Suna DURMAZ |
|
Aydınlık dolu yarınlar İçin Türk-Arap kardeşliği |
Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır Milletler için işte kıyâmet o zamandır. M. Âkif Ersoy
Türkler ve Araplar İslâm dinine müntesip olmanın yanı sıra, yüzyıllardır aynı coğrafyayı, aynı tarihi ve aynı kültürü paylaşan iki necip millettirler. İslâm ümmetinin bu iki büyük unsurunun bir araya gelmesi, geçmişte olduğu gibi, müstakbelde de insanlığa huzur ve refâh getirecektir biiznillah. Tarih sayfalarına dönüp baktığımız zaman, atalarımız olan Selçuklu Türklerinin (Kürtler de dahil), yine asılları Türk olan Memluklüler ve Arap kardeşleriyle omuz omuza vererek Haçlılar, Moğol ve Tatarlar gibi müthiş istilâcı kuvvetleri Ortadoğu’dan kovduklarını görürüz. Ecdadımızın Arap kardeşleriyle beraber sergilemiş oldukları bu vahdet ve tesânüd, istilâcı kuvvetlerin korkulu rüyası olmuştur yüzyıllarca. Bu yüzden, zâlimlerin önünde iman kalesi oluşturan Arap ve Türk milletinin arasına fitne sokmak için ellerinden geleni ardlarına koymamışlardır. Neticede, kurulan tuzakları göremeyip emperyalist Batının yakmış olduğu “hamiyyet-i câhiliyye” ateşine düşen Türk ve Arap milleti, “Ümmet” gibi kudsî bir beraberliği bırakıp, “Turancılık ve Arapçılık” gibi dünyevî ideolojiler cerayânına kapılarak kuvvetlerini yitirmişlerdir. Kuvvetten düşünce de, yüzyıllardır beraberce yaşadıkları öz yurtlarının üzerine nâmahrem çizmelerin basmasına karşı koyamamışlardır. Böylece, tabiî servetlerini, daha da önemlisi yüzbinlerce evlâdını kaybetmişlerdir. “Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider.” (Enfal Sûresi 46. âyet). Ancak, Allah’ın rahmet ve inâyeti ile yavaş yavaşta olsa gaflet uykusundan uyanmaya başlayan Arap ve Türk milleti, aralarındaki buzdan duvarları muhabbet ve uhuvvetin sıcağıyla eritmeye başladılar hamd olsun. Artık, biz Araplara “Pis Araplar! İngilizlerle beraber olup bizi arkamızdan hançerleyen hâinler!” demiyoruz. Onlar da bize, “Bizi sömüren kuru kafalı Türkler” demiyorlar. Artık,” Ayrılığımız uzun sürdü canım kardeşim!” diyerek gönülden sarılıyoruz birbirimize. Bu hal, Üstad Bediüzzaman’ın geleceğe umutla bakıp “Ümitvâr olunuz; şu istikbal inkilabı içinde en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır” müjde dolu sözlerinin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor. Son yıllarda “İslâm Birliği” temeli atılması yolunda güzel gelişmelere şahit oluyoruz. Bu güzel gelişmelerin siyasî oyuncuları olsa da, İlâhî kader kalemi İslâm ümmeti için çok güzel şeyler yazıyor. Türk ve Arap milleti bedenindeki yaralar sarılıyor; acılar unutuluyor ve ayrılık hasreti sona eriyor. Ve “Külli âtin karib” sırrınca, zafer “geliyorum” diye bize el sallıyor. Sakın kader deme; kaderin üstünde bir kader vardır Ne yapsalar boş; göklerden gelen bir karar vardır Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır (Sezai Karakoç)
Stratejik işbirliği ve stratejik derinlik Türk-Arap birliğini sağlama bakımından önemli bir toplantı olan “Türkiye-Körfez İşbirliği (KİK) Yüksek Düzey Stratejik Diyalog İkinci Dış İşleri Bakanlığı Toplantısı” 17 Ekim tarihinde Kuveytte yapıldı. Körfez Ülkeleri Birliği ve Türkiye arasında Ticaret ve Yatırım, Gıda güvenliği, Ulaştırma ve İletişim, Kültür, Sağlık, Eğitim, Çevre dallarında işbirliği yapma mutabakatına varıldı. Körfez Ülkeleri, uluslar arası platformlarda Türkiyeye diplomatik destek vereceklerini, Türkiye’nin İslâm Konferansı Teşkilât Başkanlığını yürütmesini arzuladıklarını, ayrıca, 2014 yılında yapılması planlanan İslâm Ülkeleri Toplantısı’nın Türkiyede yapılması teklifini desteklediklerini açıkladılar. Kuveyt medyasının toplantıya gösterdiği ilgi büyüktü. Haber analizlerde, Türkiye’nin Körfez ülkeleri için stratejik öneme sahip bir müttefik olduğu,son yapılan anlaşmalarla Türkiye’nin Körfez ülkelerine olan 20 milyar dolarlık ticaret hacminin daha da büyüyeceği özellikle vurgulandı. *** Bildiğiniz gibi Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı önemli bir kitabı var. Bu kitap, son yıllarda izlenen Türk dış siyasetinin el kitabı hükmünde. Katar’da bulunan El-Cezire Stratejik Araştırmalar Merkezi kitabın Arapçasının tanıtımı için bir program yaptı. Bir gün öncesinden reklâmı yapılan toplantı el-Cezire Mübâşir kanalından canlı olarak yayınlandı. Programa konuşmacı olarak katılan Ahmet Davudoğlu, Arap aydınlara Türk Dış Siyaseti ve bu siyaseti belirlemekte etkin rol oynayan “Stratejik Derinlik” adlı kitabını tanıttı. Güler yüzü ve samimiyeti ile ilgi çeken Davudoğlu “Demirperde Berlin’de değildi. Demirperde Suriye ile bizim aramızdaydı ve biz bu perdeyi yırttık” dedi. Ahmet Davudoğlunun “Sudan’da 1917 yılına kadar hutbeler Osmanlı Halifesi adına okundu. Biz bunu unutur muyuz! Uluslar arası şartlar Araplarla Türkleri ayıramaz. Birlikte yaşadık. Kıyamete kadar da birlikte yaşayacağız. Hepimiz Bağdatlıyız. Şamlıyız, Kahireliyiz, Halepliyiz ve İstanbulluyuz” sözleri ise alkışlarla karşılandı. ‘’Türk Arapsız yaşayamaz; kim ki yaşar der, delidir Arabın, Türk hem sağ gözüdür, hem sağ elidir’’ M. Âkif Ersoy 27.10.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Hayat dersleri (2) |
Hepimizin vardır önyargıları. Yeni tanıştığımız bir kimseye uzaktan bir bakış atar; görüntüsüne göre değerlendiriveririz hemencecik. Kafamızda peşin hükümler sıralanırken art arda, kalıptan kalıba sokarız jest ve mimiklerini, hal u etvarını. Hakir görürüz bir anda onu o yapan her şeyi. Günlerden bir gün çarşıya gitmek için minibüse binmiştim. Birkaç durak sonra yaşlı bir kadın bindi minibüse. Saçları bakır sarısına boyalıydı. Pembe ruju yapay bir güzellik katıyordu yüzüne. Altmış yaşlarında olmalıydı. Gözüme çarpar çarpmaz, hakkında kötü düşünmeye başladım nedense. Yaşına başına bakmadan nasıl da süslenmiş, diyerek içten içe ayıpladım. Ancak, içeri adımını atan kadıncağızdan gayet sesli bir Besmele duyunca büyük bir şaşkınlığa uğradım. O an hissettiğim tek şey sadece koca bir utançtı! Ben, adımlarını Besmelesiz atan zavallı biriydim; üstüne üstelik farkında olmadan Allah’ın adını kendisine vird edinmiş, O’nun ismine sığınmış, O’nun mülkü olduğunu ilân eden bir kulu beğenmeyerek