|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Gençler! Babayla bir yemeğe var mısınız? |
|
Rolümüzün ne olduğu önemli değil
Baba da olabilirsiniz, anne de; kız çocuğu da olabilirsiniz, erkek çocuğu da; evde kardeşlerin büyüğü de olabilir, küçüğü de olabilirsiniz. Bu pek de önemli değil. Ama bir şey çok önemlidir; ev ortamına kattığınız renk, tat ve güzellik. İnsanı, bu anlamlı kılmaktadır. Onun için adaletli ve neşeli, görüşülmekten zevk alınan, danışılmaktan tat alınan, merhaba denilmekten haz alınan bir baba olmak, anne olmak, ağabey ya da kardeş olmak arzu edilendir.
Yoksa babasınız, ama çocuklarınız size bir konuyu danışamıyorsa; annesiniz ama kızınızla aranızda bir tatlı muhabbet kuramamışsanız; ağabeysiniz ama ha varlığınız ha yokluğunuz ise, o zaman bir anlam ifade etmiyorsunuz demektir.
Taşınan rolden ziyade, o rolü nasıl kullandığınız durumu belirleyicidir.
Buna taşıdığımız rolün hakkını vermek diyebiliriz.
Babası eve girince, evden dışarı çıkan gençler var
İletişim içerisinde olduğunuz kişi ile, iletişim bağınız kopmuş ise, karşıdaki kişi için hiçbir anlam ifade etmiyorsunuz demektir. Onun için ne yapıp etmeli, çocuklarla, iletişim içerisinde olmamız gereken bireylerle, o iletişimi sağlayan köprüyü yıkmamak için çok dikkat sarf edilmelidir. Toplumumuzda çokça bağı kopmuş iletişimsizlikler örnekleri görmek mümkündür.
Evlilik aşamasına gelmiş üniversiteli genç, ne yapacağına dair danışacağı bir büyük yok. “Neden, baban yok mu?” dediğimde. “yok” derken, “var” ama “yok” dediğini anlıyorum. “Kim yıktı köprüyü?”, sorumu genç fazlalık buldu ve ağzından hafifçe birkaç cümle döküldü. “Bizim köprü yıkabilmemiz ne mümkün. Biz daha adam bile olamadık.”
Üniversite okuma yaşına gelmiş oğluna, eve gelince selâm vermeyen bir baba düşünebiliyor musunuz? Ya da “Hoş geldin baba!” dendiğinde, bir cevap vermeyen bir baba? O girince evden ben çıkıyorum.”diyen bir genç düşündürücü bir tablo içerisinde demektir.
Menfi örnekleri çoğaltmanın bir faydası yok.
Baba ile tanışıyoruz
Gençle olan arkadaşlığımız, babası ile tanışmamızı beraberinde getirdi. İş yerinde oturuyoruz. Genç, dışarıya çıktığında, baba, genç hakkında verdi veriştirdi. “Ben artık ondan ümidi kestim. Ondan bir şey çıkmaz” diyor.
Genç babadan dertli, baba gençten dertli. Zaman zaman, babanın mekânına uğradım. Her gidiş gelişte sohbetler ettik. Gazetemize abone oldu. Oradan da çok şeyler yararlandı. Bu arada gençle de diyaloğumuz sürdü. Sohbetlere katıldık zaman zaman.
O kadar çalışmamızı ve çabamızı Allah (cc) boşa çıkarmadı. Sonunda beklediğim oldu. Baba ile oğul aynı mekânda meselelerini konuşmaya başladık. Problemin nereden kaynaklandığını konuşarak, anlamaya çalışıyoruz. Bana sadece hakemlik yapmak düştü.
Babaya şunu söyledim. ”Oğlunuz size okulda tanıştığı bir kız arkadaşıyla arasında oluşan ilgiyi paylaşabilir mi?” Baba, soru karşısında gözleri şaşkın şekilde ve “Böyle bir şey bizim yöremizde de yoktur, töremizde de.” dedi.
Ben de, peki oğlunuz size danışmadı. Gitti, başka bir kişiden yanlış-doğru bilgiler aldı ve bir takım yanlış adımlar attı. Önce kimin yüreği sızlar? Babanın başı öne eğildi.
Oysaki dedim, genç size danışsa ve siz de ona bir baba olarak atacağı adımların doğrularını paylaşsanız, daha doğru olmaz mı?
Sonuçta, baba durumu anladı ve oğluyla bir güzel konuşmaya başladı.
Genç, ne yapacağını bilmiyor
Üniversiteli gençle, babasıyla attığımız her adımı değerlendiriyoruz. Ona da, “Senin de bir takım atman gereken adımlar var.” dedim.
Biliyorum, zor olsa da, kararlılıkla adım atıldığında, sonuç almamak imkânsız.
‘Babam için ben neler yapabilirim?’ dediğinde gerçekten kendine pek güvenmiyordu. Onun için yapılan tekliflere önce bolca güldü. Önce, onun bu konunun önemine inanmasına yardımcı oldum. Ve kendine güvene vurgu yaptım. Eğitimli insanın bir takım adımlar atabileceğine dikkatleri çektim. Genç için tekliflerim şöyleydi.
- Babanı bugün öyle yemeğine götürebilirsin… - Babana çok seveceği bir hediye alabilirsin… - Ona hitap ederken, ‘babacığım diyebilirsin… falan falan. Genç, tekliflerime önce bolca güldü. Gerekçesi ilginçti: “Hocam, ben şimdi babamın bana verdiği parayla, harçlıkla babama yemek mi ısmarlayacağım!? Onun bana verdiği parayla, ona hediye mi alacağım!?” dedi.
“Evet”, ses tonum cesaret verici idi. Benim de gerekçem: Babanın sana verdiği harçlıkla bir başkasına yemek ısmarlıyorsun ve bir başkasına hediye alıyorsun da, neden aynı şeyi baban için yapmayasın.
Hiçbir insan kendisine hediye alınmasından rahatsız olmaz. Hele hele bu baba için oğlun aldığı hediye ise, çok daha makbuldür.
Oğlum harçlığın var mı?
Bu adımları attıktan sonra, baba ile oğul artık birbiriyle meselelerini konuşuyorlar. Aynı şeyi düşünmeyebiliyorlar. Genç, o yaşa kadar babasından ilk kez duyduğu bir cümleyi heyecanla paylaşıyordu. Babam, dün sabah, ilk kez bana; “Oğlum harçlığın var mı?” dedi, diyordu. Ne var bunda diyebilirsiniz? Ama bu cümle bazıları için başlı başına bir ‘değişim’dir.
Siz siz olun, çocuklarınızla ya da sürekli iç içe olacağınız insanlarla, iletişim bağını koparmayın.
