Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Yakıştı mı?



Genelkurmay eski başkanı, emekli orgeneral Doğan Güreş’in sözlerini yadırgamamak mümkün değil.

28 Şubat döneminde bile bu kadar “anti-demokrat” bir kafa yapısı taşımıyordu. En azından öyle biliyorduk. Habertürk’te Melih Meriç’in konuğu olan Güreş, 28 Şubat'la ilgili sözleriyle bizi şaşırttı.

Ne demek “Suudi Arabistan elbiseli insanlar dolaşıyor” cümleleri?

Ne demek; “irtica” soslu sözleri? Düşün-meden edemiyoruz. "Acaba ‘asker’ mantığı, diğer duyguları bastırıyor mu?" diye.

CUMHURİYET

Cumhuriyet gazetesi haftalardır manşetinin üzerinden:

“Tehlikenin farkında mısınız?” diyordu.

Bu reklam spotunu ekranlara taşıdı Cumhuriyet...

Gelen şikâyet üzerine RTÜK bunu, sanıyorum bugünkü kurul gündemine alacak.

Mevzuata aykırı mı değil mi, onu konuşacak. Karar ne olur bilemem.

Bu toplantıda herhangi bir aykırılık tespit edilmesi halinde reklamı yayınlayan kanallara ceza verecek.

Kuşkusuz RTÜK, bulunduğu konjonktür itibariyle, Cumhuriyet gazetesinin “cumhurbaşkanlığı konusuna vurgu yapması”nı esas alarak reklamın mevzuatına aykırı bir içerik bulunmadığı yönünde karar verebilir.

Şunu söylemek gerekirse;

Cumhuriyet gazetesinin bu reklam görüntüleri, milletin mevzuatına aykırı. Kemalist ve 27 Mayıs darbesine çanak tutan bir gazetenin gerçek Cumhuriyeti tekel altına alması ne derece doğru?

Asıl bölücülük yapan, “Tehlikenin farkında mısınız?” diyenler.

UMARIZ REKLAM DEĞİLDİR

Yarışma programlarını harekete geçiren unsur; sansasyondur.

Türkiye’deki televizyon programlarını kastediyorum.

Bu yarışmayı istismar eden, ya yarışmacı yahut jüri üyeleridir nedense.

Popstar Alaturka(Star TV) finalistlerinden bir yarışmacının canlı yayında babasının akciğer kanseri olduğunu söylemesi, “oy”a tahvil etmenin bir yolu mu?

Yahut, Popstar(!) Armağan Çağlayan’ın bunun üzerine yarışmacı finaliste neden 10 tam puan verdinız?” sorusuna:

“Benimki özel nedenden, çünkü benim de babam 1,5 yıldır komada” deyip gözyaşı dökmesi... İnsanî unsur bir yana, umarım, reklam kokan hareketler değildir.

RATİNG KORSANLARI

Bu korsanlar başka. Öyle gözlerine bant geçiren, savaş gemilerine binip kurukafa bayrak çekip, yalın kılıç denizde gördüğü her gemiye dalan cinsten değil...

Bunlar rating korsanı.

Bir AGB görevlisinin, küçük kanallardan kırptığı rating paylarını ciddi paralar karşılığı büyük kanallara yama yaptığını söylemesi tartışmayı beraberinde getirdi.

Peki bu nasıl oluyor?

AGB Nielsen’in bilgi işlem biriminde çalışan bir kişi, “Ciddi paralar karşılığında, küçük kanallardan kırpılan reytingler, bazı büyük kanallara yönlendiriliyor” iddiasını bir televizyon kanalının yöneticisine bildiriyor.

Yönetici bu iddiaları, diğer televizyon kuruluşlarının genel müdürlerini çağırarak gündeme taşıyor... Televizyon yöneticileri iddiaların çok ciddi olduğunu ve en kısa sürede tatmin edici bir sonuç alınmasını talep ediyor.

Kuşkusuz bu ölçüm raporlarında benzer iddialar çıkmış, ama bir türlü ispat edilememişti. (Adem Yavuz Arslan’ın haberi, Bugün)

Eğer doğruysa, derhal hukukî işlemlerin yapılması gerekiyor. Yok eğer, işin içinde “medya savaşı” varsa, işte orada durmak lâzım... Çünkü “bilgi işlemci” niye bu güne kadar bekledi? Hem neden çok izlenen bir kanalın patronunu arıyor?

Bu spekülasyonların altından ne çıkacak doğrusu merak ediyorum.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tahrikler tutmuyor



Başbakanın cumhurbaşkanı seçimini kast ederek “Final sürecinde provokasyonlar artacak” dediği hengâmede bir provokasyon uyarısı da DYP lideri Mehmet Ağar’dan geldi.

Büyük yankı uyandıran ve hâlâ tartışılan “düz ovada siyaset” çıkışıyla terör örgütünün dağa adam devşirme mekanizmasına çomak soktuklarını ve o söz söylendikten sonra dağa çıkışlarda ciddî azalma olduğunu belirten Ağar, bu durumdan rahatsız olanların yeni provokasyonlara tevessül edebileceklerini söyledi.

Ve Ağar bu uyarıda bulunduktan hemen sonra, Apo’nun Türkiye’ye teslim edilişinin yıldönümü gerekçesiyle yeni kıpırdanmalar oldu.

Bölgedeki bazı yerleşim merkezlerinde kepenk kapatma eylemlerine tevessül edildi. Ardından DTP’lilerin başı çektiği tahrikler geldi.

Diyarbakır İl Başkanının “Kerkük’e yapılacak saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış sayarız” sözü, DTP kongresinin yine Türk bayrağı asılmadan ve istiklâl marşı okunmadan yapılması ve son olarak “Apo zehirlendi” iddiasının ısrarla gündeme taşınmak istenmesi, peş peşe gelen yeni provokasyon denemeleri değilse ne olabilir?

Görünen o ki, bunları 21 Mart’taki nevruz kutlamaları ve ardından 1 Mayıs takip edecek.

Gerçi geçmiş yıllarla kıyaslandığında, yapılan son tahriklerin eskiye oranla çok daha sakin ve soğukkanlı bir şekilde değerlendirildiği, artık dolduruşa gelmeyen bir kamuoyu vakıası ile karşı karşıya olunduğu söylenebilir.

Ancak DTP’lilere yönelik operasyon ve tutuklamaların devam etmesi, tahriklerle öngörülen hedeflerin gerçekleşmesini sağlayabilir.

Zaten bu iş başından beri hep böyle yürüdü ve bugünlere böyle gelindi. Bizatihî varlığı dahi başlı başına bir provokasyon unsuru olan terör örgütünün her atraksiyonu, herşeyin güvenlik ve asayiş mantığıyla yorumlandığı konsept çerçevesinde askerî operasyonları tetikledi. Terör sürdükçe operasyonlar şiddetlendi, operasyonların devamı da teröristlerin eyleme devam gerekçesi oldu.

