|
|
Şaban DÖĞEN |
Musibetler altında |
|
“Zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var.”1
Bu, musibete düşenleri rahatlatıcı cümle Tarihçe-i Hayat’ta yer alıyor. Önceki yıllarında milletin gözdesi olmuş, omuzlar üstünde tutulan, fakat dönem değişikliği sebebiyle serapa fazilet olan hareketleri suç görülüp 28 senelik hayatı, zindan, sürgün, göz hapsi gibi hayattan bıktıracak şekilde nice sıkıntı ve ıztıraplarla geçen, eserin muhterem müellifi Bediüzzaman Hazretleri sıkıntılı hapishane günlerinde talebelerine yazdığı mektupta bu cümleye yer veriyordu.
İnsan haklı olabilirdi. Ama haksız olarak zindanlara dahi atılabilirdi. Böyle anlarda musibete takılıp “Ah vah!” etmemeli, hemen inayet-i İlâhiyenin, yani Allah’ın yardımını düşünmeli, bu tatlı sonuçlarla teselli bulmalıydı.
Evet, musibetlerde rahmet ciheti vardı.2 Önemli olan gülün dikenlerine takılıp kalmayıp mütebessim tomurcuklarını olduğu gibi musibetlerdeki rahmet izlerini de görebilmeliydi.
Her şeyden önce Hadid Sûresinin 22 ve 23. âyetlerinde dikkat çekildiği gibi yeryüzünde vuku bulan ve başımıza gelen herbir musibet yaratılmadan evvel bir kitapta yazılıydı. Öyleyse insan kaybettiği şeye üzülmemeli, birşey kaybettiğinde de şımarmamalıydı.
Bu âyet insanı rahatlatmaya yetiyordu. Çünkü kâinatta hiçbir şey tesadüfen, rastgele, kendi kendine olmamakta; aksine sineğin kanadını, ağacın yaprağını oynatmasına varıncaya kadar her şey Allah’ın izni ve takdiri sonucu gerçekleşmekteydi.
Madem her şey takdirleydi. Ve bu takdiri rahmeti, ihsanı, ikramı ve hikmeti sonsuz olan Allah yapmaktaydı. O halde Ona güvenmeli, teslim olmalıydı. Bizi bizden daha çok seven Rabbimiz bizim kötülüğümüzü nasıl isterdi?
O bizi olgunlaştırmak istiyordu. Bir çekirdeğin binlerce meyve veren ağaç hâline gelebilmesi için toprak altına girip o ıslak, karanlık âlemde kalıp kabuğunu çatlatıp filiz vermesi gerekiyordu. Yoksa toprak altına girmeden, çile çekmeden ağaç hâline gelmesi mümkün değildi.
Cennete lâyık hâle gelebilmek, orada yüksek mertebelere erebilmek için de dünya denilen imtihan salonunda manevî bir kısım eğitimlerden geçmek, bir kısım zorlukları üstlenmek gerekiyordu. Çile çekmeden saadete erilmezdi.
O halde ilk bakışta musibet gibi görünen olaylar sonuç itibariyle musibet olmaktan çıkıyor, rahmete dönüyordu. Demek her musibette bir cihet-i rahmet vardı. Demek o musibetler altında inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri bulunuyordu.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 432. 2- Sözler, s. 665.
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Şeriat âdâbı üzerine |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Şeriat adabı nedir? Hayatımızda önemi nedir?”
Şeriat adabı, İslâm dininin hükümleri ve hakikatleri; Allah’ın (cc) dîninin ve kânûnlarının gereği olan davranışlar; Allah’ın kitabında ve Resûlullah’ın (asm) hadislerinde bulunan bilümum emir ve düzenlemeler; Kur’ân’da ve hadislerde yer alan emir ve yasaklar; haramlar ve helâller; İslâm fıkhının ilgi alanına giren farzlar, vâcipler, sünnetler ve nâfileler ve dînin emir ve tavsiyesi olan davranışlar bütünü mânâlarına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, Allah’ın bozulmamış dîninin kural ve kâideleri, usûl ve esasları, şekil ve şartları demektir.
Bedîüzzaman’a göre şeriat; Allah’ın, gölgesiz, perdesiz ve doğrudan doğruya birliğinin ve kayıtsız-şartsız terbiye ediciliğinin tasarrufu olarak yüksek “hitabından” ibarettir.1 Şeriat doğrunun, hakkın ve hakikatin ta kendisidir. Amacı insanları topyekûn fazilete, Allah’a kul olmaya ve insanlığın yüksek duygularını yaşamaya yöneltmektir. Yoksa bazılarının zannettikleri gibi şeriatı zahirî bir kışır ve siyasî bir kabuk saymak doğru değildir. Şeriat nazarında sıradan bir vatandaş ile en büyük bir âlimin, gönül ehli bir veli ile devlet başkanının hak ve özgürlükler bakımından farkı yoktur. İnsan, insan olduğundan saygındır, ekremdir, mükerremdir. İnsan yeryüzünün halifesidir.2
İslâm şeriatını Hazret-i Muhammed (asm) İlâhî vahiy yoluyla getirmiş ve ilk önce bizzat kendisi yaşamıştır. Bundandır ki, Onun (asm) bütün davranışları bizim için rehberdir, kılavuzdur ve Sünnet-i Seniyyedir. Her bir Sünnet-i Seniyye, şeriatın bir parçasıdır.
Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına riâyet etmenin ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmânı gerektirdiğini kaydeden Bediüzzaman, sünnete uymanın doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem Efendimizi (asm) hatıra getirdiğini, o hâtıranın da kişiyi doğrudan Allah’ın huzûruna taşıdığını belirtir. Said Nursî’ye göre yemek, içmek, yatmak gibi sıradan davranışlarda bile Sünnet-i Seniyyeye uyulduğu dakikada o âdî davranış sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket olmaktadır. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimize (asm) uymakla, şeriatın bir edebi yaşanmış olacak; buradan Resûlullah’ın (asm) şeriat sahibi olduğu hatırlanacak, bundan da doğrudan Şâri-i Hakîkî olan Cenâb-ı Hakka kalben yöneliş mümkün olacaktır.3
Hürriyetin elimizden kaçmaması için yanlış tefsir edilmemesi gerektiğini beyan eden Bediüzzaman, hürriyetin dînin hükümleri, şeriatın âdâbı ve güzel ahlâk ile gerçek sevimli yüzünün ortaya çıkacağını ve İslâmiyet zemininde gelişeceğini belirtir.4
O halde şeriat adabı, Allah’ın vahyinden gelip hayatın tamamını kapsayan ilke ve düsturlar bütününden başka bir şey değildir. Yaşandığı her yeri güzelleştirir. Yaşanmadığı her alanda da yokluğu ve boşluğu hissedilir. Her iş onunla olgunlaşır ve kemale erer. Onsuz işler tamamlanmaz ve eksik kalır. Çünkü bütün olumlu adımları ve çalışmaları şeriat zaptetmiştir. Her güzel davranışı şeriat kuşatmıştır.