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Vatan için biraz da yaşayalım |
|
Çanakkale Türkiye’nin bir ucu olmasına rağmen, bağrında sakladığı nice can münasebetiyle, neredeyse bütün yurdun dili ve gönlünde iz bırakmıştır. Vatan, din, namus, Kur’ân, iman, mabet, ezan gibi belli başlı şeairler uğruna feda olmuş nice Mehmetçik, aslında beraberinde yurdun bir parçasını da Çanakkale toprağına katmıştır. Hâl böyle olunca, ben Çanakkale’ye mukaddes bir belde olarak bakma gereğini duymaktayım.
Bu açıdan, gönlüne Çanakkale ateşi düşen her vatan evlâdı, Necmettin Halil Onan’ın kaleminden bir ağıt tadında çıkan şu şiir eşliğinde hislenmelidir: “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın/ Bu toprak, bir devrin battığı yerdir/Eğil de kulak ver bu sessiz yığın/ Bir vatan kalbinin attığı yerdir/ Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda/ Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda/ İstiklâl uğruna, namus yolunda/ Can veren Mehmet’in yattığı yerdir/”…
Sahi, şâirin dediği gibi, “Bu tümsek, koparken büyük zelzele/Son vatan parçası geçerken ele/Mehmet’in düşmanı boğduğu sele/Mübarek kanını kattığı yerdir” türünden olaylar yaşanmamış mıdır? Elbette yaşanmıştır. İşte bunun için Çanakkale kutsaldır. Zira şehit olanlar, “Yetiş ya Muhammed, kitabın gidiyor” gibisinden nidalarla karşı koymuş, ebedî âleme göçünce de, “Şükür ki son nefesimizde de Resulûllah’ın sancağı altında can veriyoruz” demişlerdir.
Gerçek öyle olmasına öyle, ama ben artık Çanakkale’yi böyle destansı bir havada düşünmek yahut destanmış gibi uluorta böbürlenme duygularıyla kendimi kandırmak da istemiyorum. Hatta ve hatta Necmettin Halil Onan’ın bu çok sevdiğim şiirinin son bölümüne katılmak biraz ağır gelmeye başladı bana. Çünkü zaman geçtikçe Çanakkale’ye ibret nazarıyla bakma gereğini daha çok hissetmeye başladım. Düşünün bir kere… Sadece resmî rakamlara göre 250 bin şehit vermişiz. Bu da yetmemiş, o yıl üniversitelerimiz neredeyse mezun verememiş. Sonuç: Mondros Mütarekesiyle 250 bin şehidin verildiği Çanakkale boğazından düşman gemileri paşa paşa geçiyorlar. Yani cephede kazandığımızı masada kaybetmişiz. Böyle olunca, şâirin “Düşün ki haşrolan kan, kemik, etin/Yaptığı bu tümsek amansız çetin/
Bir harbin sonunda bütün milletin/Hürriyet zevkini tattığı yerdir” diye dillendirdiği son mısranın gerçekliği sadece acı bir hüsran olmaktan öteye geçememiştir.
İşin mazi yönü öyle de şimdilerde nasıl acaba? Ben artık inanıyorum ki, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü ile bir futbol takımımızın Avrupa başarısı sonunda gösterdiğimiz sevinç ve gurur gösterisi neredeyse aynı şekilde kutlanmaya başlandı. Tâbiri caizse, “Bak, nasıl da aslanlar gibi şehit oluyor askerlerimiz. İşte 250 bin de olsa önemli olan vatan uğrunda ölmektir” gibi sadece ölüme odaklı düşünce sistemi bir kıskaç gibi çemberine alıyor ibretlik Çanakkale’yi.
Evet, ibretlik diyorum; zira Çanakkale her zaman için bize bir ibret tablosu olarak gözükmeli. Nitekim Mehmet Âkif’e sormuşlar: İstiklâl Marşı’nı bir daha yazabilir misiniz? Cevap vermiş Âkif: Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın. Bu söz bir bakıma vurdumduymazlığımız, sorumsuzluğumuz, basiretsizliğimiz, tembelliğimiz, bencilliğimiz ve benzeri ahlâkî erozyonlarımız sebebiyle karşı karşıya kaldığımız nadide felaketlerimizden birisi olan Çanakkale’ye nasıl bakmamız gerektiği konusunda da belli bir fikir verecek niteliktedir. Çünkü nice analar evlâtsız ve en önemlisi devletimiz, milletimiz kendisini yükseltecek genç beyinlerden mahrum kalmıştır. Bir memleket için yetişmiş insan potansiyelinin ne kadar önemli olduğunu anlatmama herhâlde gerek yoktur.
Elbette Çanakkale savunmasında olduğu gibi, savaş esnasında herkes üzerine düşeni yapmakla yükümlüdür, ki o dönemde vatan evlâtlarının yaptığı şey, onurlu bir mücadeledir ve hepimizin göğsünü kabartacak düzeydedir. Yalnız unutmayalım ki, Çanakkale bizim için bir faciadır diğer anlamda. Bu yüzden körü körüne övünmek, vurup kırmaya yönelik nutuklar atmak yerine Çanakkale ve benzeri yerlerde geçmişte şehit düşenlere lâyık birer nesil olma yolunda ilerlemeyi esas tutmalıyız. Vatan için ölmek kadar, vatan için yaşamak ve yaşatmak fikrini de benimsemekten çekinmemeliyiz.
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Sevgi ve muhabbet haftası |
|
Yeni Asya bayrağı, sevgiyle dolaşacak Anadolu’nun kırsalında, bağında, dağında bu hafta boyu, bir yıl boyu.
İslâmın engin ve derin muhabbet sevdası, imanın ve Kur’ân’ın sevgi mesajı, “Bediüzzaman’ın sevgi pratiği” anlatılacak insanımıza, onun Hakka yürüdüğü ayda.
Evet, bu hafta boyunca, Türkiye’de caddelerde, sokaklarda, salonlarda, yollarda “Muhabbet güvercinleri” dolaşacak.
Dillerde, gönüllerde, yüreklerde “Sevgi bülbülleri” şakıyacak.
Güller ve gülümsemeler yankılanacak güzel yurdumun beldelerinde, ilçelerinde, illerinde, salonlarında.
Sadece bir haftalık değil, aylık değil, yıllık değil, hatta ömürlük değil! Asırlık, ebedîlik bir serüven bu. “Sevgi ve muhabbet” seli çağlayacak, Türkiye’mde, Anadolu’mda.
Sevgi ve muhabbet çınlayacak salonlardan, mikrofonlardan gökkubbeye, asumana doğru.
Gönüller sevgiyle dolacak, yürekler sevgiyle atacak.
Dudaklar “muhabbet” gülücükleriyle şenlenecek.
Yüzler gülecek.
