Selim GÜNDÜZALP |
|
Cennet kuşu konuştu |
17 Ağustos’tan hemen sonraki gecelerden birinde seni rüyamda gördüm. Şimdi o rüyanın üzerinden on bir yıl geçti. Bazı kareler silinse de, bazı sahneler tüm canlılığıyla hafızamda. Beyaz giysiler içindeydin. Yeni Cami’nin musallasında yatıyordun. Bir tabut içinde upuzun. “Ne olur ölme, ne olur ölme!” diye yalvarıyordum Rabbime. Hemen kucakladım. Kaptım, götürdüm seni. Şaşkındım, ne yapacağımı bilmiyordum. Yolda Dr. Sâdık Ağabey’i gördüm. “Ne yapayım?” diye soran bakışlarla, ondan yardım istedim. “Çabuk hemen soğuk bir suya batır, çıkar” dedi. Ben de seni bir su yalağının içine art arda daldırıp çıkardım. Yine aynı cümleleri tekrarlıyordum: “Ne olur ölme, ne olur ölme!” diye Rabbime yalvarıyordum. Sen beyaz elbiselerinin içinde upuzun yatıyordun. “Allah’ım, ne olur bu kızcağız yaşasın” diyordum. “Ne olur ölmesin.” Ve sen gözlerini açıp gülümsedin birden. Oyun oynar gibi: “Ceeeee” dedin. Ben de “Allahuekber” diyerek uyandım. O kadar gerçekti ki gördüğüm, sen yaşıyordun, ölmemiştin. O karanlık geceyi, verdiği bu mesajla Rabbim nur eyledi. Oysa daha birkaç gün önce, cenaze namazını kılıp, seni cennete uğurlamıştık. Rabbim ölmediğini müjdeledi. Bu rüya ile bunu hissettim. Seni öylesine sevdik ki; hep aramızda bildik. Hiç yok saymadık; çünkü şehitlerin ölmeyeceğini biliyorduk. Rabbim Kur’ân’da bildirdiği için: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rab’lerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah’ın lütfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere, ‘kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine’ dair de müjde vermek isterler.” (Âl-i İmran, 169-170.) * Zelzelede ölenler, manevî birer şehit sayıldığına göre, senin gibi çocuk yaşta vefat edenlerin Kur’ân’ın bu müjdesinden nasibi çok daha fazladır inşâallah. Sadece ayrılığına üzüldük, ölümüne değil. Ölüm yoktur şehitler için. Onlar öldüklerini de bilmezler. Sen de bir şehittin. Ve artık ölmeyenlerle beraberdin. *** Uzun bir zaman sonra, hatıralarıyla yine dünyama misafir oldu güzel yeğenim. Müjdeler, mesajlar verdi. Cennet kuşu konuştu. Hissettiklerimi paylaşayım hemen: “Siz beni görmeseniz de, ben sizi görüyorum. Benden iki sene sonra dünyaya gelen kardeşim Aslı Nur’u da her gece alnından öpüyorum doya doya ve sevgiyle. Ne kadar da bana benziyor. Ama huylarımız farklı. Benim yaşım hep aynı. O ise devamlı büyüyor. Yaşta da, boyda da beni geçti mâşâallah. Artık o benim ablam oldu. “Bazen annemi, bazen babamı ağlarken görüyorum. Ne olur, ağlamayın. Ne olur salkım söğüdüm, iki gözüm, ne olur ama, ağlamayın… İnanın, ben çok güzel ve özel bir yerdeyim. ‘Cennet’ dedikleri o müstesnâ yerdeyim. Buraya herkes gelemiyor. Çok özel misafirleriz, cennet kuşlarıyız biz. “Ne anlatsam size, nafile… Hep dünyanın ölçüleriyle, renkleriyle ve şekilleriyle algılayacaksınız. Yok, yok, öyle sandığınız gibi değil. Bildiğiniz, duyduğunuz hiçbir şeye benzemiyor burası. Hayal bile edemezsiniz. O kadar güzel ki... Ne anlatsam, anlayamazsınız, görmeden bilemezsiniz. Yok yok burada. En güzel şeyler burada. Dünyada neyi arzu ettiysem, gerçeği burada. Her şeyin aslı, esası cennette var. Burası Allah’ın sonsuzluk ülkesi… “Er ya da geç, bir gün ayrılacaktık. Ama buraya gelebilecek miydik? Kolay değil buraya gelmek. Bazı şartları var. Erken yaşta, çocuk yaşta gelenler için çok özel yerler buraları. “Dünyada beraber olduğumuz günleri unutmuyorum. Bir gün yine beraber olacağımız günleri de sabırla bekliyorum ve arzuluyorum. İnşâallah bir daha hiç ama hiç ayrılmayacağımız o günleri… “Canım babacığım; anneciğime söyler misin, benim için sakın endişelenmesin, kendini hiç üzmesin. Ben öyle güzel bir yerdeyim ki, bilse hiç ağlamazdı eminim. Lütfen söyler misin, kendini üzmesin. Benim için ağlayıp gözyaşı dökmesin. “Kaybedilen bir şey yok ki… Annem sonsuza kadar, yine beni sevecek. Hep aynı yaşta olacağım ve hiç büyümeyeceğim. Burada öğrendim onu da. Yine seveceksiniz beni doya doya ve evlât hasretini gidereceksiniz yine inşâallah. “Her gece evinize geliyorum. Hepinizi uzun uzun seyrediyorum. Konuşmalarınızı dinliyorum. Önce kardeşime, ardından babama, en son da sana anneciğim, bir öpücük kondurup gidiyorum. “Ne olur, üzülmeyin aranızda yokum diye. Ben sizden hiç ayrılmadım ki, hep yanınızdayım. Ama siz beni göremiyorsunuz. Oysa Rabbim izin verdikçe, ben sizi hep görüyorum. Neşeli, uyumlu gördükçe sizleri, seviniyorum. Eviniz güzelleşiyor sizler birbirinizi sevdikçe ve saydıkça… “Bazen beni hatırladığınızda, hani ağlamaklı oluyorsunuz ya, buna dayanamıyorum işte. ‘Hadi ama ağlamayın, bakın yanınızdayım’ diyorum, gözyaşlarınıza dokunuyorum, haberiniz bile olmuyor. “Bazen beni fark ediyorsunuz sanki. O zaman dünyadayken saklambaç oynadığım günler geliyor aklıma. Yerimi bilecekmişsiniz gibi, bir hoş oluyor içim, heyecanlanıyorum. Siz beni göremezsiniz ama unutuyorum işte. Hem ölmedim ki zaten… Ben şehidim. Özel bir yerdeyim. Sizi oradan seyrediyorum. “Hiç üzüntü, keder yok burada. Burası sevinç yeri. Dünyanın kendisi bile gözümde