küçümsüyordum. Yutkundum. Aldığım nefes beni boğuyor gibiydi. O gün bir söz verdim kendime; düşüncelerimle olsa dahi insanları yargılamayacaktım… *** Geçenlerde, liseden bir arkadaşımın üniversiteyi kazandığı haberini aldım. İlk başta büyük bir hayret kapladı bütün benliğimi. Bizler liseden mezun olalı koskoca beş yıl geçmişti. O ise, ilerleyen yaşına ve zamana aldırmadan topladığı cesaret ve özgüveniyle sınava hazırlanmış, nihayetinde muvaffak olmuştu. Montesquieu’nun o güzel sözü geldi aklıma: Dünya üzerinde en güçlü silâh ateşlenmiş insan ruhudur. Hakikaten de, insan gerçekten, ama gerçekten istediğinde, zamanı ve mekânı umursamaksızın her şeyi yapabiliyor. Zaten bu irade ve bilinçle yaratılmış olması, ona bu özelliği kazandırıyor. Bütün esmayı bünyesinde barındırması ve bütün kemalata müstaid olması boşuna değil. Renkli kalemlerle Montesquieu’nun sözünü yazıp odamın duvarıma astım. Gelip geçtikçe okuyor, zihnime nakşediyor ve kalbime güç vermesini diliyorum. *** Kardeşlerim ve ben bir sürpriz yaparak birkaç ay önce anneme bir muhabbet kuşu aldık; ismi Şükür. 3 aylık bir yavru. Haliyle evimizin en küçüğü, neşesi, maskotu oldu... Yanına gidip konuşuyor, sohbet ediyor, gününün nasıl geçtiğini soruyoruz. Onunla muhabbet ederken adeta kendisinden geçiyor, gözlerini açıp açıp kapatıyor, mayışıyor durduğu yerde. Her canlı gibi ilgiden o da anlıyor ve memnun kalıyor. Şükür, gözlerini kırpıştırıp gevşerken, kirpikleri olduğunu fark ettim. İncecik, kısacık ve narin mi narindi. Dikkat edilmediği takdirde hiç anlaşılmayacak bir ayrıntıydı. Dünyaya yeni bir şey kazandırmış gibi heyecanla anneme seslendim: “Annee, Şükür’ün kirpikleri var!” Her mahlûkatı özene bezene yaratan Rabbim san'atını en mükemmel şekilde onun üzerinde de göstermişti. Esma-i İlâhiye sonsuz güzellikleriyle uzanıyordu önümüzde. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Kime benziyor? |
Çocuğunuza davranışlarınız konusunda sık sık pişmanlık duyuyor musunuz? Neden onu çok fazla uyarıyorum, neden ona çok bağırıyorum, aslında o kadarını da hak etmiyor, sonuçta o bir çocuk, tabi ki yerinde duramadığı zamanlar da olacak… Peki, ben ona karşı neden diğer çocuklarımdan daha sabırsızım diyor musunuz? Neden ona daha çok kızıyorum? Ve niye en çok ona öfkeleniyorum diye kendinize sık sık sorduğunuz oluyor mu? O uyurken başucunda pişmanlıktan ağladığınız halde, Ertesi sabah her şey aynı şekilde tekrarlanıyor mu yeniden ve yeniden? Peki, o zaman sizce aşağıdaki sorunun bir anlamı olabilir mi? Ya da bu sorunun cevabı sizin de cevabınız olabilir mi? “Çocuğunuz kime benziyor?” Ona bakarken kimi görüyorsunuz? Hayatınızdaki insanlardan en çok kimi hatırlatıyor? Ona sık sık kime benzediğini söylüyorsunuz? Onu benzettiğiniz kişiyi seviyor musunuz? Ya da onu benzettiğiniz kişiye dair geçmiş yaşantılarınız nasıl? Çocuklarımıza nasıl davrandığımız söz konusu olunca bunun birçok sebebi olabilir. Kendi çocukluk anılarımız, anne babamızı bir model olarak alışımız ve anne baba olmaya hazır oluşumuz gibi faktörler, onlara olan davranışlarımız üzerinde oldukça etkilidir. Anne baba olmayı ilk önce kendi ailemiz içinde öğreniriz. Hiç farkında olmadan zihnimize yerleşen anne baba kalıplarını zamanı gelince biz kendi çocuklarımıza uygularız. Ailemizde en çok kızdığımız davranışları yaparken bile bulabiliriz kendimizi? Kendini suçüstü yakalamak gibi bir şeydir bu… En çok kızdığın ve en çok yaralandığın davranışı yaparken bulursun kendini? İnsan ne garip bir sonuçtur. Ne bilinmez bir sebeptir… Kendimiz anne baba olmadığımız sürece de bu yanımızı hiç keşfedemeyiz aslında… Anne baba olduktan sonra çocuğumuza karşı davranışlarımızı belirleyen en çıkmaz, en adı konmamış sokaklardan biri de, Onu kime benzettiğimizle alâkalıdır… Başlangıçta belki size anlamsız gibi gelecektir, ama bazen öyle bilinçaltı süreçler davranışlarımıza yön veriyor ki, insan bunu bilinçli hayatında asla fark edemiyor. “Neden böyle davranıyorum, niye hep ona karşı sabırsızım, ona tahammülüm neden daha az?” diye sorup dururuz kendimize… Bazen onun bunu hak ettiğini, zor bir çocuk olduğu, söz dinlemediği için daha çok uyardığımızı, daha çok söylendiğimizi ve bağırdığımızı düşünürüz ve buna zamanla kendimiz bile inanırız. Uyardıkça yaramazlığı ve söz dinlememesi de artar. Sanki olumsuzluk olumsuzluğu pekiştirir. Bizim bile fark edemediğimiz durumu, sanki o hisleriyle fark eder. Sanki adını koymaktan kaçındığımız duygumuzu hisseder, hırçınlaşır ve öfkelenir. Ve ne zaman ki bir çocuk hırçınlaşır ve öfkeli davranışları artar, işte o zaman daha az sevildiğini hissediyordur. Sanki anne babasının gözlerinde kendisi değil de, benzediği kişiyi gördüklerini sessizce fark eder. Çocuğumuzdaki bazı davranışları, bazı mizaç özelliklerini hayatımızdaki sevmediğimiz insanlara benzetebiliriz. Sanki onun davranışlarında diğerini seyrediyor gibi oluruz. Bazen de kendimizde hoşlanmadığımız ve bir türlü de bırakamadığımız taraflarımızı onda görürüz. Bu da ona daha tahammülsüz ve sabırsız olmamıza yol açabilir. Asıl öfkelendiğimiz o olmadığı halde, içimizdeki çözülmemiş onca sorunun cevabını ondan bekleriz, ona sorarız. Çocuğumuzla aramızdaki ilişki çıkmaz bir sokağa dönüşür. Ona yakın olmayı isteriz, ama beceremeyiz. Arada öfkenin beslediği hesaplar gizlenir. Sisli olduğu için adını koyamayız, öyle olduğunu kabul de etmeyiz. Ama bir itiraf etsek ve önce kendimize bir söyleyebilsek… En azından ona neden daha fazla kızdığımızın farkına varacağız. Ve aslında onunla hiçbir ilgisi olmadığını göreceğiz. Olumsuz davranışlarıyla ona kızmamızı hak ettiğini düşündüğümüz birçok durumun, aslında bizim davranışlarımıza bir tepki olarak geliştiğini de fark edeceğiz. Kime benziyor olursa olsun, o bizim bir parçamız ve o bize verildi. O bizim çocuğumuz, o bizimle büyüyecek ve bizi taklit ederek anne baba olmayı öğrenecek… Örnek aldığı kişi de sadece anne babası olacak… 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Rahmet yüklü bulutlar |