Ümitler yeşerecek.
Kuraklığa rağmen!
Karanlığa rağmen!
Öfkeye ve kine rağmen!
Kötülüklere rağmen!
Çünkü, “Muhabbet fedaileri” gündemlerine bu konuyu aldılar bu yıl. Yıl boyunca devam edecek bu “muhabbet ve sevgi” şöleni.
Yüz yıldır beklenen bir hasret bu!
“Ümitvâr” olmanın tabiî neticesidir bu!
Gerçek “muhabbet ve sevginin” gereği ve sonucudur bu!
Asrın büyük manevî tabibi, kabrinde “bahar nesîminin” kokusunu alıyor artık. İşte bu vaad edilen ve işaret edilen müjde! Muhabbet fedaisi olmak!
Evet, “muhabbetin sebeplerinin, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insâniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kaleler” olduğu anlatılacak toplumumuza.
“Tecavüz edenlere bile bedduâyla mukabele etmememiz” gerektiğinin önemi ve gereği vurgulanacak.
“Kim olursa olsun, imanı varsa, o noktada kardeşimizdir” mesajı ulaştırılacak herkese.
“Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz” manevî reçetesi sunulacak topluma.
“Benim mezhebim, muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adâvettir” düsturu izah edilecek, kitlelere.
“İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, sevgi, eğer Allah namına olursa, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve yaratılanlara nazlı bir sultan yapar” müjdesi sunulacak topluma.
“Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın (meşrû olmayan sevginin) cezası, merhametsiz bir musîbettir” gerçeğinin yorumu yapılacak muhataplara.
“Bütün mevcudâtın harekâtı, muhabbetledir” parolasıyla, karamsarlık, kin, nefret ve düşmanlığın insanlarımızdan ve toplumumuzdan uzaklaştırılmasına çalışılacak.
“Muhabbetin, hem lezzet, hem ibâdet, hem de tefekkür olduğu” müjdesi paylaşılacak milletimizle, halkımızla.
“Muhabbetin, gerçek mahbublarda bahane ve kusur aramadığı” izah edilecek.
“Muhabbet ve sevginin büyük bir hazine ve büyük bir nimet olduğu” idraki ve şuuru ekilecek gönül ve kalplere inşallah.
Muhabbet ve sevgimizin ebediyete kadar devam etmesi dilek ve temennisiyle, hepinizin Bediüzzaman Haftasını tebrik ediyorum. Hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
[email protected]
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Başörtüsü ve 28 Şubat |
|
28 Şubat’ın onuncu yılının da geride kalması vesilesiyle birçok değerlendirme yapıldı. Ama bunlar daha çok kişi ve olay eksenli yorumlardı. Toplu bir sorgulama ve özeleştiri yaklaşımı ile, bunları da içine alan kapsamlı bir değerlendirmenin yapılabildiğini söylemek zor.
Oysa, sürecin fikir ve zihniyet temelinde esaslı bir şekilde tahliline çok daha fazla ihtiyaç var.
Oradaki çatışmanın tarafları, laikçilikle din adına siyaset iddiasıydı. İkisi de yanlıştı. Nitekim din adına siyaset kanadında yer alan isimlerin çoğu, bilâhare özeleştiri yaparak yanlışlarını kısmen itiraf ettiler. O çizgiden ayrılanlarca kurulan AKP bu itirafların bir neticesi olarak ortaya çıktı.
Ve itiraflar hâlâ da devam ediyor.
Ama bunlar olayın tamamını kuşatan bir muhakemenin sonuçlarını yansıtmıyor. Meselâ, din adına siyasetin dine zarar verdiğini söylüyorlar, ama dindar insanların da siyaset yapabileceğini ispat iddiasından vazgeçmiş değiller.
Böyle olunca da, inandırıcılıkları zayıflıyor.
Öbür taraftan, değiştiklerini ispatlama adına öyle şeyler yapıyorlar ki, bu kez de yer yer tam aksi yönde bir savrulma görüntüsü veriyorlar.
Ve bu durum, inanılmaz bir yozlaşma ve dejenerasyon sürecini tetikliyor. “Bu zamana kadar mahrum bırakıldığımız iktidar ve dünya nimetlerinden biz de payımızı alalım” düşüncesi, dindarlığın temelindeki ulvî düşünceleri tahrip ediyor.
İşin enteresan tarafı, verdikleri tavizler, onları takiyye kuşkusuyla izleyen laikçileri yine ikna ve tatmin edemiyor; 28 Şubat gerilimi bir türlü aşılamıyor.
Sürecin hak ve özgürlükler cihetiyle en önemli tahribat alanlarından birini oluşturan başörtüsü meselesinde dört yılı aşkın süredir çözüm bulunamayışının böyle bir arkaplanı var.
Başörtüsü din adına siyaset anlayışıyla laikçi zihniyet arasındaki zıtlaşmanın kurbanı oldu.
Laikçi kafa başörtüsünü türban diye isimlendirip din adına siyaset ideolojisiyle özdeşleştirince, bunun sonuçları Türkiye ile de sınırlı kalmadı. Tipik örneği, Anayasa Mahkemesinin RP’yi kapatırken başörtüsünü de tekrar mahkûm eden kararlarının AİHM’de onaylanması.
AKP’nin bu yasağı protokol üzerinden delme girişimleri ise, laikçi zihniyete “kamusal alan” adı altında yasağı daha yaygınlaştırıp şiddetlendirme kozu vermekten başka bir işe yaramadı.
Onun için, Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse, eşinin şahsında başörtüsünün en yüksek protokol makamına çıkmasının, sorunun çözümüne katkı sağlamak şöyle dursun, bu noktaya odaklanan gerilimi daha da tırmandırmasından duyduğumuz endişeyi bir kez daha tekrarlıyoruz.
Biz geçen hafta bunu yazınca, “Müslümanlar hiç olmazsa Çankaya’da bir başörtülü görebilme fırsatını kaçırsınlar mı? Sıradan bir vatandaş başörtüsünü okulda, hastanede, adliyede, hatta neredeyse sokakta bile giymekten men edilirken, bari Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bu örtüyü görebilmeyi umması yanlış mı?” gibisinden itiraz ve eleştirilerde bulunanlar oldu.
Eğer first lady’nin başörtülü olması diğer yasak mağdurlarına fayda getirmeyecekse, tersine sıkıntılarını daha da arttıracaksa neye yarar!
Gerçi AKP cumhurbaşkanlığına Erdoğan'ı değil de, eşinin başı açık bir partiliyi aday gösterirse bu tartışmanın da bir anlamı kalmayacak...
