|
|
Bilim kurgu filmlerinde uzaylılara karşı birleşebilen “dünyalılar”, dünyayı tehdit eden tehlikelere karşı birleşebilecek mi? “Barış, sevgi ve kardeşlik” sloganik bir şarkı mesajı olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecek mi? Bütün savaşları, düşmanlıkları, nefretleri bir kenara bırakarak, küresel ısınmaya karşı, hep beraber birşeyler yapabilecek miyiz? Meselâ beş dakikalığına bütün şalterleri indirip, bütün cep telefonlarını kapatabilecek, otomobilimizi kenara çekebilecek, teknolojinin “nimet”lerinden kısa bir süreliğine ayrılabilecek miyiz?
Başroldeki adam, başroldeki kadına ne söyledi, öğrenmeden durabilecek miyiz?
En iyi traş bıçağı olduğunu iddia eden markanın masallarından ayrı kalabilecek miyiz?
Kurşunlar üstüne yağdığı halde bir türlü ölmeyen kahramanımızın hamaset dolu sözlerini duymamak için kendimizi tutabilecek miyiz?
Gitmek istediğimiz yere beş dakika daha geç gitmeyi göze alabilecek miyiz?
O çok önemli telefon görüşmesini, çok merakla beklediğimiz o kısa mesajı, “Acaba ne dedi?” diye içimizi kemiren sorusuyla o elektronik postayı, o son dakika haberini, o televizyon dedikodusunu beş dakika bekletebilecek miyiz?
Beş dakika karanlıkta kalmaktan, beş dakika asansör beklemek ya da merdivenden çıkmaktan, beş dakika metro beklemekten, beş dakika gözümüzü dinlendirip hayatı sorgulamaktan kaçınacak mıyız?
Bu dünya için yapabileceğimiz beş dakikalık birşey yok mu?
O toprakların, o suların, o bulutların, o rüzgârların, çiçeklerin, böceklerin, yağmurun, karın, gündüzün, gecenin, dağların, tepelerin, ovaların, derelerin hiç mi hatırı yok?
Beş dakika, hiçbir işe yaramayacağını bilsek bile, farenin dağa küsmesi gibi olacağını düşünsek bile, kendimiz çalıp kendimiz oynuyor gibi olsa bile, şu 20, 30, 40, her ne ise ömrümüz, o ömür içinde beş dakikalık birşey yapma isteği içimizde yok mu?
Elektronik posta kutularına düşen bir mektupta istenen şey de tam olarak bu:
“Yerel saatlerin farklılığı gözetilmeksizin bütün dünyada 1 Mart 19.55-20.00 arası bütün enerji kaynakları kesilecek. Evde ya da işteyseniz şalterler inecek! Arabadaysanız yol kenarına çekeceksiniz vs. Yapabilen yapacak! Amaç bütün dünyada yer alacak bu 5 dakikalik kesintiyle meydana gelecek enerji tasarrufuyla karar mercilerinin dikkatini çekmek.”
Yoksa birleşmek için uzaylıları mı beklemeliyiz?
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Töre tepkisi |
|
Aslında tehlike geliyorum demiş.
Daha birkaç gün öncesinde ŞUTSO (Şanlıurfa Ticaret ve Sanayi Odası) Başkanı İsmail Demirkol’un gazetelere yansıyan bir tepkisi vardı:
“Bu dizi, bizi yanlış tanıtıyor. Çekimlerinin Şanlıurfa’da yapılmasını istemiyoruz” diyordu (Milliyet).
Hangi dizi mi?
Show TV’de yayına giren “Yaralı Yürek” adlı bir dizi.
Çekimleri Şanlıurfa’da yapılıyordu. Tecavüze uğrayan bir kadın ve “töre” konusu işleniyordu.
Güya konak sahibi bir ağa, bir hizmetçi kıza tecavüz etmekle kalmıyor, aynı zamanda ailesini de ölümle tehdit ediyor... İntihar eder, ölmez. Eşi tarafından bu sefer başka maksatlar için satılır. Genç bir savcı da bu kötü “töre”yi değiştirmek için yörede bulunan insanlarla mücadele etmeye karar verir filan...
Bir kere filmi yapanların, sanki bu olay, “toplumsal kabul görmüş” gibi lanse etmesi yanlış...
Çıkış noktası yanlış olunca, yanlış, yanlışı doğuruyor.
Demirkol’un açıklamalarında vurgulanan ana tema şu:
Bu dizi ne ülkemizin, ne bu ilimizin aile yapısını yansıtmamakta...
Dahası...
Yöre insanının gelenek ve göreneklerini yanlış anlatmakta...
Hal böyle olunca, “Halkımız rahatsız olmuştur” diyordu.
Ve devamında:
“İlimizin tanıtılması gereken sayısız güzellikleri ve özellikleri varken, turizmimizi baltalayan, sosyo-kültürel yapımıza ters düşen, halkı potansiyel suçlu gösteren diziye karşı olduğumuzu, Şanlıurfalı işadamları olarak dizinin senaryosunun gerçekleri yansıtmaması halinde Ticaret ve Sanayi Odası olarak yetkilerimiz çerçevesinde dizi çekimi esnasında her türlü engeli koyacağımızı, lojistik ve altyapı konularındaki desteklerimize son vereceğimizi belirtir, ‘Peygamberler şehri’ne yakışır diziler görmek istiyoruz” diyordu (Milliyet).
Kuşkusuz “saldırı” amaçlı tepki tasvip edilemez.
Nitekim saldırganlar tutuklanıp hapse konuldu.
Belli ki, yöre halkının duyguları incindi ve bir kısım insanlar, hırsını yönetmen Özer Kızıltan ve yardımcısı Celal Çimen’i tartaklayarak aldı.
Ancak diziyi yapanların da bölge insanının inançlarına ve geleneklerine dikkat etmeleri gerekiyor... Bu noktaya azami dikkat edilmezse, yanlış yanlışı doğuruyor.
ZERRE-İ MİSKAL Mİ, MİSVAK MI?
Popstar Alaturka’da (Star TV) konuk İbrahim Tatlıses, yarışmacıyı övecek ya... Bir laf ediyor: “Zerre miskal yanlış yok..”
Bülent Ersoy atlıyor:
“Hayır zerre misvak...”
Anlaşamıyorlar. Armağan Çağlayan, hazırda duran lûgate bakıyor. Bulamıyor.
Orhan Gencebay, o bölgenin bir dili olduğunu ifade ederken “zerre-i miskal”in Osmanlıca bir dil olduğunu ve bu dilin de üç omurgası olduğundan bahsediyor: Farsça, Arapça ve Türkçe...
Burada Gencebay’ın sözünü açmak gerekiyor belki:
Evet Osmanlı dili aynı zamanda resmi yazışmalarda bile halen kullanılmakta... Ayrıca Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet devrine kadar yedi yüzyıl kullanılan ve kesintisiz eserlerini veren bir dildir. Osmanlı Türkçesi belki daha yerinde bir tabirdir.
Seyircilerden İngilizce öğretmeni olduğunu söyleyen biri tartışmaya dahil oluyor.
Gördünüz mü dil karmaşasının açtığı kargaşaya? Kocca “sanatçı”lar bile “zerre-i miskal”in içinden çıkamadı.
Osmanlı ile bizim kuşağı bağlayan tek köprü dildi.
Cumhuriyet kurulduğundan beridir birçok değerimiz tahrip edildi. Bunların içinde en çok canı yanan “dil”imiz oldu.
İbrahim Tatlıses’in dediği doğrudur. Ancak yanlış yerde kullandığı için mazurdur. Aslolan “zerre-i miskal”i doğru yerde kullanmak.
Bir örnek:
“Gizli kalmış cümlelerin karanlıktaki zerre-i miskal ışıkları gibi...”
Neyse, bu mühim meseleyi uzmanlara yani, “dil”cilere bırakalım.
