Vaktiyle Bahriyede görev yaparken bir gemi komutanımız devamlı sûrette dindar insanlarla uğraşmayı sever, onları bulabildiği her fırsatta rahatsız etmeye çalışırdı. Askerlik mesleği nedeniyle bunun gibi seviyesiz ve nezaketten habersiz kişilere karşı birçok arkadaşımız sesini çıkaramaz, fakat bir gün nasılsa belâsını bulacak diye tesellî bulurdu. Nitekim bu davranışından dolayı bahse konu komutan yurt dışında ciddi bir trafik kazası geçirmiş bu olayın etkisi ile arabaya binmekten korkar olmuştu.
Bir gün yemekte bana bir soru sordu. Fakat soruyu sorarken gayet seviyesiz bir üslûp kullanıyordu. Bana “Vehbi, Kur’ân’da inek diye bir sûre var mıdır?” dedi. Ben onun ciddiyetten uzak bir tavır gösterdiğini ima ederek suratına kötü kötü baktım ve bir müddet cevap vermedim. Onun ciddileşmesini bekledikten sonra sadece “vardır” diyerek yemeğimi yemeye devam ettim.
Bunun üzerine ortamın gerildiğini ve diğer subaylara karşı da mahcup duruma düştüğünü gören komutan ciddileşmek zorunda kaldı ve tekrar şu soruyu sordu: “Peki, bu sûrede neler anlatılıyor biliyor musun?”
Kendisine “Putlara, ineklere tapınmanın yanlışlığından bahsediyor” diye cevap verdim. Aslında Bakara Sûresinin içeriğini bilmiyordum. Fakat uzun süreden beri söyleyemediğim ve “Fırsat bulsam da şu kişiye cevabını versem” diye anlatmak istediğim şeyleri ifade etmek fırsatını bulmuştum.
Hindistan’da yarım milyar insanın hâlâ inekleri kutsal saydığını, insanların Allah’ı bırakıp başka şeylere hatta insanlara taptığını söyleyerek sözlerime başladım.
Komutan böyle bir konuyu açtığına pişman olmuştu. Ben daha önce söyleyemediğim şeylerden dolayı konuyu kapatmamaya çalışıyordum. Zira elimde yeteri kadar malzeme vardı. Çünkü Kur’ân tefsiri okuyordum ve Bediüzzaman’ın eserlerinden çok istifade etmiştim.
Sözler adlı eserinde şöyle bir soru bulunmaktaydı: “Kur’ân bir mucizedir; hem nihayetsiz belagattadır; hem umuma her vakitte hidayettir… Bir ineği kesmek gibi vâkıa-yı cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hatta o sûre-yi azimeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var?”
Kuzey Afrika’nın büyük bir ülkesi olan Mısır’ın Büyük Sahra adı verilen çölüne karşılık, Nil Nehri sayesinde mahsuldâr bir tarla olması nedeniyle çiftçilik ve ziraat çok gelişmiştir. Halk ziraat vasıtası olan ‘bakar’ı ve ‘sevr’i yani inek ve öküzü o kadar mukaddes yapmıştır ki hatta bunlara ibadet etme derecesinde bir kutsiyet vermişlerdir. İşte İsrailoğulları dahi o bölgede yaşıyordu ve o inançlardan etkilenmişlerdi.
“İşte Kur’ân-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâmın risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi (kesilmesi) ile ifham ediyor.”
Küçük gibi görünen bir olayın aslında her zaman ve vakitte bütün insanlara gayet gerekli bir hikmet dersi olduğu yukarıdaki ifadelerden de anlaşılmaktadır. Ayrıca Bediüzzaman şu hususu da ilave ederek “Kur’ân-ı Hakim’de bazı hadisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz’i hadiseler, küllî düsturların uçları” olduğunu her kelimenin, hatta harfinin bile çok değerli olduğunu söylemektedir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım olayın benzerlerini herkesin yaşaması mümkündür. Ne mutlu bana ki Bediüzzaman ve eserlerini okuma fırsatı buldum. Aksi takdirde bu ve benzeri durumlarda zor durumda kalabilirdim.
Bu altın kıymetinde olan eserleri bol bol okumalı ve istifade etmeye çalışmalıyız. İmanımızı tahkikî yapmak için bu eserlere muhtacız.
Her okuyuşta daha başka hazinelere sahip olabiliriz. Zira asrımıza bakan Kur’ân tefsiri olması hasebiyle çok büyük bir ilim ve tefekkür kaynağıdır. Bu eserlerin telifinde ve neşrinde çalışanlardan Cenâb-ı Hak razı olsun…
27.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|