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Her şey Allah’ı hatırlatırken |
|
İnsanda akıl bulunduğu, kalbi fonksiyonunu icra ettiği, vicdanı dengesini yitirmediği, ruhu bozulmadığı, hissiyâtı aktif olduğu sürece neye bakarsa baksın Yaratıcısının varlığını, birliğini, ilmini, kudretini, hikmetini, rahmetini görecek, Ona olan ihtiyacını her an hissedecek, Ondan uzak kalma gafletine düşmemek için gayret sarf edecektir.
Evet, ruhen, kalben, aklen Ondan uzak kalma büyük bir gaflettir. Var oluş sebebini bilmemektir. İnsan nasıl olur da, güneşin ışığı, ısısı güneşi gösterdiği gibi, Yaratıcısının kâinat fuarında zerre zerre sergilediği varlık, birlik, kudret, rahmet delillerini görmezden gelir? Havaya, suya, güneşe muhtaç olduğu kadar her an Ona muhtaç olduğunu nasıl düşünmez? Kaldı ki hayatımızın devamı için gerekli olan her şey de Onun.
Bir âyetinde, “Onlara içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz…”1 buyurur Rabbimiz.
Aslına bakılırsa bu âyetleri, delilleri, mucizeleri körler dahi görür. Her şey o kadar güçlü mesajlar sunar ki işitmemek için kulakları tıkamak dahi yetmez.
Sadece sayısız yıldızlar içerisinde küçücük bir gezegen olan dünyamızı, yakıtsız, gürültüsüz, patırtısız, yolunu şaşırttırmadan, çarptırmadan saniyede otuz kilometre hızla döndüren Yaratıcının sonsuz ilim ve kudretini anlamamak için ancak akıldan istifa etmek gerek.
Bunca delilleri es geçen, görmezden gelen, gaflete düşen insan ne zaman ki sıkıntıda kalır, bir derde düşer, içinden çıkılmaz problemlerle karşılaşır, işte o zaman Rabbini hatırlar; büyüklüğünü, kudretini, her an, her yerde hâzır bulunduğunu, her an Ona muhtaç olduğunu hisseder. Kur’ân, “İnsana bir zarar dokunduğunda, yatarken, otururken ve ayakta iken, her halinde Bize niyaz eder. O zararı kendisinden kaldırdığımızda ise, sanki başına gelen zarar yüzünden Bize duâ eden o değilmiş gibi geçer gider”2 buyurarak insanın bu duygusuzluğunu anlatır.
Yine Kur’ân, böyle nankör bir insan tipinden, “Sizi karada ve denizde gezdiren Odur. Hattâ siz gemilerde bulunursunuz da, o gemiler hoş bir rüzgârla akıp gider, yolcuları da onunla ferahlanırlar. Derken bir fırtına çıkar, her taraftan dalgalar onlara hücum eder—öyle ki, kendilerini dalgalarla kuşatılmış sanırlar. O zaman bâtıl inançlarını terk edip ihlâs ile Allah’a yönelirler ve ‘Bizi bundan kurtarırsan and olsun ki şükredenlerden olacağız’ diye duâ ederler. “Onları kurtardığımızda ise, yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara girişiverirler”3 diye söz eder.
Peki, ya onun yaptıkları yanına kâr mı kalacak? Âyetin devamında Cenâb-ı Hak, “Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir. Az bir zaman dünya hayatından faydalanırsınız; sonra dönüşünüz Bizedir. İşleyip durduklarınızın âkıbetini o zaman size bildiririz” buyurarak insanın yaptığı hiçbir şeyin yanına kalmayacağını da anlatır.
Dipnotlar:
1- Fussılet Sûresi: 53.
2- Yunus Sûresi: 12.
3- Yunus Sûresi: 22-23.
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Hayatta ben en çok babamı sevdim |
|
Belli kavramları hatırlamak adına düzenlenmiş anneler günü, babalar günü, sevgililer günü gibi günler açıkçası bana pek anlamlı gelmez. Sadece kutlanmak zorunda olunduğu için kutlanan resmî bayramları hatırlatırlar çünkü. Her özel günün altında yatan ticarî kaygıdan nasibini alan bu günler, modern insanın tüketim çılgınlığının kamçılandığı, para tuzağı olarak tasarlanmış özel günlerdir aslında. Her insanî duyguyu paraya dönüştürmesini bilen tüketim kültüründe sevmek veya hatırlamanın gereği de illâ hediye almakla bağdaştırılır. Neticede bu günlerde de kazanan herkesten ziyade kapitalizm olur.
Bunun içindir ki bu yazıyı, sevgilerin, hatırlamaların duyguların bir güne atfedildiği bu tür ‘özel’ kabul edilen bir günde değil de, bugün yazıyorum.
Bazı şeyler vardır hayatta. Vazgeçilmezdir. Belki sahipken çok değerini bilemeyiz, umursamayız. Odamızdaki ışık misâli. Lambanın yandığı aydınlık bir ortamda odanın lambası dikkatimizi bile çekmez. Zaten olağan bir durum gibidir odanın aydınlık olması. Ama lamba söndüğü zaman anlarız onun değerini.
Babalar da böyledir adeta. Onların hayatımızdaki yeri odamızdaki ışık gibidir. Hayatımızdaki ilk öğretmenimiz, hayatı öğrendiğimiz rol modelimiz, her zaman arkamızda hissettiğimiz güven kaynağımız, yanımızdayken değerini pek fark edemediğimiz hayatımızı aydınlatan varlıklarımız, bir ihtiyacımız olduğunda her zaman yanımızda bulabileceğimiz kurtarıcılarımız, her zaman kendilerinden daha ileride, daha iyi şartlarda olmamızı isteyen, sadece dert değil aynı zamanda sevinç ortağımızdır onlar. Babamızla birlikte geçirdiğimiz zamanlar hep özeldir. Meselâ birlikte çay içecek, sohbet edecek nice insan bulabiliriz etrafımızda. Ama babamızın sohbetinin, çay arkadaşlığının yerini kimse dolduramaz.
Baba olabilmek, daha doğrusu baba olmayı başarabilmek zordur gerçekten. Çocuk sahibi olmak demek baba olmak demek değildir çünkü. Gerçek mânâsıyla baba olabilmek için fedakârlık gerekir, özveri gerekir. Kolay bir şey değildir yani. Belki de bunun için her gerçek baba, oğlu veya kızı için bir kahramandır aslında.