“O Rabbin ki, yeryüzünü size bir döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. Gökten de bir su indirip onunla türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık çıkardı. Öyleyse bile bile Allah’a eş ve ortak koşmayın.” (Bakara Sûresi: 22) “Rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen de O’dur. Biz gökten de tertemiz bir su indirdik.” (Furkan Sûresi: 48) “O Allah ki, gökten belli bir ölçüde su indirir. Sonra onunla ölmüş bir beldeyi diriltiriz. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız.” (Zuhruf Sûresi: 11) Kur’ân-ı Kerim, gözümüzün önünde cereyan ettiği halde, ülfet ve ünsiyetten dolayı göremediğimiz bir çok hakikati nazarımıza sunuyor. Basit ve sıradan telâkki ettiğimiz mu’cize olaylara dikkatimizi çekiyor. Bahsi geçen âyetler gibi nice âyet başımızın üstünde dolanıp duran rahmet yüklü bulutlara, yağan yağmur ve karlara bakmamızı emrediyor. Allah namına olan bu bakış hem ilim, hem de tefekkür ibâdeti oluyor. Kâinata ve olaylara mânâ-yı harfiyle, yani Allah hesabına bakma alışkanlığını bizlere kazandıran Bediüzzaman Hazretleri, bulut ve yağmurlara da bu nazarla baktırır. “Zemin ile asuman ortasında muallâkta durdurulan bulut, gayet hakîmâne ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti, yani yaşamak ateşinin şiddetini tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir.” (Şuâlar: 175) Okyanuslardan, deniz, nehir ve göllerden semâya yükselen su buharı, muhtelif isimlerdeki bulutları oluşturur. Stratus, Cumulus ve Sirrus tipli asıl bulutlarla, bunların bileşenlerinden oluşan yüzlerce bulut türleri ortaya çıkar. Yeryüzünden ve çöllerden atmosfere yayılan toz partiküllerinin yanı sıra, denizlerden yükselen buharlaşma içindeki tuz kristallerinin çekirdekliğini yaptığı yağmur damlacıkları, tıpkı ana rahminde bir çocuğun yaratılması gibi, bulutların içinde Yüce Kudret tarafından yaratılır. Soğuk havanın etkisiyle yoğunlaşan yağmur taneleri, belli bir ölçü ve nizam dahilinde yeryüzüne inmeye başlar. Aynı elektrik yüküne sahip buluttan aşağıya inen yağmur taneleri de aynı elektrik yüküne sahip olduğundan birbirlerini iterler. Allah’ın koyduğu bu kanun gereği, tanecikler birbirine çarpıp birleşip zararlı kütleler haline gelemezler. Hem her birisine vazifeli melekler tarafından onların fıtrî tesbihleri, melek diliyle Allah’a takdim edilir. Semâdan yere düşen her cisim, yerçekiminin tesiriyle düştükçe düşme hızı artarken, havanın kaldırma kuvveti denilen başka bir İlâhî kanunla yağmur tanelerinin hızı dengelenir ve terminal hız denilen sabitleşmiş bir hızla yeryüzüne düşerler. Böylece hiçbir şeye zarar veremez hâle getirilirler. Onunla yeryüzündeki bütün bitkiler canlanır, insan ve hayvanların ihtiyacı karşılanır. Rahmete vesile olduğu için yağmura “Rahmet” denilir. “Demek, bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahim’in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle ‘İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da O’dur’ âyetini maddeten tefsir ediyor.” (Şuâlar. 179) Yeryüzünün yüzde yetmişini okyanuslar ve denizler teşkil eder. Tıpkı insan vücudunun yüzde yetmişi su olduğu gibi. Tuzlu su olan denizlerden atmosfere yükselen su buharı, yağmur şeklinde yeryüzüne indiğinde tatlı su olur. Sanki, semâda bir su arıtma tesisi varmış gibi. Ne kadar hayret verici bir durumdur bu! Suudi Arabistan ve İsrail gibi suyu kıt memleketler çok büyük masraflarla deniz suyunu içilir hâle getirmeye çalışıyorlar. Allah (cc) hiç masrafsız bize arıtılmış tertemiz bir su gönderiyor. Buna şükretmeyecek miyiz? Her saniye yeryüzünden semâya on altı milyon ton su buharı yükseliyor ve aynı miktarda semâdan yeryüzüne yağmur indiriliyor. Öyle bir sistem ve denge kurulmuş ki, bütün insanların aklı tek bir akıl olsa, bu nizamın bütününe akıl erdiremezler. Bu muhteşem nizama ve o nizamı kuran Yüce Kudret’e hayran olmayacak mıyız? “Allahü Ekber” diyerek O’na olan minnettarlığımızı ve kulluğumuzu arz etmeyecek miyiz? Evet, imanı sayesinde hakikî insan olan mü’minler, etrafında cereyan eden olaylara ve varlıklara bu gözle bakarlar ve o sonsuz kudretin sahibi olan Allah’ın huzurunda huşû ile secdeye kapanırlar. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Başkalaşan asrın başkalaşan insanları |
Çoğu zaman düşünür insan… İçinde bulunduğu ânı, geçmiş zamanı veya geleceği… Bu düşünceler bir nevî fikrî seyahatlerdir. Daha önce anlayamadıklarını anlatır, yeni bir şeyler öğretir, yol gösterir. Hepimiz çocukluğumuzdan bu yana geçen zamanı bir düşünsek, her şeyin akıl almaz bir şekilde nasıl değiştiğini hayretler içinde seyrederiz. Kullanılan cihazlardan tutun da giyilen kıyafetlere kadar her şey başkadır. Biraz daha derin düşündüğümüzde, bu değişimin sadece maddî anlamda olmadığını, manevî olarak da insanların düşünce ve görüşlerinde değişiklikler olduğunu müşahede ederiz. Annemle babamın evlenirken aldıkları eşyaları, yakın bir zamana kadar hâlâ kullandığımızı hatırlıyorum. Eskiden eşyalar ömürlük alınırdı ve eşyaya dahi vefa duygusu vardı. Günümüzde ise sırf “modası geçti” diye birkaç yılda bir eşya değiştirmek âdet oldu. Vefa, saygı, şefkat gibi duygular insanlar arasında bile o kadar azalmışken, eşyaya vefa nasıl beklenir ki? Bir zamanlar, o vefalı, saygı ve sevgi dolu nezaketli insanların sıcacık evlerinde ağırlanan aziz misafirler olurdu. Dinî bahisler açılır, kıssalardan hisseler alınır, birbirlerinin hâli hatırı ve bir derdi olup olmadığı öğrenilir, bir sıkıntısı ya da üzüntüsü olan varsa ona çözüm yolları bulmaya çalışılırdı. Evin eşyasına, ev sahiplerinin o gün ne giydiğine, ne ikram ettiğine bakılmazdı. Ev sahibi de gayet memnun ve huzurlu olurdu. O küçücük evlerin bacalarından çıkan dumanlar dahi evdeki muhabbeti, uyum ve ahenk içinde gökyüzüne yansıtırdı. Şimdi dostluklar ve komşuluklar o kadar maddîleşmiş ki, sırf gösteriş uğruna evler lüks eşyalara boğulurken, yine gösteriş uğruna misafirin yiyemeyeceği kadar envaî çeşit ikramlar sunuluyor. Evin eşya ve konforu, ev sahiplerinin kıyafetleri ise misafirler tarafından inceden inceye süzülerek bir nevî sınavdan geçiyor. Konuşulan belli başlı konuları ise; para, araba, ev, eşyalar, kıyafetler oluşturuyor. Bu arada çocuklu misafirler ise, çocuklarının özel okullarına ve kurslarına ne kadar para döktüklerini, aslında çocuğunun çok zekî olduğunu, fakat öğretmenlerinin