eski bir oyuncak artık. Geçtim onları. Burada öylesine hoş, öylesine yeni eğlencelerim var ki, hangi birini anlatayım? “Yalnız değilim, pek çok arkadaşım da var. Melekler de bizimle, beraber geziyoruz. Cennetin her köşesine girip çıkıyoruz. Çok talihli çocuklarmışız biz. Öyle diyor melekler. Bizim için büyümek, bizim için ölmek yokmuş artık. Zor olan, sizin bunu bilmeniz. Size bunu anlatmam çok zor.” *** Güzel yeğenim bir ara sustu. Sonra yine coştu. Cennet kuşu konuştu. Neden benimle? Bilmiyorum. Yine hissettiklerimi paylaşayım sizinle: “Canım anneciğim, babama da söyler misin, her cuma kabrime gelip duâlar ediyor. Kabrimin başında oturup, benimle uzun uzun konuşuyor. Kabir dediğiniz ne ki? Cennete açılan bir kapı. Kabrimiz, bizim cennet bahçemiz. “Aslan babam benim! Hiç bırakmadı beni, hiç aksatmadı ziyaretlerini. Ne kış, ne de yaz dedi. Her cuma ama her cuma ziyaretime geldi. Ne vefakâr insanmış. Ne şanslı kızmışım ben. Ne fedakâr bir babam varmış. Babamla iftihar ediyorum, anneciğim. Ona teşekkür ediyorum. Anneciğim, ne sana, ne babama doyamadım ama Allah’ıma kavuştum, çok şükür… “Bir baba, evlâdını böyle severse, bir de Allah’ın bizi nasıl sevdiğini düşünün… Tüm anne ve babalardaki sevgiler, Allah’ın sevgi ve rahmet denizinden bir damla bile değil. Burada daha iyi anlıyorum bunu. İnanın, hiçbir şeye muhtaç değilim. Çünkü her şeyden daha fazlasını buldum, her şeyin sahibi olan Rabbimi... Rabbimin özel misafiriyim. ‘Cennet’ denilen müstesnâ bir yerdeyim. “Zelzele gecesi de bir sınavmış, özel bir geceymiş. Seçilip alınanlar arasında ben de varmışım. Öyle diyor bir melek. Hani ‘Babaaa, babaa, baba’ diye seslenmiştim ya dünyadan giderayak.. Sakın ola ki yanlış anlamayın, korkudan değildi bu sesleniş. Rabbim bana öyle güzel şeyler gösterdi ki, gördüğüm o güzellikler karşısında şaşırdım. Sizin de görmenizi çok istedim, hayretimden seslendim ‘Babaaa, babaa, baba’ diye. “İnanın, başka bir şey değil. Biraz sevinçten, biraz da hayretimden seslendim, hepsi o kadar… “Sivrisinek ısırması kadar bir acı duydum ya da duymadım. Hepsi bu… “Her şey güzel burada. Cennetteyim. Yok yok burada. “Ah, size bir anlatabilsem buraları… Sizin ancak rüyalarda yaşadıklarınızın gerçeklerini yaşıyorum ben burada. Nasıl arzulardınız, bir bilseniz, nasıl da gelmeye can atardınız, bir görseniz buraları… Dedim ya, burası özel bir yer. Size anlatmam çok zor. “Bilin ki, ben emin ellerdeyim. Rabbimin cennetindeyim. Şehitlerle, benim gibi nice çocuklarla beraberim. Bize sorgu suâl yok. Öyle diyor bizimle olan bir melek. “Babaannemi özledim. Nihan’ı, Berat’ı, Burak’ı, Şevval’i, kardeşim Aslı Nur’u da. Hele de halamı, amcamı, eniştemi, yengemi ve teyzelerimi… Saymaya kalksam bitiremem. Hepinizi özledim… “Beni candan sevdiniz. Kalbinizde özel bir yer ayırdınız ve unutmadınız. Ben de sizleri hiç unutmadım. “Tek arzum, burada yine beraber olmak. Bir daha hiç ayrılmamak. Rabbimden bunu mahşer günü isteyeceğim, dileyeceğim inşâallah. Hepiniz için tek tek isteyeceğim Rabbimden. Şehitlerin duâlarını Rabbim geri çevirmeyecekmiş. Öyle diyor bizimle olan bir melek. Dünyada soğuk–sıcak, yaz–kış, hastalık, ayrılık, acı, keder… Neler yoktu ki, neler… Hepsi orada kaldı. “Burada sadece sevinç var. Elemsiz lezzet var. Kedersiz zevk var. Anlatılmaz ki, yaşanır ancak. Binbir güzellik var burada. “Uçuyoruz, geziyoruz. Rabbimizin sonsuz nimetlerini tadıyoruz. Bir an bile olsun, hiç ama hiç burada sıkılmıyoruz. O hâlleri ve kelimeleri bile unuttuk burada. Hepsi dünyadaymış meğer. “Ağlamayın, ne olur… Ben emin ellerdeyim. Sizler de yanıma gelmeye çalışın. Görevlerinizi tam yapın, aksatmayın. Sizinle beraber olmak istediğimi bilin ve beni sakın unutmayın. “Buralarda buluşmak dileğimi, sizlerle olmak duamı mahşer günü Rabbime arz edeceğim inşâallah. Ama sizler de görevlerinizi eksiksiz yapın, aksatmayın, ne olur... “Sevdim hepinizi. Sizler de beni çok sevdiniz. Özlemez olur mu hiç sizleri çok seven Hande’niz?” *** Güzel yeğenim konuşmasını bitirirken: “17 ve 56” dedi. Eliyle de ‘3’ işaretini yaptı. “Şimdi neye işaret ediyor bunlar?” dedim. “Takvime bakar mısın?” dedi. Baktım. Yine 17 Ağustos değil mi? “Peki, 56 ne?” dedim. “Kur’ân’a bakar mısın?” dedi. Açtım, baktım. 56. Sûre, Vâkıa Sûresi ve 17. âyet: “Etraflarında hiç yaşlanmayan (ebedî yaşamağa erdirilmiş) çocuklar dolaşır.” (Vâkıa: 17) “Bir 17 daha vardı?” dedim. “Hani o kırmızı kaplı kitaplar vardı ya bana zaman zaman okuduğun, benim de çok sevdiğim bir bölüm vardı ya onların içinde…” Hatırladım hemen. “Mektubat mı?” dedim. Başını salladı. Hemen Mektubat’ı bulup orayı açtım. Bir de ne göreyim? Sayfa 77’de, “17. Mektub, Çocuk Tâziyenâmesi.” Gözlerim buğulandı. Güzel yeğenim tatlı bir tebessüm edip: “Gerisini oradan okursunuz inşallah” dedi. “Allahaısmarladık” demeden gitti. Demek ki yine gelecek. Veda etmediğine göre, uzaklara gitmedi demek. Bizimle çok alâkadar demek ki... Neydi bunlar? Neydi bu hissettiklerim? Bir hayal miydi? Yoksa bir rüya mıydı? Bilemiyorum. Ama sizin gerekli dersleri alacağınıza tüm kalbimle inanıyorum.
