Cumhurbaşkanlığı seçimine ramak kaldı. Bu konudaki gergin tartışmalar başka zemine kayarken, sürpriz yaşamamak için muhtemel olumsuzluklara karşı herkes duyarlı. Çünkü, siyasî hafızamız, “Çankaya savaşları”nda her zaman güç odaklarının gerilim doğuracak mizansen baskılara kalkışabileceğinin hatırlatıyor.
Rahmetli Ali Fuat Başgil bunun en bariz örneklerindendir. İstanbul’dan Ankara’ya gelişi, malum “kuvvet”lerce sıkıştırılıp adaylığını koyamadan Ankara’dan uzaklaştırılması, yüzlerce benzer vaka gibi hazin bir demokrasi lekesi olarak önümüzde durmaktadır.
“Son imza” veya diğer tabirle “son kale” görülen Cumhurbaşkanı makamı, 12 Eylül ürünü 1982 anayasası ile sorumluluğu olmayan olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. 82 anayasasına konulan geçici madde ile dönemin ihtilâl lideri, diğer adıyla konsey başkanı Kenan Evren, yedi yıllığına Cumhurbaşkanlığına seçilmişti.
Anlayacağımız, anayasanın Cumhurbaşkanına tanıdığı büyülü yetkilerin halkoyuna sunulduğu gün beraberinde o makama uygun görülen kişi de oylanmıştı. Yetki onayı ile birlikte yetkili tayini de anayasaya “derkenar”yapılmıştı.
Aslında ihtilâl hukukunun çarpık ve bir o kadar demokratik teamülleri tahrip eden karakteristiğine en iyi örneklerden biridir bu durum.
Dikkatli bir hukukî mütalaa yapılırsa, geriye rücu edilemeyecek mevzular olsa da, o günlerde anayasanın geçici maddesiyle seçilen darbe liderinin aslında kullandığı yetkiler ve işlemlerin belkide çoğu mualleldir. Adil olmayan ve tek adayın dayatıldığı, üstelik yetkisini düzenleyen anayasanın kendisinin nezareti altında ve tayin ettikleri kurucu meclis üzerinden yürütüldüğünü düşünün.
Maalesef, Cumhurbaşkanlığı meselesi kelimedeki “cumhur” kavramına yakışır bir düzenleme ile, irade sahibi milletin direk tercih yapabildiği, demokratik yarışa uygun bir hale getirilemedi. Bunun mutlaka kendi sınırlarına çekilmesi gerekir.
“Cumhurbaşkanını halk seçsin” fikri, siyasî söylem olarak bir çok partide kabul görmesine rağmen, buna teşebbüs etmede konjonktürel duruşlar tercih edilmiş ve maalesef aradan geçen çeyrek asır içinde sivil bir anayasal düzenlemeye gidilememiştir.
Meclisin seçmesi de dolaylı olarak milletin iradesidir. Ancak “kurumlar savaşı”nda maruz kalınan yıpratıcı taktikler karşısında,cumhurbaşkanlığı seçimi sürekli vesayet altında tutulmaya çalışılmış ve siyasetin bir yansıması olmaktan ziyade, devletin kendi içinde dizayn ettiği bir son nokta olarak görülmüştür.
Bu günkü tabloda, siyasî iradeyi frenleyen ve devletin görüşü olma niteliğini koruyan, halkın genel temayülleryile çelişen bir yaklaşımı maalesef son yedi yılda fazlasıyla yaşadık.
Demokratik cumhuriyet sisteminde, bir makama ve şahsa, devletin ana organları üzerinde tek başına resen takdir ve tayin hakkını bu denli elinde tutma dirayetini vermek, katılımcı ve paylaşımcı bir demokrasinin en büyük riski ve handikapıdır.
Düşünebiliyor musunuz, YÖK gibi doğrudan Cumhurbaşkanını muhatap alan bir kurum neredeyse siyasî bir parti gibi hükümeti yok sayıyor, hatta açık muhalefet ediyor ve başbakana laf yetiştiriyor. Bunun sebebi, Cumhurbaşkanınca atanıyor olmasından kaynaklanan kendi millî irade üstü görme zehabından kaynaklanıyor.
Siyasetin zayıf yüzü şamar oğlanına döndüğü zamanlarda, beklenmedik Cumhurbaşkanı adaylarının, beklenmedik bir arayışın filelerine takılıp “başkomutan” ünvanını alıp devlet başkanı sıfatını kazanmaları da bize has son ana ait hamlelerdir.
Böyle dönemlerde, demokratik teamülleri ve açık rejim iddialarını gölgeleyen dayatmaların zımnî de olsa yaşandığını biliyoruz.
Önümüzdeki 45 gün, en kritik ve uzun bir tarih bandıdır. Geleceğimizi tesir sahasına alacak ve AB sürecinde Türkiye’nin geleceğe bakış profilini ortaya koyacak beyin jimnastikleri de artacaktır.
Teyakkuz içinde, sivil ve demokratik bir olgunluğun yaşanması en büyük temennimizdir. Bu süreçte, provokasyonlara dikkat etmek ve sükuneti korumak, dikkate değer en önemli husustur.
26.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|