Zaten programın adı bile absürd gelmiyor mu size:
“Popstar Alaturka.”
Hangi kanal yayınlıyor: “Star” televizyonu.
Alın size bir karmaşa daha.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Kur’ân’a dil uzatanlar |
|
Vaktiyle Bahriyede görev yaparken bir gemi komutanımız devamlı sûrette dindar insanlarla uğraşmayı sever, onları bulabildiği her fırsatta rahatsız etmeye çalışırdı. Askerlik mesleği nedeniyle bunun gibi seviyesiz ve nezaketten habersiz kişilere karşı birçok arkadaşımız sesini çıkaramaz, fakat bir gün nasılsa belâsını bulacak diye tesellî bulurdu. Nitekim bu davranışından dolayı bahse konu komutan yurt dışında ciddi bir trafik kazası geçirmiş bu olayın etkisi ile arabaya binmekten korkar olmuştu.
Bir gün yemekte bana bir soru sordu. Fakat soruyu sorarken gayet seviyesiz bir üslûp kullanıyordu. Bana “Vehbi, Kur’ân’da inek diye bir sûre var mıdır?” dedi. Ben onun ciddiyetten uzak bir tavır gösterdiğini ima ederek suratına kötü kötü baktım ve bir müddet cevap vermedim. Onun ciddileşmesini bekledikten sonra sadece “vardır” diyerek yemeğimi yemeye devam ettim.
Bunun üzerine ortamın gerildiğini ve diğer subaylara karşı da mahcup duruma düştüğünü gören komutan ciddileşmek zorunda kaldı ve tekrar şu soruyu sordu: “Peki, bu sûrede neler anlatılıyor biliyor musun?”
Kendisine “Putlara, ineklere tapınmanın yanlışlığından bahsediyor” diye cevap verdim. Aslında Bakara Sûresinin içeriğini bilmiyordum. Fakat uzun süreden beri söyleyemediğim ve “Fırsat bulsam da şu kişiye cevabını versem” diye anlatmak istediğim şeyleri ifade etmek fırsatını bulmuştum.
Hindistan’da yarım milyar insanın hâlâ inekleri kutsal saydığını, insanların Allah’ı bırakıp başka şeylere hatta insanlara taptığını söyleyerek sözlerime başladım.
Komutan böyle bir konuyu açtığına pişman olmuştu. Ben daha önce söyleyemediğim şeylerden dolayı konuyu kapatmamaya çalışıyordum. Zira elimde yeteri kadar malzeme vardı. Çünkü Kur’ân tefsiri okuyordum ve Bediüzzaman’ın eserlerinden çok istifade etmiştim.
Sözler adlı eserinde şöyle bir soru bulunmaktaydı: “Kur’ân bir mucizedir; hem nihayetsiz belagattadır; hem umuma her vakitte hidayettir… Bir ineği kesmek gibi vâkıa-yı cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hatta o sûre-yi azimeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var?”
Kuzey Afrika’nın büyük bir ülkesi olan Mısır’ın Büyük Sahra adı verilen çölüne karşılık, Nil Nehri sayesinde mahsuldâr bir tarla olması nedeniyle çiftçilik ve ziraat çok gelişmiştir. Halk ziraat vasıtası olan ‘bakar’ı ve ‘sevr’i yani inek ve öküzü o kadar mukaddes yapmıştır ki hatta bunlara ibadet etme derecesinde bir kutsiyet vermişlerdir. İşte İsrailoğulları dahi o bölgede yaşıyordu ve o inançlardan etkilenmişlerdi.
“İşte Kur’ân-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâmın risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi (kesilmesi) ile ifham ediyor.”
Küçük gibi görünen bir olayın aslında her zaman ve vakitte bütün insanlara gayet gerekli bir hikmet dersi olduğu yukarıdaki ifadelerden de anlaşılmaktadır. Ayrıca Bediüzzaman şu hususu da ilave ederek “Kur’ân-ı Hakim’de bazı hadisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz’i hadiseler, küllî düsturların uçları” olduğunu her kelimenin, hatta harfinin bile çok değerli olduğunu söylemektedir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım olayın benzerlerini herkesin yaşaması mümkündür. Ne mutlu bana ki Bediüzzaman ve eserlerini okuma fırsatı buldum. Aksi takdirde bu ve benzeri durumlarda zor durumda kalabilirdim.
Bu altın kıymetinde olan eserleri bol bol okumalı ve istifade etmeye çalışmalıyız. İmanımızı tahkikî yapmak için bu eserlere muhtacız.
Her okuyuşta daha başka hazinelere sahip olabiliriz. Zira asrımıza bakan Kur’ân tefsiri olması hasebiyle çok büyük bir ilim ve tefekkür kaynağıdır. Bu eserlerin telifinde ve neşrinde çalışanlardan Cenâb-ı Hak razı olsun…
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Renkleri biçmek |
|
Haftanın yedi günü zamanın yedi rengi… Renkler ayrı bir âhenkle dökülüyor her bir güne… Nizamın akıcılığında rengârenk parlıyor zaman… Hissettirdiği renkleri soluyoruz; sevinçlerle gülüyor, acılarla ağlıyoruz…
Zamanın tayfı renklerin raksı… Hislerin coşkusu zamanın sükûnunda saklı… Turkuaz şarkılar sakin sahillerde söyleniyor… Zaman; bazen sahillerdeki kumlarla oynaşıyor, bazen de dev dalgalarla vuruyor sert kayalıklara…
Beş his yeter mi yedi günü anlamaya; renklerin hissi, hislerin rengi her bir güne ayrı bir koku veriyor… Pazartesinin ertelemediği, Salının söylediği, Çarşambanın coşturduğu, Perşembenin perçinlediği, Cumanın cem ettiği, Cumartesinin sindirdiği, Pazarın beklettirdiği nedir?
Sükûnunda ışık rüzgârlar esen sevinçli Cuma, günlerin gülü olsa gerek… Lâtif latifelerin Rabbanî hislerle dolduğu, sekîne solunduğu, melekût yağmurlarla ıslanıldığı gün… Yağmurları iliklerine kadar hissedebilmek; kalın ülfet elbiselerini tefekkürle yırtmakla mümkün…
Renklerin toprağından fışkıran derin coşku, yağmurlarla buluştuğunda yüreğin tufandan kurtulduğu gün; seher soluklu Cuma…
Canın coştuğu, ruhun kanatlandığı, gönlün güllerle güldüğü günde; zaman ötesinden kokular getirir zaman… Sürgün saatleri serinletir melekût meltemler…
Mânâ maddenin önünde gizem kapılarını açar; her şey anlam değerini dillendirir… Dilekler, duâlar yükselir durmadan, saat-i icabeyi yakalamak için… Cumanın kalbini yakalayanın kalbî duâları kabul olunur… Ne isterseniz cevap verilir; düğümler çözülür, dertler dağılır, hayata renk gelir, renklere hayat… Ubudiyet duâ renkleriyle süzülür gönlün gökkuşağına…
Kulluk toprağından yükselen tefekkür çiçekleri güneşin renklerini görür ve gösterir… Bereket yağmurlar yağar Rahmet bulutlarından… Toprağın kokusuyla, gökkuşağı renkleri coşku kuşlarını uçurtur sekine kanatlarıyla; dağların, denizlerin ötesinde, yıldızların yetişemediği, galaksilerin göremediği yöne doğru…
Kalp, Cumanın kalbiyle bütünleşmiş, yönsüz ve zamansız iklimlerde renkleri ve kokuları geride bırakmış yitik yurdunu arıyordur; sonsuz saadet…
Saatler döner Cuma ertesilenir; ayakları yerde yalnız yürüyordur kalabalıklarda… Havayı soluyan, renklere bakan, hadiselerle dalgalanan, zevklere koşan, arzulara arzulayan bir arzlı günü Cumartesi; Pazar buluşması için nefsin akla elini uzattığı gün…
Zevk pazarlarında nefsin gezmeyi sevdiği gündür Pazar… O da ertesilenir, tekrar sema katlarına yükselmek için merdiven dayanılır pazartesinde… Salı, Çarşamba, Perşembe adımlarıyla çıkılır Cuma zirvesine…
İniş çıkışlarla geçer aylar, yıllar… Güneş rengi yapraklarla dolar etekler… Her günün ektiği rengi biçmek, kokuttuğu havayı solumak; sanırım hayatın anlam dilimleriyle dairesel dönmek hakikat etrafında…
Her günün size hissettirdikleri sizin gününüzdür.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Arabistan’a ‘yasak’ ihraç etmişiz! |
|
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan’ı ziyareti sebebiyle bir marifetimiz daha ortaya çıktı: Türkiye, ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’nı yurt dışına da taşımış!