Geleneksel rol kalıbı içinde babanın sevgisini, şefkatini göstermesi yanlış bir şeymiş gibi sunulduğu için babalara göre anneler duygularını ve sevgilerini göstermekte daha şanslıdırlar. Sevgi göstermeyen, cezalandıran, korkutan, ağlamayan varlıklar olmalıdır sanki babalar. Anneler çok kolay ağlayabilirler meselâ. Ama babaların ağlama hakları bile yoktur ellerinde. Oysa babalar da ağlar elbette. Hem de en derinden ağlar. Ama babalar yalnız ağlar. Korkarlar belki çocuklarının onları ağlarken görmelerinden. Hep güçlü gözükmek, hep sorumluluk taşımak zorundadırlar ya. Ağlayınca güçsüz gibi algılanmaktan korkarlar belki de. Bunun icindir ki gözyaşlarını içlerine akıtırlar. Şefkatleri, sevgileri, duyguları çoğunlukla hep içlerinde kalır. Hiçbir zaman anneler kadar rahat olamazlar duygularını göstermede. Bu yüzdendir ki daha bir karşılıksız severler çocuklarını.
Bir hadiste “Babalar cennetin orta kapısıdır”1 diye buyrulur. Ne mutlu bu mânâyı hayatında yaşayıp babasının sevgisine hakkıyla karşılık verebilenlere. Ne mutlu Şair Can Yücel’in dediği gibi babasının değerini bilenlere:
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Birr, 3.
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şehit sayısı ve şehitlik ruhu |
|
Yarın, denizde kazanılan Çanakkale Zaferinin 92. yıldönümü.
"Denizde kazanılan" diye başlıyoruz; zira, bugünkü neslin bir kısmı 1915'in 18 Mart'ında kazanılan emsâlsiz zaferi, bilâhare Gelibolu Yarımadasında başlayan kara muharebeleriyle karıştırıyor.
Oysa, 18 Mart'ta Çanakkale Boğazında kazanılan "Deniz Zaferi"dir. Bu tarihten önce ve sonraki mücadeleler de küçümsenemez elbette.
Ancak, bizlerin şu "zaman, mekân ve şahıs karıştırmaları"ndan bir şekilde kurtulmamız gerekir.
Kurtulmamız gereken kronik bir başka alışkanlık ise, abartılar, mübalâğalar, yani gerçeklerle bağdaşmayan hayalî rakamlardır.
Meselâ, "Çanakkale Harbinde 250 bin şehit verdik" veya "Sarıkamış Fâciasında 90 bin askerimiz şehit oldu" gibi...
Bu hususta en güvenilir rakamlar, Genelkurmay'ın elindeki belgelerde yer alıyor. Harp Dairesinin kayıtlarına göre, şehit sayısı Sarıkamış'ta 30–40 bin, Çanakkale'de ise 80–90 bindir.
Şehit sayısının daha büyük veya daha küçük olması, esasında mânâyı değiştirmediği gibi, cihadı, yahut şehitliğin değerini de düşürmez.
Lâkin, güvenilir resmî kayıtların hiçbirinde bulunmayan o abartılı rakamlar telâffuz edildiği yerde, anlatılan dosdoğru hakikatlere karşı da ister istemez bir şüphe ve tereddüt uyanır.
Oysa, gerçek dışı beyanlara hiç gerek yok. Zira, esas mânâyı da, neticeyi de değiştirmez. Sadece güvenirlik derecesini kaybeder.
Vatan müdafaası, kudsî bir vazifedir. Vatan ve millet yolunda, şartlar gerektiğinde canını fedâ etmeye herkes hazır olmalı.
Dolayısıyla, şehit sayısı ne olursa olsun, önemli olan mukaddes vazife uğrunda yapılan ferâgattır, fedakârlıktır, kahramanlıktır...
Bu vesileyle, kahraman şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz.
ANKET
Köşk anketi: Ya birinci, ya da beşinci adam
AKP'nin lideri ve birinci adamı Tayyip Erdoğan'dır.
Parti içinde ikinci adam Abdullah Gül, üçüncüsü Bülent Arınç, dördüncüsü ise Abdüllatif Şener'dir.
Ne var ki, parti teşkilâtlarına gönderilen "Cumhurbaşkanı adayı anketi"nde sadece "birinci adam" ile "beşinci adam"ların ismi yer alıyor.
İşin dikkat çekici bir tarafı da şu: Erdoğan'ın dışındaki isimlerin ortak özelliği, "eşlerinin başı açık" olması.
İşte, Erdoğan’ın yanına listeye eklenmiş olan köşk adayı dört AKP’li: Beşir Atalay, Vecdi Gönül, Mehmet Aydın, Köksal Toptan.
Parti içinde muhtemel köşk adayları için bir "eğilim yoklaması" mahiyetini taşıyan bu anket çalışmasının, bize göre daha başka mesaj ve anlamları da var. Meselâ:
1) Partililere mesaj: Çankaya Köşküne, şayet hanımı başörtülü biri çıkacak ise, bu kişinin mutlak sûrette Tayyip Erdoğan'ın kendisi olması gerekir.
2) Partililere mesaj: Köşk adayı için, şayet "başı örtülü eş" engeli varsa, o takdirde Erdoğan'la birlikte partinin ilk beş adamından hiçbiri düşünülmemeli.
3) Kamuoyuna mesaj: Partimiz Cumhurbaşkanlığı seçiminde katı ve bağnaz bir tutum içinde değildir. Erdoğan dışındaki isimlere de olumlu bakıyor. Velev ki, başka siyasî eğilimden gelmiş veya eşlerinin başı açık olsa bile.
4) Kamuoyuna mesaj: Erdoğan'ın Köşk'e çıkmasına bir engel çıkması veya kendisinin istememesi halinde, Köşk'e çıkacak en uygun aday yine parti içinden seçilecek.
* * *
Anket çalışmasıyla ilgili diğer bazı gelişmeler de şöyle: Devlet Bakanı Mehmet Aydın, anketten haberdar olmadığını söyledi. Devlet Bakanı A. Şener "Anketler yönlendirme yapmadan, isimsiz yapılmalı. Köşk'e çıkacak kişinin parti içi anketlerle belirlenmesini doğru bulmuyorum" dedi. Ankette adı geçen Köksal Toptan ise, "Listede benim adımın geçmiş olması bile gurur verici" demekten alamadı kendini.
Şunun şurasında 30 günlük bir süre kaldı. Herşey, Başbakan Erdoğan'ın tavrını belirlemesiyle netliğe kavuşacak gibi görünüyor.
Bu sebeple, şimdiden bağlayıcı sözler sarf etmek, yahut köşeli yorumlarda bulunmak doğru olmaz. Sadece bazı tahminlerde bulunmak mümkün.
Şöyle ki: Cumhurbaşkanlığına ya Erdoğan'ın kendisi, ya da kendisinin uygun bulacağı bir isim aday olacak. Kendisi çıksa, partisi zaafa uğrayacak; zira, başka bir ismin "parti lideri" olma vasfını koruması çok zor. Köşke başkası çıksa, bu kez Erdoğan'ın kendisi gölgede kalır ki, bu da karizma ve prestij noktasından ona puan kaybettirebilir.
