Demokratikleşmenin maliyetini ödemeyen toplumlar, problemlerin kucağına itilmiş ve açmazlarını habire çözmekle meşgul edilen toplumlardır. Toplumun gençlerinde, yanlışa direnme ve fikrini hür ifade etme zemini kaybolmuşsa, idare-i maslahatçı konumunu muhafaza ile uğraşan riyakârlardan geçilmez.
İşsiz toplumlar; gerçekten bir işi olmayan tanımsız insanların “Her şeyi yapabilirim ve her şeyden anlarım” hezeyanından çıkar. Bulanıklığın zihnî parametreleri, yetersizliğin direnç noktalarında düğümlenince, çareyi problemi dillendirmekte ve başkasını itham etmede ararlar.
Sanırım bu girizgâhla hayalinizde kavuşamadığınız ancak gerçeğini yaşadığınız vak'alar dizisi gözünüzün önüne gelmiştir.
Ortada, şuurlu direnişin ve tepki verme psikolojisinin tekamül etmediği, sessiz çoğunluğun haline razı olduğu bir durum var. Şu haliyle; bürokrasi, siyaset ve bilim üçgeni, kendi kalıbının içinde kalıyor. Geleceğe ait, demokratik söylemleri içine alan, risk üstlenen ve insanî vasfın haksıza hayır diyen seciyesi öne çıkmıyor.
Anti demokratik güçlerin en büyük cesareti “nemelâzım” bir karakterin, tepkisini içine hapsetmesi, korku duvarını aşamaması ve ortak aklın tavır koyma kültürüne sahip olmaması; yanlışçıları, darbecileri ve zafiyetlileri cesaretlendiriyor.
Eğer durum böyle olmasaydı, demokratik parlamenter sisteme karşı, milletin reyine muhalif bir tavır sergileyenler, aramızda bu kadar rahat ve ceza almadan dolaşamazlardı. Yani, yanlışlarının ezikliği ile yaşamalıydılar! Yargı, onlara demokrasi dışı hareketlerinin bedelini ödetmeliydi!
Bedel ödemeyen toplum hafızası ve siyasî irade, sürekli bedel ödemek zorunda kalıyor. Değerleri, inançları, ahlâkî yapısı ve geleceğe ait ümitleri bu kadar erozyona uğratılmış, badireler atlatmış, korkusuna gömülmüş, yalnızlığın cesaret kıran dalgasına kapılmış bir sonuçla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ümitsizlik aşılamak için değil, acı bir tesbitte bulunmak için bunları yazıyorum. “Herkes, her şey...” genellemesine girmeden, eksilerimizi ve artılarımızı insaf ölçüsünde ortaya koyup, bunalımın zihni açan samimiyetine sığınarak, birlikte yeni bir dönemin insanî duruşunu sergileyerek, sonrasına model olmak zorundayız.
Son günlerde, 28 Şubat’ın yıldönümü vesilesiyle bir dönemin icracıları günah çıkartırcasına yaptıklarını deşifre ederken, şaşırtıcı çözümler önermeleri, dikkatli bir kamuoyu için yeni sonuçların habercisi görünüyor. Aksi halde kendisini meşgul eden ve gündemi şaşırtan yeni senaryoların başlangıcı olabilir.
Arka planın daha anlaşılır bilgiler sunması ve toplum idrakini kavraması, bilgi kirlenmesini önleyecek şeffaf tartışmalarla ve daha sarsıcı konulara sükûnet ve kararlılık içinde müzakere yolunu açmakla mümkündür.
Onun için yakın tarihin siyasî hafızasını tazelemek, bireyin şahsiyet gelişiminin bir parçası olan demokrasi eğitimlerini, en ücra köşelere kadar yaygınlaştırmak gerekir.
Tartışmalardan ve ucu kaçmış söylemlerden çok korkmamak lâzım. Her fani, duyması gerekenleri duyarak gidecektir bu dünyadan. Yeter ki müzakere kültüründen ve kendini ifade etme sınırından çıkıp, ötekini dışlamayalım ve onlara hakaret etmeyelim.
Türkiye, kırkını tamamlamaya çalışan cumhurbaşkanlığı seçimleri eşliğinde en sıcak ve sarsıcı gündemlere girerken, beklenmedik kişilerden farklı demeçlerin sudur etmesi, hatta geçmişleri ile mütenasip olmayan demokratik söylemler geliştirmeleri, yeni darbe heveslilerine bir ders olur kanaatindeyim.
“Barika-i hakikat” doğuracak fikir müsademelerine kulaklarımızı, kalbimizi ve zihnimizi açık tutalım. Tehevvür hali, devletin klasik refleksleri olarak müzeye kaldırılmayı bekliyor.
Doğrular, adrese teslim, zata mahsus nesneler veya özneler değildir. İnsanî kimyanın kabul gördüğü ve kâinatın parçası olan hakikatlerdir. Bir gün karşımıza çıkmasına mani bir hal yoktur. Buna hazır olmaya hazırlanalım!
07.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|