Başbakan Erdoğan’ın, “Riyad Uluslararası Türk Okulu”nu ziyaretiyle ilgili olarak “Türk okulunda türban yasak” başlıklı haberde şu bilgiler yer alıyor: “Ülkeye gelen kadın turistlere bile örtünme zorunluluğu getiren Suudi Arabistan’daki Türk okulunda türban yasağı uygulanıyor. Çünkü Uluslararası Türk Okulu statüsü alan okul, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak Türkiye’deki yasa ve müfredat çerçevesinde faaliyet gösteriyor. Yani tıpkı Türkiye’deki okullarda olduğu gibi burada da kız öğrencilere ve kadın öğretmenlere türban yasak.” (Vatan, 25 Şubat 2007)
Tabiî ki başörtüsü Türkiye’de de yasak olmamalı, ama ondan daha vahimi bu yasağı yurt dışına taşımış olmaktır. Düşünün, Türkiye; halkının büyük çoğunluğunun ‘Müslüman’ olduğu bir ülkedir. Ve Türkiye’yi yurt dışında temsil eden bir ‘okul’da,—üstelik bu ülke Suudi Arabistan gibi bir İslâm ülkesi— başörtüsü yasak! Türkiye’de uygulanan kanunsuz, haksız, adaletsiz yasağı anlamak ve anlatmak bile mümkün olmazken, Suudi Arabistan’daki yasağı İslâm dünyasına anlatmak mümkün olabilir mi?
Yeri geldiğinde Türkiye’nin bütün İslâm dünyasına örnek olması gerektiği ve öyle de olduğunu söyleyenler bu uygulamayı izah edebilirler mi? Türkiye’de uyguladığımız ve milyonlarca mağdurun ortaya çıkmasına sebep olan yasaklarımızla mı İslâm dünyasına örnek, öncü olacağız? Bu yaptığımız ancak ‘bindiği dalı kesmek’ ya da ‘kendi ayağına ateş etmek’ olarak izah edilebilir.
Kanunsuz yasağı savunanların hedefinin, bizdeki yasağı bütün dünyaya yaymak olduğunu biliyoruz. Bu yöndeki niyetlerin Avrupa’daki çeşitli toplantılarda dile getirildiğine bizzat şahit olmuşuz. Türkiye’deki yasağı savunanlar, Avrupalı yöneticilere; “Başörtüsünü siz de yasaklayın. Bizim okullara almadığımız öğrenciler Avrupa’ya gelip üniversitelerde okuyor. Bu durumu vatandaşa anlatamıyor ve Türkiye’deki yasağı savunamıyoruz” diyorlar. Tabiî “Başörtüsü Avrupa’da da yasaklansın” şeklindeki talepler Avrupalı yöneticiler tarafından çoğunlukla istihza ile karşılanıyor...
Sadece bu hadise bile başörtüsü yasağının Türkiye’nin önünü tıkayıp, ufkunu kararttığını göstermeye yeter. Hem devlet-millet kaynaşması için, hem de İslâm dünyasına ‘örnek, öncü’ olmak için başörtüsü yasağının acilen sona erdirilmesi gerekir.
Avrupa Birliği yolundaki Türkiye ‘yasak’lar ihraç ederek değil, ancak kâmil mânâda hür ve demokrat bir ülke olmakla övünebilir.
Bunu gerçekleştirmek çok mu zor?
*
Yumuşama mı, olgunlaşma mı?
12 Eylül ihtilâlinin lideri Kenan Evren, boş zamanlarını ‘bilen kişi’ ünvanıyla konuşarak geçiriyor.
Marmaris’te ‘Akdeniz Ege Genç İşadamları’yla bir araya gelen Evren, ‘seçim barajı’yla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmış: “Bana sürekli ‘baraj düşerse DTP Meclise girer’ diyorlar. Girsinler, Mecliste yumuşarlar, olgunlaşırlar. Bakın Leyla Zana vardı, eskisi gibi değil. Şartlar onu olgunlaştırdı” demiş. (Vatan, 25 Şubat 2007)
Acaba ‘şartlar’ ihtilâlcileri de olgunlaştırır mı?
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Son olsun |
|
Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır’ı 301’den beraat ettirirken, “âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçunu düzenleyen 288. maddeden mahkûm eden mahkeme kararını geçen günlerde okurlarımızın bilgisine sunmuştuk.
Aslında bu karar için söylenecek çok şey varken, olayın mahiyeti ve yargılamaya esas teşkil eden maddenin özelliği bu konuda yorum yapmamızı engelledi ve kendimizi tuttuk.
Yoksa, “Çakır’ın yargılanmasına sebep olan manşetimiz ‘âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ sayılarak cezalandırıldı, ama o manşette ‘Danıştay saldırısının altından Kızılelmacı örgütler çıktı’ denilirken dâvânın seyri tam aksi bir istikamete yöneldi; yargı süreci etkilenseydi tersinin olması gerekmez miydi?” sualinden başlayarak daha birçok şey söylememiz gerekirdi.
Yine 288’in gazabına uğratılmamak için mecburen sustuk, yutkunduk ve söylememiz gerekenleri içimize atmak durumunda kaldık.
Buna karşılık, AB’den müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten bu yana hükümetin anlaşılmaz bir şekilde reformlarda frene basmasına paralel olarak Yeni Asya mensuplarına kısa fasılalarla peş peşe verilen mahkûmiyetleri ve yapılan haksızlıkları hatırlatmakla iktifa ettik.
Bunlardan biri, Ankara eski temsilcimiz ve yazarımız Cevher İlhan’ın, deprem yazılarından dolayı mahkûm edildiği, ama kanunda yapılan değişiklik sebebiyle tekrar değerlendirilip yeniden karara bağlanması gereken hapis cezası sebebiyle, 2005 Ocak’ında, hem de Kurban Bayramı arefesinde evinden alınıp tutuklanarak 28 saat cezaevinde tutulmasıydı.
İtirazımız üzerine bu haksız ve hukuksuz işlem durdurularak İlhan serbest bırakıldı.
Ne var ki, ona yönelik hukuk skandallarının bir türlü ardı arkası gelmedi. Bu defa da iade-i muhakeme ve infaz sürecinde akıl almaz hukuksuzluk ve usulsüzlüklere şahit olundu.
Yeniden yargılama sürecinde dâvâya bakmak artık Asliye Cezanın görevi iken, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin bu işi üstlenmesi, bu hatalar zincirinin ilk halkasıydı. İkinci hata, dâvânın tekrar duruşma açılarak, İlhan’ın ve avukatının savunması alınarak görülmesi gerekirken, dosya üzerinden tek celsede işin bitirilmiş olmasıydı. Ve bu yanlışlar, daha evvel Sami Cebeci’nin dâvâsında işlenenlerin tekrarıydı.
