Hüseyin EREN |
|
Sükûtî altın |
Düşünmeden konuşmak ne düşündürücü, duygularını dizginlemeden söz söylemek ne tahrip edici. Durarak, düşünerek, ölçüp biçip ne getirip ne götüreceğini hesaplayarak kelâm etmek; ne güzel, ne iyi, ne akıllıca bir iş. Kendine hâkim olarak akıllıca davranmak; nefsini dizginlemenin, iç dengeleri iyi kurmanın göstergesi ve görüntüsü. Sükûtî altın toplamak ne büyük bir kazanç, ne büyük kâr. Zan, gıybet gibi âdî sözler söylemek bütün kazançları götüren bir kaybediş, bir büyük zarar. Sıcakların iyice kendini hissettirdiği şu günlerde zihnî dağılmışlık, kalbî gevşemişlik, hissî hoyratlıktan kaçınabilmek doğrusu güç. Güç işleri güç zamanlarda yapmak daha bir güç istiyor. Zihnin ve kalbin günah sıkışmışlığı ile dışın sıcaklığı birleşince öfke patlamaları ard arda geliyor; konuşmalar kurşun gibi parçalıyor önüne geleni. İç ve dış ateş arasında kalmakla kalbura dönüyor kalp, delik deşik oluyor uhrevî duygular; kovulmuş şeytan serinliyor, tatil sevinci yaşıyor. Küçük bir kıvılcımın büyük bir yangını netice vermesi gibi bazen gümüş değil kömür konuşmalar ortalığı ateş alanına çeviriyor. İç âlem yandığı aynı anda dış âlem de yanıyor, dış âlem yandığı aynı anda da iç âlem yanıyor. Ne adalet kalıyor, ne de hakkaniyet. Okuduklarımız, okuyor olduklarımız bu zamanda bir işe yaramıyorsa bu nice okumaktır. Akla, kalbe, lâtifelere inmeyen okumalar sıcak bir rüzgârda soğuk öfke konuşmalarına sebebiyet veriyorsa tedaviye ihtiyaç vardır demektir. Okuduklarını pratiğe dökme tefekküründe olan pek konuşmaz, konuşmadığı için de hata yapma riski azalır. Kötü kelâm edildiği, öfke solunduğu, boş konuşulduğu, cennet ve cehennem anılmadığı meclislerden, küçük gruplardan uzak da durabilirse ateşler arasından az yanıklarla geçer. Allah ü Zülcelâl Velcemal’in inayet lütfu yetişmese, ateşten korunmamız mümkün mü? İstiâze ve istiğfarla ona yöneldiğimizi, yakınlaşmak istediğimizi gösterirsek, O bize daha da yakınlaşacaktır İnşâallah. Çünkü O, Rahman ü Rahim’dir, Rahmeti gazabını geçmiştir. Sükûtî altın edinmekten daha büyük bir konuşma kazancı; Âlemlerin Rabbinin Kelâmı Ezelîsi Kerim Kur’ân’ı okumak, Onun Resûlüne salâvat getirmek. Küçük boşluk zamanları onun zikri ve fikriyle doldurmak, dar zamanlarda büyük bir ihtiyat kuvveti olarak gelmesi muhtemeldir. Her dem kusur itirafıyla Sübhan olan Allah ü Azimü’şŞân’a âyine olmaktır kula yakışan. Böyle tesbih zikri ile dilini ve gönlünü dolduran, bu mânâları aklına yerleştiren bırakın teneke konuşmalara, gümüş konuşmalara bile tenezzül etmez, ihtiyaç duydukça altına el uzatır. Recmedilmiş şeytanın ona yaklaşması, öfke ateşine atması güçtür. Güçlük ve kolaylık bu noktada; her şeyi aydınlatan siyah nokta veya her şeyi yutan kara delik. Kelimeleri israf etmenin anlamı var mı? Kur’ân âyetleri, kelimeleri, harfleri, kâinat zerreleri O’nun adına konuşuyorsa; susup dinlemekten öte yapılacak bir şey var mı? 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Çocuklarla namaza dair bir muhâvere |
Beş vakit namazını kılan ve dindar bir insan olan babam, küçüklüğümüzden beri, bizi İslâmî terbiyeyle yetiştirmeye gayret etmiş, o yaşlardayken de, diğer kardeşlerimle beraber dizinin dibine oturtarak, kısa namaz sûrelerini ezberletmeye çalışmıştı. Ondan sonra da, (46-47sene önce) ilkokul 4. sınıftayken, din dersi kitabımızdaki namaz sûrelerini ezberlediğimi hiç unutmuyorum. (bu benim daha sonra namazlardaki temelim olmuştu.) Elhamdülillah, fıtratımızda dindarlık vardı ama; fazla bir telkin de olmayınca beş vakit namaz kılmıyorduk. Gerçi çocukluğumuzdan beri Cuma namazlarını kılıyorduk, orucumuzu tutuyorduk, fakat beş vakit namaz yoktu. Bundan kırk sene önce, 16-17 yaşlarında iken Risâle-i Nurları tanımayı nasib etmişti bize Cenâb-ı Hak. Cemaati sevdikten sonra dershaneye gelip-gitmeye başlamıştım, ama yine namaz yok. Namaz vakitlerinde ağabeyler kalkar, bana bir kitap veya mecmua verirler, ”Kardeş, biz namaz kılacağız, bu arada sen de bunu oku” derlerdi. Tabiî bu çok değişik bir psikolojiydi. Ağabeylerimizin bu şekildeki tavrı bize çok tesir ediyordu. Zaten ”Haydi kalk abdest al, namaz kılacağız!” veya itham edici bir tarzda zorlasalardı, fıtraten