haksızlık ettiğini uzun uzadıya, ballandıra ballandıra anlatmaktan geri durmuyorlar. Gösteriş ve şatafat dolu konuşmalar sona erince de “Eh geç oldu, biz artık kalkalım” deniyor ve ev sahibin sırtından da büyük bir yük kalkmış oluyor. Bize “hayır ve hasenatta yarış”ı öğreten ve teşvik eden inancımıza muhalif olarak, günümüz insanının şatafatta, gösterişte, parada ve güçte yarışması ne kadar garip. Daha garip olanı da, dininin gereklerini tam yaşayan olarak bilinen insanların da bu yarışa kendini kaptırması. Onlara göre “Zaman bunu gerektiriyor, lüks yaşamayı en çok dindarlar hak ediyor! Hem herkes böyle, geri kalamayız! Bu piyasa adamı yutar!” Değişen zaman üzerine yaptığım bu fikrî seyahatin sonu nereye çıkacak diye ilerlerken, birden Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü, yol gösteren bir tabelâ gibi karşıma çıktı: “Ey nefsim! Deme ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle şarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor.” Bu sözler seyahat esnasında gördüğüm olumsuz tablolardan incinen ve üzülen kalbime bir ilâç, bir teselli oldu. Düşündüm ki, zaman ve insanlar değişti diye, ölüm ve kabir hakikati değişmiyor. Kefen hep aynı; başka modeli, değişik renk ve deseni yok. Tabut hep aynı, daha konforlusu, gümüşü-altını yok. Sonuçta herkes ölüm ile yüzyüze gelecek. “Şu olmazsa olmaz, bu eksik kalırsa olmaz! El âlem ne der sonra?” düşüncesini bırakıp, “Allah bizden ne istiyor? Ölüm geldiğinde, kabre girdiğimde ne yaparım? Yarın Hakk’ın huzura vardığımda ne derim?” şeklinde düşünmek, bize hayat yolculuğumuzda istikamet üzere olmamızı, imtihanı en güzel şekilde verenlerden olmamızı sağlayacaktır. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kurban üzerine |
“Kurban” rumuzlu okuyucumuz: “Kurban kesmenin fazîletleri nelerdir? Kurbanlık alımlarında nelere dikkat etmeliyiz? Hangi cins hayvanlar kurban edilir? Kurban çift ortaklı değil, tek ortaklı olur deniyor. Doğru mudur? Kurbana engel kusurlar nelerdir?”
Kurban, sözlükte yaklaşmak demektir. Dînî bir terim olarak ise kurban, belirli şartları taşıyan bir hayvanı Allah’a yakınlık sağlamak ve ibâdet niyetiyle usûlüne uygun olarak boğazlamak demektir. Kurban bayramında kurban kesmekten maksat “et yemek”, “konuya komşuya et ikrâm etmek”, “fakire fukaraya et yedirmek” değil; kurban kesme yoluyla ibâdet yapmaktır. Bu bir ibâdet şeklidir. Bu ibâdeti yaptıktan sonra kurbandan elde edilen et elbette israf edilmez; İslâm dîninin şefkatli emriyle, ibâdetin ikinci perdesi olarak, kesilen et israf edilmeden aile fertleriyle, konu komşuyla, fakir fukarayla tüketilir ki, bu da bu ibâdeti lezzetli kılan diğer bir fasıldır. Kurban kesmek bir ibâdet olduğundan, kurbanı ibâdet niyetiyle kesmeliyiz. Çünkü emir vardır. Dînî hükümlerin illeti, yani özdeki sebebi emirdir. Üstad Bedîüzzaman’ın da işâret ettiği gibi, ibâdetlerin “taabbüdîlik” ciheti, yani emr olduğu için yapılması ciheti her zaman, hikmetinden daha öncelik taşır.1 Kurban kesmenin illeti, yani özdeki sebebi emirdir. Hikmetlerinden bir kısmı ise, et yemek, et ikrâm etmek, konu komşu arasında kaynaşmayı temin etmek, fakiri fukarayı sevindirmek, kardeşlik bağlarını güçlendirmek... vs. olabilir. Bilemediğimiz başka hikmetler de olabilir. Aklımız var diye her ibâdetin her hikmetini bulup çıkarmaya kendimizi zorlamamıza çoğu zaman gerek de yoktur. Aslında hikmet arayışlarını abartırsak, bundan, emre karşı bir güvensizlik de çıkar. Hikmetini anlayamadığımız ibâdetler için aklımızla hareket edip, o ibâdeti yapmamaya kendimizi yönlendirmemiz doğru olmaz çünkü, Allah’a bağlılığımıza zarar verir bu. “İbâdet” olarak kurban kesmek konusunda Kur’ân’ın açık emri vardır, Peygamber Efendimiz’in (asm) açık uygulamaları vardır. “Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.” 2 âyetinin namazı da, kurbanı da “Rabb’in için” yapmayı emredişi apaçık bir ibâdet çağrısıdır. Bu âyet vücub, yani gereklilik ifâde ediyor. Bunun mezhepler lisânında adı, Hanefî mezhebinde vâcip, diğer mezheplerde sünnet-i müekkededir. Demek kurban kesmek farz değil; ama en azından sünnet-i müekkede hükmünde bir ibâdettir. Hazret-i Âişe vâlidemiz (ra) bildirmiştir ki: Peygamber Efendimiz (asm), “İnsanoğlu kurban kesme gününde Allah katında kan akıtmaktan daha makbûl bir amel işlememiştir. O kurban, kıyâmet günü boynuzları, kılları ve çatal tırnakları ile aynen gelecektir. Çünkü kan yere düşmeden Allah’ın kabûl mahalline düşmektedir. Artık kurbanlarla gönlünüz hoşnut olsun” buyurdu. Bir diğer rivâyette Peygamber Efendimiz (asm): “Kurban kesen için her kıl karşılığında bir sevap vardır” buyurmuştur.3 Beş cins hayvan kurban edilir: Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Bu hayvanlardan başka hiçbir hayvan kurban niyetiyle kesilmez. Et niyetiyle yapılan kesimler konumuzun dışındadır. Koyun veya keçi sadece bir kişi için kesilir. Sığır, manda ve deve ise yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edilebilir. İmkânlar nispetinde ortak sayısının az olması daha faziletlidir. Fakat çift ortakla kesilmez tarzında bir hüküm yoktur. Yedi kişiye kadar, duruma göre tek veya çift ortaklar bir araya gelip sığır, manda veya deve cinsinden bir hayvanı kurban edebilirler. Ortaklar eşit paylaşmalı ve hepsi de kurban niyetiyle kesmiş olmalıdır. Birisi et almak niyetiyle ortaklığa girmiş olsa, diğerlerinin amelini de iptal eder. Koyun ve keçi bir yaşını doldurmuş (iki yaşından gün almış); sığır ve manda iki yaşını doldurmuş (üç yaşından gün almış); deve de beş yaşını doldurmuş (altı yaşından gün almış) olmalıdır. Bunlardan koyun, bir yaşındakiler kadar semiz ve gösterişli olmak kaydıyla altı aylıktan sonra kurban edilebilir. Kurban edilecek hayvan kusursuz ve besili olmalıdır. Kötürüm derecesinde hasta, yürüyemeyecek kadar zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, kulakları, boynuzları, kuyruğu, dili veya memesi kökünden kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş hayvanlar kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal, deli, zararsız olmak şartıyla biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya biraz yırtılmış olmasında bir sakınca yoktur.
