Takvimler 12 Mart’a doğru yaklaşırken, içimde sevinç ve hüzün yığınları oluşur. Öyle bir hâl alır ki bu yığınlar, gölgesinde düşünebileceğim yükseklikte tepecikler oluşur düşünce ufkumda. İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümüyle birlikte, bildik satırlardan dem vurmak ve işin en trajik yanı da bu satırların muhatabını zar zor bulabilmek gibi bir durumla karşılaşmak, en azından beni üzüyor. Buna karşın, bunca şuursuzluğun ortasında yine de satırlarımı yerden kaldırıp değer biçecek ve bir şekilde hayatının en mutena yerlerinden birine yerleştireceklerin varlığı da beni sevindiriyor.
Maalesef hatıraları ya cansız ve donmuş bir kalıp şeklinde dile getirilen yahut da hiçe sayılan bir topluma şâhitlik eder hâle geldik. “Vatan, millet, Sakarya” gibi yakın tarihimizin dönüm noktalarından olan kavramlarımız âdeta alay konusu yapılarak, “vatan, millet, Sakarya edebiyatı” diye vasıflandırılıp mizah konularına meze hâline geldi neredeyse. Diğer taraftan bu kavramların, aslı astarı olmayan, yöntemsizlik içinde soyut olmaktan öte gitmeyen ve ortaya somut bir öneriyle çıkmayan düşünceler içinde sos niyetine kullanıldıkları da oluyor. “Hangi çağdayız? Bırak bunları. dünyaya entegre olmak lâzım” gibi ucu açık ve moda ifadelerin küçümseyici ağırlıkları altında ezilmenin duygusu anlatılamaz meselâ.
İş sadece bununla da kalmaz. “Özümüze dönelim” gibi emrivaki ifadeler öte yakada peşinizi bırakmaz. Çünkü ister istemez, “Peki; ama nasıl?” gibi yöntemi sorgulayan sorular beyninizi kemirir. Çünkü buna da net bir cevap yoktur. İşte âdeta iki taraftan bağlı halatların gerdiği bir beden gibi sallanır dururuz. Çünkü denge dediğimiz kavramın epey uzağına düşmüş oluruz bile. Söz gelimi, “Tamam, kuru kuruya vatan millet, Sakarya edebiyatı yapılmaz. Bunun için hamasî söylemlerden vazgeçip geçmişimizi şimdi ile bağdaştırıp geleceğe taşımalıyız” gibi bir düşünce neden çoğunluk tarafından lisan-ı hâl tadında gerçekleşmiyor? Evet, lisan-ı hâl, diyorum; zira bu tarz durumlarda hep lisan-ı kal mertebesinde bulunup bir türlü ötesine geçemiyoruz.
Söz lisan-ı kalden(sözde durum) açılmışken, bir de bu dönemde “kendini tanımaya” yönelik nice düşüncelere değinmek elbette yerinde olacaktır. Biz, nedense toplum olarak hep ne olduğumuzu sadece düşünmekle yetiniyoruz. İş böyle olunca, sadece düşünce safhasında kalıyoruz. Tipik insanı soyutlayan Hintlilerin Nirvana’sı gibi bir şey. Halbuki ne olduğumuzu düşünmek, çok çabuk geçmemiz gereken bir merhale olmalı. Zira ardından ne olduğumuzu bilmek zorundayız. Çünkü “ne olduğumuzu bilmek”, içinde aktifliği barındıran bir hayat tarzıdır. Ve bence, biz bunu mazi, hâl ve istikbal çerçevesinde gerçekleştirdik mi; dünya sahnesinde hakkıyla yer alabiliriz.
İşte İstiklâl Marşı’nın serencamını bu bakış açısıyla irdeleyip mazi, hâl, istikbal dengesini gerçekçi bir değerlendirmeye tâbi tuttuğumuzda, kişilik sahibi bir toplum olarak söz sahibi olabiliriz dünya divanında. Yok, eğer hâlâ kendimizi arıyorsak ya da işin “nasıl”lığını çözmeden hamasî nutuklara başvuruyorsak, gerçekleştireceğimiz tek şey, “iki ileri bir geri” modu olacaktır ki, bu da “Eller gider aya, biz kaldık yaya” sözünün tahakkuku demektir.
10.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|