Allah her peygambere kavminin kaldırabileceği bir şeriat göndermiş; en son ise ahir zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed’e (asm) bütün insanlığı kucaklayacak, bütün zamanlara hükmedecek ve bütün problemleri çözecek evrensel bir şeriatı 23 sene zarfında gerek Kur’ân-ı Kerim âyetleri, gerekse sâir vahiy tarzlarıyla indirmiştir. Allah’ın vahyinin bizde görmek istediği davranış kurallarının tamamı Allah’ın şeriatının adabını oluşturmaktadır.
Hazret-i Âdem’den (as) zamanımıza kadar insanlık içinde iki büyük cereyanın dal budak saldığını belirten Üstad Said Nursî Hazretleri, bunlardan birinin peygamberler silsilesi, diğerinin de felsefe silsilesi olduğunu, bu ikisi birleştiği zamanlarda insanlığın parlak bir devir yaşadığını, ihtilâfa girdiği zamanlarda ise bütün olumlu düşüncelerin, hayrın ve nûrun peygamberler tarafında, bütün şerrin, yanlışlıkların ve bâtıl düşüncelerin de felsefe tarafında toplandığını kaydeder.5 İşte peygamberler tarafının temsil ettiği doğru düşüncelerin, hayrın ve nurun tamamı “şeriat adabı” kapsamında bulunmaktadır.
Bediüzzaman’a göre, peygamberler silsilesinin Allah’ın vahyi ile bize getirdiği şeriat adabında insanlığın gayesi ve vazifesi; Allah’ın emrettiği ahlâk ile ahlâklanmak ve yüksek seciye ve meziyetlerle donanmakla beraber, acizliğini bilip Allah’ın kudretine sığınmak, zayıflığını görüp Allah’ın kuvvetine dayanmak, fakirliğini hissedip Allah’ın rahmetine güvenmek, ihtiyacını bilip Allah’ın zenginliğinden ummak, kusurunu görüp mağfiret için Allah’a istiğfar etmek ve noksanlığını anlayıp Allah’ın kemalini yüce bilmektir.6
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 435 2- Mektûbât, s. 436 3- Lem’alar, s. 55 4- Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Sünûhât, s. 62 5- Sözler, s. 497 6- Sözler, s. 498
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hak ve hürriyetlerin kaynağı imandır |
|
Hak ve hürriyetlerin kaynağı, imandır, Kur’ân ve Sünnettir.
* İnsan Hakları 1948’de değil, 610 yılında ilân edilmeye başlanmış, 632 yılında kemale erdirilmiştir.
* İnanç, fikir, düşünce, ilim, eğitim, ticaret, seyahat gibi aklımıza gelebilecek ne kadar hak ve hürriyet varsa İslâmiyet getirmiştir. Düşünme ve ilim hürriyetini, 380’i aşkın âyetle teşvik etmiştir.
* Dünyaya gönderilişimiz bir imtihan. İmtihanın da gerçekleşebilmesi için “hür irâde” şarttır.
* İnsan kimliğinin, şahsiyetinin en önemli vasıflarından birisi olan hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı hiç kimseden men olunamaz” (İsrâ, 20.) âyetiyle, Rahman olan Cenâb-ı Hakkın bir bağışıdır...
* Hürriyet yoksa, insan da yoktur. O zaman nefsin ve hevesâtın esiri bir biçâredir.
* Hürriyet, imanın özelliklerindendir. Allah’a kul olan, başkalara kul olmaz. Allah’a inanan, Onun her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, her şeyi gördüğünü, her şeyden haberdar olduğunu, Lâtîf, Allamü’l-Guyûb olduğuna inanan bir mü’min, imânı, anlayışı, bilgisi derecesinde haklara riâyet eder. İslamiyet hakları iki kısma ayırır: 1- Allah hakkı 2- Kul hakkı.
Rahim, Gafur, Afüv, Settar olan Rabbimiz, Kendi hakkını affedebilir. Ama, kul hakkını, kul helâllik almadan asla! Peygamberimiz (asm), “Nefsimi elinde tutan Zât’a yemin olsun, bir adam Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilse, tekrar öldürülse, sonra ihyâ edilse, tekrar öldürülse; üzerindeki borcu ödenmedikçe Cennete giremez.” (Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, c.6, s.179.) buyurması, insan hak ve hürriyetlerine verilen kâinat çapında bir değer değil mi?
* Meleklere imân eden, onların İlâhî kameramanlar gibi bizi takip ettiğini ve her hareketimizi yazdığını bilen biri, haksızlık yapamaz, kimseyi incitemez.
* Kitaplara inanan bilir ki, semavî kitaplar, hak ve hürriyetleri en ince teferruatına kadar ders verir. Kur’ân, baştan sona haklar manzûmesidir.
* Peygamberlere imân eden de, onların vermiş olduğu hak ve hürriyet mücâdeleleriyle kendisini özdeşleştirir: Resûl-i Ekrem’in (asm) Vedâ Hutbesi, temel hak ve hürriyetleri sıralar. Ve binlerce hadîs-i şerîf, hak ve hürriyetleri, en ince teferruâtına kadar nakış nakış işler.
* Âhirete/dirilişe imân, hesap, adâlet, mîzan, cezâ gününün geleceğini kesin olarak bilmek ise, ona göre hayatına yön vermek demektir.
* Kadere îman, insanın, mes’ul olduğu işlerde alabildiğine serbest, bütün fiil ve hareketlerinde hür olduğunu anlatır. Çalışmasını yaptıktan sonra kısmetine razı olur. Helâli haramı bilir, her tarafa saldırmaz.
09.03.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
1-7 Mart’ın düşündürdükleri |
|
1-7 Mart tarihleri arasında gündeme gelen “Yeşilay Haftası” yalnız Türkiye’nin değil bütün dünyanın hem şimdi, hem de gelecekteki sağlık ve iktisad mukadderatıyla ilgilidir. Kuruluş gayesi, sigara ve alkolde gelinen nokta ve gençliğin durumudur. Yeşilay Cemiyeti’nin kuruluşu memleketimizin acı günlerine rastlamaktadır. Tarih 1920 yılının ilk aylarıdır. İşte o tarihlerde alkollü içkiler, yabancılar tarafından gemilerle İstanbul’a getirilir ve dağıtılır. Bu hâdise karşısında, alkollü içkilerin cemiyete yapabileceği zararları düşünebilen bir grup din ve ilim adamları bir araya gelip, 5 Mart 1920 tarihinde kurulan derneğe, yeşil hilâl mânâsına gelen Hilâl-i Ahdar adını vermişlerdir.
Dar-ı bekaya intikal eden ve hayatta olmayan fakat gönüllerde ma’kes bulup yaşayan ve daima alkış ve duâ alan kurucu üyeler şunlardır: Ord. Prof. Mazhar Osman Uzman, Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Bediüzzaman Said Nursî (Darü’l-Hikmetü’l-İslâmiye Azâsı), Dr. Şükrü Hazım, Eşref Edip, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dr. Hacı Emin Paşa, Haydarî Zade İbrahim (Şeyhü’l-İslâm).