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 385. 2- Kevser Sûresi, 108/2. 3- Tirmizî, Kurban, 1. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kimin safında yer alıyoruz? |
Kıyametin dehşetli bir zaman dilimi içinde olduğumuz, 5. Şuâ’dan anlaşılıyor. Ahirzamanın dehşetli şahıslarının da çıkmış olduğunu, yine bu Şuâ’dan biliyoruz. Acaba biz kimin yanında, kimin safında yer alıyoruz? Geçmiş çağları, çağı ve istikbali doğru okuyan ve doğru yorumlayan Bediüzzaman, “Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm” 1 der. Öyle ise, deccalı övenler ve muhabbet besletenler; Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebiyle temelden çatışır, çelişir. Zira, İslâma, maneviyata, dine, dindarlara yapılan bütün hücumlar, engellemeler, yasaklar deccal adına ve onun getirdiği sistemle yapılmıyor mu? Deccalın mahiyetini anlamak ve anlatmak, insanları onun tuzağından kurtarmak bizatihî hizmettir! Sonuç hapis ve idam olsa bile! Zira Bediüzzaman “..onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur”2 demiştir. Bu zamanın hizmet stratejisini bir müceddid olarak Bediüzzaman Said Nursî çizdiğine göre; söz onundur, hizmet metodunu, prensibini de o belirleyecektir. O, 5. Şuâ ile ilgili şunu da söylemiştir: “Risâle-i Nur’un en mahrem parçaları (5. Şuâ vs.), en nâmahremlerin ellerine geçmek ve en mütekebbirlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için sırran tenevveret perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mesele küçültülmek isteniyordu. Fakat nasılsa bildiler ki, mes’ele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dikkat ise Risâle-i Nur’un parlak fütuhatına ve düşmanlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar.” 3 “Bakarsınız, sizin hoşlanmadığınız birşey, hakkınızda hayırlı olur.” 4 Acaba, deccalı övenlere, mahiyetini saklayanlara, onu İslâm kahramanı gibi göstermeye çalışanlara maddî-manevî yardım etmek, destek vermek; İslâma mı hizmet eder, yoksa deccala mı? Bir Nur Talebesi, asla ona taraftar olamaz. Onun sevgisini yayamaz, yaygınlaştıramaz. Zira, Risâle-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onun meslek ve meşrebini de muhafaza etmektir.
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 514.; 2- Şuâlar, s. 298-299.; 3- Şuâlar, s. 287.; 4- Kur’ân, Bakara, 216. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Muhtelif konular |
Ahtapotun ölümü
Paul ismi verilen meşhûr "kâhin ahtapot"un öldüğü haberi geldi. Son Dünya Kupasındaki maç sonuçlarını tahmin ettiği ileri sürülen Paul, acaba kendi ölüm tarihini tahmin edebildi mi? Bu hususla ilgili henüz bir açıklama yapılmadı.
Siyasette hareketlilik
Aynı gün içinde bağımsız bir milletvekilinin AKP'ye geçmesi ve bir milletvekilinin de bu partiden istifa etmesi, siyaset âleminde pek yakında başlayacak olan yeni bir hareketlenmenin habercisi gibi. 6–7 ay sonra genel seçim var. Partilerin ve adayların, bu seçime endeksli birtakım hesap ve beklentilerinin olması gayet normal. Dolayısıyla, siyaset arenasında hızı giderek artan, hatta bazıları için son derece şaşırtıcı görülebilecek olan bir hareketlilik söz konusu. Numan Kurtulmuş'un yaklaşık bir hafta sonra ismini ilân edeceği yeni partisinin kuruluşuyla birlikte, söz konusu hareketliliğin daha da aleniyete döküleceği kuvvetle muhtemel.
Tatlı mesajlar
"Elvedâ şekersiz çay" başlıklı yazıdan sonra, bir çok okuyucumuzdan tatlı mı tatlı, şirin mi şirin mesajlar aldık. Bu mesajların birleştiği ortak nokta şudur: "Şekersiz çaya zaten niyetlenmiştik. Bu yazı, şekeri bırakmaya iyi bir vesile oldu." Bilvesile tekrar hatırlatmış olalım: Beyaz şeker, en ciddî hastalıklardan olan şeker hastalığını tetikleyen unsurların başında geliyor. Vücudun fıtrî tatlılara ihtiyacı var; ancak, beyaz şekere hiçbir şekilde ihtiyacı yotur. Üstelik, bu madde serapa zarar veriyor. Kemik tozunun karıştırıldığı kesme şeker daha da zararlı. Vücutta kireçlenme etkisi yapıyor. Vücudun ihtiyacı olan insülinin dengeli dağılımını, glikozun düzenli yayılımını engelleyip bloke ediyor. Bu da, zaman içinde işi kangrene, yahut görme melekesini kaybetmeye kadar götürebiliyor. Maazallah.
Tarihin yorumu 27 Ekim 1957
Bediüzzaman, sandık başında
Bazı lâhika mektuplarında ifade edildiği gibi "Demokrat Partiyi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet namına" destekleyen ve bu partinin iktidarda kalmasını temine çalışan Bediüzzaman Said Nursî (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 422), 27 Ekim (1957) günü sandık başına giderek DP için oy kullandı. Hiç kimsenin aksi iddiada bulunmadığı bu durum, talebelerinin de dahil olduğu pekçok kimsenin şahitliğiyle sabittir. Ancak, daha evvel yapılan genel seçim tarihlerindeki (1946, 50, 54) durum aynı netlikte değil. Kendi tâbiriyle "Üçüncü Said" devresinin başladığı andan (1948–49) itibaren Demokratları destek mahiyetindeki mektup ve mesajları neşreden Hz. Üstadın, 1957'den önceki seçim günlerinde ne durumda olduğunu ve sandık başına gidip gitmediğini tam olarak bilemiyoruz.