baskı ve zora gelmeyen yaratılışımızla, hemen bırakır gider, belki de hiç gelmezdik. Ama çok şükür onlar öyle yapmadı, Rabbim de nasip etti, ben de nefisle mücadeleye başladım. Bazen “Kalkıp ben de bunlarla kılayım” diyordum, fakat nefis bırakmıyordu. Çünkü; şeytandan da aldığı telkinle, nefsin en hoşlanmadığı şey, namazdır. Hani Anadolu tabiriyle, nefis ve şeytan ikilisinin bacağını insan bir defa kırsa, ondan sonrası “devam”dır İnşâallah. İşte bu halde, altı ay dershaneye geldim-gittim. Bu minvâl üzere devam eden ahvalimizden, altı ay sonra Cenâb-ı Hakk’ın nasip etmesiyle kurtulduk ve beş vakit namaz kılmaya başladık Elhamdülillah. O gün bu gündür de; inhiraf etmeden, ayrılmadan, namazı bırakmadan ve ona harîs bir hassasiyet göstererek, hırsla namazımızı kılıyoruz Elhamdülillah. Hırsın müsbette kullanılması böyle tezahür ediyor her halde. Bu hususta, muhatab olabildiğimiz her insana lisân-ı münasib ve kavl-i leyyinle, yumuşak bir şekilde, namaz kılmalarını tavsiye ediyoruz. Şükür ki, her yaş ve meşrepteki insanla diyalogda zorlanmadığımız için, daha kolay anlatıp, anlaşabiliyoruz. Özellikle çocuk ve gençlerle diyaloğumuz daha hoş oluyor. Geçtiğimiz yaz, Yalova’da bulunan ağabeyimlere ziyarete gitmiştik. O da bizi bir piknik yerine götürdü. Öğle namazının vakti yaklaşmıştı. Abdest hazırlıklarımızı yaparken, etrafta 10-15 yaş arası 25-30 çocuk gördük. Biraz ileride bulunan ağabeyim beni yanına çağırdı, birisiyle konuşuyordu. Yanındakini göstererek ”Tanıdın mı?” dedi. “Hatırlayamadım” deyince, mahalle camilerinin eski imamı olduğunu söyleyince “Haa tamam” dedim. Biraz konuşmaya başlayınca, başka bir camide imamlık yaptığını öğrendik. O çocuklar da, vazifeli olduğu camiiye yaz Kur’ân kursuna geliyorlarmış. Bugün de onlara hem bir değişiklik olsun diye, hem de mükâfaten buraya pikniğe getirmiş. Bizim namaz hazırlığına başladığımızı görünce, o ve çocuklar da abdestlerini alıp geldiler. Hocanın imamlığı, bizim de müezzinliğimizle, namazımızı bitirdik. Duâdan sonra hocanın yanına geçip, çocuklara doğru dönerek, muhavereye başladık: “Çocuklar, biz şimdi ne yaptık?” Hep bir ağızdan; “Namaz kıldık amca.” “Peki niye namaz kıldık?” Cevaplar gelmeye başladı: “Allah rızası için.” “Allah bizi sevsin diye.” “Allah bizi Cennetine soksun diye.” “Allah bizi Cehennemde yakmasın diye.” “Maşaallah! Ne kadar zekisiniz hepiniz” dedim. Çocuklardan birine dönerek: “Bu gözlüğü kaça aldın?“ dedim. “Bilmiyorum, babam aldı.” “Bakın benim bu gözümdeki gözlük var ya, uzak-yakın cam bir arada. Onun için de, arkadaşınızın gözlüğünden pahalıdır, 700 lira civarında.” “Ooo ne kadar pahalı.” “Yaaa, pahalı değil mi?” Başka bir çocuğa dönerek: “Senin gözlüğün yok, peki bu gözü kaça aldın?” Hepsi şaşkın ve mütereddid bakışlarla bana bakarken, çocuk: “Bedava amca, para vermedik” deyince, bir başkası: “Allah verdi amca.” Bir başkası: “Allah yarattı amca!” “Hah tamam. Gördünüz mü bakın, Allah yarattı değil mi?” Hep bir ağızdan koro halinde, ”Eveeeet! ” dediler. “Elbette Allah yarattı. Bakın bu gözlüğü yapan binlerce fabrika var. Ama fiyatı ne kadar pahalı” dedim. “Peki gözü yapan kaç fabrika var?” “ …….” “Olur mu amca? O fabrikada yapılmıyor ki, Allah yarattı.” “Elbette. Bakın çocuklar, gözlüğü yapan fabrikaya çok para ödüyoruz. Üstelik, bir de gözlükçüye teşekkür ediyoruz. Gözü yaratan Allah’a bunun karşılığında ne vereceğiz? O'na nasıl teşekkür edeceğiz?” “.......” “İşte bakın çocuklar, göz gibi, bize verdiği diğer organlarımıza ve çeşitli yiyecek-içeceklere karşı Allah’a elbette bir karşılık vermeliyiz, değil mi?” “Evet amca çok doğru.” “İnsanların bize yaptığı küçücük bir iyiliğe karşı nasıl teşekkür ediyorsak, Allah’a karşı da şükür edeceğiz. Bunun en güzel numunesi de, namaz kılarak Allah’a kul olduğumuzu göstermemizdir, değil mi? Demek ki namaz kılacağız.” Birisi atılarak: “Amca ben hep Cuma namazlarını kılıyorum.” “Demek ki sen haftada bir defa yemek yiyorsun.” “Olur mu amca, günde 3 defa yiyoruz. Hatta arada da abur cubur atıştırıyoruz.” “Eee, o zaman nasıl olacak peki? Yemeği günde üç defa yiyoruz, namazı haftada bir defa, olur mu hiç?” “Olmaz” “Niye?” “Namazı da günde beş defa kılacağız.” “Evet çocuklar. Bakın, yemek yemeden yaşayabilir miyiz?” “Tabiî ki hayır” “Yemek vücudumuzun gıdasıdır, değil mi? Yiyeceğiz ki, sağlıklı olalım. Peki; kalbin, aklın, ruhun gıdası nedir?” “...