Dipnot: * Âyet meali: Prof. Dr. Suat Yıldırım 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Said Nursî ve bürokrasi |
Bazı kesimlerce AKP’ye ve ona destek veren kimi cemaatlere öteden beri yöneltilen eleştirilerden birinin “Kadrolaşıyorlar, devleti ele geçiriyorlar” iddiası olduğu mâlûm. Anayasa paketine itirazlarının da temeli bu: “Ele geçiremedikleri bir tek yargı kalmıştı. Paket kabul edilirse onu da başarmış olacaklar...” Halbuki AYM’den de vize alan düzenlemelerde bu iddiayı destekleyebilecek çok fazla birşey yok. Aynı iddiayı asker için de seslendirenler var. “Ergekon, Balyoz, Kafes... iddiaları, gözaltı, tutuklama ve yargılamalarla asker iyice yıpratıldı, etkisizleştirildi ve ses çıkaramaz hale getirildi...” Oysa işin esasına bakıldığında, sistemdeki asker vesayetinin kalktığını söylemek de mümkün değil. Bir diğer nokta, bu iddiaların aksine, AKP tabanı ve seçmeninden zaman zaman partiye yöneltilen “Kendi kadromuzu kuramıyoruz” eleştirileri. Bu hal, iktidar partisi için “Ne İsa’ya, ne Musa’ya” meseline denk düşen bir tablo oluşturuyor. Ne tabanının istediği gibi kadrolaşabiliyor, ne de “Ele geçiriyorlar” ithamlarından kurtulabiliyor. Aslında bu kadrolaşma meselesi, çok partili sisteme geçildikten sonra seçimle işbaşına gelen bütün iktidarların başını ağrıtan konulardan biri. Her iktidarın, muhaliflerince kadrolaşmakla suçlanması, bir gelenek haline gelmiş durumda. Bu ithamı en çok yapan ise, öteden beri “devlet kuran parti” olmakla övünen, dolayısıyla bürokrasi kadrolarını da kendisi oluşturmuş olan CHP. Demokrasiye geçildikten sonra yıllara yayılan bir süreç içinde CHP tarafından belirlenen dar çerçevenin—son dönemde kullanılan tabirle kast sisteminin—kırılıp, bürokrasi kadrolarında halkın çocuklarının da yer almaya başlaması, “partizanca kadrolaşma” diye itham edilmek istendi. Belki zaman zaman yapılan hatalı tercih ve tayinlerle bu ithamlara malzeme verildiği de oldu. Ancak bu noktadaki en büyük tahribat darbe dönemlerinde gerçekleşti. 27 Mayıs başta olmak üzere, her darbe, ordu dahil, her kurumda yetişmiş kadrolara yönelik esaslı kıyımlara imza attı. Zaten kökü çok eskilere uzanan kaht-ı rical sorunuyla mâlûl bir sistemde bu kıyımlar, devletin işleyişinde çok ciddî sıkıntılara sebebiyet verdi. Bu konuya doğru ve sağlıklı yaklaşımın ne şekilde olması gerektiğini ise, Bediüzzaman’ın 102 yıl önce Sultanahmet ve Selânik meydanlarında irad ettiği “Hürriyete hitap” nutuklarında görüyoruz: O nutkun konuya dair bölümünde Said Nursî, bir cismi oluşturan zerrelerin birden çözülüp dağılması ve yeni zerrelerden teşkili nasıl mümkün değilse, devlet memurlarının bir çırpıda tasfiye edilip yerlerine yenilerinin ikamesinin de çok zor olduğunu; cism-i devletin, ıslahı kabil olmayanları “def’-i tabiî” ile zaten ayıracağını; ama ıslahı kabil olanlar için “tevbe kapısının açık olduğunu,” böylelerin yerinde tutulması ve tecrübelerinden yararlanılması gerektiğini ifade ediyor. Ve “Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım” diyerek, eski kadroların tamamına dil uzatıp onları aşağılamaya ve dışlamaya yönelik tavırların, millî birliğe de zarar vereceğini vurguluyor (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 179-180). Bu ifadelerde dile getirilen ölçü ve prensip, bütün devlet kademelerindeki bürokratik kadrolar için olduğu gibi, son günlerin öne çıkan kurulları olan YAŞ ve HSYK’daki atamalar için de geçerli. Tayinler için öyle bir iklim ve atmosfer oluşturulmalı ki, ne eskiler “Saltanatımız elden gidiyor, karşı devrimciler mevzileri ele geçiriyor” diyebilsin, ne de yeni gelen kadrolara “Yıllarca maruz bırakıldığımız mağduriyetin rövanşını nihayet aldık” dedirten bir “zafer sarhoşluğu”na yol açsın. Devlet görevlerinin tahakküm uygulama veya servet edinme değil, hizmet yerleri; görev değişimlerinin, iktidar mücadelesi yerine hizmet yarışının aşamaları olarak görüldüğü bir hukuk, demokrasi, hizmet kültürü gelişip hakim olsun. İşte Said Nursî’nin, diğer temel konularda olduğu bu meselede de, 102 yıldır geçerliliğini koruyan ve uygulanmayı bekleyen çözüm formülü. 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Takvimdeki günlükten |