Dört parti yarıştı
1957 genel seçimlerine dört parti katıldı: Demokrat Parti, C. Halk Partisi, C. Millet Partisi ve Hürriyet Partisi. Bu partilerin oy oranları ile Meclis'te üye sayısı şu şekilde gerçekleşti:
DP: % 48; 424 mv. CHP: % 41; 178 mv. CMP: % 7; 4 mv. HP: % 4; 4 mv. Toplam: 610 milletvekili.
Bu seçime mahsus olmak üzere, önemli bazı ayrıntıları da şu şekilde sıralamak mümkün: * Bu bir erken seçimdi. * Hürriyet Partisi (HP), DP'den ayrılan bir grubun kurduğu parti olup, CHP tarafından finanse ediliyordu. (Seçimde hüsrana uğrayınca, mal varlığıyla birlikte CHP'ye iltihak etti.) * Lütfi Karaosmanoğlu liderliğindeki HP, DP'yi bölmek maksadıyla kurulmuş ve faaliyetini Burdur–Isparta yöresinde yoğunlaştırmıştı. Bediüzzaman'ın bulunduğu Isparta'da başarısız oldu; ancak, 4 kontenjanı bulunan Burdur'da tulum çıkardı. * Üstad Bediüzzaman, bu seçimdeki "alenen tercih"te bulunmasının sebebini şu şekilde izah eder: "Şayet reyimi alenen kullanmamış olsaydım, Hürriyetçiler bu meseleyi istismar cihetine gidebilirlerdi." (Bkz: Son Şahitler–4, s. 199–200) * Osman Bölükbaşı'nın (MHP'li Deniz Bölükbaşı'nın babası) başında bulunduğu CMP, Türkçü milliyetçiler, Büyük Doğu Cemiyeti ile Sebilürreşad gibi dindar olarak bilinen çevrelerin desteğini aldı. * Dinî grupların partisi İslâm Demokrat Partisi seçimlere katılamayınca, bu gruplara bağlı seçmenlerin çoğu, ikinci tercihleri olan CMP'ye yöneldi. Bu yöneliş, MNP ve MSP'nin siyaset sahasına çıkması tarihine kadar devam etti. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Otobanda namaz molası |
Sağ olsunlar; dostlarımız yazılarımızı takip ediyorlar. Zaman zaman da “Falan mevzu ile alâkalı bir yazı yazsanız” diye hatırlatmalarda bulunuyorlar. Bir vücudun azaları olan bizler, Elhamdülillah ki, aynı şeyleri düşünüyor ve seslendiriyoruz. Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’ın hizmet erlerinden kadim dost Celâl Şengör aradı. “Osman kardeş, geçenlerde Mersin’den Diyarbakır’a bir seyahatimiz oldu, otobanlarda namaz kılacak bir yer bulamadık. Bunu bir yaz!” dedi. Celâl kardeşimize (tabiî onun şahsında bu mevzuda muzdarip olanlar da dahil) yazacağımızı söyledik. 1960’lı yıllardan beri yollarda olan Nur Talebelerinin en çok sıkıntı çektiği işlerden biri, mola yerlerinde namaz kılma problemiydi. Ruhsattan ziyade azimetle hareket eden Nur Talebeleri, uzun yol seyahatlerinde durdurulması mümkün olabilen (otobüs gibi) vasıtaların içinde namaz kılmaya, takvalarından dolayı pek yanaşmayıp, namaz vakitlerini de bir “ihtiyaç molası” hâline getirtip, buralarda namaz kılabilecek bir yer tahsisinin banileriydi. Bu mevzu ile alâkalı çok şeyler gördük, yaşadık, hatıralar dinledik. İstanbul-Ankara arasındaki bir seyahatimiz esnasında, namaz vaktini beklemek istemeyen bir otobüse yol verip, namazımızı kıldıktan sonra, başka bir otobüsle yola devam ettiğimizi biliriz. Eski ağabey ve kardeşlerimizin de başlarından geçen hadiseler çoktur. Bilenler bilir. Erzurum’da eskiden bir İnam Hoca vardı. Rahmetli iyi bir Nur Talebesiydi ve imamlık yaptığı camide de, Nurları anlatırdı. İşte o zat, bundan yıllar önce, mesai arkadaşımız olan oğlunun yanına gelmiş ve beraberce Bursa’dan Erzurum’a dönüyorlarmış. Bir müddet yol aldıktan sonra akşam namazının vakti girmiş, o zaman 90 yaş civarında olan İnam Hoca eğilerek şoföre, “Şoför bey, akşam namazının vakti girdi, müsait bir yerde dur da namazımızı kılalım” demiş. Şoför de, umursamaz bir tavırla, “Hacım, sonra kaza yaparsın” demiş. Bu söz hocayı şaşkınlığa uğratmış, çünkü hiç öyle bir cevap beklemiyormuş, sonradan hemen ani bir hareketle yerinden kalkıp, direksiyona yapışmış. Şoför şaşırmış, “Ne yapıyorsun hacım?“ demiş. Hoca da Erzurum şivesiyle “Kalk ula, arabayı ben süreceğim“ demiş. Tabiî herkeste bir şaşkınlık ve merak... Şoför, “Hacım sen bunu nasıl sürersin?” deyince, “Niye ula? Ben senin işine karışmıyam da, sen benim işime karışırsan... Kalkmış bir de namaz hususunda fetva verirsen. Ben hocayam, fetva verilecekse onu ben bilirem” deyince, tabiî şoför, müsait bir yerde namaz molası vermek mecburiyetinde kalmış. Yani, karayollarında namaz molası meseleleri böyle. Celâl kardeşimizin anlattığı gibi böyle durumlar, her otobanda var mı, bilmiyoruz. Eğer, namaz mola yerleri yapılmayan otobanlar varsa, buralara da bir an önce yapılarak, namaz kılan insanımızın ihtiyacı karşılanması gerekir. Not: Bu vesileyle, Celâl Şengör kardeşimin validesinin vefat ettiğini öğrendim. Merhumeye Allah’tan rahmet, mekânının Cennet olmasını dilerim. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Füze savunma kalkanı bizi koruyabilecek mi? |
Ülkemizin başında saati gittikçe yaklaşan bir zaman ayarlı bomba var: ABD’nin NATO üyelerine dayattığı füze savunma kalkanı. 