Yine de, gelişmelerin hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Parti ve manken
Şebnem Hanımdan sonra DYP'ye geçmek için başka sanatçı–manken hanımlar da girişimde bulunmuşlar. Ancak, üst yönetimin vetosuyla karşılaşmışlar.
Bize göre, parti üst yönetimi bu konuda haklı.
Zira, fazla manken Doğru Yol'u bozar. Kesin bozar.
"Fazla mal göz çıkarmaz" derler.
Ancak, fazla manken "Doğru Yol"dan saptırır.
Magazin medyasını saptırdığı gibi...
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Trabzon’dan okuyucumuz: “İçkinin dindeki yeri nedir? İçki âyetlerinden ilk inen âyetin hükmü kalkmış mıdır? Hazret-i Ömer ve Hazret-i Halid bin Velid Müslüman olduktan sonra içki içmişler mi?”
İçki kötülüklerin anasıdır. Bunda şüphe yok. Adı, maddesi ve malzemesi ne olursa olsun, aklı gideren ve sarhoşluk veren her türlü içki dînimizde haramdır.
Yaşanan birer ihtiyaç üzerine inen Kur’ân ayetlerinin, insanların kıyamete kadar aynı veya yakın problemlerde alacakları tavır ve davranışları düzenlemeye esas birer nüzul sebebi vardır. Âyetlerin sebeplere dayalı olarak nâzil olmaları, Kur’ân’ın hayatın içini ve özünü kucakladığının en açık göstergesidir.
Hiç şüphesiz içkiyi haram kılan âyetler inmeden önce içki kullanılıyordu. Çünkü henüz haram kılınmış değildi. Çünkü o insanlarda içki bağımlılığı Müslüman olmazdan öncesine dayanıyordu. Cenâb-ı Hak ise, Müslümanların önceki davranışlarını affetmiş ve günahlarını bağışlamıştır.
Bununla beraber, içkiyi haram kılan âyet öncesinde Müslümanlar içkinin ne iğrenç bir şey olduğunu kendi aralarında konuşur dururlardı. Meselâ bu dönemde Hazret-i Ömer’in (ra) defalarca, “Yâ Rabbi! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye niyazda bulunması bunun ilk göze çarpan ibretli örneklerindendir. Cahiliye devrinden beri kullandıkları halde, içkinin kötülüğünü yeni fark ediyor oluşları, Müslüman olduktan sonra ruhlarının aydınlanmaya, kalplerinin kemâlât mertebelerinde yükselmeye başladığının göstergesiydi.
İçkinin kademe kademe haram kılınması, nehyin algılanması ve yerleşmesinde müessir olmuş; Müslümanlar o cahiliye devri alışkanlığını bir anda bırakmışlar ve Allah’ın emrine boyun eğmişlerdir.
Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye teşrif ettiklerinde Medine’de içki içiliyor ve kumar oynanıyordu. Medineliler Peygamber Efendimiz’e (asm) içkinin hükmünü sordular. Peygamber Efendimiz de (asm) henüz Cenâb-ı Hak’tan bir hüküm gelmediği için sükût buyurdu. O esnada Hazret-i Ömer tekrar, “Ya Rab! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye duâ etti.
Bir süre sonra Cenâb-ı Hak, içki hakkında, “Günahı faydasından büyüktür”1 âyetini nazil buyurarak içkinin haram kılınmasına zihinleri hazırladı. Nitekim bu âyetten sonra bir kısım Müslümanlar içkiyi bıraktılar.
İçki hakkında ilk inen âyet budur.
Görüldüğü gibi bu âyette içkinin günahının faydasından büyük olduğu beyan ediliyor. Burada bir hükümden çok, bir tesbit söz konusudur. Bu gün de böyle değil mi? İçkinin günahı faydasından çok değil mi? Dolayısıyla ilk âyet zaten içkiyi—hâşâ—meşrû saymıyordu ki, hükmü daha sonra kalkmış olsun.
Hazret-i Ömer ile Halid bin Velid (ra) içki haram kılındıktan sonra içki içmemişlerdir. Zaten Halid bin Velid’in (ra) Müslüman oluşu içkinin haram kılınmasından sonradır.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Bizi kıran bir insan için, ‘Hasbünallahü ve nime’l vekil’ desek ve o kişinin başına bir olay gelse hakkına girmiş olur muyuz?”
Allah’ın bize her hususta yeterli olduğunu, bizim güç ve takatimiz üzerindeki işlerde vekilimiz bulunduğunu, Allah’a güvendiğimizi ve Ona dost olduğumuzu bu mübarek kelimeyle ifade ediyoruz. Bizi inciten birisine elimizle mukabele ettiğimiz takdirde zulüm ve haksızlık yapma riski ile yüz yüze geliriz. Çünkü adaleti tam sağlayamayız, şeytana uyar ve haddi aşarız. Bu durumda ise o bizim üzerimizde hak sahibi olur. Fakat Allah’a havale ettiğimizde böyle bir risk almaktan da korunmuş oluruz. Çünkü Allah adildir. Ona, yaptığının günahı kadar bir ceza verir. Bizim gibi haksızlık ve zulüm yapmaz. Dolayısıyla bizim için de kul hakkını ihlâl etmek gibi bir tehlike söz konusu olmaz.
Karşı tarafın başına gelen müessif olayda parmağımız varsa, günahkâr oluruz. Burada kul hakkı olur. Fakat parmağımız yoksa sadece Allah’a havale etmekle kul hakkı söz konusu olmaz.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 2/219
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Namus ve kamus |
|
“Kamus, namustur” diyen, boşuna söylememiş. Bu gün en büyük namussuzluk, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan kelimelerin ve kavramların içini boşaltmak daha doğrusu onlara yanlış anlamlar yükleyerek bir kavram kargaşası oluşturmaktır. Bu sinsî ve şeytanî taktiğin nihâî hedefi fikir ve düşünce karmaşası sağlayarak, insan fıtratına yerleştirilmiş kerim ve hakperestane olan doğruya, iyiye, güzele tarafgirlik hasselerini yanlışa yönlendirmektir. Bu mânâda kavram kargaşası en büyük ahlâksızlıktır, diyebiliriz.
Artık öyle bir kavram kargaşası oluşturuldu ki, kamuslara (sözlük) baktığımız zaman kavramlar tam aksi anlamlarla yüklenmiş durumdadır. Hani şu “diktatörlüğe cumhuriyet, azgınlığa hürriyet, haramiliğe işbilirlik, dindarlığa teröristlik, teröriste vatansever” demek gibi bir ihanet içindeyiz. Bu, sadece bizde değil, bütün dünyada maalesef böyle. Güncelleştirmek istemem, ama geçen gün okuduğum bir haber bu konuyu akla getirdi.