Su damlaları gibi yeryüzünde akıp giden ya da bulutlar gibi gökyüzünde uçup giden hayat dakikaları, insanlara yaşadığı ömür süresi içinde acısıyla, tatlısıyla birçok duygu tattırıyor. Bazen çok ağır sıkıntılara, acılara ve zorluklara göğüs gerip tahammül edebilirken; bazen de küçük bir noktada sabrını, gücünü ve tahammülünü bitirebiliyor. Her zaman, her yerde ve her durumda bizleri bilen, derdimizi, sıkıntımızı anlayan kuvvet ve kudret sahibi Cenâb-ı Allah’a dayanıp, ondan yardım ister, ondan medet umarak ümitsizlik girdabından kurtulup gerçek yolumuzu ve istikametimizi bulabiliriz: “Merci-i Hakikiye dön, imana gel mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.”1 İhsan Amca konuşkan, sohbeti tatlı, bilge bir insandı. Her konuşmasının sonunda söylediği bir mânî ile muhatabına tebessüm ettirirdi. Onun önemli bir vasfı da boş zamanında elindeki tığ ile rengarenk iplerden paspas örerdi. “Ne yapalım işte, onunla-bununla, dedikodu yapmaktansa böyle vakit geçiriyoruz” derdi. İbadetinde çok hassastı. Dinî kitaplardan okur, anladıklarını anlatmaya çalışırdı. Onu genelde hep neşeli görürdüm. Odasına vardığımda kısa boyuyla hemen ayağa kalkar ve güler yüzle karşılardı. Hep neşeli durmaya, sevinçli görünmeye çalışırdı. Vefatından sonra yakınları tarafından değerli bulunmayıp, dolabında kalmış bir cep takvimini bana getirdiler. İçinde bazı yazılar, isimler ve telefon numaralarından başka bir şey görünmüyordu. Öylesine karıştırırken İhsan Amcanın cep takviminin sayfalarına kısa kısa, günlük yaşadıklarını ve duygularını yazdığını fark ettim. Mesela: 05 Ocak 2009 günü sayfasına; “Bu gün çok kederliyim, uyku tutmadı” diye not düşmüş. Bu geçici, fânî dünyada envai çeşit çilelerle yoğrulmuş bir ömürden, maldan, mülkten, evlâttan, hayallerden, ümitlerden, ihtiraslardan sadece yaşlı bir beden ona armağan olarak kalmış. Neydi acaba onu bu derece, uyuyamayacak kadar kederlendiren? Ağlayan bir kalbin gözyaşlarıydı sanki, o bir satırlık yazı. Pişmanlığın, hüznün doruk noktaya çıktığı, acının kaleme döküldüğü, yürekteki fırtınaların dışa vurduğu bir mahzunluğun ifadesiydi o not. Gece yarısı bütün mahlûkat uykuda, hatta onu mahzun eden, yüreğini yakan, kanatan sebepler de habersiz o durumdan… Biri var ki, O, İhsan Amcanın riyasız, içli, sessiz ve derinden aciz ve fakirliğini hissedip kederlendiğini görüyor. O gecenin koyu karanlıklarında kalbin derinliklerine işlemiş üzüntüleri biliyor. Çünkü O’nun rahmeti, merhameti, şefkati bol. O dertlilerin dermanı, O çaresizlere çare, O hastalara şifa. “Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey O’nun emriyle halledilir. O’nu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”2 İhsan Amca zaten Cenâb-ı Hakkın takdirini ve tasarrufunu insanlara anlatıp, vaveyla edip şikâyet etmemiş. Bütün sıkıntılarını Allaha arz edip, ona havale edecek kadar imanı, itikadı ve sabrı vardı. Uyku tutmadığı zaman gecenin o feyizli zamanında neler yapacağını, neler söyleyeceğini ve nasıl bir meşguliyet içersinde olacağını çok iyi biliyordu. Böyle olmasa o sıkıntılarını okunmayacağını kendisinin de bildiği bir cep defterinin haricinde nerelere yazıp, söyleyip anlatacağını çok iyi bilecek bilgiye ve tecrübeye sahipti. Çükü takvimdeki yazının devamını okuduğumda bir gün sonra yani 6 Ocak günü benimle konuştuğunu, sohbet ettiğimizi not olarak düşmüş. Onun hiçbir zaman bana sıkıntılardan ve kederlerden bahsetmediğini çok iyi hatırlıyorum. O, fânî hayatta her insan gibi Cenâb-ı Hakkın her haliyle isimlerinin tecellisine mazhar olmuş, hayatı musibetlerle saflaşıp, kemal bulmuş ve imtihan meydanında sabrederek, şükrederek, ibadetle, ihlâsla ve teslimiyetle dar-ı bekaya irtihal etmiş bahtiyar bir ihtiyar. “İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir. Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını süratle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, süratle giderken…”3 Bu ebedi ve sermedi yolculuğun sonuna vardığımızda; geri dönüp bakarak: Keşke daha çok kederler, ıstıraplar, çileler, sıkıntılar çekmiş olsaydım, diye temenni eder miydik? Üzerinde çok düşünmeye, tefekkür etmeye değer bir konu.