19-20 Kasım tarihlerinde NATO liderlerinin Lizbon’daki zirvesinde bu konuda karar verilecek. NATO’nun Amerika’nın bu talebine hayır deme gücü yok gibi görünüyor. Bu durumda asıl sıkıntı bizi alıyor. Komşularla sıfır sorun politikası izleyen hükümet, İran’la aramızı bozacak bu projeye katılmada isteksiz. Aslında karşı çıkıyor demek daha doğru olur. Buna rağmen ABD’nin bu talebine ‘hayır’ deme şansı olduğunu söylemek güç. Zira ABD bu projeye katılımı, Türkiye’nin eksen kayması yaşadığı iddialarına karşı cevabı olarak görüyor. Yani ‘hayır’ cevabı, eksen kayması iddialarının doğrulandığı şeklinde yorumlanacak Batıda. Hükümetin hem de seçim arifesinde böyle bir projeye evet demesi ise, bir çok sıkıntıyı beraberinde getiriyor. İşin siyasî cephesinde, muhalefet partilerinin “İsrail’i korumak için İran’la dostluğu feda ediyorlar” propagandası yapması muhtemel. Ayrıca durup dururken İran’a karşı böyle bir füze sistemini topraklarımıza kurdurmakla, İran’ın husûmetini çekeceğimiz de söylenecek. Böylelikle gereksiz yere hedef konumuna geleceğimiz tezi savunulacak. İşin dış politika yönünde ise hem İran’ı hem de füze savunma sistemine şiddetle karşı çıkan Rusya’yı küstürmek var. İran, bir yandan nükleer takasa arabuluculuk yapmaya çalışan, ikili sıcak ilişkiler kuran Türkiye’nin öbür taraftan kendisine karşı kurulan ittifakta, hem de kendisine füzeler yöneltilmesini içeren bir füzede yer almasını hazmedemeyecek. Bu durumda hükümet bir orta yol bulmaya, füze savunma sistemine katılırken, belli şartlar empoze ederek, bu katılımın İran ve Rusya üzerindeki etkisini yumuşatmaya çalışıyor. Bunun için öncelikle sistemin hedefinin “İran” olarak isimlendirilmesini önlemek istiyor. Ama Amerikalı yetkililer işin başından beri, bu kalkanın İran’ın uzun menzilli füzelerine karşı kurulan Aşamalı Uyarı Sistemi Modeli’nin bir parçası olduğunu açıkça dile getiriyor. NATO zirvesinde de bunu dile getirip, kararın içine dahil ettireceği tahmin ediliyor. Türkiye ikinci olarak, bu kalkanın İsrail’i korumaya yönelik olduğu izlenimini silmek istiyor. NATO antlaşmasının 5. maddesi uyarınca bu pakta üye olmayan bir ülke için kullanılamayacağı belirtilerek, bu izlenim silinmek isteniyor. Ancak bazı yorumcular ABD ile İsrail’in yakınlığına dikkat çekerek, dolaylı yollarla bu kalkanın İsrail’e de hizmet verebileceğini savunuyor. Halbuki İsrail’in zaten İran’ın orta menzilli füzelerine karşı kalkan sistemi bulunuyor. Üçüncü olarak Türkiye, topraklarında on ila onbeş noktaya konulacak radarların ulaştırdığı istihbarata anında ulaşarak, kontrolün kendisinde olduğunu vurgulamak istiyor. Böylelikle kalkanın Türkiye’nin ulusal savunma sisteminin bir parçası haline geleceği ima ediliyor. Zira hükümet T-LORAMIDS adlı uzun menzilli hava ve füze savunma sistemi alma aşamasında. İhale muhammen bedeli 1 milyar dolar olarak tesbit edilen bu sistemin maliyetinin, füze savunma kalkanına katılımla düşürülebileceğini bizzat Savunma Bakanı açıkladı. Peki bütün bu çabalar, kamuoyunu ikna etmeye yetecek mi? Bunu zaman gösterecek. Ancak bilinen bir husus varsa, Türkiye’nin sonunda, NATO’nun bir üyesi olarak bu sistemi kabullenmek ve topraklarımıza radarların kurulmasına izin vermek zorunda kalacağı. Sonucu görmek için çok beklememiz gerekmeyecek. Saat işliyor. 20 Kasım’da NATO sistemi kabul ettiğinde, biz de kabullenmiş olacağız. Hem de bize zarardan başka bir şey getirmeyeceğini bile bile. Tabi temennimiz, Hükümetin ne pahasına olursa olsun bu projede yer almaması. 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tesettür, tesettür, tesettür! |
Tesettür meselesi, sadece Türkiye’nin değil; dünyanın da gündeminde. Geçmiş yıllara nisbetle daha fazla ülkede hanımların ‘tesettürlü olması’ gerektiğine vurgu yapılıyor. Bilindiği üzere çağımız insanının sorularına ikna edici cevaplar veren Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı, ‘tesettür’ konusunda çok dikkat çekici tesbitleri ihtiva ediyor. Hacmi küçük olmakla birlikte, “Tesettür Risâlesi” bu konuda başlı başına bir kaynak. Üstad Bediüzzaman da eserlerinde tesettür konusuna ayrı bir önem vermiş ve her fırsatta hanımları ‘tesettüre dâvet’ etmiştir. Dikkat çekici bir ayrıntı da Bediüzzaman’ın, bu konuda yazdığı eserden dolayı Eskişehir Mahkemesi’nde ‘mahkûm’ edilmiş olmasıdır. (Mahkemede mahkûm olmalarına rağmen, ‘tutukluluk süresi’ aldıkları cezadan daha fazla olduğu için neticede tahliye edilmişlerdir.) Tesettür niçin bu kadar önemlidir? Çünkü ‘ifsat şebekeleri’ şeytanın da yardımıyla tesettürsüzlüğü teşvik ederek en başta gençleri ve neticede aileleri mahvetmekte ve belki de katletmektedir. Müstehcenliği teşvik eden bu şebekelere karşı el birliği ile tesettürü savunmak ve hanımları bu ‘zırh’a dâvet etmek gerekir. Kanunsuz başörtüsü yasağına karşı itiraz ederken bunu da hesaba katmak lâzım. Savunulması gereken tek şey başörtüsü değil, temelde tesettür olmalıdır. Kusura bakmasınlar ama başörtüsü taktıkları halde hükmen ‘müstehcen’ giyinenler de ikaz edilmelidir. Tesettür, hanımlar için gerçek anlamda bir ‘zırh’tır ve bu zırhın sağlam kalması gerekir. İfsat şebekelerinin attığı oklar tersine çevrilmeli, bu hususta gerekli takviyeler yapılarak gençler ve aileler korunmalıdır. Bakınız, bu meselese sadece İslâm ülkelerinin problemi değil. Yaradılış gereği her insan ‘müstehcenlik’ten zarar görür. Nitekim İtalya’da bir ilçede ‘mini etek ve dekolte’ giysi giyilmesinin yasaklanmış olması çok çarpıcıdır. Müslüman bir ülkede değil de, İtalya’da bu yasağın uygulanması ayrıca dikkat çekicidir. İlgili haberde şu bilgiler yer alıyor: İtalya’da Napoli kentine bağlı ilçelerden Castellammare di Stabia’da, mini etek ve dekolte giysiyle dolaşmak yasaklandı. Yerel yönetimin yaptığı düzenleme, sayfiye beldesi olan Castellammare di Stabia’da mini etekle düşük belli kotla ya da dekolte giysilerle dolaşanlara, 25 ila 250 avro arasında para cezası kesilmesini öngörüyor. Nüfusu 70 bin civarında olan ilçede yapılan yasal düzenleme, ilçe sakinlerinin kılık kıyafetlerine kısıtlama getirmesinin yanı sıra sokakta küfürlü konuşmayı, dine ve mukaddesata sövmeyi de yasakladı. Çocuklara alkollü içki dağıtmak da yerel yönetimin yasaklar listesinde yer almış. Papaz Paolo Cecere de kararı desteklediğini belirterek, “Bu sayede cinsel tacizin azalacağına inanıyorum” demiş. (AA, 26 Ekim 2010) Kanunî yasaklamalar belki çare olmaz, ama insanların kalbine bir ‘yasakçı’ yerleştirip müstehcenliğe karşı el birliği ile karşı koymak mecburiyetindeyiz. Bediüzzaman gibi, “Tesettürün fıtratın gereği” olduğunu anlatmak hepimizin işi... 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“YÖK’ün yönergeleri” çözüm mü? |