Bu durum, demokrasinin, hak ve özgürlüklerin terör-operasyon kıskacına sıkışarak mesafe alamadığı bir fâsit daire tablosunu netice verdi.

Türkiye senelerce, Erdoğan’ın 28 Şubat tartışmaları için kullandığı deyimle, “avara kasnak” gibi işleyen bu kısır döngüyü aşamadı.

Teröristlerin hedefi güya özgürlük ve demokrasiydi, ama yaptıkları, rejimin daha da otoriter ve baskıcı hale gelmesi ve bu özelliğinin devamı için en önemli gerekçe olarak kullanıldı.

Bugün DTP adıyla devam eden; terör örgütünün siyasî uzantısı olmakla suçlanan; bu suçlamalara hak verdirecek tavır, beyan ve politikaları da elden bırakmayan hareketin partileri şimdiye kadar defalarca kapatıldı, bir ara Meclise giren bazı temsilcileri yıllarca hapiste yattı.

Şimdi aynı çizginin mensupları yeni tahrikler peşinde. Devletin bunlara mukabele ediş tarzı eskiye kıyasla nisbeten daha mutedil gibi görünse dahi, yine de mâlûm refleksler sürüyor.

Ancak bugünün tablosunda çok önemli bir fark var. Kamuoyu, en çok provokatörlerin işine yarayan tahriklere artık fazla prim vermiyor.

Asıl önemlisi, bizzat başkanının itirafıyla, DTP tabanı parti yöneticilerinin peşinden gitmiyor.

Çünkü onlar da barış ve huzur istiyorlar.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Eğitimin en büyüğü



Silleye, dayağa en lâyık olan şey hiç şüphesiz nefistir. Dış düşmanın yapamayacağı şeyleri dahi yaptırabilecek bu büyük ve dehşetli düşman ilk silleye lâyık olan düşmandır.

Çünkü insanda kötülüğe meyilli, bütün kötülüklerin başı olan duygu nefistir. Onun için nefis beğenilmez, ona güvenilmez. Herkesten çok eğitime muhtaçtır. Ve o eğitildikçe kötülüklerinden vazgeçer, yola gelir.

Kötülükleri emreden nefse nefs-i emmâre denir. Hz. Yusuf (as) gibi bir peygamberin bile nefs-i emmâreden Allah’a sığındığı düşünülürse ona güvenilmemesi, şer ve kötülüklerine karşı uyanık olunması, daima muhalefet edilmesi gerektiği anlaşılır.

Nefs-i emmârenin bir kademe üstü nefs-i levvâmedir. Eğer nefis işlenen kötülüklerden rahatsız oluyor, vicdanen azap duyup pişmanlığa, bir daha işlememe gayreti içerisine giriyorsa bu nefis nefs-i levvâmedir.

Nefsin bir kademe ilerisi kusurlarını bilme, günahlara dalmamada titizlik göstermedir. Böyle bir nefis Allah’ın hoşnut olduğu nefistir. Bu nefse nefs-i râziye, yani razı olunan nefis denir.

Eğer nefis iyi hasletlerle donanmış, kötülüklerden arınmış, şerrin kıskacından kurtulmuş, Allah’a mânen yaklaşmış, tatmin olur hâle gelmişse böyle bir nefis mutmainne nefistir. Fecr Sûresinin son âyetlerinde yer aldığı gibi, “Ey îmânı sağlam, güzel huylarla huylanmış, kalbi Allah’ın zikriyle huzura ermiş bahtiyar nefis! Sen Ondan, O senden râzı olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına katıl. Ve Cennetime gir”1 şeklindeki iltifata nâil olan nefistir.

Nefis mutmainne hâle geldiğinde bazan ilhama da mazhar olur. Bu nefse de nefs-i mülheme denir.

Nefislerini mutmainne hâline getiren nice İslâm büyüğü nefsi eğitim gibi bu zor işi başardıkları için zirvelere çıkmış; hem Allah’ın, hem de insanların hoşnutluğunu kazanmışlardır.

Bediüzzaman Hazretlerinin de nefis ve şeytanla çok ciddî ve önemli mücadeleleri; onların hile, şüphe ve desiselerine karşı elde ettiği başarılar vardır. Nefis ve şeytanla yaptığı münazaralarda onları mağlup etmiş, susturmuş; nefs-i emmarenin, cinnî ve insî şeytanların şüphelerinden tamamıyla kurtarmış; nefis ve şeytandan ders alan dinsizleri ve yoldan sapmışları hizaya getirmiş, yazdığı eserlerle kalpleri yaralı hakikat araştırıcılarının gönüllerine su serpmiştir. Risâle-i Nur Külliyatı olsun, onun bir fidanlığı ve hülasası durumunda olan Mesnevî-i Nuriye olsun bunun ispatı mahiyetindedir.

Bütün mesele nefs-i emmâreyi yola getirebilmektir.

Dipnotlar:

1- Fecr Sûresi: 27-30.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Esmâ’nın tecellilerini eşyada okumak -1



Mülk-melekût (maddî/manevî), mânâ-i ismî-mânâ-i harfî gibi çeşitli bakış açıları vardır. Acaba eşyaya, varlığa nasıl bakmalıyız?

Kur’ân ve Peygamberimiz (asm) Esmâ eksenli bakış tarzını öğretmişlerdir. Her varlığa, âyetlerde yer alan ve hadis-i şerifte sayılan “en güzel isimler” penceresinden bakabildiğimiz ölçüde gerçek insaniyetimiz ve imânımız inkişaf edecek, gelişecek, tahkikiye doğru kanatlanacaktır.

Esmâ, atom gibi en küçük parçadan, yıldız kümeleri ve kâinatın tümüne kadar tecellî eder. İnsan, Allah’ın bütün isimlerine mazhar ve aynadır. Gayet tabiî ki bu tecellî, “cüz’î”dir ve “vahid-i kıyasî” diye tabir edilen, bir ölçü, bir mihenk, yani, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını anlayabilmek içindir.

Meselâ, Allah’ın “Hayy” sıfatı, atomda, hücrede, uzuvda, unsurlarda tecellî eder. İnsana, bütün kâinatla irtibatlı santral hükmünde bir ruh şeklinde yansır. Hayvanlarda onların yapılarına uygun, bitkilerde daha başka ve cansız kabul ettiğimiz maddelerde (ki, aslında cansız değil, donukturlar; içinde elektron ve nötronlar, moleküller hareket ederler) farklı tecellî etmektedir. İnsan hayatı, ruhu ise kâinattaki bütün hayatlardan süzülerek yaratılmıştır.