…..” “Onların gıdası da namazdır. İşte, bize çeşitli nimetler veren, vücudumuza sağlık veren Allah’a karşı şükür borcumuzu namazla ödememiz gerekir.” Çocuklarla muhaverimiz bittiğinde, gözlerde sevinç parıltıları vardı. Hepsi de çok memnun kalmıştı sohbetten. İçimizden duâ ederek yanlarından ayrıldık: “Ya Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Son nefesimize kadar namaz ibadetinden ayırma!“ 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bediüzzaman Kur’ân için ne yaptı, biz ne yapıyoruz? |
Bediüzzaman, Kur’ân’ın bir nüktesi için hayatını ortaya koydu. Acaba biz ne yapıyoruz? * Meselâ, harp içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîm’in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek o gülleler içinde Habip kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek, at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş.1 * Meselâ, müfessir H. Basri Çantay, “Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risâle-i Nurları te’lif etmeye başladı; hem Türkiye’de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlâsı, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi” şeklindeki sözleriyle Bediüzzaman’ın Kur’ân uğrunda verdiği muhteşem mücadeleyi anlatır. * Bediüzzaman Kur’ân’ı anlamak için az konuşur, çok tefekkür ederdi. * Yatsı namazından sonra yatar, iki-üç saat sonra kalkar, “teheccüd” namazını kılar, Kur’ân, tesbihat, Cevşen okur, hazin hazin duâ ederdi. * Geçiminde zârûretten fazla bir masrafa girmezdi. * Biriktirdiği maaşla kitaplarını bastırıp, ikisinin dışındakini meccânen dağıtırdı. “Niçin bu eserleri sattır mıyorsunuz?” diyen yeğenine, “Maaştan bana kût-u lâyemût (ölmeyecek kadar) caizdir. Fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iâde ediyorum” demişti. * Gönüllü Alay Kumandanı olarak cephededir. Rus orduları komutanı Nikola Nikolaviç’in ziyaretinde ayağa kalkmaz! Divan-ı Harb’e verilir, idam kararı çıkar. İdam sehpasında iken komutan özür diler, kararı geri aldırır. * İstiklâl Savaşında İngilizlere karşı şiddetle mukabele eder. Şeyhü’l-İslâmın Kuvay-ı Milliye aleyhinde verdiği fetvanın baskı altında verildiğini, geçersiz olduğunu söyler; karşı fetva verir. * Zaferden sonra, hizmetlerine mukabil M. Kemal onu ısrarla Ankara’ya dâvet eder. Kendisine yapılan köşk, milletvekilliği, Şark Umumî Vaizliği, 300 altın maaşı teklifini reddeder. * Devletin yapılanması ile ilgili beyanname neşreder. M. Kemal ona itiraz eder. M. Kemal’e, “Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur (reddedilmektir)” der. Gerçek cumhuriyetçi, hürriyetçi olan Bediüzzaman, M. Kemal’le Meclis’te üç sefer tartışır. * O en zor, en sıkıntılı, en ağır şartlarda bile Asr-ı Saadet İslâmını, Kur’ân’ı, Sünnet-i Seniyye’yi bizzat yaşayarak günümüz insanına fiilen rehber olmuştur. * Ömrünün ilk devresini ilmî sohbetlerde, münâzaralarda, harp meydanlarında; son 35 senesini iman-Kur’ân hizmeti uğruna hapis-nezaret, sürgün ve işkence altında geçirdi. 23 Mart 1960’ta, Ramazan’ın 25’inde, saat 03:00 sularında Hakk’a yürüdü. Geride bıraktığı dünyevî serveti, iki kalem, kırık bir gözlük, seccade, yatak ve çay fincanı idi. Bediüzzaman’ın hayatını hiçe sayarak, en meşrû zevklerini dahi terk ederek, Kur’ân için verdiği bu şanlı mücadeleye biz de iştirak edebiliriz: Yeni Asya, Kur’ân ayı bu Ramazan’da da Kur’ân-ı Kerim ve onun muhteşem tefsiri Risâle-i Nur Külliyatından Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesi’ni hediye olarak veriyor. Kim bilir abone olarak, abone yaparak ve abone olduğumuz gazeteleri başkalarına ulaştırarak binlerce kişinin imanının kurtulmasına vesile olabiliriz. Ve Bediüzzaman’ın Kur’ân dâvâsına katkıda bulunabiliriz. Dipnot: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 459. 03.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hz. Peygamber’den (asm) altın prensipler |
“İB” rumuzlu okuyucumuz: “İslâm’a yeni giren birisine İslâmiyeti özetleyecek biçimde dünyaya ve ahirete ışık tutacak tavsiyeler nelerdir?”