Türkiye Yeşilay Cemiyeti, Türkiye’nin en eski derneklerinden birisidir. Yıllar boyu büyük bir azim ve fedakârlık içinde Türkiye genelinde hizmet etmiştir. Fevkâlade maddî bir imkânları olmadığından kendi çaplarında hizmet etmektedir. Fakat bizim yaptığımız tesbitlerle, Türkiye’de ve dünyadaki nüfus patlamaları karşısında bu işin bütün kurum ve kuruluşlara ait olduğu tebeyyün edip ortaya çıkmıştır. Her gün yeni bir anket ve yeni gelişme ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de 90 bin ton tütün üretilmekte ve 25 milyon kişi sigara içmektedir. Maalesef özellikle gençlerde yılda bir milyon artış olmaktadır.
Elimdeki son günlerin anketi daha da ürkütücü. Hacettepe Halk Sağlığı Vakfı tarafından 2 bin 503 kişi üzerinde yapılan araştırmada ortaya çıkan çarpıcı bilgilere göre en çok sigara içen meslek gruplarının başında “gazeteciler” geliyor. Bunu öğretmen, sanatçı ve doktorların takip ettiği görülmüştür. (Tercüman, 1 Haziran) Neden ürkütücü? Çünkü gençlere model olabilecek meslek gruplarında sigara içme oranının yüksek olması düşündürücü. Neden düşündürücü? Çünkü verdiğim bir konferansta sigara içen 100 talebe üzerinden yaptığım anketlerde aldığım izlenimlerin yüzde 82’sinin ifadesi şöyle: “Bizi sigaraya teşvik eden, anne-baba ve öğretmenimizdi. Eğer kötü olsaydı onlar içmezdi, biz onlara aldandık” demekteydiler. Şimdi bu babda doktor, gazeteci, san'atçı da ön plana çıkarsa, işin vehameti daha da artmaktadır.
Peki hiç mi ümit yok? Bu suâle yeni tedbirlere cevap vermek lâzım. Zararlı alışkanlıklar ve tütün mamulleriyle mücadele için 83 yıllık cumhuriyet tarihinde 7.11.1996’da TBMM’nin aldığı karar övgünün üstündedir. Fakat zaman seyli içinde ve özellikle AB ile iş birliğine gidildiği böyle bir dönemde, bu yasaya yeni ilâveler yapılması zarurî hale gelmiştir. Nitekim TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu, sigara yasağının genişletilmesi için yeniden 3 yasa teklifini TBMM’’ye sevk etti. Teklif yasasının özetinde “Uyuşturucuyla nasıl mücadele ediliyorsa, sigarayla da mücadele edilmesi gerektiği” belirtilmiştir. Kanaatime göre bu teklif yasa halinde hayata geçecektir, eğer aynı şekilde çıkarsa fevkalâde olur. Her zaman derim, yine diyorum, yasalar çok fakat önemli olan yaşamaktır, yaşamayanlar yaşatamazlar. Sigara, alkol ve uyuşturucu yangını var, kim bir bardak su dökerse onları millet de, melekler de alkışlar.
Türkiye’de ve dünyada tütün üretilmesi ve sigara imâlâtı da ayrı bir konu.
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Saidlerin farklı içtihadı |
|
Şanlıurfa'dan Abdullah Ünyıl isimli okuyucumuz, Bediüzzaman Said Nursî'ye ait Tarihçe–i Hayat isimli eserinin Barla hayatı bölümünün hemen başındaki ilk paragrafta Üstad Bediüzzaman'a mektup yazdığı zikredilen "bir zât"ın kim olduğunu soruyor ve bu hususla ilgili ayrıca mâlumat istiyor.
Önce ilgili paragrafı birlikte okuyalım: "Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark'ta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. 'Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir' diyerek, yardım isteyen bir zâtın mektubuna, 'Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir' diye cevap gönderiyor." (Tarihçe–i Hayat, s. 135.)
Burada, Üstad Bediüzzaman'ın cevap gönderdiği mektup sahibi zatın Şeyh Said olduğunda şek ve şüphe yoktur. Tahlil edildiğinde, Tarihçe–i Hayat'taki konuyla alâkalı bütün bilgiler aynı gerçeğe işaret ettiği gibi, daha başka kaynaklar da aynı noktaya bâriz şekilde parmak basıyor.
Meselâ, 1947 senesinde (hem Osmanlıca, hem de Latince) teksir edilen Asa–yı Musa isimli eserde yer alan İnebolu'lu Nur Talebesi Selahaddin Çelebi'nin "Üstadımızın tercüme–i haline kısacık bir nazar"ı bu kaynaklardan sadece biridir. Zira, burada alenen isim zikrediliyor.
Söz konusu kaynakta "İnebolu havalisindeki umum Nur Şâkirdleri nâmına, Selahaddin'in, Üstadımızın Tarihçe–i Hayat'ından çıkardığı bir kısacık hülâsanın bir parçasıdır" denilerek, devamında aynen şu ifadelere yer veriliyor:
"Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman'ı Şark'taki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake dâvet ettikleri zaman, cevaben demiş: 'Yaptığınız mücadele, kardaşı kardaşa öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü, Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle velî yetiştirmiştir. Binâenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem' diyerek, hem red cevabı vermiş, hem de mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir." (Adı geçen teksir nüsha, s. 275.)
Yukarıda sayfa numarası verdiğimiz her iki kaynakta geçen ifadeler de bilmânâ aynıdır. Aralarında hiçbir farklılık, hiçbir zıddiyet yoktur.
Tıpkı, Üstad Bediüzzaman'ın 1913'teki Şeyh Selim'in başını çektiği "neticesiz Bitlis vak'ası"yla ilgili olarak sarf ettiği sözlerinin de aynı mânâda olması gibi.
* * *
1925 yılı Haziran ayı sonlarında Diyarbakır'da idam edilen Şeyh Said, lâkabından da anlaşıldığı gibi, Şeyh ve müridleri olan bir zât idi. Nakşibendi tarîkatının bölgedeki halifesiydi. Aynı zamanda âlim olup binlerle talebeleri ve müritleri vardı.
Dolayısıyla, kuvvetli dinî itikad sahibi ve bölgede mânevî lider pozisyonunda bir şahsiyet idi.
Yeni Türkiye'nin Avrupalaşması karşısında hiddete gelen Şeyh Said, mevcut rejime karşı şiddeti de içine alan bir muhalefet hareketinin başına geçti.
Aynı tarihlerde, hiç şüphesiz Üstad Bediüzaman da rejim muhalifi idi. Ancak, Bediüzzaman'ın muhalefeti fiilî ve siyasî değil, müsbet harekete dayanan fikrî ve ilmî bir karakter arz ediyordu.
Üstad Bediüzzaman, kendi içtihadına göre bu müsbet metotla ve uzun vadeli bir hizmet tarzı ile yoluna devam ederken, Şeyh Said ise, silâhlı bir kıyâmı kaçınılmaz bir yol olarak gören farklı bir içtihadı tercih etti.
Nitekim, aynı içtihadın bir gereği olarak Şark Vilâyetlerinde nüfûz ve kuvvet sahibi olarak bilinen hemen bütün ileri gelenlere "dinî fetvâ"yı da ihtivâ eden bir dâvetnâme gönderdi.
