|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Sen onlardan yüz çevir. O gün İsrâfil onları misli görülmedik bir şeye çağırır.
Kamer Sûresi: 6
|
01.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'ın en hoşlanmadığı helâl, boşanmadır.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 30
|
01.03.2007
|
|
İstibdat zulmün temelidir
İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.
Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.
Münâzarât, s. 22
***
Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki herbir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tâcizimi istemeyen müdâhenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz; mîzansız bir ilâcı istimâl eden, acaba şifâ mı bulur veyahut ölür?
Evet, “Daha ölmeden ölmek” sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?
İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur. Zîrâ, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükümetteki istibdâda, herşeydeki istibdâdı kıyas ediniz. Hattâ, taklidi tevlid eden ilmin istibdâdı dahi böyledir.
Münâzarât, s. 23-26
Lügatçe:
rey-i vâhid: Tek görüş.
mâhi: Mahvedici.
ağrâz: Garazlar.
beyne’l-İslâm: Müslümanlar arasında.
îkâ: Ortaya çıkarma, meydana getirme.
müşevveş: Karışık.
müdâheneci: Dalkavuk.
sâye-i muzlimâne: Karanlık yapan gölge. Kötü himâye.
dâü’l-cû: Açlık derdi.
Hamidîlik: Sultan Abdulhamid’in Doğu’da meydana gelebilecek ayaklanmaları bastırmak ve âsâyişi sağlamak için kurduğu Hamidiye Alayları tarzındaki hareket.
melekü’l-mevt: Ölüm meleği olan Azrâil (as).
mütehevvisâne: Heveslenerek.
mütekalkıl: Deprenen, sarsılan.
|
01.03.2007
|
|
“Cemil Meriç, Said Nursî’nin hayatını yazacaktı”
Cemil Meriç’e 1977’nin son aylarından 1980’e kadar Risâle-i Nur okuyan arkadaşı Muhsin Demirel’den bu işi devralan araştırmacı-yazar Mehmed Paksu, o günleri anlatırken ses kaydı ve fotoğraf çekmediğine hayıflanıyor. O dönemde İstanbul Üniversitesi Edebiyat’ta okuyan Paksu hatıralarını şöyle anlatıyor:
“Biz de edebiyatçıyız. Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’, ‘Umrandan Uygarlığa’ gibi kitaplarını okuyoruz; ama göremiyoruz. Meriç, edebiyatta, sosyolojide zirve, Muhsin Demirel anlattıkça içimiz gidiyor. Üstada hayranlığı olduğundan bahsediyor.”
Meriç’in Bediüzzaman Hazretlerinden “Üstad” şeklinde bahsettiğine dikkat çeken Paksu, onun Risâleleri büyük sabır ve dikkatle dinlediğini, ifadeler karşısında yer yer dayanamayıp heyecanlanarak, “Üstad bitirmiş, Üstad bitirmiş!” diye bağırdığını söylüyor.
Bir gün Cemil Meriç’in kendisine İslâmî kesimden insanların geldiğinden bahsettiğini dile getiren Paksu, bu konuda Meriç’in şu ifadelerini unutamamış: “Bana birçokları geldi, ama gelen herkes büyük bildiği zatı anlattı. Fakat siz bana Üstad’ı anlatmadınız, onun yerine bir kucak dolusu kitapla geldiniz, siz bana hazreti getirdiniz.” Paksu, Meriç’in, Üstad’ı tanıdıktan sonra kendisine güven geldiğinden bahsettiğini de aktarıyor.
Mehmed Paksu, yayınlanan 50’ye yakın kitabı ve Bugün Gazetesi’ndeki köşesiyle edebiyat dünyasında tanınan bir isim. Ancak Paksu’nun bugüne kadar bilinmeyen bir özelliği daha var: Paksu iki yıl ünlü yazar Cemil Meriç’e Risâle okumuş. Cemil Meriç ile her cuma beraber olan Paksu, o günleri şöyle anlatıyor: “1977’de Köprü Dergisi’nde yazı yazan Cemil Meriç’e Muhsin Demirel isimli arkadaşımız kendisinden gelen talep üzerine Risâle-i Nur okumaya gidiyordu. Bu, iki yıl sürdü. Demirel’in 1980’de DPT’ye tayini çıkınca Risâleleri okuma işi bana havale oldu.”