Dipnot: 1.Mesnevi-i Nuriye 2.Yirminci Mektup 3.Mesnevi-i Nuriye, s.175 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Ramazan geceleri oyun ve eğlence mi demektir? |
Mübarek Ramazan’ın her gelişinde bunları duyar, şahid oluruz: “Ramazan eğlenceleri, orta oyunu, Karagöz–Hacivat vs.” diye. Bunlar ve bu gibi haller bize, taa Osmanlı zamanından tevârüs edip gelen şeylerdir. Osmanlı’nın son demlerinde, özellikle de her zaman milleti-memleketi karıştıran fitne-fesat odaklarının, dessas güruhun, o zamanlar azınlıkları kullanarak yaptıkları bir takım nefsî ve hissî, ama esasında Ramazan’ın özüyle, esasıyla bir alâkası olmayan “kanto, direkler arası, orta oyunu vs.” gibi adlarla icra ettikleri ve Ramazan ibadeti yerine, nefse hoş gelen bu gibi lüzumsuz işleri irtikap edenler, Allah muhafaza, Ramazan-ı Mübarek’te sevap alma yerine, belki farkında olmayarak bazen günaha düşme tehlikesiyle de karşı karşıya gelebiliyorlar. Cumhuriyet döneminde de, bu oyunlar icrâ edilmeye devam edegelmiştir. Zaman zaman, radyodan ve TV’den (sadece TRT olduğu zaman), Ramazan’ın ulviyetini anlatmak yerine, kanto vs. diye, bir kadının acâib şekildeki hareketlerini, gençliğimizde hatırlıyoruz. El-iyazu billah! O gibi haller yüzünden, daha doğrusu Ramazan’a hürmetsizlik yüzünden, bir çok Ramazan ayında, bu milletin başına zelzele felâketleri de gelmiştir. Nitekim bununla alâkalı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, On Dördüncü Söz’ün Zeyl’inde bir ifadesi de var. İzmir depremi ile alâkalı sorulan sorulara verilen cevapta şöyle diyor Üstad: “….Ramazân-ı Şerîfin terâvih vaktinde, kemâl-i neş’e ve sürur ile (kendinden geçmişçesine bir neş’e ve sevinç ile), sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde câzibedarâne (çekici bir şekilde) işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi…” Ramazan’ın hikmeti ve hürmeti ile alâkalı olmayan bu gibi haller hiç de hoş değildir. Bir de Allah muhafaza, âfâtların cezbine de sebeb olabilmektedir bu hâller. Fakat şu son zamanlarda, hassaten de AKP’li belediyelerin bu işlere tevessül edip ön ayak olması, teşvik edip rağbet ettirmesi, anlaşılır bir şey değildir. Dinî hiçbir özelliği ve değeri olmayan, aksine günaha giden yollardan olan bu işlere, bu belediyeler niye bulaşır, anlamam? Kime şirin görünmeye çalışırsınız ki? Çoğunluğu dine cahil olan insanımıza; iyiyi, güzeli, Ramazan’ın hikmetlerini, başta namaz olmak üzere dinimizi öğretmek yerine, bu lüzumsuzluklara ne gerek var ki? Bakınız insanımızın, Müslüman insanımızın bir çoğu, Kur’ân okumayı bilmiyor. İnzal-i Kur’ân olan bu mübarek ayda, oralara harcanan binlerce lira para yerine, daha da az bir masrafla, sevabı çok, böyle hayırlı bir işe girişilse daha doğru değil mi? Zaten Ramazan-ı mübareğin en büyük hikmeti, Rabbimize karşı kulluk vazifelerimizin yerine getirilmesi değil midir? Gece kaim, gündüz saim olan; yani gece ibadetle, sahurla, namazla, tesbih, zikir, Kur’ân vs. okuyup, uykumuzdan feragat edip, ayakta beklemekle; gündüzün de oruç ibadetiyle vakti geçirmek, ne kadar güzel ve tarif edilmez şeylerdir. Cenâb-ı Hak’ka abd ve asker olmanın ne kadar şerefli bir vazife olduğunu bilenler, bu dediklerimizi daha iyi anlamaktadırlar şüphesiz. Bu hallerde olan Müslümanların gündüz uyudukları uykunun dahi ibadet olduğunu bildirmiyor mu Hz. Peygamber (asm)? Ramazan-ı Şerif’in ruhuna ve esasına uygun, böyle nur ve nurânî haller dururken, saniyesi dahi binlerce sevap kazandıran hallere giriftar olmak varken, niye nefsin ve şeytanın peşine takılıp, onların elinde oyuncak olup günaha girelim ki? Akıllı olan Müslüman bunu düşünmeli, böyle kârlı bir ticaret mevsiminde kazanmaya bakmalı, kaybetmeye değil… 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Cemaatlerde eksen kayması |
İstenilen mânâda olmasa da ülke insanının kahir ekseriyetinin dindar olması, dinî değerlere saygı içindeki yaşantıları, hemen her zaman laiklik adına dinî değerlere mesafeli durmayı alışkanlık hâline getiren belli bir zihniyeti rahatsız etmiştir. Her fırsatta bu rahatsızlıklarını dile getiren bu çevreler, dinî yaşantı içindeki halkı bir şekilde inançlarından saptırıp, ekarte etmek için çeşitli oyun ve senaryoları sergilemekten geri durmadılar bugüne kadar. Ülke insanının şuurlu birer mü’min olmasında çok önemli payının bulunduğunu bildikleri cemaatleri hedef seçerek, onları yok etme; bu mümkün değil ise bir şekilde pasifize etme plân ve projeleri uygulamaya koydular. Evvelâ cemaatleri devletin kontrolü altına alarak, onları güdümlü hâle getirerek, devletle barışık, olmayacak uygulamalara da ses çıkarmayan, resmî ideolojiyle iç içe çalışmayı benimseyen bir yapıya yerleştirdi o zihniyet. Başta, tek parti ve ihtilâl dönemleri olmak üzere bazı iktidarlar döneminde cemaatlere yasaklı birer örgüt muâmelesi yapılarak, kanunsuz tazyik ve baskılarla sindirilmeye çalışıldı. Menhus gayelerine ulaşmak için bazı dönemlerde bazı cemaatler himâye edilip, korunup kollandığı halde; gerçek kimliklerinden taviz vermeyip, boyun eğmeyen cemaat ve ekollere bazı keyfî ve kanunsuz muâmelelerde bulundu zinde güçler. Gizli emellerine ulaşmak için bazı cemaatlerin genleriyle oynadılar; birlik ve beraberliklerini bozmak için dahilî ihtilaflar meydana getirerek, onları