Bir başka açıdan yaklaştığımızda da şu hakikatle karşılaşıyoruz: Yaratılan bir varlıkta, meselâ bir çiçekte, Rahman, Rahîm isimlerinin yanında Cemil ismi tecellî eder, aynı anda Hakîm ismi, aynı anda Musavvir, aynı anda Mukaddir, aynı anda Rab, aynı anda Adil isim ve sıfatları ve hakezâ başka isimler de tecellî etmektedir. Ancak, bir isim merkez ve hâkim konumda, diğerleri ise onun etrafında halelenmekte.

Meselâ, annelerde “Rahîm” ismi merkezde iken, bir çiçekte “Cemil” ismi ön planda, sebze veya tahılda “Rezzak” ismi hâkimdir. Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için, birkaç örnek sunalım:

* Lâfza-i Celâl, yani Allah lâfzı, Vâcibü’l-Vücûd, tek, sonsuz isim ve sıfatlara sahip ve bütün isimleri içine alan, toplayan demektir.

* Rahmân, Cenâb-ı Hakkın, herkesi, her şeyi beslemesi, nimetler vermesidir; hiçbir canlıyı, varlığı ayırt etmemesidir.

* Râhim; şefkat, yardım ve sevgi demektir. Rahîm isminin tecellisi, yâni bu üç özelliği, yarattıklarına karşı sonsuz bir şekilde tecellî etmektedir. Rahîm isminin tecellîsi, en açık şekilde insânî annelerde, sonra hayvânî, nebâtî annelerde görülür.

Ayrıca, Rahîm ismi, atomdan hücreye, ağaçlardan yıldızlara, samanyolundan galaksilere kadar her şeyde tecellî etmektedir. Herbir insanın simâsının ayrı olması bir Rahmet olduğu gibi, herkesin ses, saç teli, parmak izinin farklı olması ve karışıklıkların olmaması da yine bir rahmet tecellîsidir.

07.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Evren'in iki yönü ve ikiyüzlü yaklaşımlar



Günlerdir yeni bir tartışmanın odağında bulunan Kenan Evren'in, aslında çok bâriz görünen iki yönü var:

Biri fiil, diğeri ise fikir yönü.

Fiil yönüyle darbe yaptı; cunta lideri oldu.

Fikir yönüyle de, memleket meselelerinden söz etti, ileride eyalet sistemine geçilebileceğini söyledi.

Garip, hatta çok tuhaf kaçan durum ise şudur:

Evren Paşanın "darbecilik" tarafına hiç dokunmayan, onu bu yönüyle sorgulama gereğini dahi duymayan kimseler, paşa bir konuda sırf görüşünü beyan etti diye, birden küplere bindiler ve hop oturup hop kalkmaya başladılar.

Vaktiyle, Evren'in darbecilik yönüne karşı harekete geçen ve soruşturma isteyen bir savcının başına gelmeyen kalmadı.

Şimdi ise, aynı kişinin bir konuda görüş bildirmesine mukabil soruşturma başlatan bir savcıya neredeyse madalya takılacak.

Şu güzelim ülkede ikiyüzlülüğü tesbit ve teşhir etmek için, önce şu sorgulamayı yapmak gerekir: Darbe yapmak mı, yoksa fikir açıklamak mı daha tehlikeli, daha zararlı ve daha çok hukuk dışı bir durum arz ediyor?

Ve, cevabı kısmen içinde olan birkaç soru:

1) Darbeler, bu ülkeye ve millete ne kazandırdı ve neler kaybettirdi?

2) Başarılı olamayan darbecilerin âkıbeti ne oldu?

3) Başarılı olan darbeciler hep kahraman, başarısız olanlar ise hep hain olarak resmî tarihe geçmedi mi?

4) Haklılık yahut haksızlığın yegâne ölçüsünün başarı veya başarısızlık şeklinde görülmesi, hukukla, vicdanla ne ölçüde bağdaşır?

5) Sizce, dış bağlantısı ve desteği olmayan bir darbe var mıdır?

6) Sizce darbecilerin gerçek niyeti ile gerekçeleri birbiriyle örtüşüyor mu?

7) ................................

İşte, ey serbest fikir karşıtları ve ey hür düşünce muarızları!

Sizin darbe ve darbecilik karşısındaki tutum ve davranışınız nicedir? Bu hususta dün ne yaptınız, meselâ darbe anayasasını nasıl karşıladınız ve bugün ne düşünüyorsunuz?

Yani, kendinize dair bir sorgulama arzunuz, bir muhasebe yapma niyetiniz var mı?

Eğer dün darbeyi alkışlamış ve darbe anayasasının meddahlığına yapmışsanız, lütfen kendinizi sorgulamadan kalkıp Kenan Paşanın bugünkü söyledikleri karşısında huşûnetli bir tavır sergilemeyin.

Aksi takdirde, samimiyetiniz şüphe götürür ve ciddiyetiniz sorgulanır hale gelir.

Evet, dün Kenan Evren'in darbeciliğine alkış tutan ve onun kendi cumhurbaşkanlığına da endekslemiş olduğu ihtilâl anayasası için medhiye düzenler, bugün kalkıp paşanın sırf bazı sözleri karşısında "vatan kurtaran aslanlar gibi" kükrüyorsa, bunun bizim nazarımızda kedi miyavlaması kadar bile değeri olmaz.

Bize gelince...

Biz, dün darbeci Evren Paşanın "fiilî durum"una bütün kuvvetimizle karşı geldik. Bundan dolayı hiç pişmanlık duymadık. Halen de öyleyiz.

Bugün ise, onun fikir hürriyetinden yanayız. Yani, katılsak da, katılmasak da, onun ve herkesin düşüncesini "şâhane serbest" bir şekilde ifade etmesinden yanayız.

Hülâsa: Kànun ve adâleti mülkün temeli sayanlar, yargılamada fikirden ziyade fiile bakmalı, onunla uğraşmalı.

GÜNÜN TARİHİ 07 Mart 1927

Bu "Aliler" kaç kişiyi idam ettirdi?

B aşında bulunan "Aliler"iyle meşhûr olan İstiklâl Mahkemeleri, beş yıllık faaliyet devresinin ardından, çıkartılan yeni bir kànun maddesiyle kapatıldı.

Bu mahkemelerin kuruluş tarihi 31.7.1922'dir. Ayrıca, 29 Nisan 1920'de kabul edilen "Vatana İhanet Kànunu" da bu mahkemelerin yetkisi dairesine dahil edildi.

İstiklâl Mahkemeleri, sayısız ağır ceza ile idam ağırlıklı kararlar vermiş ve bu kararların tamamına yakın kısmı da infaz edilmiştir.

Ne var ki, özellikle son üç yıllık (1925–26–27) zaman zarfında idam edilen vatandaşların sayısı bilinemiyor. Aradan 80 yıllık bir süre geçmesine rağmen, idam bilânçosu bir türlü açıklanamadı.