Ancak skandallar bunlarla da bitmedi. Tebligatta da, infaz sürecinin başlatılmasında da fahiş hatalar yapıldı. Karar İlhan’ın eski adresine götürülüp duvara asılmak suretiyle tebliğ edilmiş sayıldı, ama bundan ne İlhan’ın, ne de avukatının haberi oldu. 13.12.05 tarihli karara, haberdar olunmadığı için itiraz edilmeyince, 12.4.06 tarihinde “kesinleşti” kaydı düşülerek, infaz süreci başlatıldı. Bu durumdan da kimsenin haberi olmadı. Ne zaman ki avukatımız Kadir Akbaş “Bu dosyanın âkıbeti ne oldu acaba?” diye araştırmaya girişti, 29.1.07 tarihinde duruma ve gelinen noktaya muttali oldu.
Sonra da hiç gecikmeden, infazın durdurulması talebiyle Yargıtay’a temyiz başvurusunda bulundu. Ve talebi haklı görülerek hem infaz durduruldu, hem de temyiz süreci başladı.
İlhan’a bir defa daha geçmiş olsun derken, hukuk ve adalet kavramlarını yaralayan böylesi skandalların artık son bulmasını diliyoruz.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
İsrail’in İran’ı vurma hazırlığı |
|
İngiliz basınında aynı temalı iki önemli haber çıktı.
Önce Sunday Times gazetesi, ardından da The Daily Telegraph yazdı.
ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde ve daha sonra bazı gelişmeleri Amerikan basınından önce verdikleri için İngiliz basınının dikkate almak gerekiyordu.
Haber İran’la ilgiliydi.
İran’a yapılacak olan hava saldırısı ile nükleer tesislerin vurulmasını söz konusu ediyordu.
Ancak burada saldıran taraf Amerika değildi, bilâkis ABD saldırıyı önlemek için telkinde bulunuyordu.
ABD’nin İran’a saldırmak için kaç yıldır fırsat kolladığını biliyoruz. Bush, İran’ı defalarca tehdit etti.
ABD’nin fetvacısı gibi çalışan Atom Enerjisi Kurumu, İran’ın nükleer çalışmaları hakkında tam da ABD’nin istediği doğrultuda bir rapor hazırladı.
İran’a yaptırımlar konusunu görüşmek üzere BM’nin 6 büyük ülkesi dün İngiltere’de bir araya geldi.
Bütün göstergeler İran’ı ABD tarafından yürütülen bir proje kapsamında ablukaya alındığı yönünde.
Peki ABD dışında İran’a müdahale etmek isteyen bir güç mü var? İran’ı vurmak için her türlü fırsatı kullanan bir ABD başka bir gücün müdahalesini neden önlesin?
Bütün bunlar doğru ama, aynı zamanda eksik.
İngiliz basınında yazanların üstüne Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ABD dönüşü Suudi Arabistan, Afganistan ve Pakistan temaslarını da eklemek gerek.
Pakistan’da Ürdün, Endonezya, Suudi Arabistan ve Türk Dışişleri bakanlarının toplantısını da göz ardı etmeden.
Şimdi sadede geliyorum.
İngiliz basınında yazılan ve bazı başşehirler de konuşulan konu, İsrail’in İran’a müdahale hevesi.
Bu ABD’yi İran’a müdahaleye zorlamak için uygulanan bir taktik mi, yoksa ABD’de bir zaaf sinyali alan Tel Aviv’in, tüm riski göze alıp, kendi işini kendi görme plânı mı?
Ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz.
Ancak İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerini vurmak için bir hazırlık içinde olduğu belirtiliyor.
Bunun bir hava saldırısı şeklinde olacağı ve nükleer tesislerin yanı sıra bazı stratejik hedeflerinde vurulmasının planlandığı ifade ediliyor.
Bu durumu yakından izleyen Türkiye ve ABD’nin ise İsrail’i engellemeye çalıştığı söyleniyor.
Bunun için Irak hava sahasının kullanılmasının planlandığı ve ABD’den izin talep edildiği söyleniyor.
Sunday Times gazetesinin haberinde, İsrail hava kuvvetlerine bağlı 2 uçak filosunun, İran’a ait Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesisini nükleer silâhlarla vurmak amacıyla eğitim yaptığı, Arak ağır su işletim tesisi ile İsfahan’daki uranyum işleme tesisinin de konvansiyonel bombalarla vurulmasının plânlandığı belirtiliyor.
Bu arada ABD seçeneği büsbütün göz ardı edilmiş değil. Hatta Florida’daki Komuta Merkezinde hazırlıkların tamamlandığı belirtiliyor. Amerikan plânının ise nükleer tesislerinin yanı sıra İran’ın askerî altyapısını da hedef alacağı, hava ve deniz üsleri ile hava savunma sistemleri, füze üretim tesisleri, komuta-kontrol merkezlerinin vurulacağı yönünde. ABD’nin planının; Birinci Körfez savaşında Irak’a olduğu gibi İran’a yönelik günlerce devam edecek bir hava saldırısı, kara ve denizden atılacak füzelerle ağır bir bombardıman olduğu söyleniyor. İran’ın etrafında Irak, Şattül Arap su yolu ve Afganistan tamamen kontrolünde olmasına karşın ABD’nin bir kara savaşını düşünmediği yönünde. Hava ve denizdeki savaş gemilerinden ağır bombardıman, ama ondan önce İran’da başta Kürtler olmak üzere bazı grupların ayaklandırılması.
Dikkatinizi çektiyse İsrail plânında sadece hava saldırısından söz ediliyor. Peki Türkiye ve ABD, İsrail’e engellemek için neden çaba gösteriyor? Çünkü çok iyi biliniyor ki, İsrail böyle bir harekât yaptığı takdirde İran anında misilleme yapacak.
2006 yılında Lübnan’a karşı giriştiği harekâtta İsrail, Hizbullah’ın karşısında başarılı olamadı.
İran’ın uzaktan desteğine sahip Hizbullah’la baş edemeyen İsrail’in, İran mağlûp etmesine şans tanınmıyor. Daha da ötesi, İsrail’e anında karşılık veren İran’ın kısa sürede İslâm dünyasının desteğini de arkasına alacağı, 1967 Arap-İsrail savaşından beri başları önlerinde olan Arap dünyasının da bu durumda İran’ı bir lideri olarak göreceği gerçeği.
İsrail, benzer bir uygulamayı 1981 yılında Irak’a karşı yapmıştı. Saddam Hüseyin’in Fransız ve İtalyanlara yaptırmaya başladığı Al-Tuvaitha’daki Osirak Nükleer reaktörünü vurmuştu. Osirak eski Mısır’da ‘Ölüm Tanrısı’ anlamına geliyordu. Emri Menachem Begin vermişti.
Ancak o günkü konjonktürle bugün çok farklı. O gün ABD’nin güdümünde olan bir Saddam Hüseyin vardı. O sırada İran’la savaş halindeydi ve Batıdan büyük yardımlar görüyordu.
Şimdiki İran’la o günkü Irak farklı.
ABD’nin çabası İran’ı izaole etmeye çalıştığı bir sırada İsrail’in saldırısının bu planı alt üst etmesi.
Türkiye’nin gayreti ise bu savaşın kısa sürede bir Ortadoğu Savaşına dönüşecek olması.
2007 her yönüyle İran yılı olmaya aday.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Küresel ile evrensel arasında |
|
Zaman gazetesinin ekinde (25 Şubat 2007) Leyla İpekçi ‘Küresel ahlâk’ın hudutları’ başlıklı yazısında Hans Küng’ün İstanbul’da yaptığı konuşmayla ilgili bazı mülahazalar serdetmiş. Haklı olarak İpekçi Hans Küng’ün de bazı peşin hükümlerin kurbanı olduğunu ve bunlardan yola çıkarak peşin hükümler üzerine nasıl bir birlikteliğin inşa edilebileceğini soruyor veya sorguluyor. Gerçekten de öyle. Bundan dolayı bu yazıda Hans Küng’ün kritiğini yapmak ve bazı takıntılarını nazara vermek istiyorum.