Demirel, Meriç’e Risâle okuma işini kendisine açtığında bu durum Paksu’yu çok heyecanlandırmış. Çünkü aynı yıllar Meriç bir efsane ve yazıları, okuduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi koridorlarında elden ele dolaşıyor. Meriç’in Göztepe’deki evine ilk kez Demirel ile birlikte gitmiş. Meriç’in Göztepe Parkı’na bakan evini, “Üç katlı eski bir evdi ve hoca birinci katın bahçeli tarafında oturuyordu. Eve girer girmez koridordan hemen büyükçe bir salona girdik. Salonun bütün duvarları tabandan tavana kadar kitaplarla doluydu” şeklinde tarif ediyor. Kütüphanede Fransızca kaynakların bolluğu dikkatini çekmiş. Meriç’in ayrıca Arapça ve Osmanlıca’ya hâkimiyetine de vurgu yapıyor. Cuma günleri çalışma odasında Meriç’e Risâle okuyan Paksu, kitap okuması ile geçen yedi saatin ardından Meriç’te yorgunluktan eser olmadığını ve dil sürçmesinden kaynaklanan hataları bile ânında düzelttiğini söylüyor. Meriç’in çalışma tarzı ise gayet yorucu. Kitabı iki defa baştan sona okutturuyormuş ve ikincisinde de kısa kısa notlar alıyormuş: “Aydınlar Konuşuyor diye Necmeddin Şahiner’in bir kitabı vardı. Onu okuyorduk... Kitabı önce baştan sona okuduk, sonraki okuyuşta notlar çıkardı. En son da bu notlardan bir yazı ya da makale meydana getirirdi. Yine meselâ Mustafa Sungur’un ‘Söz Bediüzzaman’ın-Anarşi, sebep ve çareleri’ isimli kitabını okuyorduk. 450 sayfalık bir kitaptan yarım sayfalık bir yazı çıkardı. Özetin özeti idi bu, kitabın tam damıtılmış bir haliydi.”
Paksu, Risâlelerin yanı sıra Meriç’e Münazarat, İşârâtü’l-İ’câz, Divan-ı Harb-i Örfî, Hutbe-i Şamiye gibi Said Nursî’nin Risâleleri yazmadan önce kaleme aldığı eserleri de okuduğunu ve Meriç’in her fırsatta kitaplardaki fikir, dil ve üslûba hayranlığını dile getirdiğini şu sözlerle aktarıyor: “33. Söz’ü okumuştum, burada Said Nursî felsefe ile nübüvveti karşılaştırıyor. Meriç’i bu Risâle çok heyecanlandırmıştı. Ayrıca Kader Risâlesi’ni okurken coşardı. Öyle ki iki elini birbirine vurarak nutuk atmaya başlardı.” Meriç, Said Nursî’den bahis açıldığında ona ‘üstad’ diye hitap edermiş. Kader Risâlesi’ne hayranlığını da şu sözlerle dile getirmiş: “Kaderi hürriyet ile hem bağdaştırıp hem yorumlayan tek Üstad olmuştur. Kaderi insanın hürriyeti olarak ele alıyor. Bediüzzaman bu konuda son sözü söylemiştir.”
Meriç’in özellikle okunmasını istediği iki yer daha var: 12. Söz ve 17. Lem’a. Paksu, bu iki Risâle’de Said Nursî’nin Batı medeniyeti ile Kur’ân-ı Kerim’i karşılaştırdığını vurguluyor. “Said Nursî’nin Batı felsefesine olan hâkimiyeti karşısında Meriç şaşkınlığını gizleyemezdi” diyor.