Vatan hainleri ile şapka muhalifleri bir tutuldu

Başlangıçta sadece "vatan hainleri"ni, meselâ savaş esnasında askerden firar edenleri yargılamak ve cezalandırmak için kurulan ve aynı maksatla faaliyet gösteren İstiklâl Mahkemeleri, özellikle 1924'ten itibaren inkılâplara karşı gelenlerin yargılandığı bir arenaya dönüştürüldü.

Bu mahkemelerin başına, hak hukuktan pek anlamayan ve daha çok gaddarlıkları ile meşhûr olmuş bulunan Ali isimli üç şahıs getirildi. Bunlar: Rize mebusu Ali, Kel Ali ve Kılıç Ali.

İstiklal Mahkemelerinde yargılanan insanların kurtulma şansı çok zayıftı. Ağır ceza ve hatta idam kararları, adeta sıradanlaşmıştı.

Kararlar bekletilmiyor ve hemen infaza geçiliyordu.

Ayrıca, 1924'ten sonraki resmî arşiv bilgileri gizli tutulduğu için, bu mahkemeleri ne kadar insanı idam ettirdiği de maalesef bilinemiyor.

Bilinen bir husus varsa, o da idamların en çok "şapkaya muhalefet suçu" sebebiyle yapıldığıdır.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Din istismar edilmez, dinden istifade edilir



Dindarlara yönelik en büyük suçlama, “Dini istismar ediyorlar” şeklindeki ithamlardır. Halbu ki din, istismar edilecek bir duygu değil, istifade edilecek bir kuvvettir. İnsanlar her devirde gerek ferdî olarak, gerekse toplu halde, dinî duygularından güç almışlar, inançlarından istifade etmişlerdir.

Hiçbir inanca sahip olmayan bir insan bile, tamamen çaresiz kalıp da âcizliğini anladığı zaman, medet umacağı bir sonsuz güç arar. İnancı olup da gaflet ve ünsiyet nedeniyle normal zamanlarda Allah’ı pek anmayanlar, başları dara düştüğü zaman “Allah var” diyerek tesellî bulurlar. Özellikle, herkesin kaçınılmaz sonu olan ölüm söz konusu olduğunda, yine Allah inancı ön plana çıkar ve taziyelerde mevtaya rahmetler dilenir, geride kalanlara “Allah sabır versin” denilir.

Din, ferdî hayatta olduğu gibi sosyal hayatta da önemli bir yer tutar. Bir topluluğu bir arada tutan en kuvvetli bağlardan birisi, inanç birliğidir. Bireylerdeki aidiyet duygusu, en yoğun olarak inanç sahasında kendini gösterir. Aynı Allah’a inanmak, aynı peygamberin ümmeti olmak, aynı şekilde ibadet etmek ve pek çok “aynı”lar, bir toplumun ortak paydasını oluşturur. Birlik ve beraberliğin en kuvvetli çimentosunu teşkil eder.

Özellikle İslâm dinî, hem dünya hem de ahiret saadetini temin eden, bireyleri mutlu, toplumları huzurlu kılan bir inanç sistemidir. Müslümanlardaki vatan sevgisi, millet ve bayrak sevgisi, İslâmiyetten gelen hasletlerdendir. “Vatan sevgisi imandandır” hadis-i şerifi, bunu ifade etmektedir. Onun için vatan müdafaasında ölenler şehitlik gibi yüksek bir derece ile mükâfatlandırılmışlardır.

Yine İslâmiyette haksızlık yapmak, zayıfları ezmek, başkasına zulmetmek, toplumda huzur bozmak, anarşi ve terör, kan dökmek gibi menfî davranışlar yasaklanmış, bunlara sebebiyet verenlerin günah işleyecekleri ve cezalandırılacakları bildirilmiştir. İyi komşuluk, iyi vatandaşlık, yardımlaşma, dayanışma gibi davranışlar da teşvik edilmiş, hatta emredilmiştir.

İslâmiyet, insanları bu kadar güzelliklere ve yüksek erdemlere teşvik ettiği halde, dindarlaşmayı ve dinî duyguların kuvvetlenmesini bir tehlike olarak görenler var. İnsanların doğru İslâmiyeti öğrenmesi ve imanlarını takviye etmesi için gösterilen gayretleri, “Dini istismar ediyorlar” diyerek suç sayanlar mevcut. Hiç kimseye en ufak bir dinî tavsiye ve telkinde bulunmadıkları halde, sırf dinin emri olduğu için başını örtenler, din istismarcılığı ile suçlanıyorlar. Memurun, iş adamının, siyasetçinin, idarecinin dindar olanları, “Dinî alet ediyorlar” diye itham ediliyorlar.

Dindar insan demek, dinini gerçekten seven ve inancına saygı gösteren insan demektir. Din, inanan insanın en mukaddes saydığı bir değerdir. İnsan bu kadar kıymet verdiği mukaddesatını istismar konusu yapmaz. Bu aklen ve de vicdanen mümkün değildir. Ama din ile arası pek hoş olmayanlar, onu değerli ve mukaddes bilmeyenler dini kolayca istismar edebilir. Siyasî ve ideolojik amaçlarına âlet etmekten çekinmezler.

Dinin istismar edildiği doğrudur. Bir kesim var ki, her gün gazetelerinde, televizyonlarında dini bir reyting ve traj aracı olarak kullanıyorlar. Öyle ki, din ve dindarlar olmasa yazacak ve yayınlayacak konu bulamayacaklar.

Asıl istismarcıların kimler olduğunu bu millet çok iyi bilmektedir.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Başkalarıyla başlıyor hayat



“Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız” diyor şair… Ne kadar anlamlı.

Daha kendimizden haberimiz yokken başkalarından haberimiz oluyor. Sabah hayata başlayan karşı komşumuz, arkadaşlarımız, yakınlarımız (bu sıralamayı uzatabiliriz) ne yapmış, nereye gitmiş, ne demiş, ne söylemiş bilmek istiyoruz. Hep birilerinin hayatının merakı sarıp sarmalıyor çevremizi.

Hiç haberimiz yokmuş gibi dururken, oysa en çok haberdar olanlardan çıkıyoruz. Gıybet yapmanın en çirkin davranışlardan olduğu bilindiği halde, “Ben bunu onun yüzüne de söylerim” deyip verip veriştiriyoruz.

