yapacak bugünün Müslümanı? İşte, asrın manevî tabibi bu noktada Risâle-i Nur ekolü ve metodu ile, bugün insanlığa ve Müslümanların önüne şu noktayı koyuyor: “Samîmî bir niyet, halis bir kulluk, peygamberi örnek alan bir hayatla” bu yolda yürünebileceğini söylüyor ve gösteriyor. Tatbikatını da “Farzları yapan, kebîreleri işlemeyen kurtulur!” şeklinde ifade ve formalize ediyor. Farzların en başında namaz gibi kâinattaki bütün güzelliklerin fihristi ve özü olan bir ibadetin geldiğine dikkat çekiyor.
Her güzel iş ve amelde iyi bir niyet, tam bir halisiyet ve samimiyet ve de ciddî bir gayretin Allah (c.c) tarafından mükâfatsız kalmayacağını ifade ediyor.
Kısacası, bugün biz, sahabelerin yaşadığı hayatı taklit edip aynını yaşamamız mümkün değil. Ama bugünkü şartlarda sahip olduğumuz bütün varlıklarımızı ve kullandığımız her şeyi, nefsimize, keyfimize değil de, onların yaptıkları gibi dâvâmızın, dinimizin yolunda kullanmamız yetecektir. Bugün biz günlerce yol yürüyemeyiz. Enerjimizi o yolda harcayamayız, ama sahip olduğumuz teknoloji ürünü vasıtalarımızın zekâtı olarak onları “hizmet” yolunda kullanabiliriz. Telefonlarımızın, evlerimizin, sermayelerimizin, varolan ilmimizin ve sağlığımızın zekâtlarını vererek bunu başarabiliriz. Hülâsa sahip olduğumuz bütün imkânlarımızı bu mukaddes yolda harcamak kurtuluş vesilemiz olabilir. Tarihi aynen geri getiremeyiz ama ondan ders alarak metot ve uygulamalarının çağımıza ve mevcut şartlara uyumunu sağlayabiliriz. Böylece bu mukaddes yolda onlara arkadaşlık ve eşlik edebiliriz. Maziden ders alıp istikbale ümitle bakabiliriz.
Aslında formül basit:
Tembellik yapmamak, kötü niyet beslememek, mazimize ihanet içerisinde olmamak.
Gafletten uzak, samîmî ve içten bir hayata talip olmak.
İstikrar çizgisinde manevî bağlarını koparmadan aynı hat üzerinde devam etme gayretinde olmak.
Meşrûiyetten ayrılmadan, gayretle elden geleni bir “şahs-ı manevî” kültürüyle buluşturup tek başına ıssız çöllerde kalmadan yola devam edebilmek. Bütün mesele işte bu!
Cenâb-ı Hak bu hayatı bulma gayretinde olanlardan eylesin. (Âmin)
24.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|