Türkiye, farklı şekillerde isimlendirilmiş olsa da ‘darbe’ olduğu konusunda ihtilâf olmayan bir “28 Şubat süreci” yaşadı. 28 Şubat 1997 günkü MGK’da alınan ve kamuoyuna açıklanan kararların tesirleri bugün de devam ediyor. Üzerinden 10 yıl geçen bu ‘süreç’in Türkiye’ye nelere mal olduğunun çok iyi bir muhasebesinin yapılması gerekiyor.
10. yılına yaklaştığımız “28 Şubat süreci”nin mağdurları arasında toplumun pek çok kesimine mensup kişi ve kuruluş vardır. Ancak en başta, başörtüsü taktıkları için mağdur edilenleri saymak lâzım. Başka sebeplerle mağdur edilenlerin mağduriyeti kısmen sona ermiş olsa da, başörtüsü taktıkları için mağdur edilenlerin çilesi sona ermemiştir.
İnsanoğlu, ‘unutma hastalığı’yla hastalıklı olduğu için, yaşadığımız hadiseleri kolay unutabiliyoruz. Bu sebeple, 10. yılında 28 Şubat’ın ciddî bir muhasebesini yapıp ‘ders’ler ve ‘ibret’ler çıkarmak gerekiyor. Çıkarılması gereken ‘ders’lerden biri de, millete rağmen bir işin yapılamayacağı dersi olmalıdır. Tabiî bu ders de en çok siyasetçiler ve Türkiye’yi ‘idare edenler’e lâzım.
28 Şubat sürecinin en önemli özelliği, baştan sona kadar ‘millete rağmen’ yapılmış bir hareket olmasıdır. Önceki ‘darbe’ler gibi bu ‘postmodern darbe’ de güya millet menfaati için; ancak gerçekte milletin rağmına yapılmıştır. Zaten ihtilâlciler her defasında “ülkeyi uçurumdan kurtarmak için” ihtilâl yaptıklarını söylemişler, ancak hakikat tam tersi olmuştur.
Biraz daha geriye giderek 12 Eylül 1980’deki ihtilâle baktığımızda da ihtilâlcilerin benzer bahaneyi ileri sürdüklerini görebiliriz. İhtilâli yapanlar kendilerini savunurken; “Ülkede kan gövdeyi götürüyordu, millet kurtarıcı arıyordu” derler. Ülkede kanın ‘gövde’yi götürdüğü vakıa olarak doğru idi, ancak bunun sorumluluğu kimin sırtında idi? İhtilâle maruz kalmış siyasetçilerin sorduğu, “11 Eylül’de akan kan, 12 Eylül’de nasıl durdu” sorusunun cevabı aradan çeyrek asır geçtiği halde verilememiştir.
Dolayısı ile 28 Şubat sürecinde de siyasete müdahale edenlerin ileri sürdükleri ‘gerekçe’ler tamamen temelsiz bahanelerden ibarettir. Hele, ‘Millet bizi istiyordu, bekliyordu’ şeklindeki bahaneye gülmek bile mümkün değil! Nasıl oluyor da ‘milletin beklediği’ anlayış, siyaset meydanında destek bulamıyor? İhtilâle imza atanların kendileri siyaset meydanına çıkamasalar da, onların ‘destekçileri’ her zaman halkın karşısına çıkıyorlar. Çıkıyorlar ve her defasında sandıkta boğulup ‘ceza’landırılıyorlar. Bu hal ve bu gidiş, ‘Millet bizi bekliyordu’ diyenleri yalanlamış olmuyor mu?
‘Postmodern darbe’nin aktörleri arasında sayılan bir emekli komutan, 28 Şubat’ı savunurken ‘geçmiş’i de övmüş: “1946 yılına kadar tek partili bir sistem içerisinde devlet yönetildi. Çok güzel kalkınma, değişimler oldu.” (Star, 24 Şubat 2007)
Bu yaklaşım ‘millete rağmen anlayış’a delil olmaz mı? “Çok güzel” denilen ‘tek parti’ devrini millet eline imkân geçtiği ilk seçimde öyle bir tasfiye etti ki, bir daha helâl reylerle o parti iktidar yüzü görmedi. Muhtemelen bundan sonra da görmeyecek. Peki, milletin iktidarı teslim etmediği bir parti, ‘çok güzel işler’ yapmış olabilir mi?
Etkileri hâlâ devam eden bu yanlış anlayış ve adımlardan bari 10. yılda dönülsün...
26.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|