Velhâsılı başkaları kuşatırken hayatımızı, biz hep ertelenen hayatları yaşıyoruz. Buna yaşamak denirse tabiî. Derken ömür geçip gidiyor. Çocukluk hiç anlaşılmadan, tadına varılmadan ellerimizden akıyor tıpkı bir su gibi. Gençlik bir dönem 18 yaş sendromuyla “Keşke 18 olsam” türünden özlem, bir dönemi de okul iş koşuşturması derken rüzgâr gibi esip, yüzümüzde serinliğini bırakıyor. Bu yıllar da dokunamadan geçiyor önümüzden. Sonunda elimizde orta yaş kalıyor. Evlilik, çoluk çocuk derken bu yaşımızla da bir akşam güneşi gibi ne ısınıyor, ne üşüyoruz. Kalakalıyoruz ömrümüzün başında. Yaşlılık da tipik bir kış mevsimi gibi üşüttükçe üşütüyor. Sanırım en iyi anladığımız, hissettiğimiz yaşımız oluyor bu. Ancak onu da ya keşkelerin başına, ya da ertelenen ayrıklıkların arkasına ağıt yakmaya gönderiyoruz. Nihayetinde hiçbir tad almadan her şeyi ardımıza bırakıp gidiyoruz.

Böyle olunca ertelenenler o kadar çok şey oluyor ki. İnsan kendine neler yaptığının farkında bile olmuyor. Bir dönem geliyor. “Eskiden ağladıklarıma şimdi gülüyorum” diyor. Ancak bu itirafımız bile dilimizde kalıyor. Yaşları ilerleyen insanları haliyle tecrübeli sayarız. Oysa insan 100 yaşına da gelse, hâlâ hayatına keşkeler ekliyorsa, buna “sadece yaşamış gibi yapıyor” demek geliyor içimden. Çünkü hep bir numara büyüğü hayatları yaşamanın neresi tecrübe? Her şey aynı, sadece beden numaraları farklı. Dün midyumdu, bugün larç.

Oysa ömür hiç düşünemediğimiz kadar kısa, isterseniz 90 yaşına kadar yaşayalım. Yine de sorarsanız “Bir rüzgâr geldi geçti. O kadar kısa yaşadım” deriz. Sonsuzluğu arzulayan fıtrata ömrün seneleri neyi ifade eder ki?

Kendime bakıyorum da, daha dün gibi birçok şey. Bu günlerde 25 yaşımı devirirken istatistiklere göre gençlik dönemini bitiriyorum. Orta yaş dönemine adım atarken ne yaptım ve ne yapmam gerekiyordu diye düşünmeden önce. Bakıyorum da bir ân-ı seyyâle gibi bunca yıl gelmiş ve geçiyor. Dört çocuk büyütmüş ve çocuklarının hepsi boyunu geçmiş olan anneme böyle anlarımda sorarım “Tuhaf gelmiyor mu sana annem? Bebekliğimizi bilirken, şimdi gözünün önünde kocaman olduk?” dediğimde gözleri nemlenir. “Her şey dün gibi be kızım. Sanki bunca yıl yaşanmadı da dün ve bugünden ibaret tüm yaşadıklarım” dediğinde içlenirim.

Ve çevremizde kime sorarsak soralım. Muhtemelen aynı cevabı verirler. Bu durum bu kadar aşikâr tecrübelerle sabitken, neden başkalarının yaptıkları, söyledikleri, kızgınlıkları ve hataları bizi bu kadar meşgul ediyor? Belki bir kişinin hâl ve hareketleri hayat kalitemizi belirliyor. Hayatımız bu kadar uzun ve ucuz mu gerçekten?

Hayatı ertelemeyi şuna benzetiyorum. Köşe başında bir canavar var. Bu canavardan o kadar çok korkuyoruz ki, her an saldıracak diye etrafı kolaçan ediyoruz. Oysa bir müddet aç kalsa ölecek, ya da bize bir şey yapamayacak kadar güçsüzleşecek. Ancak onu kim besliyor, biliyor musunuz? Kendimiz. “Nasıl olur?” demeyin. Bu canavarın tek besin kaynağı yaşamadığımız saat ve günlerimiz…

“Uzak iklimlerin / kokusu gitmediğimiz şehirlerin / önceden / bir baş dönmesiyle kabarıyor / hafızamızda / sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz.” (İsmet Özel) türünden bir gurbet yaşıyoruz. Bir adım, bir niyet, bir bakış kadar yakın şehirlerin, güzelliklerin, mutlulukların, sevinçlerin içinde.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hoşçakal gerçekler!



Dünyayı yanıltmak için çalışan uluslar arası ‘ifsat şebekeleri’nin kullandığı ‘araç’lardan biri ve belki de en önemlisi ‘haber’lerdir. Çoğu zaman ‘pire’lerin ‘deve’ gibi gösterildiğine ve gerçeklerin ters yüz edildiğine şahit olmuşuzdur. Örneklerini ülkemizde de gördüğümüz bu tavrın, uluslar arası seviyede de yapıldığını görmek lâzım.

Yıllardan beri süren bu uygulama, İslâmın yanlış tanınmasına da sebep olmuştur. Neticede, Avrupalı aydınların da zaman zaman itiraf ettikleri gibi İslâm denilince akla şiddet, kavga ve kargaşa gelmeye başlamıştır. Bu ‘imaj’ın düzeltilmesi de ancak ‘haber kaynakları’ndan başlamalı...

Son günlerde Açe ile ilgili medyada yer alan haberleri bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Haberlere göre, bir zamanlar ‘ılımlı İslâm’ın hüküm sürdüğü Açe, hızla ‘şeriat’a teslim oluyormuş. Haberini fotoğraflarla destekleyen uluslar arası haber ajancı Associated Press (AP), Endonezya’da artık gece sokağa çıkan kadınların hapse atıldığını iddiâ ediyor. (Posta, 4 Mart 2007)

Bir defa ‘ılımlı İslâm’dan neyin kastedildiği meçhul. ‘Şeriat’ın ‘öcü’ gibi gösterilmesi de ayrı bir çarpıklık. AP’nin servise koyduğu ve bizim ‘bir kısım medya’nın mal bulmuş Mağribî gibi sarıldığı bu haber, acaba gerçeği ne derece aksettiriyor? Bu sorunun doğru ve tatmin edici cevabını elbette Endonezyalılar vermeli. Ancak haberde temel bir çarpıtma olduğunu anlamak zor değil.

Bu ve benzeri haberlerin asıl maksadı, İslâmı ‘öcü’ gibi göstermeye çalışmak olsa gerek. Kasım 2006’da bir vesile ile Endonezya ve Açe’ye gitmiş bir kişi olarak bu haberin gerçeği yansıtmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Son iki üç ay içinde çok ciddî bir değişiklik olmadıysa Endonezya ve Açe’deki durum hiç de anlatıldığı gibi değil. Evet, Açe bir ‘İslâm ülkesi/beldesi’ ve bundan gocunmanın anlamı yok. Bir yerin ‘İslâm beldesi’ olması niçin birilerini bu derece rahatsız eder? “Endonezya’da gece sokağa çıkan kadınlar hapse atılıyor” iddiasına, gerçeği bilenler her halde sadece gülmüştür. Değil ülkenin başşehri Cakarta’da, Açe eyaletinin başşehri Banda Açe’de de böyle bir uygulama yok. Son 3 ayda bir ‘devrim’ olup her şey tersine döndüyse o başka!