Haberlerin birinde, Danimarka’da Müslüman olan çocukların annelerinin ‘Kökten Dinciliğe Karşı Durma’ gibi bir dernek kurmalarından bahsediliyordu. Anlatıldığına göre, İslâma giren gençlerin aileleri, bu gelişmeyi terörist olma, radikal dinî hareketlere girme şeklinde yorumlamışlar ve neticede bir karşı hareket kampanyasına başlamışlardı.
Danimarka’daki muhalif organizasyonun şikâyetlerinin ne derece hakikat payına sahip olduğu hususu konumuzdan varestedir. Biz, işin kavramlar yönüne bakarsak daha sağlıklı yolda yürümüş oluruz kanaatimce. Çünkü bütün bunların temelinde bir kavram anarşisi yatmaktadır.
Sokrates’i bilirsiniz. Milattan önce 430’lu yıllarda yaşamış, Atinalı meşhur filozofu hemen hepimiz tanırız. Hz. İsa (as) ile aralarında neredeyse 900-1000 sene var gibi. Sokrat, insanın dikkatini tabiattan, afakilikten alıp insana, enfüsî daireye yönlendirmesiyle tanınır. Ahlâk felsefesi konusunda bu günkü İslâm ahlâkına benzer, hâlâ tazeliğini koruyan güzel teorileri var. Dünyanın faniliğinden tutunuz da insanın erdemli davranışına, adaletli olmaktan tutunuz da insanın kendi ruhunu öğrenerek gerçeği bulmasına kadar bir çok konuda kalıcı görüşlerin sahibidir. Talebeleri, etrafında saygıyla ondan ders alıyorlar. Ahlâka, bilgiye dair istifade ediyorlar. Öğrencileri öğrendikleri bilgiler ışığında yaşadıkları toplumun süregelen sefahetini değil, Sokrat’ın erdemlilik görüşlerini yaşamaya başlıyorlar. O zamanki putperest, şehvet düşkünü Atina’daki aileler, “Sokrat, çocuklarımızın ahlâkını bozuyor, gençlerimizi zehirliyor” diye mahkemeye başvurup cezalandırılmasını istiyorlar. Neticede Sokrat, duruşmalar sonunda suçlu bulunup baldıran zehri içirilerek idam ediliyor.
İşin en ilginç yanı, Sokrat’ın anlambilimciliğe ilk kapı açan, anlambilimcilik konusunda teori geliştiren ve insanların kavramlarla oynamasının ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ifade eden bir filozof olması.
Bugün ulusalcılık, milliyetçilik, çağdaşlık, vatanseverlik, gericilik, kökten dincilik, halkçılık başta olmak üzere yüzlerce önemli kavram öylesine bir karmaşa ve kaos içindedir ki insanlarımız konuşurken hangi kelime ile kime, neye taraftar veya muhalif olduğunu ifadeden aciz kalmaktadır. Olan da bütün bir insanlığa ve dünyamıza olmaktadır. Bu kaos ortamında insî ve cinnî şeytanlar kolayca at oynatmaktadır.
[email protected]
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Şart mıdır? |
|
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) yöneticileri, daha çok kadının TBMM’ye girmesi için başlattıkları kampanyanın tanıtımında, takma bıyıklar takıp “Meclis’e girmek için erkek olmak şart mı?” diye slogan atmış.
KA-DER kurucu üyesi Şirin Tekeli de halkın kadın milletvekillerine güvendiğini belirterek, “Siyasî partilere soruyorum. Kadınların önünü tıkamakta daha ne kadar ısrar edeceksiniz? Bu seçimlerde TBMM’de en az yüzde 10 kadın temsilci hedefini yakalayıp aşacağız” demiş. (Milliyet, 16 Mart 2007)
“Meclise girmek için erkek olmak şart mıdır?” şeklinde afiş basan KA-DER üyeleri, işin içine ‘mizah’ katarak, ‘bıyık’lı fotoğraflar da çektirmişler. KA-DER yöneticileri, sonradan üzerlerine bıyık ve kravat yapılan kadın fotoğrafları ile “Meclis’e girmek için erkek olmak şart mı?” mesajlarının bulunduğu ‘billboard/afiş’lerin şehrin en işlek yerlerine asılacağını, ayrıca gazetelerde de yer alacağını söylemiş.
Bu ‘haber’i aktardıktan sonra, geldik işin ‘püf’ noktasına: KA-DER’ciler, bu soruyu sormuşlar. Peki, şu soru hakkında ne düşünüyorlar: “Meclise girmek için başı açık olmak şart mıdır?”
Kadınların milletvekili olup olmaması, kadınların kendilerine “Fayda mı getirir, zarar mı getirir?” gibi tartışmalar ayrıca yapılabilir ve yapılmalıdır da. Ancak, kanunsuz başörtüsü yasağının devam ettiği bir yerde, “Meclise girmek için erkek olmak şart mıdır?” sorusu doğru olsa bile eksik bir sorudur.
KA-DER’ciler ya da benzeri şekilde ‘kadın hakları’nı savunanlar; sadece ‘başı açık olan kadınlar’ın hakkını savunmaktan vazgeçip, kıyafeti, inancı ve siyasî düşüncesi ne olursa olsun ‘kadın hakları’nı savunmadıktan sonra inandırıcı olamaz. Tahmin ediyorum ki, KA-DER yöneticilerinin arasında, “başörtüsü yasağı”nı haklı bulanlar vardır. Hemcinslerini, sırf başları örtülü diye ‘dışlayan’ bir anlayışla kadın hakları savunulabilir mi?
Tekrarlıyorum: “Başı örtülü kadınlar da milletvekili olsun” diye bir kampanya açmış değilim. Buna karar verecek olanlar, başı örtülü ya da açık olan hanımların kendileridir. “Dinen uygun olur mu, olmaz mı?” sorusunun muhatabı da ‘ilahiyat uzmanları’dır. Arzu edenler bu soruyu onlara sorabilir. Ancak, KA-DER ya da benzeri kuruluşlar, sırf ‘başı açık hanımlar’ın haklarını savunuyor görüntüsünden kurtulamadıktan sonra kadınlara meclis yolunu açmakta başarılı olamaz. Ne zaman ki, başı açık ya da tesettürlü bütün hanımların haklarını savunurlar, işte o zaman isimlerine uygun davranmış olurlar.
KA-DER’cilere teklif ediyorum: “Meclise girmek için erkek olmak şart mıdır?” sloganını, afişini, kampanyasını şu şekilde değiştirin: “Meclise girmek için erkek olmak ve ‘başörtüsü takmamak’ şart mıdır?”