Dost acı söyler veya dost hakkı söyler misali ötedenberi Küng’ün değişmeyen bazı takıntıları var. İstanbul’da da bunları dillendirdiğini görüyoruz. Bunlardan bir kısmı Tempo dergisine söyledikleri arasında da yer alıyor. Sözgelimi ‘Dinlerin diyalog açısından temel sorunları nedir?’ şeklindeki bir soruya şöyle cevap veriyor: “Yahudiliğin temel problemi: Tanrı’nın devleti, Hıristiyanların temel problemi: Tanrı’nın oğlu, İslam’ın temel problemi: Tanrı’nın kitabıdır. Üç din için de bu değerlerin ortadan kaldırılması değil, ama yeniden yorumlanması gerekiyor. Birçok Yahudi, bugün anlıyor ki devlet vaadi belirli sınırlar içindeki bir şey değildir. Keza birçok Hıristiyan da anlıyor ki, Hz. İsa gerçekten de insandır. Birçok Müslüman da Kur’ân’ın hem Tanrı’nın kitabı olduğunu, hem Hz Muhammed’in sözleri olduğunu anlıyor. Bu yüzden hepimiz kendi dinimizi yeniden yorumlama süreci içindeyiz...”
Burada açıkça tavzih edilmesi gereken yanlışlar var. Birincisi, gerçekten de bir zamanlar Yahudiler seçilmiş millet idi. Bunda bir ihtilaf yok. Ama Yahudiler bunu şartlarından arındırarak mutlak hale getirmek istediler. Allah ile Yahudi milletini bütünleştirdiler. Buna göre Yahudiler ne kadar haksızlık veya ahlâksızlık yaparsa yapsın ilâhî inayet altındaydılar. Onlar günahlardan muaf ve hatalardan müberra idiler. Belki hataları hata değil, aynıyla sevap türündendi. Halbuki seçilmişlikleri şartlara bağlı ve onun geçiciliği ile geçici sadece tarihî bir vetire idi. İstikamet üzere kaldıkları müddetçe seçilmişlikleri devam ediyordu. Bunu aştıklarında ise ‘tersinden seçilmişler’ durumuyla karşı karşıya kaldılar. Buna alçak sürünme veya diaspora faslı da denebilir. Ancak Yahudilerin bu millî enaniyet ve bencillikleriyle Hıristiyanların teslis akidesi ve Hazreti İsa’yı Rab edinmelerini birbirine karıştırmamalı. Ve Allah’ın kitabı tabiri kesinlikle Küng’ün anladığı gibi kitabı Rablık derecesine çıkarmaz.
Kur’ân sadece kelam sıfatının yansımalarından birisidir ve bu anlamda kelamullahdır. Allah’ın bir parçası değil sözlerinin yansımasıdır. Vahiy ürünü olarak tanımlamak en doğru olanıdır. Maalesef Mutezile bidat bir soru ortaya attı ve tanımın ekseni kaydı. Kur’ân-ı Kerim mahluk mudur, değil midir tartışması meselenin dallanmasına, budaklanmasına ve felsefî bir mahiyet kazanmasına yol açtı. Halbuki bütün Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’in vahiy mahsülü olduğunda müttefiktir. Bu anlamda, Kur’ân Peygamberimizin hadisleriyle aynı değildir. Kur’ân Allah’ın beşere uzanan ve inen bir ipi ve mesajıdır. Dolayısıyla beşerî değildir.
***
Ancak Küng’le ilgili bazı eleştiriler de maksadını aşmaktadır. Sözgelimi, İpekçi şöyle yazıyor: “Küng’ü dinlerken, önerdiği küresel ahlâkın, son derece dönemsel bir göndermesi olduğunu fark ettim. İnsanlığın ihtiyacını duyduğu ahlâkı, ille de küreselleşmiş dünya parametreleri üzerinden oluşturursak bunun tüm zamanları kapsadağını nasıl iddia edebiliriz.”
Yazısının bir başka yerinde başka bir eleştiri yöneltiyor: “Küng, örneğin laikliğin evrensel bir ahlâk için elzem olduğundan yola çıkarak evrensel değerlerin bir tarihsellik anlayışına hapsettiğini göremiyor olmalı. Laiklik bugün elbette küresel bir doğru olabilir. Ama onun evrensel bir değer olduğunu bu kadar kolayca söylemek mümkün olabilir mi?”
Hukuk gibi ahlâk da hem esnek ve hem dinamiktir. Bundan dolayı evrensel olmasına rağmen yöresel veya küresel olarak dönem dönem yorumlamak mümkün ve hem de gereklidir. Sufilerin harku’l avaidi (bazen oturmuş geleneklere aykırı hareket etmek) ahlâkın televvününe işarettir. Bazen lâfızla mânâ dönem dönem ayrışırlar. Lâfza bağlı kalan ruhtan kopar. Evrenselin küresel veya mahalli yansımaları olabilir. Bu açıdan küreselle evrensel herzaman çatışma halinde değildir. Ama bazen öyledir. Ahlâk televvün halindedir sufiler buna harku’l avaid derler. Harku’l avaid dönemsel doğrulara işaret eder.
Evrenselin bazen küresel vaya konjonktürel görünümleri, yansımaları ve tecelliyatı vardır. Veya ahlâk da lafzî değildir, esnektir. Mehmet Aydın’ın temas ettiği gibi harfî bağlılıkla, lafzî uygulama birbirinden farklıdır. Çünkü ahlâkın içinde niyet de vardır. O da değerlerin istikametini tayin eder. Lafzî uygulama zahirilik olur. Çeviride de böyle bir sorun vardır. Motomot tabir edilen çeviri bazen eserin ruhuna ters düşebilir. Dolayısıyla önemli olan ifade edilmek istenilenin öne çıkarılmasıdır. Hukukta da öyledir lafza bakılmaz kasta bakılır.
Dünyanın ahlaksızlık nedeniyle ontolojik bir yıkımla karşı karşıya olduğu bir dönemde elbetteki ahlaka güçlü atıfta bulunmakta hayati bir önem vardır. Belki yapılması gereken küresel bir ahlak tanımı ile vakit geçirmek yerine bazı konjonktürel ahlakî umdeleri ve kriterleri öne çırarmaktır. Zaten küresel bir ahlak noktasında konsensüse ulaşmak oldukça zordur. Detaylar esneklik gerektirir. Bundan dolayı küresel bir tanım çıkmaz bir sokaktır.
***
Laiklik konusunda da durum böyledir. Tanım üzerinde çatışma kaçınılmazdır. Bundan dolayı laiklik gibi genel kalıplar üzerinden maksada gitmektense billurlaşmış değerler veya tanımlar üzerinden gitmek daha evladır. Elbette Küng kendi kültüründen baktığı için kendi zaviyemizin yansımalarıyla uyumlu bir sonuca ulaşamayabilir. Fakat bir çok konuda ortak bir noktaya yaklaştığımızı da görüyoruz. Öyleyse bu arayışlar teşvik görmeli.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rezil olmamak için |
|
Niye insanoğlu bir gram peşin ücret uğruna “Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur” misâli ilerde verilecek kilolarca lezzeti dikkate almaz, his ve duygularının esiri olur?
Niçin insan bir üzüm yedirse yüz tokat vuran dünya lezzetlerine meftun olur da ahiretin elemsiz ebedî lezzetlerine iltifat etmez?
Hiçbir insan insanlar önünde el avuç açıp; hor, hakir ve rezil bir duruma düşmek istemez.
Peki, ya mahşer gününde Allah’ın ve bütün insanların karşısında perişan, yoksul ve rezil duruma düşmeyi kim ister?
Mahşer uzak olduğu veya ona olan inanç zayıf veya hislerine mağlûp olduğu için insan sadece şu dünyada fakir ve rezil duruma düşmek istemez, mahşer günü ise fakir ve rezil olmayı pek hatırına getirmez. Oysa o günü fakir ve rezil olmak çok daha dehşetlidir.