“Gerçeklere elveda” dedirten haberlerin bir kısmı da ‘idam’larla ilgili olan haberler. Dünyada en çok idam cezası uygulayan ülkelerin başında Amerika ve Çin geliyor. Nedense Çin ve Amerika’daki idamlar kamuoyunun gündemine getirilmiyor ve Müslüman ülkelerde yaşananlar manşetlere taşınıyor. Niçin? Maksat ‘idam’a karşı çıkmak ise, ABD ya da Çin’deki idamla her hangi bir İslâm ülkesindeki idam arasında ne fark var? Her iki ülkede de ‘insan’lar idam edilmiş olmuyor mu? Niçin birindeki ‘idam’ iyi, diğerindeki ‘kötü’ olsun?

Yoksa birindeki idam sebebi ‘cinayet’ ve diğerindeki—meselâ—’zina’ olduğu için mi? Ve birinde elektrik sandalyesinde, ötekinde ise vinçlerle asılarak idam ediliyor olması mı değerlendirme ölçüsünü değiştiriyor?

Bilhassa Türkiye’deki medya, ‘uluslar arası ifsat şebekeleri’nin oyununa âlet olmamalı ve “hoşçakal gerçekler” dedirtmemelidir...

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Demokratik hafıza oluşurken



Demokratikleşmenin maliyetini ödemeyen toplumlar, problemlerin kucağına itilmiş ve açmazlarını habire çözmekle meşgul edilen toplumlardır. Toplumun gençlerinde, yanlışa direnme ve fikrini hür ifade etme zemini kaybolmuşsa, idare-i maslahatçı konumunu muhafaza ile uğraşan riyakârlardan geçilmez.

İşsiz toplumlar; gerçekten bir işi olmayan tanımsız insanların “Her şeyi yapabilirim ve her şeyden anlarım” hezeyanından çıkar. Bulanıklığın zihnî parametreleri, yetersizliğin direnç noktalarında düğümlenince, çareyi problemi dillendirmekte ve başkasını itham etmede ararlar.

Sanırım bu girizgâhla hayalinizde kavuşamadığınız ancak gerçeğini yaşadığınız vak'alar dizisi gözünüzün önüne gelmiştir.

Ortada, şuurlu direnişin ve tepki verme psikolojisinin tekamül etmediği, sessiz çoğunluğun haline razı olduğu bir durum var. Şu haliyle; bürokrasi, siyaset ve bilim üçgeni, kendi kalıbının içinde kalıyor. Geleceğe ait, demokratik söylemleri içine alan, risk üstlenen ve insanî vasfın haksıza hayır diyen seciyesi öne çıkmıyor.

Anti demokratik güçlerin en büyük cesareti “nemelâzım” bir karakterin, tepkisini içine hapsetmesi, korku duvarını aşamaması ve ortak aklın tavır koyma kültürüne sahip olmaması; yanlışçıları, darbecileri ve zafiyetlileri cesaretlendiriyor.

Eğer durum böyle olmasaydı, demokratik parlamenter sisteme karşı, milletin reyine muhalif bir tavır sergileyenler, aramızda bu kadar rahat ve ceza almadan dolaşamazlardı. Yani, yanlışlarının ezikliği ile yaşamalıydılar! Yargı, onlara demokrasi dışı hareketlerinin bedelini ödetmeliydi!

Bedel ödemeyen toplum hafızası ve siyasî irade, sürekli bedel ödemek zorunda kalıyor. Değerleri, inançları, ahlâkî yapısı ve geleceğe ait ümitleri bu kadar erozyona uğratılmış, badireler atlatmış, korkusuna gömülmüş, yalnızlığın cesaret kıran dalgasına kapılmış bir sonuçla karşı karşıya bulunuyoruz.

Ümitsizlik aşılamak için değil, acı bir tesbitte bulunmak için bunları yazıyorum. “Herkes, her şey...” genellemesine girmeden, eksilerimizi ve artılarımızı insaf ölçüsünde ortaya koyup, bunalımın zihni açan samimiyetine sığınarak, birlikte yeni bir dönemin insanî duruşunu sergileyerek, sonrasına model olmak zorundayız.

Son günlerde, 28 Şubat’ın yıldönümü vesilesiyle bir dönemin icracıları günah çıkartırcasına yaptıklarını deşifre ederken, şaşırtıcı çözümler önermeleri, dikkatli bir kamuoyu için yeni sonuçların habercisi görünüyor. Aksi halde kendisini meşgul eden ve gündemi şaşırtan yeni senaryoların başlangıcı olabilir.

Arka planın daha anlaşılır bilgiler sunması ve toplum idrakini kavraması, bilgi kirlenmesini önleyecek şeffaf tartışmalarla ve daha sarsıcı konulara sükûnet ve kararlılık içinde müzakere yolunu açmakla mümkündür.

Onun için yakın tarihin siyasî hafızasını tazelemek, bireyin şahsiyet gelişiminin bir parçası olan demokrasi eğitimlerini, en ücra köşelere kadar yaygınlaştırmak gerekir.        

Tartışmalardan ve ucu kaçmış söylemlerden çok korkmamak lâzım. Her fani, duyması gerekenleri duyarak gidecektir bu dünyadan. Yeter ki müzakere kültüründen ve kendini ifade etme sınırından çıkıp, ötekini dışlamayalım ve onlara hakaret etmeyelim.

Türkiye, kırkını tamamlamaya çalışan cumhurbaşkanlığı seçimleri eşliğinde en sıcak ve sarsıcı gündemlere girerken, beklenmedik kişilerden farklı demeçlerin sudur etmesi, hatta geçmişleri ile mütenasip olmayan demokratik söylemler geliştirmeleri, yeni darbe heveslilerine bir ders olur kanaatindeyim.

“Barika-i hakikat” doğuracak fikir müsademelerine kulaklarımızı, kalbimizi ve zihnimizi açık tutalım. Tehevvür hali, devletin klasik refleksleri olarak müzeye kaldırılmayı bekliyor.

Doğrular, adrese teslim, zata mahsus nesneler veya özneler değildir. İnsanî kimyanın kabul gördüğü ve kâinatın parçası olan hakikatlerdir. Bir gün karşımıza çıkmasına mani bir hal yoktur. Buna hazır olmaya hazırlanalım!