Söz, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın. Buyuruyor ki: “Ey insanlar! Sözlerin en doğrusu, Allah’ın kitâbıdır. En sağlam kulp, Kelime-i Şehâdet’tir. En hayırlı millet, Hazret-i İbrâhim’in (as) milletidir. Yolların en hayırlısı, Muhammed’in (asm) yoludur. Sözlerin en değerlisi, Allah’ı zikretmektir. Kıssaların en güzeli, elinizdeki Kur’ân’dır. İşlerin en hayırlısı, farz olan amellerdir. Her şeyin en kötüsü, sonradan ortaya çıkan bid’alardır. Dâvetlerin en güzeli Peygamberlerin irşadıdır. En şerefli ölüm, şehit olarak ölmektir. Körlüğün en kötüsü, hidayete erdikten sonra tekrar sapıklığa düşmektir. İlmin en iyisi faydalanılan ilimdir. Doğru yolun en iyisi izlenilen yoldur. En kötü körlük, kalp körlüğüdür. Veren el, alan elden üstündür. Az ve yeterli olan mal, çok olup âhiretten alıkoyan servetten iyidir. En kötü mazeret, ölüm anındaki mazerettir. Pişmanlığın en kötüsü, Kıyamet günü duyulan pişmanlıktır. “İnsanların bazısı namazı ancak vaktin sonunda kılar. Kimisi de Allah’ı nadiren hatırlar. En büyük hata, dilin çok yalan söylemesidir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. En iyi azık, takvadır. Hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalpte hürmetle saklanan en hayırlı şey, kuvvetli imandır. Îmânî meselelerde şüphe ve tereddüt küfürdendir. Ölüler için yüksek sesle ağlamak ve dövünmek, cahiliye âdetlerindendir. Müslümanların umumî malını zimmetine geçirmek, Cehennem közlerini toplamak demektir. Altını ve gümüşü biriktirip zekâtını vermemek, insanın vücudunu Cehennem ateşiyle dağlamaktır. Gayr-i meşrû meseleleri ve küfrü konu alan şiir, şeytanın nağmelerindendir. İçki, bütün kötülüklerin kendisinde toplandığı düğümdür. Kadınlar, şeytanın tuzağıdırlar. Gençlik, bir çeşit deliliktir. Kazançların en kötüsü, fâizden kazanılandır. Yiyeceklerin en kötüsü, yetim malıdır. Bahtiyar, başkalarından ibret alandır. Kötü kimse, daha annesinin karnındayken Allah tarafından bilinir. “Her birinizin nihayet gidebileceği yer birkaç metrelik topraktır. Her iş neticesiyle değerlendirilir. Amelde esas olan âkıbetidir. Habercilerin en kötüsü, yalan haber yayandır. Gelmesi kesin olan şey, yakındır. Mü’mine sövmek fâsıkların, mü’mini öldürmek ise kâfirlerin vasfıdır. Gıybetini yaparak mü’minin etini yemek, Allah’a karşı gelmektir. Mü’minin malının dokunulmazlığı, kanının dokunulmazlığı gibidir. “Kim yemin ederek ‘Şu şöyle olacak!’ diye Allah adına hüküm verirse, Allah onu yalancı çıkarır. Kim bağışlarsa, Allah da onu bağışlar. Kim affederse, Allah da onu affeder. Kim öfkesini yutarsa, Allah onu mükâfâtlandırır. Kim musîbete sabrederse, Allah kaybettiklerinin yerini doldurur. Kim başkasını alaya alırsa, Allah onu rezil eder. Kim sabrederse, Allah sevabını kat kat verir. Kim Allah’a karşı gelirse, Allah ona azap verir. “Allah’ım! Beni ve ümmetimi bağışla! Allah’ım! Beni ve ümmetimi bağışla! Allah’ım! Beni ve ümmetimi bağışla! Allah’tan beni ve sizi affetmesini dilerim.”1 “Dünya câziptir ve tatlıdır. Allah onun tasarrufunu elinize verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan sakının! Kadınlardan sakının! Çünkü İsrail oğulları arasında çıkan ilk fitne, kadınlar yüzünden çıkmıştır. “Dikkat edin! Âdemoğulları değişik sınıflar hâlinde yaratılmışlardır. Onlardan bir kısmı mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar ve mü’min olarak ölür. Bir kısmı kâfir bir ortamda doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bir kısmı mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bir kısmı kâfir bir ortamda doğar, kâfir olarak yaşar, mü’min olarak ölür. “Dikkat ediniz! Öfke, insanoğlunun içinde tutuşturulan bir kordur. Öfkelenen kimsenin gözlerinin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmüyor musunuz? Biriniz öfkelendiğini hissederse mutlaka otursun. “Dikkat edin! İnsanların en hayırlısı geç öfkelenen, çabuk sakinleşendir. İnsanların en şerlisi çabuk öfkelenen, geç sakinleşendir. Geç öfkelenip geç sakinleşen veya erken öfkelenip erken sakinleşen kişinin bu iki hâli birbirini telâfi eder.”2