Yahya bin Muaz, “Bizler şu fanî dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyoruz da ahirette fakir ve rezil olmaktan korkmuyor, titremiyoruz. Oysa kişinin ahirette iman, güzel amel ve hayır noktasında fakir ve rezil düşmesi ondan daha korkunç ve utanç vericidir” derken bu gerçeğe dikkat çeker.
Her şeyi kafa gözüyle görmek gerekmiyor. Nice şeyleri akıl ve kalp gözüyle gördüğümüz gibi her geceden sonra bir sabahın gelmesi kesinliğinde gelecek olan kabir, mahşer, büyük mahkeme, hesap-kitap, sorgu-sual, Sırat, Cennet ve Cehennemi de görmek ve gereklerine göre hareket etmek aklın gereği değil midir? İnsan kendini göz göre göre uçurumdan aşağı atmayacağı gibi sözünü ettiğimiz bu uğrak yerlerinde perişan olmamak için de tedbirli olmalı değil mi?
Ne gariptir ki insan sonsuzluk yolculuğunda en önemli azık, Sırat köprüsünde ışık ve burak ancak Kur’ân’ın emirlerini dinlemek, yasaklarından kaçınmak iken, nefis ve şeytanı dinleyip o yolda beş para etmeyen ve kabir kapısında ışıkları sönen fen ve felsefe, para ve pul, şan ve şöhret sevdalısı olup çıkıveriyor. Asa-yı Musa’da (4. Mesele) denildiği gibi insan eğer orada kaybedecekse acaba bu kaybettiği dâvânın yerini bütün dünya saltanatı verilse doldurulabilir mi?
Dönüşü ve ikinci bir denemesi olmayan bir yolda insanın bütün aklını, fikrini, duygularını kullanıp bu gerçekler ışığında hareket etmekten başka yapabileceği ne olabilir ki! Üniversite sınavına giren bir öğrencinin—isterse bilgi küpü olsun—sorulara doğru cevap veremeyip istediği fakülteye girememesi gibi, insan sonsuzluk yolculuğunda beş para etmeyen neyi kazanırsa kazansın orada beş para etmez.
Acaba bu dünyada fakir ve rezil duruma düşmemek için olduğu kadar dünya ötesi yolculuk için de aynı gayreti gösterebiliyor muyuz?
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yaratıcının en büyük delillerinden biri: Kur’ân- 1 |
|
Kâinat Yaratıcısının en büyük delillerinden birisi Kur’ân’dır. Zira o, Allah’ın sözüdür. Kelâm sıfatı konuşmaya, konuşma varlığa işaret eder. “Yapan bilir ve bilen konuşur” kaidesince, Âlemlerin Rabbi, Kur’ân vasıtasıyla insanoğluyla konuşmuş; Kendisini tek, sonsuz isim ve sıfatlar sahibi olarak tanıtmıştır.
Kur’ân’ın Kelâmullah olduğu, İlâhî tuğra gibi mu’cizeliği gösteren bir mühürdür. Kur’ân’ın mu’cizeliğinin yedi ana yönü vardır:
1- Nazmındaki belâgat 2- Âyet ve sûreler arası tenasüb (âhenk/uyum) 3- Kendine has insanınkine benzemeyen üslûbu 4- Gaybtan haber vermesi 5- Âyetlerde tenakuz/çelişki ve hata olmaması 6- Ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir zattan zuhur etmesi 7- İnsanların gücünün üstünde ilmî hakikatleri ihtiva etmesi.
Bir insan, üstelik o vahşet ve karanlık çağında böyle bir kitap düzenleyemez. Çünkü bu, insan tâkatinin üstünde bir hadisedir. Öyle ise o Allah kelâmıdır.
Öte yandan Kur’ân’da hiçbir hata, eksik bulunmaz ve bulunması da imkânsız. Oysa, hangi seviyede olursa olsun hiçbir beşerî eser, hata ve yanlıştan berî olamaz. Bu da Kur’ân’ın kaynağının İlâhî olduğunu gösterir.1 Zaten Kur’ân, “Eğer bu bir beşer sözüdür diyorsanız, onun bir benzerini yapın!”2 diye on beş asırdır meydan okuyor.
Gerek Müslüman, gerekse gayr-i müslim yazarlar tarafından milyonlarca Arapça kitap yazılmış olmasına rağmen Kur’ân üslûbuna benzer bir eser kimse ortaya koyamamıştır. Bu da beşer değil, Allah kelâmı olduğunu gösterir. Ki, bütün insanlara ve cinlere meydan okuyarak Arap ediplerini ve belâğatinin dahilerini ümmî peygamber vasıtasıyla muarazaya çağıran Kur’ân, onları tahrik etmiştir. Bu nokta bile birkaç yönlü mu’cizedir:
* Gelecekten haber vermiştir, bu yüzden muaraza olamamıştır. * Böyle büyük bir dâvâda onlara “Yapamayacaksınız!” diyerek meydan okuması, yüz de yüz hak olduğuna işarettir. * Kur’ân, belâgatın ve fesahatin zirvesinde olanlara, “Siz bile bunu yapamadınız, diğer insanlar asla muaraza edemezler!” diyerek geçmiş ve gelecek zamanın bundan aciz olacağını da haber verir. Nitekim, bu noktada da mu’cizeliğini serdetmiştir.
Kur’ân’ın diğer mu’cizelik yönü de her zaman yeni kalması, her asırda yeniden nazil oluyor gibi olması, tazeliğini koruması, eskimemesi, ezeli bir hutbe olup bütün insanlara hitap etmesidir. Çünkü, beşerî kanunlar insan gibi yaşlanır. Kökü sağlam olan Kur’ân ise, zaman geçtikçe daha da sağlamlaşır ve hakikatleri yayılır. Demek Kur’ân, Allah kelâmıdır. Evet, bu yönüyle Kur’ân Cenâb-ı Hakkın delillerindendir.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 375-384. 2- Bakara Sûresi: 24.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nur ve ateş arasında yüz yıl (7) |
|
Farklı zamanlarda iki oturumlu olarak gerçekleştirilen "Lozan Konferansı" esnasında (1922 sonu, 1923 ortaları), yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulması hazırlıkları da devam ediyordu.
Lozan'a katılan ecnebi delegasyonu, yaptıkları gizli görüşmelerde, yeni kurulacak devletin "dinsiz" olmasını ve dinle, mâneviyatla alâkası olmayan yeni bir neslin yetiştirilmesini istiyordu.
Zira, mâneviyatı yerinde olan milletten hem korkuyorlardı, hem de "hak din"e olan "ezelî husûmet"lerinden dolayı, Türkiye'deki bilumum mukaddes değerlerin "yerlebir" edilmesini arzuluyorlardı. Buna mukabil ise, anlaşma şartlarının kolayca sağlanacağını bizimkilere iletiyorlardı.
Konferansın birinci celsesinde kat'i bir netice alınamayınca, tekrar toplanmak üzere görüşmelere ara verildi.
Yeni hükümet merkezi Ankara ise, bu zaman zarfında mânen çalkalandıkça çalkalandı. Zira, o menhus talepler getirtilip milletin iradesine dayatılmış durumdaydı: Prutluk (protestanlık), tabiatperestlik, dinde reform, eğitim sisteminin dinden sıyrılması, her yönüyle bozulmuş Avrupailik dayatması...
İşte, o tarihte Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, hissettiği o bozuk hava ve dayatılmak istenen on menhus talepler karşısında şunları söyler: "1338’de (1923) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imânın erkânına ilişecek!" (Lem'alar, s. 181.)
Sinsice taarruza geçen o ejderhanın tahribatına karşı kaleme sarılan Üstad Bediüzzaman, Arapça "Tabiat Risâlesi"ni telif eder. Bu risâleyi Ali Şükrü Beye ait Tan Matbaasında tâbettirir.