bölüp parçalama metodunu kullandılar. Bazılarını dünyevîleştirerek, bazılarına makam-mevki tahsis ederek, bazılarına maddî imkânlar sunarak, bazılarının havf damarını işleterek, cemaatleri aslî vazifelerinden alıkoydular maalesef. Bu noktada ifsat komitelerinin en etkili tuzaklarının ticaret ve siyaset olduğunu; bu korkunç tuzağın farkına varamayan bir çok cemaatin, ehl-i dünyanın bu cezbedici tuzaklarına düştüklerini görüyoruz. Güya “Daha çok hizmet edeceğiz” anlayışıyla yola çıkarak ticarete veya siyasete soyunan bir çok cemaatin aslî vazifelerinden uzaklaştıklarını, cemaat olma özelliklerini kaybettiklerine şahit olduk maalesef. Dîn-i mübîne hizmet gayesiyle yola çıkan bazı cemaat mensupları ticarete soyunup, şirketler kurup, bir çok holding ve fabrika sahibi olurken; bazı cemaatler de güya “Dine daha çok hizmet ederiz” zannıyla, bazı siyasî partilere mensup olup, adetâ onların arka bahçesi konumuna düşünce, hızla dejenere olarak, aslî vazifelerini unutup, maalesef malum çevrelerin tuzağına düştüler. Destek verdikleri partiler bir şekilde zayıflayıp, iktidarlarını kaybedince, bu cemaatler de fonksiyonlarını kaybetmiş bir şekilde boşlukta kaldılar. Halbuki cemaatler yalnız ve yalnız uhrevî hizmetlere odaklanmalı. Bu yolda hiç bir siyasî veya ticarî mesele onların zihinlerini meşgul etmemeli, onları yüklenmiş oldukları ulvî davalarından alıkoymamalı. Ancak bu şekilde lâzım olan ihlâsla istenilen başarı sağlanır. Aslî vazifelerini unutmadan, yüklendikleri manevî hizmetleri arka plâna itmeden, maddî hiç bir karşılık beklemeden cemaat mensupları da, elbette ticaretle veya siyasetle meşgul olabilirler; herhangi bir siyasî partiyi destekleyebilirler. Ama resmî ideolojiyle dirsek teması kurarak, siyasî partilere angaje olup, onların her icraatlarına destek vererek, dine ve dindarlara yapılan haksızlıklara sessiz kalarak yoluna devam eden cemaatlerin toplum nezdindeki inandırıcılıklarını izah etmeye gerek kalır mı? Görebildiğimiz kadarıyla en çok mevcut bu hükûmet döneminde cemaatler yara aldı, içi boşaltılarak etkisizleştirildi. Bu boşluk hâlen devam ediyor ve toplum bunun sıkıntısını yaşıyor. 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Oruç ve şükür |
Salih Bey: “Orucun şükre bakan yönü nelerdir?” Biz her şey için Yüce Allah’a karşı şükür borçluyuz. Öyle ki, her isteğimiz karşılanıyor. Her ihtiyacımız görülüyor. Her derdimiz derman buluyor. Her duâmız cevap buluyor. Her dileğimize bakılıyor. Her acımıza inâyetle çare yetiştiriliyor. Gözümüz yollarda bırakılmıyor. Elimiz boş çevrilmiyor. Gönlümüz cevapsız terk edilmiyor. Hayatımız her saniye şefkatle ve ilgiyle kucaklanıyor. Mübârek Ramazanın orucu ile Allah’ın nimetlerinden kısmen, yani belirli bir süre el etek çekmekle, Allah’ın nimetlerinin kıymetini çok iyi anlıyoruz. Allah’ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu çok iyi kavrıyoruz. Olmasaydı, olmayacaktık derecesinde! Verilmeseydi, yaşamayacaktık ölçüsünde! Ekmeksiz, susuz, midemizin isyanlarına bakılmadan, ciğerlerimizin yangınına cevap verilmeden hayatımızı düşünmek bile mümkün değil! O halde şükürsüz hayat nasıl mümkün olabiliyor? Bu insan kadir kıymet bilmez bir yaratık mı? Teşekkürsüz bir hayatı insanlar arasında düşünmek bile tek kelimeyle vahşet! Ya Allah’a karşı şükürsüz yaşamak, ne kadar vahşet, ne kadar kabalık, ne derece dehşet olduğu açık değil mi? Ramazan Risâlesinin İkinci Nüktesinde Bedîüzzaman Hazretleri, Ramazan orucunun Cenab-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetini nazara veriyor. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, çok kıymettâr olan o nimetleri elinden aldığımız tablacıya bir bahşiş verdiğimiz halde, asıl mal sahibini, asıl göndericisini, asıl yaratıcısını tanımamak, görmezden gelmek ve yok saymak sonsuz derece akılsızlıktan başka bir şey değildir! Nitekim Cenâb-ı Hak hadsiz nimetlerini, tam zevkimize göre cins cins, tür tür, çeşit çeşit, her mevsimde ayrı ayrı olacak şekilde yer yüzüne yaymış ve sermiştir. Tabiîdir ki, o nimetlerin karşılığında şükür istiyor. O nimetlerin görünen sebepleri ise, yani bize getiren aracılar ve eller ise tablacıdan başka bir şey değildir. Oysa tablacılara, bize getiren ellere, aracılara, üreticilere, bir fiyat vermeden, onlara minnettâr olmadan, onlara teşekkür etmeden, onları yok sayarak almıyoruz! Hattâ müstahak olmadıkları pek çok hürmeti ve saygıyı gösteriyoruz. Halbuki o nimetleri hakiki veren, yaratan, halk eden, sırf bizim için var eden, yokluk göstermeyen, darlık göstermeyen Allah (cc), o nimetler vasıtasıyla, o aracılardan ve sebeplerden hadsiz derece daha fazla şükre lâyıktır! İşte Allah’a teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını tam hissetmekle mümkündür. Ramazan-ı Şerifteki oruç da bize bunu sağlıyor! Hakîkî, hâlis, içten, riyâsız, gölgesiz, gösterişsiz, samîmî, kapsamlı ve geniş bir şükrün anahtarını bize veriyor. Çünkü bu insanlar sâir vakitlerde mecburî olarak aç ve susuz bırakılmazlarsa, hiç aç kalmadıklarından, hiç susuzluk nedir bilmediklerinden, nimetlerin yüksek ve hayatî kıymetini bile fark etmiyorlar, anlamıyorlar! Onlarsız olur zannediyorlar! Olmadığını görmeleri gerekiyor! Meselâ bir parça kuru ekmek, dâimâ tok olan zenginin gözünde nimetten bile sayılmıyor! Oysa