Dipnotlar: 1- Câmiü’s-Sağîr, 1/934. 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/935. 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Dokunulmazlıklar ve dokundurmalar |
Yeni Asya’nın haberine göre, “Dokunulmazlık dosyaları 672’ye ulaştı.” 550 vekile ait 672 suç dosyası! Ciddî bir sayı… …Gibi görünüyor. Peki, gerçekten milletvekili dokunulmazlıkları gerekli mi? Tamamıyla kaldırılsa ne olur? Demokrasi biter. Evet, bu kadar basit ve net. Sebebi de şu; dokunulmazlık demokrasinin olmazsa olmazı. Bu kural o kadar kesin ki, ilkel demokrasilerde dahi var. Şaşıracaksınız: Bu ülkenin devletinin ilk anayasasını yazdıran Abülhamid Han dahi, bir kısım yetkilerini devrettiği milletvekillerine dokunulmazlık hakkını vermişti. 1876 tarihli ilk anayasamızda birinci dokunulmazlık 47. maddedeki “kürsü ve rey dokunulmazlığı” idi: “Meclis-i umumî azası rey ve mütalâa beyanında muhtar olarak (oy verir ve), bunlardan hiçbiri bir gûna vaad ve vaid ve talimat kaydı altında bulunamaz ve gerek verdiği reylerden ve gerek Meclisin müzakeratı esnasında beyan ettiği mütalâalardan dolayı hiçbir vechile itham olunamaz; meğer ki Meclisin nizamname-i dahilîsi hilâfına hareket etmiş ola, bu takdirde nizamname-i mezkûr hükmünce muamele görür.” Yürürlükteki anayasa benzer kuralı biraz daha geliştirmiş, o kadar. Sıradan kişilere vermediği hakkı vekillere veriyor. (Aslında bu durum bizi “ele-güne” mahcup ediyor. Zira yabancı muhataplarımız, bizde, vekillerin değilse de asılların fikir hürriyeti üzerinde bazı problemlerin olduğunu kolaylıkla anlıyorlar). Zira kürsü dokunulmazlığı aslında sadece vekile değil, her kürsü sahibine lâzım. (Bendenizin, yazılarımda sık sık ülkemin her köşesine “hyde park corner” istememin sebebi de bu zaten). Milletvekillerine padişahın dahi verdiği ve halen de devam eden ikinci ve asıl dokunulmazlık “suç isnadına karşı” dokunulmazlıktır. 1876 Anayasasının 79. maddesi aynen şöyle: “Heyet-i meb’usanın müddet-i içtimaiyesinde azadan hiçbiri, heyet tarafından ithama sebeb-i kâfi bulunduğuna ekseriyetle karar verilmedikçe veyahut bir cünha veya cinayeti icra ederken veyahut icrayı müteakip tutulmadıkça tevkif ve muhakeme olunamaz.” Yani milletin vekilinin “suç şüphesi” sebebiyle polis tarafından gözaltına alınmasına ve mahkemece tutuklanmasına engel olunmuş. Ancak pek tabiîdir ki bu dokunulmazlık mutlak değil. Üç sınırı var: Dokunulmazlık suçüstü için değil, suç şüphesine dayalı suç isnadı hali için geçerlidir. Suç şüphesini ciddî görürse Meclis kendi itibarını korumak adına üyesinin dokunulmazlığını kaldırabilir. Dokunulmazlığı Meclis kaldırmazsa, seçimde bu kere millet bizzat duruma vaziyet eder ve vekillerin dokunulmazlığını, onları yeniden seçmeyerek kaldırır. Nitekim 2002 seçimlerinden önce Meclisin itibarı iyice düştü denildi ve millet de vekillerin % 90’ını yenileyerek yeni bir Meclis kurdu. O halde bilhassa suç şüphesine karşı dokunulmazlık anlamlı ve gereklidir. Eğer bu tür bir dokunulmazlık olmasaydı ne olurdu? Polis gücünü elinde bulunduran (iktidar olan) parti, kendi iktidarına engel gördüğü milletvekillerini, bilhassa kritik oylamalar öncesinde, çeşitli bahaneler icat ederek ve güya suç isnat ederek gözaltına alıp safdışı ederdi. Böylece o iktidar hiç devrilmezdi. İşte bunun içindir ki despotik yönetimlerde en güçlü adam, ne kraldır, ne başkan. Gerçek muktedir, polis şefini kontrol eden adamdır. O, genellikle “içişleri bakanı” ya da “politbüro şefi” gibi adlarla anılır. Peki, bizim bildiklerimizi politikacılarımız bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Mesele şu; bildirmek işlerine gelmiyor. Zira aslında demokrasiden haz etmiyorlar. O halde biz “bilelim ve bildirelim.” 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Filistin Direniş Kahramanı: Şeyh Râid Salah |