Paksu’nun geriye dönüp ‘ah ettiği’ bir konu da Meriç ile beraber kararlaştırmalarına rağmen Said Nursî’nin biyografisini yazma düşüncesinin akim kalması. Meriç, Said Nursî’nin dünya düşünce tarihindeki yerinin tam anlaşılması için dönemin tarihçilerinin, düşünce adamlarının, ulemalarının ve yaşadığı dönemin iyi anlaşılması gerektiğini savunurmuş. Aksi takdirde Meriç, Bediüzzaman’ın gerçek yerinin tespit edilemeyeceğini söylermiş. Ayrıca Meriç’in Said Nursi ile ilgili tespitlerini yaptığı dönemde henüz Risâle-i Nur Külliyatı toplumun dikkatini çekmiyordu. Paksu’ya göre yurtdışında Said Nursî ile ilgili araştırmaların birinci başvuru kaynağı olan ‘Bediüzzaman Said Nursi Olayı’ adlı kitabın yazarı Şerif Mardin’i bu konuda yazmaya teşvik eden Cemil Meriç olmuş.
Abdülkadir Süphandağı - Hakan Yılmaz
Zaman Pazar, Sayı: 12,
|
01.03.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Müncî
Allah (c.c.), Müncî’dir. Yani kullarını maddî mânevî tehlikelerden korur ve kurtarır. Dünyevî-uhrevî hüsranlardan necât verir. Cenâb-ı Allah Kendisine sığınan ve necât isteyen mahlûkatını yardımsız bırakmaz.
Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet edilen Müncî ism-i şerifi1 Kur’ân’da fiil sîgasıyla mevcuttur.
Cenâb-ı Hak, Âd kavmine gelen azaptan Hz. Hûd (a.s.) ve Ona îmân edenleri kurtardığını şöyle zikreder: “Emrimiz gelince Hûd’a ve beraberindeki îmân edenlere rahmetimizle necât verdik. Onları çetin bir azaptan koruduk.”2 Cenâb-ı Hak, Semûd kavmine de azap göndermiş, bu azaptan inananları kurtarmıştı: “Îmân edenleri ve Allah’tan korkanları kurtarmıştık (necat vermiştik).”3 Cenâb-ı Hak, son nefesinde, “İsrâil oğullarının îman ettiğinden başka İlâh olmadığına inandım” diyen Fir’avun’un cesedine de necât verdiğini beyan eder: “Senden sonra gelenlere bir ibret olsun diye bu gün senin cesedine necât vereceğiz.”4
Bu son âyeti tefsîr eden Bediüzzaman, Fir’avunların döneminde tenâsuh inancının bir eseri olarak cenâzeleri mumyalama tekniğinin ve inanışının yaygın olduğunu beyan ederek, bilhassa Fir’avunların cesetlerini mumyalattıklarını, üzerine çullanan deniz ve dalgadan dehşet alarak son nefeste îman ettiğini söyleyen Fir’avun’a da, kendi inandığı ve istediği tarzda bir necât verildiğini, yani yalnız cesedinin bozulmaktan kurtarıldığını kaydeder.5 Bedîüzzaman, bu cesedin asırların dalgaları ötesinde şu son asırda, boğulduğu denizin sahilinde ibret-i âlem olarak bulunacağını da ihbar eder.6
Gerçek necâtın, hakîkî kurtuluş ve saadetin ve azaptan emîn olmanın ancak Allah’a ilticâ etmekle ve sığınmakla mümkün olacağını beyan eden Bedîüzzaman,7 inkârın getirdiği dalâletlerden doğan ıztırapların, bütün akılları ve ruhları Cenâb-ı Hakka sığınmaya ve ilticâ etmeye mecbur kıldığını, Allah’ın kudretiyle ve irâdesiyle her müşkülün hallolacağının ve Onun havl ve kuvvetiyle her kapalı kapının açılacağının belâ ve musîbet anlarında daha iyi anlaşılacağını kaydeder.8
Bedîüzzaman’a göre, Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah gerçekten sığınılacak tek makam sahibidir. Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence Allah’tır. Allah bâkîdir.9
(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuatü'l-Ahzab, 256
2- Hud Sûresi: 58
3- Fussilet Sûresi: 18
4- Yunus Sûresi: 92
5- Sözler, s. 365
6- A.g.e., s. 366
7- Mesnevî-i Nuriye, s. 51
8- A.g.e., s. 51
9- A.g.e., s. 111
|
01.03.2007
|
|
Hakperestlik ve Said Nursî
Hakperestlik...