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zıt müttefikler



11 Eylül’den sonra teşkilâtını protesto ederek CIA’dan ayrılan elemanlardan olan ve “Unmasking Terror” ve “Imperial Hubres” gibi kitapların da sahibi bulunan Michael Scheuer’in ilginç bir tezi var. İmparatorluk Gururu ve Maskesiz Terör gibi kitapları olan bu CIA’in parlak analizcisi zatın zıt kutuplar yerine zıt müttefikler tezi veya kavramı var. Bu zıt müttefikler birbirlerini besliyorlar ve tetikliyorlar. Varlıklarını birbirlerinin karşı kutbu olmalarına borçlular. Uçlar uçları, kutuplaşma da kutuplaşmayı tetikliyor ve besliyor. Michael Scheuer birçokları gibi imparatorluk gururu sonucu Irak’ı haksız ve gereksiz yere işgal eden Bush’un Bin Ladin’e büyük bir doğum günü armağanı hediye ettiğini belirtiyor. Sanki ikisinin görünmez müttefikler olduklarını yazıyor. Birbirlerine muhtaçlar ve bağımlılar.

Bin Ladin ile Bush böyle de sanki Nejad ile Bush birbirinden farklı mı? Hayır değil. Bütün analizciler bu noktada hemfikir. Hatemi ABD ziyareti sırasında Bush ve Nejad’ın aynı kumaştan ve aynı hamurdan mumul ikili olduklarını söylemişti. Nuriye Akman’a konuşan emekli büyükelçilerden Ömer Ersun da benzerini söylüyor: “Bush, Amerika’nın başına gelmiş en büyük talihsizliklerden biri (felâket demek daha doğru olabilir). Kötü kötüyü üretiyor. Ahmedinejad da İran’ın başına geçince Bush dengini buldu....”

Gerçekten de Nejad ile Bush’un istikametleri farklı olsa bile yöntem ve uslupları aynı. Birbirlerinin zıt kopyaları. Bu itibarla, onlar birbirlerinin görünmez müttefikleri. Her ikisine de ılımlı diplomatlar karşıydı. Hatta Bush ve Blair aleyhine çarşaf çarşaf bildiriler yayınladılar. Her ikisi de bilimi ideolojikleştirmeye, üniversiteleri taklit yuvasına çevirmeye çalışıyor. Her ikisi de kendi bağlamında Neocon. Zaten Nejad ülkesinde yeni muhafazakâr olarak anılmakta ve tanınmakta. Bush da Nejad da dünyaya maniheistler gibi çift renkte bakmakta ve dünyayı bütün renkleriyle tanımadıkları gibi dünyayı takmıyorlar da. Başkaları umurlarında değil. Bush kendisiyle ilgili haberlerden dolayı morali bozulmasın diye babasına şöyle mesaj gönderiyormuş: “Televizyonların düğmelerini kapatıver...” Bush da Nejad da kendilerinin haklı olduklarını tarihin ortaya çıkaracağını söylüyorlar. Öyle demeseler bile ‘Allah bizim tarafımızda’ diyorlar. Halbuki Allah taraf tutmaz, ancak insan onun tarafında olur veya olmaz.

***

Ömer Ersun’un Nejad’la ilgili analizi aynen şöyle: “Ahmedinejad çok enteresan bir zat. Dünyayı tanımıyor, dış politikayı bilmiyor. İşin kötüsü bilmediğinin de farkında değil. Önceki sene BM Genel Kurulu’ndan muzaffer komutan edasıyla döndü. Kulislerde kendisine söylenenlere inanmış. Herkesi iknâ ettiğini sanıyordu. Tahran’da Batılıları nasıl alt ettiğini keyiflice anlattı. Üç gün sonra Viyana’da İran aleyhindeki karar alındığında, dönüp baktı, 35 devletin arasında yanında durmaya bir tek Venezüela cesaret edebilmiş. Güvenlik Konseyinden son yaptırım kararı da ittifakla çıktı. Neden? Çünkü iktidara gelir gelmez dışişlerini darmadağın etti. Onlarca deneyimli büyükelçiyi geri çekti yani uzlaşmacıları tasfiye etti. Geriye kalanlar da başlarını derde sokmak istemezler. Geçmişte nadiren ve küçük ölçekte Türkiye’de, hatta ABD’de siyaset, diplomata sırtını dönmeye kalkışmıştır. Duvara toslayınca ayılırlar. Umarım Ahmedinejad bir felaket olmadan ayılır...”

Gerçekten de öyle oldu. Nejad Latin Amerika’ya romantik ideolojik seferler düzenlerken Rice bölgeye gelip altını oyuyordu. Nejad içeriden birkaç defa zılgıt yiyince herhalde soluğu Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ın kollarına aldı. Mehmet Barlas’ın Başbakan’ın yanaklarını tutması gibi Abdullah ile Nejad da el ele tutuştular. Hürriyet’in bu yöndeki haberi gerçekten de siyasette pragmatizmin sefaletini göstermesi açısından ibretlik. Haberde iki kare var. Karelerden birisinde Bush ile Abdullah kolkola. Hatta bu fotoğraf üzerine çok yorumlar yapılmıştı. İkinci kare daha taze. Nejad ile Abdullah’ı gösteriyor. Yine kolkolalar. Haberde de şöyle yazıyor: “Düşmanın fitnesine karşı beraberiz...” Düşmanın fitnesine karşı birleşmişler. Peki düşman kim? İkinci karedeki el ele vaziyette olan Bush. Yeni karede aslında tek eksik olan ve görünmeyen Bush’un elleri.

***

Elbette biz zıt kutuplardan, zıt müttefikler haline gelen Suud ile İran’ın ilişkilerinin iyileşmesine karşı değiliz. Keşke bu ilişkiler samimi bir zeminde yapıcı bir şekilde herkesin lehinde yürüse ve gelişse. Bizim dikkatimize çeken yön pragmatizm eksenli olması. Yani samimiyetten uzaklığı. Bu tehlikelidir. Asıl felaket olan nokta da bu. Maalesef pragmatizm davayı, mücerret masadaki bir kart, ideolojiyi de kimlik haline getirir. Yani pragmatizm ve makyavelizm ideallerin ve ideolojilerin içini boşaltır. Geçenlerde Semih İdiz Talabani’ye geçmiş olsun mesajları arasında en hararetlisinin Nejad’tan gelenin olduğunu yazdı. Bu doğruysa aynı noktayı teyid ediyor demektir. Zira Nasır’dan Talabani’ye kadar bölgede felâketler yaşatmış birçok liderin ortak özelliği Makyavelist olmaları ve Prens kitabının da başucu kitapları olmasıdır.