31 Mayıs günü sabahın ilk saatlerine kadar televizyon başından ayrılmamıştım. Akdenizin sakin sularında Gazze’ye doğru ilerleyen, yükü ve sloganı insanlık olan Mavi Marmara Gemisi'nin seyrini ekran başından takip ediyordum. İçimde öylesine bir sıkıntı vardı ki anlatamam. Bu sıkıntı çok kötü şeylerin olacağının habercisiydi sanki. Küçük oğluma “Bütün arkadaşlarına mesaj çek. Bu gece uyumayıp dua etsinler; çok kötü şeyler olabilir” dedim. Oğlum, “Korkma anne! İnşaallah birşey olmaz” dediyse de, bu sözler beni sakinleştiremedi. Evet korkuyordum. Çünkü gemide sevdiklerim vardı. Kuveyt’te sık sık görüştüğümüz Srilankalı arkadaşım Zâkirenin oğlu Ahmet, kızı Meryem ve Avustralyalı gelini Jerry de gemide idiler. Bu üç genç benim çocuklarım gibiydiler onlar için korkuyordum. Ayrıca, çok sevdiğim ve haberlerini daima takip ettiğim biri daha vardı gemide. O da, işgal altındaki topraklarda bir direniş efsanesi yazmakta olan Şeyh Râid Salah idi. İsrail’in Şeyh Râid’i öldürme planlarının olduğunu duymuştum. Suikast planının gerçekleşmesinden korkuyordum. Yüreğim bu sıkıntıyı yaşarken, kulaklarımda Râid Salah’ın Filistin topraklarında yetişen iki mübârek ürün olan zeytin ve kekike işaret edererek haykırdığı “İnna bâkûn; ma bakıye Za’ter vez-Zeytûn” (Za’ter ve Zeytin burada sabit olduğu müddetce, bizde yerimizde sabitiz) sözleri çınlıyordu. Dilim ise “Allah seni korusun ey Mescid-i Aksa’nın Muhâfızı Râid Salah” diye dua ediyordu. Bu hâlet-i rûhiye içinde birazcık uyumuşum. Kalktığımda hemen El-Cezire kanalını açtım. Korktuğum şey başa gelmişti, maalesef. Hain İsrailliler uluslar arası sular içinde seyreden Mavi Marmara gemisinin silâhsız barış gönüllülerine saldırmışlardı. İlk haberlerde çokça ölü ve yaralı var deniyordu. El- Cezire’nin İsrail televizyonuna dayandırdığı bir haberde ise, işgal altında bulunan topraklardaki “İslâmî Hareket”in kuzey kolu lideri Şeyh Râid Salah da ölüler arasında bulunuyordu. Haberin kaynağı gemiye el koyan İsrailli askerlerdi. “Râid Salah’ı hallettik!” diye bağırmışlardı. Acı haberi duyunca yıkıldım ve gözlerimden akan yaşa hakim olamadım. Belki yalan haberdir diye bir umutla “Kuveyt Filistin Cemiyetini” aradım. Oraya gelen bilgilerde aynı yönde idi. Cemiyetin kadın kolu başkanı “Sunacım, merak etme. Biz Kudüs’teki arkadaşlarımızla temas kurmaya çalışıyoruz. İlk fırsatta sana doğru haberi ulaştıracağız” dedi. 3-4 saat sonra beni arayıp “Râid Salah değil; ona benziyen biri vurulmuş. Râid Salah’ın sağlık durumu iyi, ancak tutuklanmış bulunuyor” dediklerinde, derinden bir oh çekerek “Elhamdülillah!” dedim. İsrail askerleri ellerinde silâhları ve ölüm listesiyle gemiye çıkartma yapmışlardı. İlk etapda öldürülmesi gerekenler önceden belirlenmişti. 3 dönem Ümmü’l Fahm Belediye Başkanlığı yapmış olan Şeyh Râid Salah da bu listede idi. Ancak İsrailin korkulu rüyası olan Râid Salah’a yöneltilen hain kurşunlar ona benziyen bir Türkü şehid etmişti! Evet İlâhi kader, “Siz ırkçı katillersiniz ve saygıdan yoksunsunuz!” diye korkusuzca bağırıp, İsrailli polisin yüzüne okkalı bir tükürük yapıştıran ve bu fiili yüzünden 5 ay hapis cezası yiyen 52 yaşındaki kahramanın yaşamasını istemişti. İlâhi kadere göre, işgal altındaki topraklarda bulunan harap camileri tesbit edip bunları tamir ettiren Râid Salah yaşamalıydı... Mescid-i Aksa’ya yönelik olan her türlü saldırıya göğüs geren, vaktinin çoğunu mübârek camî ve avlusunda geçiren, Siyonistlerin Mescid-i Aksaya yönelik olan yıkım projelerini su yüzüne çıkaran Râid Salah yaşamalıydı... Müslümanlardan toplamış olduğu paralarla otobüsler kiralayarak Kudüs’e uzak köy ve kasaba sakinlerinin sabah namazlarını Mescid-i Aksa’da kılmalarını sağlayan teşkilâtçı Râid Salah yaşamalıydı... Sakin karakteri, sarsılmaz cihad ruhu, güler yüzü ve Müslümanlar arasında sergilediği örnek davranışları ve “48 Arapları” denilen işgal altı topraklarda yaşayan Arapların dinî ve millî kültürlerini muhafaza etmeleri için gece gündüz çalışıp yeni projeler üreten Râid Salah yaşamalıydı. Allah’a hamd olsun Râid Salah