Ne var ki, Arapça bilenlerin az ve ehemmiyetle bakanların da nâdir olması yüzünden, o risâlenin tesiri de zayıf ve sınırlı kalır.
Bu sebeple "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu" diyen Said Nursî, yeni nesillere hizmet adına o risâledeki hakikatleri daha sonra Türkçe olarak beyan eder.
Nursî, bu yeni tanzimli risâlenin baş kısmına ise, dikkat çekici şu notu ilâve eder: "Bu risâlenin sebeb-i telifi, gayet mütecavizâne ve gayet çirkin bir tarzla, hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ân’a hücum edilmesidir." (Age, s. 180.)
Evet, dinsizliği tabiata bağlayarak Kur'ân'a hücum edenler, ne yazık ki 1923 yılından itibaren kuvvet buldular ve önemli ölçüde mesafe alarak tatbikatta kısmen başarılı da oldular.
Ancak, şükürler olsun ki, onların karşısına Risâle–i Nur gibi kuvvetli imanî ve Kur'ânî hakikatlerle çıkıldı.
İşte, o sarsılmaz hakikatler sayesindedir ki, âdeta uyuşturulmak sûretiyle dinden, imandan, ahlâktan bütünüyle kopartılmak istenen nesiller, bir müddet sonra yeniden uyandı ve bilumum mukaddes değerlerine dört elle sarılmaya başladı.
Böylelikle, son yüz yıllık "nur ve ateş" arasındaki amansız mücadelenin de en çetin ve en dehşetli devresine girilmiş oldu.
1924'ün başlarından itibaren, dinî eğitim, terbiye ve tedrisatın verilmiş olduğu bütün kurum ve kuruluşlar kapatıldı. Yeni nesiller, dinden ve mâneviyattan tamamıyla yoksun bırakıldı. Her yönüyle Avrupaî bir hayat tazrına zoraki şekilde geçiş yapıldı.
1928'e gelindiğinde ise, bin yıllık Kur'ân yazısı kökten yasaklandı. Böylelikle, yeni yetişen nesiller karanlıklar içinde yol almaya çalıştı.
Buna mukabil, Kur'ân şâkirdleri de, Kur'ân'ın hem hattını muhafazaya, hem de Risâle–i Nur ile Kur'ân'ın mânasını neşr ve ilân etmeye canla başla çalıştılar.
Nur ve ateş arasındaki mücadele, 1930'larda doruk noktasına çıktı. Zira, Muhammedî ezan okumak ve hatta "Allahu ekber" demek dahi yasaklandı.
Nur'un şâkirdleri ise, bu yasağa da boyun eğmedi ve hapis, sürgün, zindan... her türlü ezâyı, cefâyı göze alarak, İslâmın bu en yaygın "şeâir"ini yaşamaya/yaşatmaya devam ettiler.
(Devam edecek)
GÜNÜN TARİHİ 27 Şubat 1924
Son halifeye 'Cuma selâmlığına son!' ihtarı
Millet Meclisi tarafından 19 Kasım 1922'de halife seçilen Abdülmecid Efendiye, "ayağını denk alması" yönünde yeni bir ihtar çekildi.
Hilâfetin adım adım kaldırılması yönünde fikir birliğine varan M. Kemal ile İsmet Paşanın talimatı, son Halife'ye şu şekilde bildirildi: "Bundan böyle, Fatih'in kavuğunu takmayacak ve Cuma Selâmlığına da bir daha çıkmayacaksın!"
Esasen, Cumhuriyet'in ilânından hemen sonra başlayan "Halifeliğe son verme" teşebbüsleri, 1924'ün ilk günlerinden itibaren aleniyete dökülmüş ve fırsatların ortaya çıkması için bekleme safhasına geçilmişti.
Nihayet, beklenen fırsat da çıktı. Abdülmecid Efendi, baş kâtibini Ankara'ya göndererek, hükümetten bazı taleplerde bulundu. Meclis'in kararıyla kendisine tevdi edilmiş olan Hilâfet vazifesini sürdürebilmesi için yaptığı bu talepler, Başbakan İsmet Paşa tarafından o tarihde İzmir'de bulunan Reisicumhur M. Kemal'e iletildi.
M. Kemal ise, halifenin talebine mukabil başbakana hitaben şu beyanatı gönderdi:
"Halife ve bütün cihan katî olarak bilmek lâzımdır ki, halife ve halife makamının, hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mâna ve hikmet–i mevcudiyeti yoktur.
"Türkiye Cumhuriyeti, safsatalarla mevcudiyetini, istiklâlini tehlikeye mâruz bırakamaz.
"Hilâfet makamı, bizce en nihayet 'tarihî bir hatıra' olmaktan fazla bir ehemmiyeti hâiz olamaz.
"Hükümet ricâlinin veya resmî heyetlerin, kendisiyle temasını talep etmesi dahi, Cumhuriyetin istiklâline açık bir tecavüzdür."
(Bkz: Türkiye Tarih Kurumu Yayınlarından "Atatürk ve TC Kronolojisi", s. 407.)
Bu sözler, aslında Hilâfet makamının da sonunun geldiğini gösteriyordu. 3 Mart 1924'te Meclis tarafından alınan bir kararla, Halifeliğe son verildi ve Osmanlı Hanedanına mensup bütün nüfus hudut harici edilmiş oldu.
Kıssadan yarım hisse: "Atatürk, dinî ve mukaddes bildiğimiz bütün değerlere sahip çıkmıştır" diyenlerin kulakları çınlasın.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Mazeretlerimiz geçerli olur mu? |
|
Dünyada tasasız ve gamsız yaşamak, sıhhat ve âfiyetle günleri geçirebilmek, maddî sıkıntılardan uzak bir hayat yaşamak şüphesiz herkesçe arzulanan bir yaşantı tarzıdır. Allah isterse bize cennet gibi bir dünya hayatı yaşatabilir. Onun kudreti her şeye yeter. Ancak dünya hayatının bir imtihan olduğunu düşündüğümüz zaman, olabildiğince pürüzsüz ve sıkıntısız bir hayat geçirmemizin imtihan sırrına uygun olmayacağını da anlayacağız.
Rabbimizden hem dünyada hem de ahirette güzellikler istemek, Kur’ânî lisanla en çok baş vurmamız gereken bir duâ şeklidir. Ama dünyada güzelliklere nâil olmanın hakkını vermek elbette kolay değildir. Bir kere bu güzelliklerin bizi şükre sevk etmesi gerekir. Nâil olduğumuz rahat ve huzurun bizi daha fazla dünyaya bağlamaması gerekir.
Ne yazık ki söylemekte sıkıntı çekmediğimiz bir çok hakikatı yaşamakta oldukça fazla sıkıntı çekiyoruz. Bildiğimiz ve söylediğimiz her hakikatı hayatımıza geçirebilme imkânımız olsaydı mükemmel bir kul olurduk.
İnsanın bildiğini ve söylediğini hayatında yaşaması, onun kendisiyle mücadele eden şeytanlara karşı gâlib gelmesi demektir ki, bunu başarabilmek o kadar kolay olmamaktadır. Çetin bir mücadelenin cereyan ettiği bir dünyada yaşamak zorundayız. Çünkü bu İlâhî kanunu değiştirme imkânımız bulunmamaktadır. Kazanmak da, kaybetmek de bu dünya hayatıyla ilgilidir.
Güzellikleri bizlere oldukça cazip gelen bir dünyada insan gibi hayat sürmek, bize çok tatlı gelen bu fani dünyadan bir ebedî hayat kazanmak gerçeğiyle karşı karşıyayız. Buna rağmen dünyanın çekici şaşaasından nazarımızı ayırıp gerçek âleme yönelmemiz kolay olmamaktadır.