İşte, "Kıyâma dâvet" mahiyetine bürünen ve aslı Arapça olan o mektubun Türkçe sûreti: "Kurulduğu günden beri din–i mübin–i Ahmedî'nin (sav) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşlarının, Kur'ân'ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife–i İslâmı (Abdülmecid Efendi) sürdükleri için, gayr–ı meşrû olan bu idarenin yıkılmasının, bütün İslâmlar üzerinde farzdır. Cumhuriyetin başında olanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriat–ı Garrâ–ı Ahmediye'ye göre helâl olduğu, birçok ulemâ ve meşâyihin istişaresiyle kararlaştırılmıştır." (Bkz: M. Şerif Fırat'ın "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli eseri.)
* * *
Demek ki, Şeyh Said ile Said Nursî arasında pek mühim bir "içtihat farkı" vardır. Biri kılıçla harb ederken, diğeri kalemle tenvir ve irşad yolunu seçmiş.
Ayrıca, Üstad Bediüzzaman'ın içtihadına göre, dahilde kuvvet kullanılmaz. Kuvvet kullanıldığında ise, mâsum canların yanması ve kardeş kanının akıtılması kaçınılmaz olacaktır. Buna ise, din–i İslâm cevaz vermez.
Netice–i kelâm: Şeyh Said, kılçla harbetti ve kaybetti. Kalemle cihad eden Üstad Bediüzzaman ise, milyonların imanını kurtarmaya hizmet etti.
GÜNÜN TARİHİ 09 Mart 1919
İngilizler, Anadolu'yu kıskaca alıyor
İstanbul'daki işgal politikalarını sertleştiren İngilizler, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine asker çıkararak diğer şehirleri de işgale başladı.
İngilizleri Fransızlar ve İtalyanlar takip etti.
Fransızlar, 8 Mart 1919 günü Zonguldak ve Ereğli'yi işgal ederken, İngilizler de Antep'te bildiri dağıtarak halkın elinde bulunan bütün silâhların teslim edilmesini istedi.
İngilizler, bir gün sonra ise Samsun'a 200 kadar asker çıkardı. Şehri işgal eden bu askeri birliğin bir bölümü Merzifon'a doğru harekete geçti.
Bölgedeki Müslüman ahalinin galeyana gelmesine yol açan bu durum, özellikle Merzifon'daki Rum ve Ermeni kesim tarafından sevinç gösterileri ile karşılandı.
* * *
Anadolu'daki işgal hareketinin başını, İngiliz birlikleri çekiyordu. Tıpkı İstanbul'da olduğu gibi...
İşgal güçleri, bu yaptıklarını 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi şartlarına bağlıyordu.
Oysa, o antlaşmanın metinleri arasında herhangi bir yeri "işgal etme" maddesi yoktu. Sadece "güvenliği sağlama" gerekçesi vardı.
Zaten, yapılan işgallere de bu gerekçenin kılıfı geçiriliyordu.
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Vadi hassasiyeti |
|
ABD’de yayınlanan Christian Science Monitor gazetesi var.
Bu mevkute, “Kurtlar Vadisi”nden bahse-diyor.
Diyor ki; bu dizi, ülkedeki milliyetçiliği ateşleyeceği gerekçesiyle yayından kaldırıldı.
Hem de diyor ki; bu karar Türkiye’deki ifade özgürlüğü tartışmasını başlattı.
Geçen yıl Türk entelektüellerinin 301’inci madde sebebiyle ifade özgürlüklerinin engellendiğini hatırlatan gazete, söz konusu maddenin, “kurgusal işlerde” bile Türklüğü aşağılamayı suç saydığını belirtti.
Dahası, Kurtlar Vadisi’nin kaldırılmasında Türk entelektüellerinin çifte standart gösterdiğini ve “Ancak bu kez pek çoğu aynı entelektüeller olan kişiler hükümetin konuya müdahale ederek Kurtlar Vadisi üzerinde etkili olmasını istediğini” ifade ediyor.
Aynı zamanda Christian Science Monitor, Kurtlar Vadisi dizisinin oldukça popüler olduğu belirtiyor.
ABD’de yayınlanan bir gazete, Kurtlar Va-disi’nin ne anlama geldiğinin bilincinde.
Yine aynı gazete başörtüsü ve insan hakları ihlali konuda neden tek bir satır bilgiye sahip değil. Çünkü Türkiye’deki 301. madde ve ifade özgürlüklerinin kimi, nasıl sınırladığı ortada.
Gazetenin bu basiretini diğer sahalarda da göstermesini bekliyoruz.
TRT’DEN ÇANAKKALE BELGESELİ
TRT Çanakkale belgeselinde hayli iddialı olduğunu gösterecek.
TRT İzmir Televizyonu tarafından gerçekleştirilen ve pek çok belgeselde imzası olan Dr. Abdullah Manaz’ın ekibi tarafından yapılan belgeselde ilk olarak Çanakkaleli gazeteci, Kıbrıs Gazisi Cahit Önder ile 2 saatlik çekim yapılmış.
Manaz, Balkan Savaşından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen dönemdeki savaşlara katılan Çanakkaleli gazilerin anılarının yer alacağı belgeselde Gazeteci Cahit Önder’in 1978-79 ve 80 yıllarında aldığı orijinal ses ve 8 milimetrelik görüntülerin ilk defa kullanılacağını belirtiyor.
Diyor ki: “Çanakkale Zaferi’nin 92. yıldönümü törenleri kapsamında 14 Mart günü TRT 1’de yayınlanacak olan belgeselin büyük ilgi göreceğine inanıyorum.”
Önder’in aynı zamanda yine bu döneme ait 8 milimetrelik bir filme sahip olduğunu ve bu konuda büyük bir arşive sahip olduğunu da biliyoruz.
Tebrik ediyor ve başarıların devamını dili-yoruz.
YENİ SÜPER KAHRAMAN!
Yeni bir kahramanımız var: Avrupa Yakası’nın kurtarıcısı Gaffur.
Avrupa Yakası’nın yeni soluklarından biri olan Gaffur, birçok alanda kendini göstermeye hazır.
Mesela “Baba Beni Okula Gönder” kampan-yasına destek olsun diye pijamasını açık arttırmayla satacak. İyi mi?
Böylece “Gaffur” hayranları üstüne geçirdiği pijamasını satın alarak, keyifle giyebilir. Böylelikle bir hayır elde etme imkânına sahip olacak.
Unutmadan yanında Teoman adlı şarkıcının “bilekliği” de satılıyor.
Süper kahramanların kullandığı eşyaları alın ki, aynı “süper”lik size de geçsin.
Gaffur’un pijamasıyla sokağa çıkıp hava atabilirsiniz. Teoman’ın bilekliği de size belki “şans”(!) getirir.
RTÜK VE TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK
Tahmin etmiştim. Bir önceki gün bu sütunda:
“Kuşkusuz RTÜK, bulunduğu konjonktür itibariyle, Cumhuriyet gazetesinin ‘cumhurbaşkanlığı konusuna vurgu yapması’nı esas alarak reklamın mevzuatına aykırı bir içerik bulunmadığı yönünde karar verebilir” demiştim.
RTÜK bizi yanıltmadı. Hatta bunu “günde-mine” bile almadı.