Çünkü uygulamaya baktığımızda, Meclise girmek için ‘erkek olmak şart’ değil, fakat ‘başı açık kadın olmak’ şarttır! “Yok öyle bir şart” diyenlere, milletvekili seçilen başörtülü vekile yemin ettirilmemesi hadisesini hatırlatırız.
Soruyu tekrarlayalım: “Meclise girmek için ‘başörtüsü takmamak’ şart mıdır?”
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Andıç”lanmayanlar(!) |
|
Yine birileri bir şey karıştırmaya başladı. Yapanların dahi sahiplenemediği 28 Şubat postmodern darbesinin 10. yıldönümünde yapılan tartışmalar henüz sıcaklığını korurken, Genelkurmay tarafından gazetecilerin andıçlandığı haberi gündeme bomba gibi düşmüştü.
Nokta dergisi kapağında bir general şapkasının altında şöyle bir yazı yer aldı:
“28 Şubat’tan 10 yıl sonra Genelkurmay’dan yeni andıç… İki türlü gazeteci vardır: TSK karşıtları, TSK yandaşları…” Nokta dergisinin haberine göre, akretite olan gazetelerde çalışan yazarlardan 55 yazar “TSK yanlısı”, 33 yazar ise “TSK karşıtı…” idi.
“Demokrasi ayıbı” niteliğindeki “Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi” haberini aynı zamanda akredite de olan “çok satan gazeteler”in bir çoğu birinci sayfalarında haber dahi yapmazken, Genelkurmay’ın adlî soruşturma başlatmasını ön plâna çıkardılar. Bazı gazeteler ise, “bir yazarımız andıç yasaklı, üçü sakıncasızlar” listesinde diyerek, sözde “esprili gönderme” yapmakla yetindiler.
Deniz Baykal dışında, iktidar ve muhalefet partisi milletvekili “andıç”ı tenkit ederken, andıçlanan gazeteciler sert tepkilerini dile getirdiler. Andıç olayını “yılların yanlışı” olarak değerlendirdiler.
“Andıç” belgesi içerisinde bazı kesimlerin “İslâmcı basın” dediği gazete ve kanallardan hiç söz edilmemiş. Bunun sebebi ise, andıçın “akredite medya” için yapılmış olmasından kaynaklanması…
Şimdi bazıları çıkıp bu andıcın sahte olabileceğini söylüyor. Ancak, alışageldiğimiz, böyle haberler karşısında Genelkurmay hemen açıklama yapar, yalanlama yapardı. Açıklama yapıldı, ancak andıçın sahte olduğu ile ilgili değil, bunu sızdıranların bulunması için soruşturmanın başlatıldığı yönünde oldu.
Ama bu son andıçlama gösterdi ki, artık “andıçlanmayanlar” utanır oldu…
* * *
Namazdan rahatsız olmak
Bu konuya burada nokta koyarken, başka bir “ayıba” dikkat çekmek istiyorum.
Bütün bunlar konuşulurken, televizyon ve gazetelerin büyük çoğunluğunu elinde bulunduran bir gruba ait gazetelerdeki bir haber, belki okuyucuların gözünden kaçmıştır. Hiç de masum olarak göremediğim bu haberi okuduktan sonra kafamızda sorular uçuştu. “Yine neler oluyor? Bu haberler şimdi nereden çıktı? Bir mesaj vermek için mi yapıldı? Bu haber niye birinci sayfaya çıkarılmıştı?..”
Kafamızda bunun gibi onlarca sorunun oluşmasına neden olan bu bir iki cümlelik haber, “Düğün değil bayram değil, nereden çıktı şimdi” sorusunu da aklımıza getirdi.
İşte o haber:
“Ankara metrosunun Kızılay istasyonundaki mescitte Cuma namazı kılmak isteyenler koridorlara taşıyor. Her Cuma yaşanan bu manzara, halkın metroya biniş ve inişlerinde sorun yaratıyor. İstasyona sadece 600 metre uzaklıkta Avrupa’nın en büyük camisi olan Kocatepe camisi bulunuyor. 1 kilometre uzaklıkta yine büyük camilerden Maltepe camisi var. Ayrıca Kızılay çevresinde irili ufaklı onlarca mescid ve cami yer alıyor.” (Posta, 10 Mart 2007, 1. sayfa resim altı)
Aynı haber Radikal ve Milliyet gazetelerinin birinci sayfalarında da yer aldı. “Metroda namaz şov” olarak değerlendirilen haber, vatandaşın da büyük tepkisine yol açmıştı.
Peki, ne olmuş cemaat Cuma günleri mescitten taşıyorsa? Bunda yadırganacak ve rahatsızlık duyacak ne var?
Metro istasyonu içinde bulunan Şeyh Şâmil Camii Ankara metrosu yapıldığı günden bu yana ibadete açık. Resme bakıldığında namaz kılanların oradan geçen insanları engellediği de yok. Ayrıca hem Kocatepe, hem de Maltepe camileri Ankara’yı bilenler hatırlayacaktır, metroya yakın da değil. Hem yakın olsa ne çıkar? İnsanlar orada namaz kılmak istiyorlarsa kim karışabilir?
Bu gazetelerin “Cemaatin Cuma günleri mescitten taşıyor” olmasını niye hazmedemediklerini merak ettik doğrusu. İnsanların namazından ne istiyorlar?
* * *
Bir başka haber de 28 Şubat’ta tankların yürütüldüğü Ankara’nın ilçesi Sincan’dan geldi. “Bu ayıbı silin” veya “YouTube’yi bırak Sincan’a bak” başlıklı haberlerin altında, “Sincan’da bir parkta Mustafa Kemal’e hakaret içeren yazılar yazıldığı ve bu yazının aylarca kaldığı ve silinmediği” belirtiliyordu. Sincan Belediye Başkanı Hasan Altın, “yazının bir provokasyon” olduğunu, “art niyetli kişilerce yazılmış ve basın mensuplarına ihbar edilerek, haber yapılması ve Sincan’ı yeni başka yönlerle gündeme getirmeye çalışmışlardır” açıklamasını yaparken, haberi yalanlamış…
Bu konularda daha bir çok şey yazılabilir. Ancak bu haberleri okuyunca, 28 Şubat’ta olduğu gibi, “Yoksa birileri yine bir yerlerden düğmeye mi bastı” hissi uyandırdı. Yoksa “yeni oyunlar mı sahneye konulmak isteniyor” diye düşünmeye başladık.
Ancak bu oyunlara kalkışanlara en güzel cevap, 10 yılın ardından 28 Şubat sürecini sahiplenmeyenleri hatırlatırız. Çünkü, artık halkımız bu tip tezgâhlara prim vermiyor.
Bu haberleri okuyup da bunların akıllara gelmemesi mümkün mü? Bizim de aklımıza geldi işte…
Sizce de öyle değil mi?
17.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|