17 Ağustos depreminde 18 bin kişiye mezar olan çürük binaların sorumluları hakkındaki dâvâların çoğu zamanaşımına uğrayınca kamuoyunda haklı bir infial doğdu.
Bunun üzerine Yargıtay Başkanı, mahkemelerin ve Yargıtay’ın üzerindeki iş yükünün ağırlığından yakınarak, “Yargıtay dosyaların altında eziliyor. Dünyada hiçbir yüksek mahkemenin bu kadar iş yükü yok” diye savunma yaptı.
Bu savunmanın geçerli olduğu yerler olabilir
Ama masum insanların canına kast eden suçları zamanaşımına uğratan iş yoğunluğunun, “devlete karşı” işlendiği iddia edilen suçlar için açılan dâvâlarda geçerli olmaması ve bu dâvâların zaman zaman inanılmaz bir hızla sonuçlandırılması bu savunma ile açıklanamaz.
Nitekim çürük bina yapan müteahhitleri ve denetim görevini yerine getirmeyen yetkilileri takipsiz bırakan yargı, depremi “İlâhî ikaz” olarak niteleyenleri cezalandırmakta gecikmedi.
Yeni Asya mensupları olarak, bu çelişkiyi en yakından yaşadık. Neredeyse dâvâ açılmayan ve mahkûm edilmeyen yazarımız kalmadı. Mehmet Kutlular ise 276 gün hapiste tutuldu.
Bu tablo, zamanaşımına uğradığı için düşen çürük bina dâvâlarıyla bir araya getirildiğinde çok daha düşündürücü, çarpıcı bir şekil alıyor.
Hafızalarımızı tazeleyip, 17 Ağustos’tan sonra yaşanan bir diğer tabloyu daha hatırlayacak olursak.
O günleri yaşayanlar çok iyi biliyorlar. Depremi takip eden günlerde resmî kurumlar arama, kurtarma, yardım, iaşe ve ibate çalışmalarında tam bir hazırlıksızlık ve çaresizlik görüntüsü vermişlerdi.
O kadar ki, depreme İstanbul Etiler’deki evindeyken yakalanan dönemin Cumhurbaşkanı, iletişim hatlarındaki kopukluk sebebiyle saatlerce hiç kimseyle bağlantı kuramamıştı.
Depremin yol açtığı korkunç tahribat da, yine devletten çok önce oralara ulaşan medyanın yayınlarıyla ülkeye ve dünyaya duyuruldu.
Devletin bu görüntüyü verdiği bir ortamda, hamiyet duygusunun sevkiyle “durumdan vazife çıkararak” re’sen işe el koyan toplum, depremzedelere yardım etmek için seferber oldu.
Depremin vurduğu yerlerde evsiz ve sahipsiz kalan insanların çadır, yiyecek, içecek, ilaç ve sair temel ihtiyaçlarını karşılamak için gönüllü kuruluşlar ve hayırseverler harekete geçti. Birçok doktor ve sağlık elemanı, hizmet vermek için oralara koştu. Arabasının bagajını gıda kolileri, temizlik ürünleri ve sair ihtiyaç malzemeleriyle dolduran, soluğu afet bölgesinde aldı.
Bu samimî gönül seferberliği daha da hızlanarak devam ediyordu ki, günler sonra ancak kendisine gelebilen devlet, nihayet varlığını hissettirme ihtiyacı duydu. Ve bunu da, gönüllü yardımlara set çekip engel olarak gösterdi!
Gerekçe, yardım adı altında gelenlerin içerisinde “irtica propagandası” yapanların bulunduğu iddiası idi. Yardım organizasyonlarının düzenli ve profesyonelce gerçekleştirilmiş olması ise, YAŞ kararıyla ve irtica suçlamasıyla ordudan ihraç edilen eski TSK mensuplarının bu çalışmalarda ön planda olmalarıyla izah edildi...
İki tablo birbirini tamamlıyor. İkisinin arkaplanında da aynı zihniyet var: Hizmet zamanı hiç ortalarda görünmeyen, ama baskı ve dayatmada olanca haşmetiyle sahneye çıkan zihniyet.
24.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|