Said Nursî’nin belki de en belirgin sıfatlarından biriydi.
Hakka aşık bir adamdı çünkü o.
Öyle ki, hakikati düşmanının elinde görse, hürmet edip, hakkı oracıkta teslim edecek kadar...
“Fena ve fanî bir adamın güzel ve bâkî bir sözü”nü aktaracak kadar...
İstibdadını eleştirdiği Abdülhamid’in velîliğini atlamayacak kadar...
Batıl bir mezhepteki dâne-i hakikati görecek kadar...
‘Kâfirin her sıfatı kâfirce olması gerekmez’ diyecek kadar...
Mimsiz medeniyet dediği medeniyet-i hâzıranın mehâsinini iktibas etmenin gereğini vurgulayacak kadar...
Evet, o hiçbir zaman toptancı bir anlayışa sahip olmadı. Ya hep, ya hiç demedi.
“Birşey bütünüyle elde edilemese de bütünüyle terk edilmez” kaidesini hayatı boyunca uyguladı.
“Herşeyin iyisine bak, iyisini al” prensibiyle hareket etti. Murdar şeylerle zihnini meşgul etmedi.
***
Hayatını esmâ tarlası haline getirerek, her haliyle esmâ tecellisi biçen Said Nursî, aslında bu halleriyle ism-i Hakem’in tecellisinden başka birşey biçiyor değildi. Zira Allah, Hakem ismi gereği, haklıyı haksızdan ayırt ediyor, haksızlık yapmıyordu.
Bediüzzaman da bu tecelliyi yansıtmaya çalıştı hayatına. Kimseyi bütünüyle ne haksız gördü, ne de haklı.
Mü’min kardeşinin dağ gibi hasenâtını ufak bir kusuruyla, zalimin dağ gibi seyyiâtını da ufak bir hasenesiyle örtmek gibi bir zulmü de irtikap etmedi asla.
O her zaman iyiye iyi, kötüye kötü diyebildi.
Hakkın hatırını âlî tuttu, hiçbir hatıra feda etmedi.
Bütün hakikatlerin Hak isminin bir şuâsı olduğunun şuurunda bir zât olarak, düşmanının elinde gördüğü hakikati ism-i Hakkın tecellîsi bildi, orada hakikat-i İlâhiyenin elini gördü, öpüp başına koydu. Racül-i fâcir de hizmet edebilirdi nihayetinde Allah’ın dinine. Hak kimin elinde olursa olsun, yücelmeliydi öyleyse.
Aslında bütün bu haller, onun takip ettiği adalet-i mahza mesleğinin de bir yansımasıydı. Adl ve Hakem ism-i azâmlarının tesbihatta arka arkaya gelişi mânidardır bu açıdan. Mahzâ adaletin gereğidir zirâ hakperestlik. Gerçek adalet, hakkın küçüğüne büyüğüne bakmaz, teslim eder hakkı. ‘Bir gemide doksan dokuz masum, bir cani bulunsa, o gemi batırılamaz; hatta doksan dokuz cani, bir masum bulunsa o masumun hakk-ı hatırı için o gemi yine batırılamaz.’
Aslında Said Nursî’nin en temel hakperestliği eşyaya bakışında gizliydi. O “Hakiki hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir” diyerek, eşyada esmâ tecellilerini görmüş, eşyayı âyine olduğu esmâsıyla tavsif etmiş, zemm-i zımnî olan mübalâğa içerisine girerek hakikatin rengini değiştirmemiş, dengesini bozmamıştı. Çünkü hakikat, mübalâğadan müstağnî idi. Herşeye lâyık olduğu makamı vererek, hakkı teslim etmek yeterdi...
Bu minvâl üzere hakkı teslimle sürdürdüğü hayatını, ruhunu Hakka teslimle noktaladı Said Nursî.
[email protected]
|
İsmail TEZER
01.03.2007
|
|
|
|