İncelemeye alınan Cumhuriyet gazetesi reklamının RTÜK yasasına aykırı bir unsur içermediği belirtilerek, “Kurulumuz da reklamı gündeme getirmeyerek, bu kanaat paralelinde tavır gösterdi” diyor.
Öte yanda RTÜK “sır dizileri” yayınlayan TV’lere ceza verecek... Dizilerin, ilâhiyatçı uzmanların danışmanlığında hazırlanmasına karar vererek gelen şikâyetleri değerlendirdiği belirtiliyor. Aynı hassasiyeti “şiddet, entrika ve ahlâksız” yayınlara da göstermeli.
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hersh'den yeni iddialar |
|
New Yorker dergisinin etkili yazarlarından Seymour Hersh herkesin tanıdığı bir isim. Derginin 5 Mart 2007 tarihli nüshasında yine ilginç kehanetlerde bulunmuş. Daha doğrusu ABD’nin bölgedeki yeni stratejisinden bahsetmiş. Bu strateji de aslında yabancımız değil. Bilinenin ötesinde zaten tahmin edilen bir strateji.
Irak’ta siyasî inisiyatifi İran’a kaptıran Amerikalılar yeni denge arayışları peşinde. Bu dengeyle birlikte İran’ı bloke etmek istiyorlar. Ürdün Kralı Abdullah’ın sözünü ettiği ve kurulmasında kendilerinin de katkısı bulunduğu ‘Şii Hilâli’ onları da rahatsız etmiş bulunuyor. “Şii Hilâl”den söz eden ilk Sünni Arap lider Ürdün Kralı Abdullah’tı. Aralık 2004’te Kral Abdullah Şii İran’ı Irak’taki seçimleri etkilemeye ve nüfuzunu Lübnan’a kadar yaymaya çalışmakla suçlamıştı. Amerikalılar hatalarını şimdi bir başka hata ile düzeltmek istiyorlar. ABD, İran’ı etkisiz ve tesirsiz hale getirmek için geniş bir kuşatma stratejisi izliyor. Bu stratejinin çeşitli ayakları var. Bunlardan birisi Suriye ile İran’ın bağlantısını kesmek. Bunun için önce Rice, Mısır’ı devreye soktu ama pek başarılı olamadı. Lübnan üzerinden Suriye-İran bağlantısı koparılmak isteniyor, ama Suriye’nin dışında Hizbullah’ın da buna pek sıcak bakmadığı ileri sürülüyor. Mısır’ın gerçekleştiremediği misyon için Suudi Arabistan ve ‘mekik adam’ olarak da ünlenen Bender Bin Sultan devreye girmiş durumda. Amerikalılara göre, İran-Suriye bağlantısını kesmek pek de kolay değil. Amerikan basınına göre bu yönde pek az ilerleme kaydedilebilmiş ve pek fazla da umut yok.
İki ülkenin stratejik olarak birbirine sırt çevirmesi pek muhtemel değil. Bu politika bugünün politikası değil. Temellerini baba Esad ile Humeyni birlikte atmıştı. Suriye’nin Lübnan’dan askerî olarak atılmasıyla birlikte iki ülke birbirine daha fazla yakınlaştı. Şimdi Amerikalılar Suudiler üzerinden bir taraftan Suriye rejimini zayıflatmaya çalışırken diğer taraftan da İran’la bağlarını kesmeye çalışıyorlar. Buna mukabil, Seymour Hersh’e göre, ABD Beşşar rejimini çökertmek için İhvan seçeneğini yine sarılma durumuyla karşı karşıya. Fazla seçeneği de yok. Daha doğrusu Velid Canbolat Amerikan ziyareti sırasında Cheney’e ‘Beşşar rejiminin hakkından İhvan gelir. En iyi adres odur’ demiş. Bununla birlikte, İhvan hem İstanbul üzerinden Fethi Yeken’in Şam’la aralarını bulma yönündeki girişimini hem de Seymour Hersh’in iddialarını reddediyor. İhvan’ın müttefiki Abdulhalim Haddam da benzeri bir yalanlamada bulundu.
***
Buna mukabil, İran’a karşı da bir Sünni blok inşa edilmeye çalışılıyor. ABD İran’a vurmak ve diz çöktürmek için bölgesel çelişkileri ve tezatları kullanmak istiyor. Bu böyle olmakla birlikte İran da Irak politikasıyla birlikte Sünni dünya ile arasındaki çelişkileri arttırmıştır. Büyük bir güven bunalımına sebep olmuştur. Şimdi bunu telafi etmeye çalışıyor, ama ümit edelim ki geç kalmış olmasın. Bu da yani İran’ın Irak politikaları da Amerika’nın yeni dengeleme hesaplarını kolaylaştırmıştır. İran baştan Irak politikasını böyle dizayn etmiş olmasaydı bugün bölgenin en rahat ülkesi olacaktı. Bundan dolayı, İran’ın birkaç endişesi var. Bunlardan birisi, Irak ve Lübnan politikaları yüzünden Sünnilerin artan tepkileri ve Şiileştirme politikalarının onları ABD’nin kucağına itmesi ihtimali. İran aleyhinde uluslararası bir ittifak sağlanması ve ABD’nin muhtemel askeri darbesi...
Temmuz 2006 saldırısından sonra Hizbullah gücünü içeriye yönelterek maksadını aşmış ve direniş kültürü, kimlik kültürü haline gelmiştir. Daily Star yazarı Rami’nin de yazdığı gibi Hizbullah haklıyken haksız durumuna düşmüştür. Aynı durum İran için Irak’ta gerçekleşmiştir. Bu anlamda, Fehmi Huveydi’nin ABD’nin bu yeni stratejisini yorumladığı yazısında yine Şii-Sünni aşırılardan yani “gulat”tan bahsettiğini görmekteyiz. Bu inkâr edilemez. Lakin bu tanım gerçeği ifadeye yetmemektedir. Burada “gulat”ı sadece inanç bağlamında ele almak konuyu eksik tahlil etmek olur. Bir de siyasi gulat var. Bush ve Nejad çizgisi için de siyasi guluv yani aşırılık çizgisi denebilir. Bu belki de mezhebi guluv yani aşırılıktan daha da tehlikeli bir durumdur. Zaten mezhebî aşırılığı besleyen de budur.
Siyasetçinin elinde genellikle silah ve güç de vardır. Sünni dünyanın tepkisinin bir parçası da bugün Nejad’ın temsil ettiği siyasi aşırılık çizgisinedir. Bu çizgi, Bush’la zıtlarının ittifakından ibarettir.
***
Şarku’l Avsat yazarlarından Hüda Hüseyni, Cheney’in realize etmeye çalıştığı yeni İran politikasının bir başka ayağını yazıyor. Müşerref’le görüşen Cheney İran’la savaşlarında kendilerini desteklemelerini ve bu bağlamda Afganistan’da yeni saldırılarda bulunmaması için Taliban’ı dizginlemesini istemiştir. Biz bu politikayı 2003’te Irak vurulurken görmüştük. O zaman Taliban’ın yerinde (henüz böyle kotarılmış bir anlaşma yok, ama girişimi var) İran vardı.
Bu kısır döngü ne zaman sona erecek? Bu dejavu halini ne zaman aşacağız?