yaşıyor; ancak özgür değil. Çünkü, 25 Temmuz’da Ramle Ayelon hapishanesine girdi. Sebep ise, 3 yıl önce, Mescid-i Aksa’nın “Mağaribe” kapısında camiiye yönelik saldırıları protesto ederken kendisine engel olmak isteyen polisin yüzüne tükürmüş olmasıydı. Mavi Marmara’da kirli emellerine nâil olamayan İsrail, çareyi Râid Salah’ı hapse tıkamakta buldu. Vakarlı bir şekilde kendisini İsrail polisine teslim eden Râid Salah’ı sevenleri yalnız bırakmadılar. Kendisini uğurlamaya yüzlerce kişi geldi. Uğurlayanların içinde, başında Filistin Kofiyyesi, elinde Filistin bayrağı taşıyan bir kadın dikkat çekiyordu. Fas asıllı bir Yahudi ailenin kızı olan Tali Fahima’dan başkası değildi bu kadın. 2004 yılında “Aksa Mücahitleri Cenin Lideri Zekeriyya Zübeydi” ile görüşmesi üzerine, düşmana bilgi sızdırıyor gerekçesiyle 3 yıl hapis yatan İsrailli barış hareketçisi Tali Fahima, bu Haziran’da Müslüman oldu. Müslüman oluş sebebi de Râid Salah’ın o sarsılmaz direnişi idi. “Raid Salah’ı görünce içimde beni sarsan bir şeylerin olduğunu hissettim” diyordu Tali Fahima. Demek ki, İslâm adına cihad eden insanların söz ve fiilleri birbirlerine mutabık olduğunda, insanların hidayetine sebep olabiliyorlar. Mavi Marmara’da şehid düşen Kayserili Furkan Doğan’ın mezarı başında Müslüman olup Ayşe ismini alan İrlandalı barış gönüllüsü Caoimhe Buterly de, “İslâm cihad kültürüdür ve bana göre İslâmı gerçek mânâda temsil eden direnişçilerdir. Mazlûmlar için cihad etmek kutsal bir davranıştır” diye söyleyerek bu gerçeği dile getirmişti. 03.08.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
S. Bahattin YAŞAR |
|
İstişare, danışmaktır |
Cenâb-ı Hakkın, sorgulamayan, araştırmayan, kendini geliştirmeyen bir kul istememesi, kullarını kâinattaki cari kanun ‘yenilenme’ye ayak uydurmasını istemesidir. Bireyleri birbirleriyle istişare etmeye davet eden Kur’ân, aslında birbirlerinde varolan gücü, bakış farklılığını, farklı bir Esma ile konuyu ele almayı ön görüyor. Her insanda ön plana çıkan bir Esma demek, her insan Yaratıcının bir farklı ismiyle ön planda demektir. İşte o zaman her bir insan bu kendine yüklenmiş olan potansiyel Esma talimini yapmakla mükelleftir. Yani kendisine verilmiş olan yüksek hakikatleri, derin ilmî ve kıymetli cevherleri yerinde ve yeterince kullanamamak bir vebal olsa gerektir. Bu öncelikle ehl-i imana düşen bir sorumluluktur. Çünkü ehl-i imanın atacağı adımlar ve keşfedeceği zenginlikler onu hem dünyada hem de ahirette yükseltecektir. O zaman çok rahat bir şekilde diyebiliriz ki, ne kadar çok kişiyle istişare, o kadar çok esma ile talim ve istişare demektir. Böyle bir güçten istifade etmek, elbette pişmanlıkları, yanlış adımları ortadan kaldıracaktır. Kendisinde yaratıcının bu Esma şifresini bulan ve bu şifrenin neticesinde ortaya çıkacak cevherleri hayata katmak, maddî ve manevî başarıları beraberinde getirecektir. Bir şeyi Avrupalıların keşfetmesi ve uygulaması, bizim o keşfedilen şeye karşı ilgisiz kalmamızı netice vermemelidir. Belki çok daha sağlıklı bir ilgi ile, o keşfedilen şeyin, Cenâb-ı Hakkın bir hediyesi olduğunu tesbit etmek ve tahmid etmek yakışan olacaktır. İşte burada belki de, ehl-i dalâletin keşfettiği ama kendisine, enaniyetine hamlettiği yanlış adres, ehl-i iman tarafından doğruya çevrilecektir. Bediüzzaman’ın, ‘Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?’ diye tahlil ettiği sorgulama kendisini hissettirecektir. Yine Bediüzzaman, “İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var. (Hutbe-i Şamiye) ” diyerek, kullanamadığımız bu cevhere işaret etmektedir. Bu nedenle biraz da üzülerek yönünü dönüp, “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-yi gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız.” diyerek kendisine yeni bir nesil aramış veya neslin yenilenmesini dileyerek, onlara seslenmiştir. Hatta bu kırgınlığını, “İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!” diyerek seslendirmiştir. Bu seslendiği insan