Zıt kutuplar veya görünmez müttefikler Bush ve Nejad çıkış yolunu kilitlediler. İkisinin de bir çıkış stratejisi yok. Sadece sopa gösteriyorlar. Halbuki deli deliyi görünce sopasını saklarmış. Burada sopasını kimin saklaması gerekiyor? Tartışmalı. Nejad’a göre Bush saklamalı. Nejad’ın tehevvürü yerine uyanıklığıyla öne çıkan Rafsancani’ye göre silâhını saklaması gereken Bush değil, Nejad. Nejad Bush saklasın diyor. Rafsancani de onun silâhı daha uzun sen saklamalısın diyor. Zira daha fazla kaybedecek şeyi olan Bush değil İran. Bush’un silâhı daha büyük. En büyük delilik siyasî çılgınlık olsa gerek...

Allah itidal noktasından ayırmasın...

07.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Suikast endişesi mi?



Salona önce Abdullah Gül girdi.

Tribünleri dolduran gençler, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye tezahürata başladı.

O sırada basın tribünün de bu durumun “Gül’e başbakanlık karşılaması” olduğuna ilişkin değerlendirmeler yapılıyordu.

Su akacak, çatlağını bulacak.

Bir süre geçti Başbakan Erdoğan geldi.

Yukarıdaki koro formundaydı. Tribünde ağa sola dalgalanarak, “Beraber yürüdük biz yollarda” şarkısını söylemeye başladılar.

28 Şubat’ın sisli ortamında Erdoğan, Pınarhisar Cezaevine giderken, on binlerle birlikte söylemişti o şarkıyı.

“Bana her şey seni hatırlatıyor.”

Sonra o şarkı Erdoğan’la özdeşleşti.

Aynen Samanyolu parçasının Özal’la birlikte anılması gibi.

Özal bir defasında o iri vücuduyla sanatçıların tam ortasında eline mikrofonu alıp, onların Samanyolu korosuna eşlik etmişti.

Kulağımda yanlış kalmadıysa Demirel’in de, “Burası Muş’tur, yolu yokuştur” türküsünü çok sevdiğini işitmiştim.Tabiî Muş’tur mu, Huştur mu o tartışmaya girme niyetinde değilim.

Başbakan, grup salonunun coşkulu havasından memnundu anlaşılan. Uşaklı gençlerin, “Uşak seninle gurur duyuyor” sloganlarına muhabbetle karşılık verince, İstanbullular, mukabelede bulunma gereği duydular, “İstanbul seninle gurur duyuyor…”

O sırada gözüm Grup Başkanvekili Faruk Çelik’i aramadı değil.

Geçen hafta başbakanın doğum gününde, “Size en değerli armağanı, sadakatimizi sunuyoruz” diyen Faruk Çelik’in milletvekillerini ayağa kaldırıp, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye tempo tutması yakışık alırdı.

Timsah yürüyüşü esprim tekrarlaya tekrarlaya bayatlamasına rağmen, yine de kendimi tutamadım. “Birazdan timsah yürüyüşü yapacaklar” sözümü bizim birkaç kameraman ciddiye alınca, bunun sadece bir espri olduğunu söyleme gereği duydum.

Dünyanın bunca önemli olayı, ülkenin ciddî tartışma konuları varken, başbakan pat diye dünya Kadınlar Gününden söze başlayıp, resmî, hamaset dozu yüksek bir konuşma yapmadı mı?

Dünya Kadınlar Gününden girilip de CHP’ye yüklenilir mi? Başbakan yüklendi.

Metin Akpınar ile Zeki Alasya’nın, “Beyoğlu-Beyoğlu” diye bir müzikali vardı. Orada, “Buralar, oralar benim oluyor” diye bir paylaşım söz konusuydu. Erdoğan ile Baykal da işin kolayını bulmuşlar. O ona çatıyor, öbürü onu eleştiriyor. Erdoğan, CHP’yi eleştirince CHP’nin oyları artıyor. CHP, Erdoğan’a yüklenince kendi tabanını koruyor. Oh ne ala siyaset.

Başbakana telkinde bulunmuşlar. Bir süredir MHP’ye çatmıyor. Çünkü Erdoğan muhatap kabul ettikçe MHP’nin oyları artıyor.

Bulduğu her fırsatta CHP’ye yüklenen Erdoğan, İran’ın nükleer enerji üretiminden dolayı Baykal’a saldıracak mı orasını merak ediyorum.

Artık işin rengi belli oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar bir yol kazası istemiyor Erdoğan. Bu sebeple, anma toplantıları, açılışlar, resmî toplantılarla günü doldurmaya çalışıyor.

Grup toplantısından beklediğimiz siyasî içerikli mesajları alamayınca kulise attık kendimizi. Kulis ana baba günüydü.

Zaten seçimin ucu gözüktü ya, Meclis’te iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık var.

60 tane ulusalcı dernek eylem yapıyor, ama 15 kişi katılıyor ya, onlara tavsiyem Mecliste her metrekareye 4 seçmen düşüyor.

İktidar kulisinde folklorik kıyafetli bir grup, başbakanın torununa patik getirmiş, bir başka grup bakır kabartma AKP amblemini hazırlatmış, biri bakır dövme sahanı paket yaptırmış, diğeri ise bir kutu şekeri kapmış, bir yandan da “Anne başbakana şeker vereceğim, beni seyret” diye sağı solu arıyorlardı.

Bunlar artık birkaç haftadır olağan görüntüler.

Olağan olmayan, güvenlik tedbirleriydi.

Daha Meclise girerken kendini hissettiriyordu. Başbakan Çankaya kapısından giriş yaptı. Ancak tam tersi istikametteki Dikmen kapısından sonra yol bir noktadan kesilmişti. Erdoğan, Meclise girerken baktım, koruma sayısı daha artmıştı. Neredeyse etten duvar örüyorlardı. Başbakan Erdoğan, geçen hafta Cuma namazını mahallesindeki Aksa Camiinde kıldı. Namaz çıkışında bir kadın makam aracına kadar girmiş. Bu durum, Erdoğan’ın etrafında “Ya canlı bomba olsaydı” şeklinde değerlendirmelere neden olmuş. Başbakan da bu duruma çok kızmış. Hatta, “Gözüme gözükmesin” dediği için Koruma Müdürü Halit Özgül o günden beri kızağa çekildi.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Erdoğan’da bir korku mu oluştu, yoksa devlette suikast yapılacağına ilişkin bir istihbarat mı var, orasını tam bilemiyorum, ama Erdoğan’ın etrafındaki güvenlik tedbirleri arttırıldı.

Daha bir yıl önce başbakanın evinin krokileri bulunan bir Atabeyler Çetesi çökertilmedi mi? Daha 2006 yılının Aralık ayında bir kamyon glock ve kaleşnikof marka silahın Türkiye’yi sokulduğu söylenmiyor mu?

Trabzon’da rahibi, İstanbul’da Hrant’ı vuran silâhlar Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin envanterinden çıkmadı mı?

Burası Türkiye. Komplo teorisi deyip geçecek bir ülke değil.

07.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004