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Sıra, onlara da geldi |
|
“Çifte standart” değil, “çoklu standart”ın uygulandığı alanların başında ne yazık ki ‘medya’ geliyor. “Birimizin derdi, hepimizin derdi” diyemediğimiz için, maddî imkânları geliştiği halde medya, millet nezdindeki itibarı noktasında ‘bir arpa boyu yol’ alamıyor.
Medya sektöründe yaşanan çok büyük problemler var. Ancak ‘akredite’ denilen uygulama yıllardan beri medyayı ‘ikiye’ bölmüş durumda. Her türlü ayırımcılığa karşı çıktığını söyleyen ‘büyük medya’ ise bu uygulamaya bu güne kadar itiraz etmedi. Ama gün geldi, susanlara da ‘sıra’ geldi!
“Hiç itiraz etmediler” deyip haklarını da yemeyelim. Elbette belli ölçülerde, ‘cılız’ itirazlar, köşe yazıları yazıldı. Ama genel anlamıyla bu uygulamanın yanlış olduğunu ortaya koyan manşetler, açıklamalar, itirazlar, uygulamanın sona ermesini isteyen basın toplantıları yapılmadı. Çünkü ‘akredite’ olmayanlar kendileri değil, ‘küçük/ diğer gazeteler’ idi.
Medyanın ‘Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın’ tavrının ‘kökten yanlış’ olduğu, bugünlerde bir defa daha görüldü.
Nokta dergisinin ifşa ettiği (8 Mart 2007) ve pek çok gazetenin de okuyucusuna duyurduğu (Radikal, 8 Mart 2007) iddiaya göre, Genelkurmay gazeteleri ve yazarlarını ‘bakış açılarına göre’ sınıflandırmış. Bu haberi manşetlerine taşıyan gazeteler, aslında temel bir yanlışı yine görmemişler. Çünkü, yeni ‘haber’de, ‘akredite olan’ gazeteler ve yazarları değerlendiriliyor. Yani, bazı gazeteler ‘akredite’ olduğu halde, aynı gazetenin bazı yazarları ‘akredite’ değil. Bu durum önemli bir ‘haber’ olmakla birlikte, asıl haber; bazı gazetelerin ‘kökten yasaklı/ akredite olmaması’ sözkonusu. Yeni bilgi notu manşetlere taşınırken, bu konu görmezlikten gelinebilir mi? Niçin bazı gazeteler ‘kökten yasak’lı? Bu duruma asıl itiraz etmesi gereken medyanın tümü değil mi?
Elbette, kurumların bazı ‘ölçü’ler uygulaması makul görülebilir. Ama bunu ‘toptancı’ bir anlayışla yapmak makul olamaz. “Çok önemli” bazı toplantılarda uygulanabilecek ‘kıstasları/ölçü’leri, genel uygulamalar haline getirmek doğru değildir.
Düne kadar bu yanlış uygulamaya sessiz kalanların, ‘zarar’ kendilerine dokununca itiraz etmeleri samimi olmadıklarını gösterse de hayırlı bir gelişmedir. İlgili haber şu ana kadar yalanlanmadı. Ama yalanlanmış olsa bile—ayrıntılar bir yana—benzer uygulamalara yıllardan beri şahit olduk.
Belki de ilk defa basın meslek kuruluşları uygulamaya ciddî sayılabilecek itirazlar yükseltti. Türkiye Gazeteciler Cemiyetinden yapılan açıklamada, ‘’Genelkurmay’ın medya değerlendirmesi adıyla haber portallarına düşen rapor, son derece ilginç ve demokrasimiz adına da o ölçüde üzüntü vericidir. Düşünce ve ifade özgürlüğü önüne konulan yeni bir engeldir’’ denildi. (AA, 8 Mart 2007)
Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi de açıklamasında şöyle diyor: “Genelkurmay Başkanlığı veya bir başka kurumun hangi basın (medya) kurumuna akreditasyon kapısını açacağı, hangisine kapatacağı gibi bir kararı, o basın (medya) kurumunun içeriğini puanlayarak karara bağlaması yanlıştır, keyfiliğe kapı açmaktır. Oysa akreditasyonun keyfiliğe izin vermemesi temel ihtiyaçtır. Dileriz akreditasyon kuralını uygulayan tüm kurumlar bu gerçeği daha da gecikmeden görürler.” (www.basinkonseyi.org.tr, 8 Mart 2007)
Her türlü yanlış uygulamada sıranın kendimize gelmesini beklemeden itiraz edersek, işler düzelir...
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
TÜSİAD yumuşattı “andıç” gerdi |
|
Her zaman yaptığı açıklamalarla Ankara’yı geren TÜSİAD bu kez ziyaretiyle bahar havası estirdi.
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ’ın, “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Meclis’in işi” olduğunu söyleyip, bu iradeye saygı gösterilmesi yönündeki sözleri sebebiyle AKPliler dört köşe vaziyetindeler.
Meclis Başkanı Bülent Arınç da TÜSİAD’ı kabulünde bu vurgudan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Arzuhan Yalçındağ ise, “Ama uzlaşmacı ve uzlaştırıcı da dedik” diye uyarma gereği duydu.
Demokratik bir ülkede olması gereken bu değil mi? Cumhurbaşkanı seçimi Meclisin iradesindedir. Aynen hükümetlerin güvenoyu alıp almaması, kanunların çıkarılması, denetim faaliyetleri gibi. Normal olanı Meclis’in iradesi, antidemokratik olanı Meclisin iradesinin devre dışı bırakılmak istenmesi…
Bu açıdan TÜSİAD Başkanının ilk başta savunduğu görüşler doğru, ancak daha sonra bunu dengelemek gibi bir çabanın içine girmesi ise yanlış.
Demokrasiye sahip çıkmak TÜSİAD’a ancak itibar kazandırır.
Bu arada TÜSİAD heyetinin Meclis Başkanı Arınç’la görüşmelerinde havanın soğuk olduğunu da belirtmek isterim.
Bazı kesimler Arınç’la aralarına mesafe koymaya özellikle özen gösteriyorlar.
TÜSİAD’da kısa bir süre önce yönetim değişikliği oldu. Sabancı’nın yerini Arzuhan Yalçındağ aldı.
Sabancı, Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda buyurgan ve kibirli tavırla bir sivil toplum örgütünün başkanından ziyade ara dönem yöneticisi görüntüsünü veriyordu.
Bu yüzden itici ve anti demokratikti. O yüzden de iz bırakmadan çekildi gitti. Arzuhan Yalçındağ, Meclisin iradesi konusundaki yaklaşımı yerinde, ancak bundan sonraki çizgisini yine kendisi belirleyecek.
Bütün bu itirazî kayıtlara rağmen TÜSİAD heyeti Ankara’nın havasını yumuşattı.
Küresel ısınmaya rağmen Ankara’nın havasını soğutan gelişme ise yine ve yeni bir Andıç’tan geldi.
Nokta dergisi eski günlerdeki haberciliğini hatırlatır bir çıkış yaptı.
Genelkurmay’ın medyaya ilişkin raporunu yayınladı.
Böylece Genelkurmay’ın siyahları ve beyazları bir kez daha ortaya çıktı.
