“Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız” diyor şair… Ne kadar anlamlı.
Daha kendimizden haberimiz yokken başkalarından haberimiz oluyor. Sabah hayata başlayan karşı komşumuz, arkadaşlarımız, yakınlarımız (bu sıralamayı uzatabiliriz) ne yapmış, nereye gitmiş, ne demiş, ne söylemiş bilmek istiyoruz. Hep birilerinin hayatının merakı sarıp sarmalıyor çevremizi.
Hiç haberimiz yokmuş gibi dururken, oysa en çok haberdar olanlardan çıkıyoruz. Gıybet yapmanın en çirkin davranışlardan olduğu bilindiği halde, “Ben bunu onun yüzüne de söylerim” deyip verip veriştiriyoruz.
Velhâsılı başkaları kuşatırken hayatımızı, biz hep ertelenen hayatları yaşıyoruz. Buna yaşamak denirse tabiî. Derken ömür geçip gidiyor. Çocukluk hiç anlaşılmadan, tadına varılmadan ellerimizden akıyor tıpkı bir su gibi. Gençlik bir dönem 18 yaş sendromuyla “Keşke 18 olsam” türünden özlem, bir dönemi de okul iş koşuşturması derken rüzgâr gibi esip, yüzümüzde serinliğini bırakıyor. Bu yıllar da dokunamadan geçiyor önümüzden. Sonunda elimizde orta yaş kalıyor. Evlilik, çoluk çocuk derken bu yaşımızla da bir akşam güneşi gibi ne ısınıyor, ne üşüyoruz. Kalakalıyoruz ömrümüzün başında. Yaşlılık da tipik bir kış mevsimi gibi üşüttükçe üşütüyor. Sanırım en iyi anladığımız, hissettiğimiz yaşımız oluyor bu. Ancak onu da ya keşkelerin başına, ya da ertelenen ayrıklıkların arkasına ağıt yakmaya gönderiyoruz. Nihayetinde hiçbir tad almadan her şeyi ardımıza bırakıp gidiyoruz.
Böyle olunca ertelenenler o kadar çok şey oluyor ki. İnsan kendine neler yaptığının farkında bile olmuyor. Bir dönem geliyor. “Eskiden ağladıklarıma şimdi gülüyorum” diyor. Ancak bu itirafımız bile dilimizde kalıyor. Yaşları ilerleyen insanları haliyle tecrübeli sayarız. Oysa insan 100 yaşına da gelse, hâlâ hayatına keşkeler ekliyorsa, buna “sadece yaşamış gibi yapıyor” demek geliyor içimden. Çünkü hep bir numara büyüğü hayatları yaşamanın neresi tecrübe? Her şey aynı, sadece beden numaraları farklı. Dün midyumdu, bugün larç.
Oysa ömür hiç düşünemediğimiz kadar kısa, isterseniz 90 yaşına kadar yaşayalım. Yine de sorarsanız “Bir rüzgâr geldi geçti. O kadar kısa yaşadım” deriz. Sonsuzluğu arzulayan fıtrata ömrün seneleri neyi ifade eder ki?
Kendime bakıyorum da, daha dün gibi birçok şey. Bu günlerde 25 yaşımı devirirken istatistiklere göre gençlik dönemini bitiriyorum. Orta yaş dönemine adım atarken ne yaptım ve ne yapmam gerekiyordu diye düşünmeden önce. Bakıyorum da bir ân-ı seyyâle gibi bunca yıl gelmiş ve geçiyor. Dört çocuk büyütmüş ve çocuklarının hepsi boyunu geçmiş olan anneme böyle anlarımda sorarım “Tuhaf gelmiyor mu sana annem? Bebekliğimizi bilirken, şimdi gözünün önünde kocaman olduk?” dediğimde gözleri nemlenir. “Her şey dün gibi be kızım. Sanki bunca yıl yaşanmadı da dün ve bugünden ibaret tüm yaşadıklarım” dediğinde içlenirim.
Ve çevremizde kime sorarsak soralım. Muhtemelen aynı cevabı verirler. Bu durum bu kadar aşikâr tecrübelerle sabitken, neden başkalarının yaptıkları, söyledikleri, kızgınlıkları ve hataları bizi bu kadar meşgul ediyor? Belki bir kişinin hâl ve hareketleri hayat kalitemizi belirliyor. Hayatımız bu kadar uzun ve ucuz mu gerçekten?
Hayatı ertelemeyi şuna benzetiyorum. Köşe başında bir canavar var. Bu canavardan o kadar çok korkuyoruz ki, her an saldıracak diye etrafı kolaçan ediyoruz. Oysa bir müddet aç kalsa ölecek, ya da bize bir şey yapamayacak kadar güçsüzleşecek. Ancak onu kim besliyor, biliyor musunuz? Kendimiz. “Nasıl olur?” demeyin. Bu canavarın tek besin kaynağı yaşamadığımız saat ve günlerimiz…
“Uzak iklimlerin / kokusu gitmediğimiz şehirlerin / önceden / bir baş dönmesiyle kabarıyor / hafızamızda / sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz.” (İsmet Özel) türünden bir gurbet yaşıyoruz. Bir adım, bir niyet, bir bakış kadar yakın şehirlerin, güzelliklerin, mutlulukların, sevinçlerin içinde.
07.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|