onda yüksek bir nimet derecesi vardır. Bunu ona göstermek gerekiyor ve hissettirmek gerekiyor. Halbuki o kuru ekmeğin bir mü’minin nazarında çok kıymettâr bir nimet olduğuna iftar vaktinde dili şahitlik ediyor, mîdesi şahitlik ediyor, gözü şâhitlik ediyor. İşte Ramazan-ı Şerifte padişahtan en fukaraya kadar herkes, o nimetlerin kıymetlerini anlamakla mânevî bir şükre mazhar oluyor. Sonra; Bedîüzzaman’a göre, gündüzde yemek ve içmekten alı konulması cihetiyle insan şunu tam anlıyor ki: “O nimetler benim mülküm değil! Çünkü ben onları yemek ve içmekte hür değilim! Demek, başkasının malıdır! Başkasının verdiği şeydir! Eğer gerçekten benim mülküm olsaydı kimse beni onları yemekten ve içmekten alı koymayacaktı! Kimse elimi tutmayacaktı! Şu baş döndüren açlığa karşı kimse beni onlardan vazgeçiremeyecekti! Oysa ben onları yemek için emir bekliyorum! Ferman bekliyorum! Onları, gerçek sahibi olan Allah’ın adıyla yiyebileceğime dâir yüksek sesle yapılacak ilanı, Allah’tan gelecek izni ve müsaadeyi bekliyorum! Demek onlar Allah’ın mülküdür!” İşte Ramazan-ı Şerifin orucu bu cihetiyle hakîkî insanlık vazifesi olan şükrün anahtarı hükmüne geçmektedir.1
Dipnot: 1- Mektûbât, s. 388 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
En uzaktaki en yakındır bazen... |
En uzaktaki en yakındır bazen Bazen elinin değemediğine yüreğin değer, yüreğin dokunur Yüreğinin dokunduğu teselli eder seni, Yaralarını sarar, düğümlendiğinde boğazın Nefes aldırır sana... Tekrar tutunmak istediğinde hayata, Sıkıca tutar elinden... Hayatın bütün virajlarından canın acımadan döndürür seni, Yaraların bile çabuk iyileşir o zaman. Taşlı sulardan ayakların kanamadan geçip gidersin, Düştüğün kuyulara bile ya bilerek düşersin, Ya da kenarından geçip gidersin. Hayat ve içindeki hersey, Bir yolculukta camdan seyrettiğin görüntülere döner. Resmin dışından bakarsın hayata. Uzaktakinin gerçek yakınlığı teselli eder seni, Seni asıl bilenin ve en çok sevenin tesellisidir bu aslında, O seni bilir, ne ile mutlu olacağını, neyi seveceğini de bilir. Hangi merhemin iyi geleceğini de yine, en iyi O bilir. Yarayı açan da merhemi süren de O’dur. Eğer duyabilirsen içindeki O’na ait sesi, Sesini duyurmuş bir garibin, yorgun ama mutlu bakışıyla, Gözlerini kaldırıp gökyüzüne, O’na bakarsın, Bilirsin, sen her konuşmak istediğinde sadece ve sadece O hazırdır. En yakın ama, en uzak da olabildiğin O’dur aslında, Sen seçersin O’na uzak ya da yakın olmayı, Hayatındaki bütün mesafelerde O’nun izi vardır. O’na yakın olduğunda herşeye de yakınsındır aslında, Sorduğu her soruda kendini göstermek ister sana, Hayatın eli en tatlı dokunuşlarıyla okşarken seni, Sen şifreyi çözmeye çalışırsın. Bu sırada hayatındaki yakınlar ve uzaklar yer değiştirir, Yakın bildiklerin uzak, uzak bildiklerin de yakın olur. Çözemediğinde tekrar tekrar sorar sorularını, hiç bıkmadan, Şifreleri hayatın içinde gizler, çözdükçe güçlenirsin, Her bir soru arasında sana teselli zamanları bırakır, Yorulduğunu O’ndan iyi bilen var mıdır?
Soruyu çözemediğinde ise, soruyu sevmeye çalışırsın, Hatta bir adım öteye giderek soruyu soranı da seversin, Gerçek uzaklık nedir aslında ya da gerçek yakınlık ... Bildiklerin midir yakın olan, uzaklar hep bilmediklerin midir.
Ey uzak görünüpte en yakın olan; Sana yakınlığımı arttır.
Ey soruları soran; İstediğim bütün uzakları benim için yakın eyle, Kalbimi sıkan bütün yakınları da uzak eyle, Ve bütün bunları gönlüme de sevdir olur mu… 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Obama’nın cami sınavı |
Obama’nın Amerikalı Müslümanlara verdiği iftarda, İkiz Kulelerin yakınına yapılacak camiyi de içeren kültür merkezi inşaatına ilişkin söylediği destekleyici sözlere gelen tepkiler Amerikalıların hoşgörü testini kaybedeceğini gösteriyor. Kordoba Evi adı verilen ve iki bloktan oluşacak merkezde spor ve toplantı alanlarının yanı sıra bir de cami yer alacaktı. Daha önce bu konuyu ele almış, bu merkezin inşasının Amerikalılar için hoşgörü testi niteliğinde olacağını söylemiştik. (5 Ağustos) Obama da Beyaz Saray’da verdiği iftarda Müslümanlara sizin de herkes gibi dininizi yaşama hakkınız var dedi. “Buna aşağı Manhattan’da yerel yasalara ve emirlere uygun biçimde ibadethane ve toplum merkezi inşa etme hakkı da dahildir” diye eklemişti, “Burası Amerika din özgürlüğüne olan bağlılığımız sarsılmaz güçtedir”. Kıyamet koptu. Başkan yardımcısı adayı iken seçimi kaybeden Sarah Palin’in başlattığı kampanya, Başkanın bu sözlerinden sonra dalga dalga yayılarak büyüyor. CNN’nin yaptığı ankete göre Amerikalıların yüzde 70’i camiye karşı çıkıyor. Özellikle Cumhuriyetçiler şiddetle karşı çıkıyor ve Obama’yı 11 Eylülde hayatlarını kaybedenlere hakaret etmekle suçluyorlar. Palin daha da ileri giderek, “Bu tıpkı Srebrenica ölüm tarlalarına Sırp kilisesi inşa etmek gibi” diye tahrikini artırdı. Bir gün sürdü Obama’nın bu din özgürlüğü müdaafası. Ertesi gün işin ciddiyetinin farkına varıp, “ben projeyi onaylamıyorum, sadece dinine bakılmaksızın hükümetin herkese eşit davranması genel ilkesini savundum” diye geri adım attı. “Oraya cami inşa etme kararının doğruluğu hususunda yorum yapmadım ve yapmayacağım” diye kendini savundu. Bu konunun cami ve kültür merkezinin inşasını—tüm yasal