Akredite olmayan kurumlar zaten bir kalemde geçilmiş. Akredite olanlar ise, “güvenilir olanlar” ve “güvenilir olmayanlar” diye ikiye ayrılmış durumda.
Radikal gazetesinin akreditesinin devam etmesine karar verilmiş, ama Hasan Celal Güzel, Nuray Mert’in üzeri çizilmiş, Takvim’e tamam, ama Nazlı Ilıcak’a çarpı.
Artılar, eksiler var. Bir de “gri bölge”de olanlar. Onların izlenmeye devam edilmesi tavsiye edilmiş.
Akredite sistemi için, “sadece giriş izni değil” kaydı düşülmüş. Bunun bir güvenilirlik denetimi olduğunun altı çizilmiş. Akreditesi hiç olmayanları da eklediğimizde güvenilirlik denetiminden geçenlerin sayısı basın ortalamasının altına düşmüş.
Peki ne oluyordu, o brifinglerde salonları dolduran, İstanbul’dan uçaklar dolusu gelen anlı şanlı isimler.
Akredite işinde beni en çok güldüren üç isim oldu.
Laiklik konusunda Türk Silahlı Kuvvetlerini bile yeterince duyarlı bulmayan Kanaltürk TV’den Cüneyt Arcayürek ile Tuncay Özkan da çizik yemişler. Onların sorunu Hilmi Özkök döneminde pasif buldukları komuta kademesine hakaret etmekmiş.
Peki Cumhuriyet gazetesi aynı işi her sayısında yapmıyor mu? Genç subaylar rahatsız haberi Genelkurmay’ı rahatsız etmemiş mi? Yok, derdim Cumhuriyet’in de akreditesinin iptal edilmesini istemek değil.
Her kime olursa olsun yasaklara karşıyım. Zaten Andıçta da Cumhuriyet için tirajı, az ama Atatürkçü yayın politikası sebebiyle mutlaka akreditasyonunun devamı istenmiş.
Cumhuriyet cephesinde sorun yok demektir. Onlar adına sevindim.
Ancak bu işte garibime giden Can Dündar oldu. Can Dürdar’ın hazırladığı “Sarı Zeybek belgeseli” neredeyse her 10 Kasım’ın değişmez vurgusu oldu. Neredeyse Can Dündar’sız bir 10 Kasım’ı tahayyül etmek bile zor. İhtilâllerin kalın sesli Hasan Mutlucan’ı yerine çoktan romantik sesli Can Dündar’ı koymuştuk. Askerî okullarda, ön sırayı komutanların doldurduğu salonlarda “Sarı Zeybek” belgesellerinin izlendiği ne çabuk unutulmuş. Bu gidişle Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman’ı da bir gün TSK kapısından geri çevrilirken görürsek, şaşırmamak gerek. Demek ki Atatürkçü olmak yetmiyor. Hem Atatürkçü, hem özgürlükçü olmaya kalktınız mı, akredite edilmezsiniz.
Peki akredite edilmemek ne kaybettirir bir gazeteciye.
Yeni Andıç’ta bu durum itibarsızlaştırma olarak gösteriliyor. Bildiğimiz gazeteciyi akredite değil, kalemi ve kişiliği itibarlı ya da itibarsız yapar.
Basın TSK yanlısı ve TSK karşıtı tasnife tabi tutulurken, bir şey dikkatimi çekti. Hürriyet, Milliyet, Sabah gibi gazeteler için, 6 yazarı askerin siyasete müdahalesine karşı, 4 yazarı askerin müdahalesine karşı gibi tanımlamalarda bulunulmuş.
Demek ki, askerin kafasında hâlâ müdahale var.
Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök ve yeni Başkan Büyükanıt’da darbe sözcüğünü lânetle anmamışlar mıydı? Ben yanlış mı hatırlıyorum.
28 Şubat sürecinde tanıştık Andıç olayıyla. O zaman Çevik Bir ve Erol Özkasnak, “Parmaksız Zeki” olarak bilinen Şemdin Sakık’ın ifadelerinin arasına Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Akın Birdal’ın PKK’dan para aldığına ilişkin sözlerini iliştirmişlerdi. Çandar ile Birand işlerini kaybetti, Akın Birdal ise vuruldu, ölümden döndü.
O olay bir yüzkarasıydı.
Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik yeniden Andıç’a geldik.
Bu çağda olaylara hâlâ Andıç gözüyle bakılması TSK’ya bir yarar sağlar mı bilmiyorum, ama Türkiye için yüzkarası…
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Dost ateşi ile vurulmak |
|
Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında Yunanistan Rum’lara yardım etmek maksadı ile adaya asker göndermişti. İlk birkaç uçak inmiş fakat daha sonra inmeye çalışan uçaklara Türk uçağı diyerek yine Rumlar tarafından ateş açılmış ve bu uçaklar düşürülmüştü. Otuzun üzerinde Yunan Komandosu ‘dost ateşi’ yüzünden ölmüştü.
Aynı savaşta bu defa bizim uçaklarımız Yunan gemisi zannıyla Türk gemilerine ateş açmış bunun sonucunda da Kocatepe Muhribimiz vurulmuştu.
Geçenlerde devlet televizyonu Yunanlıların dost ateşi ile kendi askerlerini vurmasını konu alan bir program yaptı. Hazır dost ateşi ile vurulan askerler tartışılmaya başlamışken ben de bu hususla ilgili olarak bazı gerçekleri okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Başarılar ve kahramanlıklar toplumun ve milletin malıdır. Yenilgi ve başarısızlıklar ise yöneticilere ve başlara verilir zira asıl olan milletin yüceltilmesi ve moral, motivasyonun arttırılmasıdır. Geleceğe umutla bakabilmek ve birlik beraberliğin arttırılması ancak bu yolla mümkündür.
Hitler ve Mussolini tezimize kuvvet veren en önemli örneklerdir. Keza son büyük savaşın yöneticisi Müttefik Orduları Başkomutanı General Eisenhower’ın yeterince tanınmaması, bu hakikatin ne derece önemli olduğuna birer delildir.
Milletler galibiyeti bir kişiye yükleyerek küçültmemişler bilâkis sayısız kahramanı ortaya çıkararak büyütmüşlerdir. Zira başarılar aynı sevgi gibi paylaştıkça artar, büyür.
Bediüzzaman bu konuya Münâzarât isimli eserinde yer vererek, iyiliklerin ağa ve beylere kötülüklerin ise millete verilmesini şiddetle eleştirmiştir. Ne yazık ki İstiklâl Savaşımız dâhil olmak üzere birçok önemli savaş adeta bir kişinin başarısı gibi takdim edilmiş ve beyinlere kazınmaya çalışılmıştır.
Hâlbuki başarı milletin başarısızlık ise komutanların hakkıdır. Aksi takdirde toplumlar küçük düşecek, yarınlara güvenle bakma imkânı kalmayacaktır. Bu konuda yeteri kadar gelişemediğimiz açıktır. Zira yakın zamanda meydana gelen ve başarısızlıkla sonuçlanan bazı olaylarda sorumlular cezalandırılmamış yerli yerinde bırakılarak adeta bir ordu suçlu duruma düşürülmüştür.
