|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
And olsun ki Biz o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Fakat ibret alacak nerede?
Kamer Sûresi: 15
|
09.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Ebû Bekir, benim arkadaşım ve mağarada can yoldaşımdır. Ebû Bekir'in kapısından başka mescide açılan bütün kapıları kapatın.
Câmiü's Sağîr, c: 1, no: 44
|
09.03.2007
|
|
Kâinatı hiddete getiren günahlar
Bir kardeşimiz, kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir. Belki size faydası olur, diye yazdık.
Bir zaman, evliya-yı azimeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi ahir ömre kadar devam ettiren bir manevi nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor.
Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkânları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın.
Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor; kâinatı hiddete getiriyor. Hatta kendim, bir dakika zarfında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım.
Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevide, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs-i emmârenin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, "Niçin ben atmadım?" diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatanın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
Kastamonu Lâhikası, s. 181
Lügatçe:
ahlâk-ı seyyie: Kötü ahlâk. desais: Desiseler, aldatmacalar. evliya-yı azime: Büyük evliya. halita: Karışım, karma. hodgâmlık: Kendini beğenmişlik, bencillik. idame: Devam ettirme. meyl-i tefevvuk: Kendini başkalarından üstün görme meyli. muaccel: Peşin, hemen verilen. mücahede-i nefsiye: Nefisle olan cihad. nefs-i emmâre: Kötülüğü emreden nefis. şekvâ: Şikâyet. tahassungâh: Sığınılacak yer. tezkiye: Temizleme, terbiye etme. vazife-i seyyie: Kötü vazife, kötülük vazifesi.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
09.03.2007
|
|
Kâinatın müziği ‘ihtizaz’
Atom altı parçacıklara yolculuğunu iyice derinleştiren bilim, maddenin bittiği yerde ihtizazı keşfetti. İhtizaz, Türkçe ifadesiyle titreşim. Kâinatın mayası ve varlığın ortaya çıkışının ortak noktası.
Eğer gözümüzle görebilseydik, karşısında dehşete kapılacağımız bir hareketlilik var zerrelerde. Duruyor zannettiğimiz her şeyde bir titreşim, cansız zannettiğimiz her şeyde canlılık emaresi olan bitmeyen bir hareket var. İlk bakışta ne anlama geldiği pek anlaşılamayan, sersem gibi dönüp oynuyor zannedilen bir hareketlilik.
Tıpkı müziği görmeye çalışmak gibi. Ses de aslında havanın titreşiminden ibarettir. Ses dalgalarını bilgisayar ekranında gördüğümüzde aşağı yukarı inip çıkan, aralıkları değişen çizgilerden başka bir şey algılayamayız. Sesi duymak yerine bu şekilde müzik dinlemeye çalışan için müzik ne ifade ediyorsa, zerrelerin hareketi bu şekilde bakanlara ancak o kadar mânâ ifade edebilir.
Oysa müzik bize bir şeyler söyler. İçerisinde sevgi, hasret, mutluluk barındırır. Onu icrâ edenin duygularını bizle paylaşma aracıdır. Dinleyenlerin ruhları titrer. İşte ruh, bu titreşimin algılanma yeridir. Adeta ruh, müziğin titreşimine ortak olup beraberce titreşir. Titreşimin kendisi bizatihî mânâsızdır. Oysa ruh onda bir mânâ bulur.
Üstadımız Bediüzzaman’ın o veciz ifadesiyle:
“Tahavvülat-ı zerrât (zerrelerin bir halden başka bir hale geçmesi) bir Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelânıdır.
... her biri, manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnu’ların üstünde dönen ve tahmidât-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuâtı konuşturan ve tesbihat-ı İlâhiye neşidelerini okutturan birer iğne başı sûretinde kendini gösteriyorlar...” (Sözler, 30. Söz, 2. Maksad)
Necip Fazıl’ın da dediği gibi:
“Renkte, seste, ışıkta her şeyde bir ihtizaz;
Her şeyde bir titreşim, zikir, fikir ve niyaz...”
Yani bütün bu dalgalanmalar “O” zata işaret ediyor ve ancak işte bu işareti fark ettiğinde ruh kâinatın ihtizazâtı arkasındaki müziği duymaya başlıyor. Sınırsız bir kerem, doyulmaz bir cemal ve mükemmel bir hikmetle daha nice güzellikleri hissetmeye başlıyor. O müziğe katılmak istiyor insan ve Rabbine iltica edip, başını secdeye indirip, kâinatın orkestrasına dahil oluyor. Hatta assolist gibi bütün orkestrayı arkasına alarak zikrini O’na arz ediyor.
|
Koray ERYURT
09.03.2007
|
|
Küresel bozulma
Küresel ısınma diyorlar, dünyanın sonu gelmiş diye feryat figan ediyorlar, kıyamet saatini ileri alıyorlar, on ikiye beş varmış diyorlar.
Ayılar kış uykusuna yatmıyor, yerleşim merkezlerine iniyor, kuşlar göç etmiyor, yağmurlar yağmıyor, dağlar kara bürünmüyor, buzullar eriyor, kışın ortasında çiçekler açıyor, ağaçlar yeşilleniyor, yalancı baharlar gelmiş kışın yerini almak istiyor. İnsanlar cıvıl cıvıl, sokaklara dökülüyor, geziyorlar, eğleniyorlar. “Yok” diyor uzmanlar, sevinmeyin diyorlar. Çünkü bu gidişat, hayra alâmet değilmiş.