Şöyle bir dönüp kendi yaşantı tarzımıza, kendi arzularımıza ve en çok neleri istediğimize, neleri elde etmek için çaba gösterdiğimize bakmamız gerekir. Kendi kendimizi kandırmadan bir muhasebe yapmamız gerekir.
Lisan-ı halimiz daha çok neyi istiyorsa ondan fazlasını Allah’tan isteme yüzümüz olmamalıdır ve olmayacaktır. Bizler bu dünya hayatında, dünya ahiret dengesini sağlayarak yaşamamız gerekirken, bunda gerçekten başarılı olup olmadığımıza karar vermeden önce başımızı avucumuzun içine alıp şöyle bir düşünmemiz gerekir.
Kendi nefsim hesabına diyorum ki, bizler dünyaya çalıştığımızın yarısı kadar bile ahirete çalışmıyoruz. Bizler dünya hayatımızın güzelliği için kendilerine muhtaç olduğumuzu sandığımız insanları memnun etmek için çabaladığımız kadar, Rabbimizin emirlerine uymak için bir gayret içinde olamıyoruz.
Bizler düşünmemiz gerekenleri düşünmüyor, uymamız gerekenlere uymuyoruz. Bizler iman ettiğimizi sandığımız değerlerimizi dünyevî hayatımıza feda etmişiz. Açıkça kendi kendimizi kandırıyoruz.
Peki bu şartlarda hangi yüzle Kâinatın Yaratıcısından Cennet hayatını talep edebiliriz? Hangi yüzle günlük hayatımızın hayhuyu içinde aklımıza bile getirmediğimiz, sünnetlerine uymakta başarılı olamadığımız Resûlullahtan (a.s.m) şefaat talep edebiliriz?
İçinde bulunduğumuz hayat tarzının bizleri çıkmazlara doğru hızlı götürdüğünü göremiyoruz. Sadece ‘inanıyoruz’ diyerek kendimizi kurtarabileceğimizi sanıyoruz. Ve ne yazık ki, inandıklarımız için pek az miktarda dünyanın geçici güzelliklerinden feragat edebiliyoruz. Bu hâletimiz mertliğe uyar mı dersiniz?
Elmas değerindeki inancımızın kaidelerini, işe yaramaz cam parçaları hükmündeki dünyevî kurallar için unutmuşuz. Rûz-i mahşerde bilmem hangi mazeretle kendimizi kurtarabileceğiz?
Ölümle dünyanın bütün güzelliklerinden ayrılacağımız kesin olduğu halde ve dünyanın kendisine yönelik hiçbir değerinin bize ölümden sonraki hayatımızda bir fayda sağlamayacağına iman ettiğimiz halde neden nefis ve şeytanların tuzaklarını başlarına geçiremiyoruz acaba? Bu insanlığa yakışır mı? Ebedî hayatımızı cehenneme çevirecek oyunları bozmak için niçin daha fazla çaba gösteremiyoruz? Mazur olabilir miyiz acaba?
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Beşerî ilişkilerimizde edep |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Bir kişi bana sövdüğü zaman benim ona karşı tavrım nasıl olmalıdır? Aynıyla cevap vermeli miyim? Kavga etmeli miyim? Yoksa âhirete mi bırakmalıyım?”
Her şeyi mahşer adına yaşadığımız ne kadar da kendini gösteriyor, değil mi? Mahşere ne çok malzeme çıkarıyoruz? Yığınla! İnsanlar arası ağız bozukluğundan el bozukluğuna, hakaretlerden haksızlıklara, nezaketten saygıya her şey, ama her şey mahşer için bulunmaz malzemeler teşkil ediyor.
Birisi sana sövdüğü zaman, cevap vermezsen, mahşerde alacaklı olursun. Şeytan itekler ve bir fazlasıyla sövgüsünü iade edersen, bir iki de patlatırsan, bu defa mahşerde o alacaklı olur, çünkü sen bire bir söylemedin, hem bir fazla söyledin, hem de vurdun. Her iki halde de mahşerliksin. Ancak bire bir söylersen, hakkını mahşere bırakmadan almış olursun. Fakat bu defa da sövmekle ilgili yasak karşımıza çıkar.
Müslümanın Müslümana sövmesi haramdır. İster ilk saldırı niteliğinde, ister cevap niteliğinde, fark etmez, her ikisi de haramdır. Eğer ilk saldırı niteliğinde olursa günahı “kebâir” derecesine çıkar. Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlığı şöyle tanımlıyor: “Müslüman, Müslümanın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”1
Konuyu açıklayan hadislerden bazılarını buraya alalım:
* “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.”2
* “Allah’ın mü’min kulu kızdığında zulmetmez. Sevdiği kişi için günaha girmez. Kendisine emanet edilen şeyi zayi etmez. Haset etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Etrafına sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da, üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lakap takmaz. Başkalarının kusurlarını biriktirip intikam alma yoluna gitmez. Yapmak istediği bir hayırlı işe cimrilik mâni olmaz. Öğrenmek için insanlarla haşir neşir olur. Meseleleri kavramak için insanlarla konuşur. Zulüm ve haksızlık gördüğünde, Rahman olan Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder.”3
* “Dikkat ediniz! Mü’mini öldürmek kâfirlerin vasfıdır. Mü’mine sövmek fâsıkların vasfıdır. Bir mü’minin, kardeşini üç günden fazla konuşmayarak terk etmesi helâl değildir.”4
* “Müslümanı öldürmek kâfire yakışır. Müslüman’a sövmek günahtır.”5
* “Bir kişinin Müslümanın şerefine dil uzatması büyük günahlardandır. Bir sövmeye iki sövme ile karşılık vermek büyük günahlardandır.”6
* “Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin günahı, kendisine sövülen haddi aşmadığı sürece ilk sövmeye başlayan kimse üzerinedir.”7
Hadislerden anladığımızı özetleyecek olursak: Haddi aşmak yok. Yani;
1- Sövmeyi başlatan taraf olmamalıyız.
2- Karşı taraf sövmeyi başlatan taraf olursa, mümkünse sabretmeli ve onun seviyesine inmemeli. Allah’a havale etmeli. Allah’ın adaletinin hak olduğunu unutmamalı.
3- Karşılık vermediğimizde, karşı tarafın pişman olacağı ve özür dileyeceği hesaba katılmalı. Bu durumda onun işi bizim elimizde olacaktır. Eğer onu affedersek, mahşerde karşımıza çıkmaktan onu kurtarmış oluruz. Eğer hakkımızı helâl etmez isek, özür dilemiş olsa bile hakkımızı bir gün muhakkak alırız. Veya biz bilmesek de, Allah (cc) bizim hakkımızı ondan alır. Bize de barışı bozmamak için başardığımız istikametten ve vakardan dolayı sevap ve rızasını lütfeder.
4- Eğer kendimize hâkim olamamış isek, bu defa bir fazlasıyla değil—çünkü bu zulme girer—aynıyla iade etmekten öteye geçmemeli.
5- Tam bu esnada şeytanın çok şiddetli telkinleri kulaklarımızda yankılanır. Şeytan gözümüzü karartır. Zulmetmekten Allah’a sığınmalıyız.
6- Halkın tahrikleri ile şeytanın telkinleri ne acıdır ki, bu noktada birleşmektedir. Asla, asla, asla kulak vermemeliyiz.
Eğer kötü sözü veya dil belâsını başlatan taraf karşı tarafsa, aynıyla iade hakkımız var. Fakat bu durumda da bu meseleden mahşere bir hak kalmadığını, çünkü kötü sözünü kendisine aynıyla iade etmek sûretiyle hakkımızı aldığımızı unutmamalıyız.
Barış dolu günler dilerim.
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn, 211. 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/66. 3- Câmiü’s-Sağîr, 2/1375. 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/1435. 5- Câmiü’s-Sağîr, 3/2912. 6- Câmiü’s-Sağîr, 3/3491. 7- Müslim, Birr: 68.
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|