Yukarıda Kocatepe gemimizin vurulmasını ifade etmiştik. Ne yazık ki bu olayda sorumlular ortaya çıkarılamamıştır. Sonuç Deniz ve Hava Kuvvetlerimizin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Halbuki en azından bir komutana sorumluluk yüklense bu ayıbın kapatılması mümkün olacaktı. Ama nafile, iyilikler başa kötülükler millete verilmeye devam ediyor ne yazık ki…
Dost ateşi ile vurulan askerler son savaşlarda da ortaya çıkmaktadır. Nitekim Amerikalılar Irak’ta kendilerine ait en az 10 tane tankı vurmuşlardı. Sorumluların cezalandırılmış olduğu muhakkaktır. Nitekim bu sayede askerî başarısızlıktan dolayı Amerikan ordusu suçlanmamıştır.
Kocatepe olayı ise aradan 33 yıl geçmesine rağmen yeterince tartışılmamıştır. Bir geminin vurulması binlerce kara, hava ve deniz askerinin başarısını elbette gölgelemez, lâkin sorumlularının gizlenmiş olması askerî başarıya gölge düşürmektedir.
Benim üzerinde durmak istediğim şey dost ateşi ile vurulma olayı değildir. Zira bugün aynı hatalar modern ordularda da cereyan etmektedir. Lâkin dost ateşi ile vurulan Kocatepe Muhribinin olayın kuvvet karargâhına bildirilmesine rağmen toplam üç kez saldırıya maruz kalmasıdır.
Gemilerimiz birinci sortide vurulduktan sonra Türk uçakları tarafından kendilerine ateş açıldığını karargâha bildirmişler, buna mukabil saatler sonra ikinci ve üçüncü sortiler yapılmış, kendi gemilerimizi vurmaya devam etmişizdir.
Bu hata büyüktür, sorumluları muhakkak tesbit edilmeli ve cezalandırılmalıdır. İlk ateş olmasa bile ikinci ve üçüncü hücumların önlenmesi gerekirdi.
Bu hatadan daha vahim olanı ise gemicilerimizin denizin ortasında yapayalnız bırakılması olayıdır. Bu konu ne yazık ki hiç ele alınmamıştır. Düşünün bir kere kendi uçaklarınız tarafından vuruluyor ve geminiz batırılıyor, fakat kurtarmaya gelen ne bir gemi nede bir uçak var. İki gün sonra bir İsrail gemisi yaralı gemicilerimizi topluyor ve İsrail’e taşıyor.
Şimdi “Ne olmuş yani savaşta böyle şeyler olur, asker vatan için ölmek için vardır” gibi sözleri söyleyenler çıkabilir. Lâkin dikkati çekmek istediğim başka bir husus var. O da şudur.
Batan gemimizin komutanı yıllar sonra kuvvet komutanı olmuş ve başbakanın konutunda bir öğle yemeğinde garsondan rakı isteme garabetine imza atmış bir kişidir. Askerî darbe ve muhtıralarda örneğini verdiğim kişilerin etkileri büyük olmuştur.
Batı Çalışma Grubu gibi “cunta” kurucularının günlerce salda kurtarıcı bekleyen asker olması bir tesadüf olamaz. Her şeyden önce böylesine büyük bir travma geçiren bir kişinin bırakın kuvvet komutanı olmasını, amiral olmasını bile yadırgıyorum.
28 Şubat olayının üzerinde durulmayan bir yanını gün yüzüne çıkarabilmişsem ne mutlu bana…
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
12 Eylül iddianamesi |
|
Kenan Evren hakkında, darbe yaparak suç işlediği iddiasıyla ve cezalandırılması talebiyle iddianame hazırladığı için aforoz edilen, meslekten atılan ve avukatlık yapmasına dahi izin verilmeyen Adana eski Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu’nun, konunun takibi için basına çağrıda bulunduğu bir mektubunu geçen sene 30 Nisan’da bu köşede yayınlamıştık.
Kayasu, son günlerin mâlûm tartışmalarını vesile bilerek, hadiseyi tekrar gündeme getirmek için yeni bir mektup daha göndermiş.
Birlikte okuyalım:
“Son günlerde basında ve televizyonlarda, Evren’in söylediği eyalet sözlerinden dolayı bir infialin uyandığını ve cezalandırılması için harekete geçildiğini görüyorum.
“Ama asıl cezalandırılması gereken husus darbe yapmak suçudur. Buna itiraz edecek ve anayasanın onu koruduğunu söyleyecek kimseler de çıkacaktır. O zaman, 12 Eylül 1980 öncesi suçların anayasanın koruması altında olmadığını belirteyim. Anayasayı açıp bakın ve söylediklerimin doğruluğunu kontrol edin, doğru söylediğimi göreceksiniz. O zaman, 30. 8.1980 tarihindeki darbeye teşebbüs suçundan dolayı Evren yargılanabilecek demektir.
“Aslında anayasanın geçici 15. maddesi de sanıkları korumamaktadır. Bunu Tempo dergisinin 13 Eylül 2000 tarihli sayısında etraflıca izah ettim. Sayın Profesör Bakır Çağlar da 30.3.2000 tarihli gazetelerde yer alan beyanları ile bu maddenin sanıkların yargılanmasına engel olmadığını belirtti.
“Bunları şunun için söylüyorum:
“Eğer gerçekten Evren’in cezalandırılmasını istiyorsanız bu suçlardan yargılanması için harekete geçmelisiniz. Çünkü her iki suç için tanzim ettiğim iddianamem halen geçerlidir.
“Tanıdığınız ve güvendiğiniz bir hukukçuya ve hatta hukuk profesörüne sorun ve deyin ki: ‘Savcının iddianamesine takipsizlik kararı verilebilir mi?’ Hiçbir hukukçu, ‘Verilir’ demeyecektir. Yani iddianamem halen geçerlidir. Sadece mahkemenin önüne gelmesi engellenmektedir. Başsavcının takipsizlik kararı hukuken yok hükmündedir.
“Basın, halk ve siyasîler Evren’in yargılanmasını istiyorlarsa, fırsat önlerindedir. İddianamem ile zamanaşımı kesilmiştir. Ancak zaman hızla daralmaktadır. 2010’dan sonra darbeciler yargılanamaz. Bir an önce iddianamemin mahkemenin önüne gelmesi sağlanmalıdır.
“Size, geçici 15. maddenin niye kaldırılmadığını söyleyeyim. İddianamem yüzünden kaldırılamıyor. Yoksa Ceza Kanunundaki yirmi yıllık zamanaşımı geçeli yedi yıl oldu. Buna rağmen bu maddenin niye kaldırılmadığını düşününüz ve bir an önce darbecilerin yargılanması için toplumsal bir hareketin başlamasına önayak olunuz. Saygılarımla.”
***
Darbelerle hesaplaşma konusundaki düşüncelerimizi daha birkaç gün önce yine yazmıştık. Türkiye bu hesaplaşmayı önce kamuoyu zemininde başarmalı ve darbeler kamuoyu vicdanında mahkûm edilmeli. Kayasu’nun iddianamesi mahkemeye getirilmiyorsa, kamuoyuna sunulmalı. Bu durumda iddianame darbe sorgulamasında önemli bir işlev görebilir.
09.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|