Türkiye’de gündem savrulması var. Peşpeşe ortaya atılan gündemlerle kamuoyu gündem karmaşasına kurban ediliyor. Oysa Türkiye’nin gündemini enine boyuna tartışması gerekmekte. Bunların başında “kamusal alan” ve resepsiyon polemiklerine boğdurulan başörtüsü tartışmaları gelmekte. Tıpkı yasadışı yasağa gerekçe gösterilen “yasal yasak” çarpıtması ve hükûmetin Strasbourg’a gönderdiği savunmayla şaşırtılan AİHM’in “Türkiye’deki yasalara uygun görmesi”yle yasakçıların eline kozlar verilmesi misali yanlışlar yapılmakta. Bu hususta içine düşülen vartalardan biri de YÖK’ün “yönerge” ve “tâlimatları” gelmekte. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetlerine dair hiçbir kanun yokken, YÖK’ün bir zamanlar “genelge” ve “yazılar”la yasağı tepeden dayatması benzeri gereksizlikler, “yasağın yasallaşması”na âlet edilmekte. Türkiye’nin başörtüsünü bütün yoğunluğuyla konuştuğu bir süreçte ve özellikle başta siyasette ve geniş çevrelerde, tamamen bir hak ve özgürlük meselesi olan bu dinî vecibe yasağının ancak mutâbakat ve demokratik anlayışla aşılacağın deklâre edilmesine karşı, hâlâ anayasal ve yasal değişikliklerden bahsedilmekte, “mevzuat”a müracaat edilmekte. “GEREKSİZ İŞ…” Bilindiği gibi, YÖK önce “yasak”la karşılaşan başörtülüler hakkında “tutanak tutulması”na dair yazı gönderdi. Ardından YÖK Başkanı Prof. Özcan, derse alınmayan başörtülülerin şikâyetlerini kendilerine iletmesini istedi. Sanki Türkiye’de hâlâ birçok üniversitede devam eden başörtüsü yasağı yokmuş gibi, “başı açıkların güvencesi olduğunu” söyledi. “Başörtülü olmayanların kefili benim” dedi. Bunun üzerine, öteden beri başörtüsü yasağına karşı olan ve temel hak ve özgürlükler ekseninde başörtüsü hakkını savunan çevreler bunu “işgüzârlık” olarak yorumlayıp tepki gösterdiler. Başörtüsü yasağı sorununun fiilî olarak çözüldüğünü ve son bir yıldır çok sayıda üniversitede öğrencilerin başlarını açmadan derslere girdiğini belirten öğretim üyeleri, “Üniversitelerde her türlü ideolojinin ifade edilmesi serbest bırakılırken, giyim kuşamın yasaklanması doğru değil. Serbestliği savunuyoruz, ama YÖK’ün bu tür yazılarına gerek yok. Siyasetçilerin bir kere bu meseleye karışmaması gerekiyor. Ama bu iş siyasetçilere bırakıldı, üniversiteler susuyor. YÖK yazısı ile bunu provoke etmiş, kışkırtmış oldu. Bu başkan iki yıl önce Anayasa değişikliğine kadar götürdü bu işi, şimdi ikinci yanlışı yapıyor. Bu iş kendiliğinden zaten çözülmüş gibiydi. İş yaygaraya dönüşünce siyasal partiler başta iktidar partisi olmak üzere bunu kullanıyorlar. Temel yanlış burada” diye yakındılar. YÖK’ü gereksiz iş yaparak, ortalığı karıştırmakla suçladılar. Daha bu tartışmalar bitmeden, YÖK Başkanı Özcan, gazetecilere “Tüm sınavlarda başörtüsü serbest” bilgisini verdi. İlkbahar dönemi Akademik Personel Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı (ALES) kılavuzunda yer alan, “başı açık” şartı ibâresinin bundan sonraki sınav kılavuzlarında da yer almayacağını bildirdi. Aynı uygulamanın KPSS ve üniversite sınavları için de geçerli olacağını açıkladı. Peşinden de, bir gazetecinin ‘’ALES kılavuzunda yapılan değişikliği sendikalar yargıya taşıyacak. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?’’ sorusuna, “Dâvâ açabilirler. Orada hiçbir şey yok. Onu engelleyen bir durum da yoktu zaten” cevabını verdi…
“YARGIYA İNTİKAL”İN AKIBETİ… Ve mesele yargıya intikal etti. Eğitim ve Bilim İş Görenleri Sendikası (Eğitim-İş) ALES Sonbahar Dönemi Kılavuzu’nda yer alan yürürlükteki kılık-kıyafet düzenlemesinde yürütmesinin durdurulması ve iptali talebiyle Danıştay’a başvurdu. Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçesi”nin, Danıştay’ın hiçbir yasal dayanağı olmayan kararının ve AİHM kararının uygulanmasını talep etti. Şimdi Danıştay’ın kararı bekleniyor… Hatırlanacağı üzere, Yükseköğretim Kanunu’ndaki “meslekî ve teknik okulların üniversite giriş sınavlarında katsayı uygulanması” uçurumunu daraltan YÖK’ün bütün düzenlemeleri, Danıştay’ca iptal edilmişti. Peşpeşe iptaller sonucu, başta imam hatip mezunları olmak üzere milyonlarca meslek lisesi mezununun hak gasbı ve mağduriyeti devam ediyor. Ve gelinen noktada, öğrenciler yeniden bir iptalle karşı karşıya kalabilir. YÖK Başkanı, “Artık başörtüsü ile ilgili konuşmayacağım, mesele yargıya intikal etti” diye işin içinden çıkmaya çalışıyor. Lâkin öğrenciler, Prof. Yarımağan döneminde başörtülüleri dışlayan sınav yönergesinin değiştirilmesine dair Eğitim-Sen’in Danıştay’a başvurup yasakçı uygulamayı geri getirmesi gibi bir durumla karşı karşıya. Bu hususta, “Kurumların başındaki bürokratların pat-küt açıklamalar yapmalarını doğru bulmam, YÖK Başkanı niçin böyle bir gereklilik görmüş bilmiyorum” mesajını veren Millî Eğitim eski Bakanı ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik’in, “Belki orada hemen birisi devreye girer, Danıştay’a götürüp belgeyi iptal etmeye çalışır” cümlesi, dikkate değer. Gerçekten, daha evvel olduğu gibi, Danıştay sözkonusu yönergeyi iptal etse, iş daha da çıkmaza girip yasakçılara yeni bir “yasallık” gerekçesi ve malzemesi olmaz mı? 27.10.2010 E-Posta: [email protected] |