izinler alınmış olmasına rağmen—engelleyecek boyuta ulaşacağını düşünüyoruz. Zira Amerikan kamuoyunda yönetimin Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde on yıldır körüklediği İslâm düşmanlığı çok kolay alevlendirilebilecek bir konu haline geldi. Büyük umutlarla iktidara gelen Barack Obama, İslâm dünyası ile ilişkileri güçlendireceği yönündeki mesajlarına rağmen, Bush’un mirasını daha da genişleterek sürdürüyor. Irak’tan çekilen birlikten Afganistan’a yığılıp Müslümanlarla savaştırılıyor. Yemen’de CIA aracılığıyla kirli ve kanlı bir savaşı sürdürüyor. Kahire’deki mesajı ve sembolik toplantılardaki konuşmalarıyla, Müslümanların gönlünü almaya çalışması da yalnızca niyet düzeyinde kaldı. Son olay bir yandan Obama’nın bir gün sonra söylediklerini tevil etmesiyle güvenilmezliğini ortaya koyarken, öbür yandan Amerika’daki İslâm düşmanlığının boyutlarını göstermesi bakımından ibret vericidir. Ayrıca Müslümanlar açısından da bir başarısızlık somutlaştı: İslâm’ın engin insan sevgisi ve hoşgörüsü ile, İkiz Kuleleri vuranların savunduğu ideoloji arasında herhangi bir ilişki olamayacağının Amerikalılara anlatılamaması. Amerika hoşgörü testini kaybedecek gibi görünüyor. Umarız yanılıyoruzdur. Umarız Kordoba Evindeki cami tamamlanarak 11 Eylül’ün masum kurbanlarına da Fatiha okunur. Umarız Amerikalı Müslümanlar doğru İslâm’ı Amerika’ya anlatmayı başarırlar. 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Her gün Ramazan olsa |
Gaflet, nefret, şehvet, hırs, haset, husumet, enaniyet, adam sendecilik, bananecilik, şikemperverlik, hodbinlik, bedbinlik, yolsuzluk, hırsızlık, arsızlık… bilimum hasletlerin tatile çıktığı bir zaman diliminin adıdır Ramazan. Siz bakmayın siyasetin Ramazan dinlemez, adab bilmez, nasihat dinlemez edepsizliğine; aldırmayın ötekileştiren nefret diline. Ramazan’ın diline kulak verin. On bir ayın sultanı, sultanların ayıdır; gönlünü taht bilmiş şahların adıdır. Risâle-i Nur’daki tespitlerle, Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine, insanın ferdî ve içtimaî hayatına ve nefsin terbiyesine bakan, her daim şükrü hatırlatan, çeşitli yönleriyle şeairin en muhteşemi olan bu mübarek ay, bütün çirkinlikleri örtüyor, kötülükleri öteliyor; şefkat, rahmet ve merhamet tecellileri ile birlikte güzellikleri nazara veriyor, gönülleri fethediyor. Diğer zamanlarda yüzündeki ıztırabını, yardım dileyen, yalvarırcasına bakışlarını görmeden yanından geçtiğimiz bir garip ile aynı sofrada, aynı ekmeği paylaşabilmek ne güzeldir! Bir fakire “Her gün Ramazan olsaydı keşke” dedirten bu muhteşem hal; “Her gün bayram olsa” diyerek sevinç çığlıkları atan bir çocuğunki gibi mutluluk fotoğrafını yansıtmakla kalmaz, koskoca bir âlemin kardeşlik, muhabbet ve tesanüd kabiliyetini gösterir. Bu hal, uyuyan bir âlemi uyandırır, kimlere kimler olduklarını, neler yapabileceklerini hatırlatır. Sıradanlaştırdıklarımızı, kanıksayarak görmezden ya da duymazdan geldiklerimizi görülür, duyulur ve önemsenir hale getirir Ramazan. Şefkate muhtaç yetimler, ekmeğe muhtaç fakirler, duaya hasret gönüller Ramazanla gönül sahamıza girer. Ellerin derdi Ramazanla bizim derdimiz; neşesi neşemiz olur. Bütün vizeleri kaldıran, sınır tanımaksızın coğrafyaları buluşturan, kıtalar ötesiyle buluşturan bir yoldur Ramazan. Pakistan’da sel, Afrika’da açlık varmış; Etiyopya, hicret diyarı Habeşistan mıymış? İlk Müslümanlara kol kanat geren bu şefkatli topraklarda çocuklar açlıktan mı ölüyormuş? Komşun açken yiyinip, şişinip zıbardın mı? Aaa… Bunları duymadın mı, bilmedin mi, görmedin mi hesabına çekilmeden önce ruhumuza şefkat iklimini üfler, merhamet tohumlarını saçar, “hepimiz aynı bedenin azalarıyız” dedirtir Ramazan. Ye, iç, yat; ye, iç, yat, kalk! Kediler gibi, ne hoş hayat! Bana beni, sana seni hatırlatır Ramazan. Yediklerim, içtiklerim bir Rahimiyet cilvesiymiş, önümdeki mümtaz nimet sofrası Rabbimin hediyesiymiş, Malike’l Mülk’ün habercisiymiş. Zenginliğim, elimdekilerim yalnız birer emanetmiş, alan da birmiş veren de birmiş. Başıboş ve yalnız değilmişim; bir misafirhanenin baş misafiriymişim, ben neymişim. Varlığa da yokluğa da şükür dedirtir, kıymet bildirir Ramazan. Sıcak, sıcak, çok sıcak… Tam on altı saat… Yolculuğa mı çıksak, kazaya mı bıraksak, doktor raporu mu alsak… Nefis atına binmiş serkeş gönüller, aczini, fakrını, kusurunu bilmez gafil kafalar… Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan ‘hep banacılar’ı, ‘daha yok mucular’ı, haris kalpleri, elması kömüre tercih eden akılları dize getirir Ramazan. Yemek için yaşayanlar; zaafını, aczini ve fakrını görür; oruçla başını öne eğer, ruhunu yüceltir; midesini kapar, gönlünü açar. “Elhamdülillah” der, “maşallah” dedirtir. “Oruç tut, sıhhat bul!” “On Bir Ayın Sultanı…” Mahyalar bir bir yanmaya başlar; bin bir renk, kaplerde bin bir şevk, heyecan. Van Nurşin’den bir ezan sesi yükselir, Selimiye’den duyulur. Eller Kocatepe’de semaya kalkar, Eyüp Sultan’da yüze sürülür. Ulu Camii’nden yükselen bir duaya Süleymaniye’den ‘amin’ denilir. Kabe’den tekbir sesleri duyulur, Mescid-i Nebevi’den şükür… Yad-ı Mevla’nın izleri her yerde, cümle diller zikirde; dillerde bir hoşamedi: “Hoş geldin Kur'ân Ayı!” “Hoş Geldin ya Şehr-i Ramazan!” 17.08.2010 E-Posta: [email protected] |