Dünya, rayından çıkmış bir tren misâli uçurumdan yuvarlanmaya ramak kalmış durumda. İçinde hep birlikte yolculuk yaptığımız bu trende, türlü sorunlarla karşılaşacağımız aşikâr. Biz olmasak da çocuklarımız, torunlarımız bunlarla yüzleşmek zorunda kalacaklar. Suların kesilmesi, sıcaklardan dünyanın kavrulması, göllerin kuruması, ovaların çölleşmeye doğru yol alması, bu sorunlardan sadece birkaç tanesi.
Şimdi bütün bunları terazinin bir kefesine bırakalım ve diğer kefeyi doldurmaya çalışalım. Yalnız, menfaat ve maddiyat terazisini bir tarafa bırakarak vicdan terazisini elimize alalım. Adaletin nasıl tecellî ettiğini görelim.
Dış dünyadaki ekolojik dengelerin bozulmasında bu kadar korku ve telâşa kapılıyor, geleceğimizle ilgili kaygılarımızı dile getiriyoruz. Peki iç dünyamızdaki bozulmalar, insanlığımızdaki erozyonlar bizi ne kadar tedirgin ediyor acaba? Maddî havanın bozulmasına endişe ederken, maneviyâtımızın bozulmasından hiç mi endişe etmiyoruz? Kutuplardaki ayıların uykusunu düşünürken, yanı başımızdaki uyku yüzü görmeyen çocukları, ilâç yüzü görmeyen hastaları, huzur yüzü görmeyen savaş ve terör mağdurlarını ne kadar düşünüyoruz acaba?
Dünyanın bir ucunda Müslüman bir kardeşimize bir şey olsa hissetmemiz, toplu iğne batsa dahi içimizin cız etmesi gerekirken komşumuzun feryadını dahi duymaz olduk. Altta düğün, üstte cenaze birbirimizi anlayamaz bir yaşantı geliştirdik kendimize. Annemin dilinde ifade bulduğu gibi, başkasının ölüsü, bize uyuyor gibi geliyor.
Dünyanın bir yerlerinde su yerine oluk oluk kan akarken, insanlar vurulurken, can üstüne can düşerken bir kez olsun çıkıp küresel bozuluyoruz demedik. Bu öyle bir bozulma idi ki tamiri en az onun kadar güçtü. İnsanlar ölüyordu bir yerlerde ve öldürenler de insanlardı. Biz yine insan eliyle bozuluyorduk. Küçücük beyinlere kurşunlar sıkılıyor, bombalar patlatılıyordu cılız bedenlerde. Patriotlar uçuyordu semalarda, uçurtmalara kafa tutarcasına, ipleri koparırcasına. Analar-babalar acıdan kan kusarken, ciğerleri yanarken, dünyaya “Ne olur, duyun sesimizi” diye seslendiklerinde yine kimse çıkıp “Küresel bozuluyoruz “ demedi. Oysa “Evet, biz sizi duyuyoruz, ama kendi derdimize düşmüşüz” bile diyemiyorduk ve küresel bozuluyorduk.
Şimdi buzullar eriyor diyorlar, kıt'alar birbirine yaklaşıyor, sınırlar kayboluyordu. Şehirler tarumar oluyordu oysa, evler yıkılıyordu, emekle, binbir zahmetle inşa edilen yuvalar dağılıyordu. Bir tarih yok oluyordu gözlerimizin önünde, medeniyetler ölüyordu ve biz yine küresel bozuluyorduk.
Ovalar kuruyor, erzaklarımız azalıyor, meyve-sebzelerimiz tükeniyor diye yeri göğü inletiyoruz. Açlıktan insanlar ölüyor hâlâ, bir kuru ekmeğe razı olacakken, sofralarımızda binbir çeşit yemeğe razı olmuyoruz. Biz başka çeşitler ararken, başka bedenler ölüme göz yumuyordu açlıktan bütün vücudu çekilircesine. Birileri çamur suyuna tebessüm edebilirken, evlerimizde akan sıcak sulara burun kıvırıyorduk ve biz yine küresel bozuluyorduk.
Şimdi insan eli ile olduğu söylenen küresel ısınma, insan eli olan küresel bozulmamızdan daha önemli olmuştu. Artık ne dünyaya yağmur, ne de ruhumuza gözyaşı akıtabiliyorduk. Ağlamayı bile unuttuk. Erdemlerimiz, değerlerimiz, duygularımız, hassasiyetimiz bir yangında yanıyor iken, ateş her geçen gün büyüyorken küllerine bakıyoruz ve daha fazla küresel bozulmanın eşiğine geliyoruz.
Küresel ısınmaya bir süre daha dayanabileceğimizi söyleyen uzmanlar, küresel bozulmaya ne kadar dayanabileceğimizi de söyleyebilirler mi?
Dünya, küresel ısınırken, biz de küresel bozuluyoruz. Uzmanlar biraz da bu konuya kafa yorsalar nasıl olur acaba?
|
Süveyda GÜNER
09.03.2007
|
|
|
|