kesimi ehl-i gaflettir. İslâmiyeti gelişmenin, ilerlemenin manisi olarak gören gafil insanlara bir sesleniştir. Bediüzzaman İslâmiyetin maddeten de, terakkiye açık olduğunu ifade ederek, “Maddeten İslâmiyetin terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek.” Elbette bu terakkinin bir ayağı da Kur’ân’ın emri olan ‘istişare’nin yapılmasıdır. Hatta bu istişareyi ‘Nasıl fertler birbiriyle istişare eder; taifeler, kıt’alar dahi o şurayı yapmaları lâzımdır. Ki üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak; meşveret-i şer’iye ile, şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir.” İşte ehl-i imana dünyanın terakki dünyası olması, cenâb-ı Hakkın koyduğu kanunlara riayet etmesi ile olacaktır. Bu da elbette bireyden başlamak üzere, kişinin kendi yaratılış mahiyetini okuması, anlaması ve bunun üzerinde tefekkür etmesi iledir. Burada belirleyici olan, kişilerin meşveret kriterleri değil; şer’i olan, dinin sınırlarını belirlediği bir meşvereti tesistir. Bu da ancak ‘hürriyet-i şer’iye’ ile mümkündür. Bu gün Avrupa Birliği gibi, Amerika Birleşik Devletleri gibi; cemahir-i müttefika-i İslâmiye’nin tesisi de yine meşveret-i şeriyenin bir sonucu olacaktır. Demek, ‘En büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-i hakikiyeyi yapmamasıdır.” O zaman, çözüm arayışının da buradan başlatmak en sağlıklısı olacaktır. Bu güce, kişisel gelişim anlamları yükleyerek, kişideki yaratılan esma enerjisine anlam vermek ve o enerjiden istifade etmek aklın gereğidir. Batı medeniyeti kişide vahiyden kopuk bir enerji ararken, Asya’da kişideki enerji potansiyelini okuyamayan, değerlendiremeyen bir durum sergilemektedir. Oysa olması gereken, Cenâb-ı Hakkın san'at eseri olan bu insan, oldukça güçlü enerji potansiyelleri taşımaktadır. Allah, kendi san'atının inceliklerini görmek ve göstermek için böyle bir yükleme yapmıştır. Allah, bu insana yüklediği potansiyelin okunmasını, uygulanmasını ve anlamlı olarak değerlendirilmesini murad etmektedir. Bunu kim yaparsa da o enerjiden maddî ve manevî istifade etmiş olacaktır. Nitekim Bediüzzaman’ın, gökyüzündeki uçağı işaretle, ‘nev’îmle iftihar ediyorum’ yaklaşımı, bir esma okumasıdır. Orada insan nevinin Cenâb-ı Hakkın cari kanunlarına uygun olarak, keşifler yapması, aslıda Allah’ın alem-i arziye ve semaviyedeki kanunlarının anlaşılması ve insan hayatı için faydalı olarak kullanılması düşünülmektedir. O zaman yine bir hadis-i şerif meali kendini gösteriyor ki, “İnsanların hayırlısı insanlara en çok faydası dokunandır.” O zaman ehl-i imanın bütün arayışının, bu keşifler aracılığıyla, insana/insanlara en çok faydayı temin edecek keşifleri bulmak olmalıdır. 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bize de bir Nekkaz lâzım! |
Rachid Nekkaz, Fransa’da yaşayan Cezayir asıllı bir iş adamı. Fransa’da çok anlamlı bir kampanyaya imza atmış. Hatırlanacağı üzere başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde ciddî bir ‘burka’ (peçe-yüz örtüsü) tartışması yaşanıyor. Hatta, Belçika ve Fransa parlamentoları halka açık yerlerde ‘burka’ giyene 150 euro para cezası verilmesini teklif etmiş. İşte, Cezayir asıllı Rachid Nekkaz bu yasağa karşı çıkarak burka giyenin cezasını kendisinin ödeyeceğini duyurmuş. 38 yaşındaki Nekkaz, beş milyonluk nüfusuyla Avrupa’nın en kalabalık Müslüman azınlığına sahip olan Fransa’da burka yasağına “Hands off my Constitution” (Ellerini Anayasamdan Çek) isimli kuruluşuyla karşı çıkıyor ve onaylanırsa Eylül’de yürürlüğe girecek yasağa karşı 1 milyon euroluk fon ayırdığını ilân etmiş. (Sabah, 2 Ağustos 2010) Cezayir asıllı iş adamının bu kampanyası bana çok anlamlı geldi. ‘Para cezası’ ile yasağı yaymak isteyenlere başka nasıl cevap verilebilir ki! Yıllar önce “Bize de bir Rosa Parks lâzım” (Yeni Asya, 12 Aralık 2004) başlıklı bir yazı yazmış ve Amerika’da yaşanan ‘zenci zulmü’nü sona erdiren Rosa Parks’ın örnek hareketini hatırlamıştık. Rosa Parks, 1955’in Aralık ayında, işten çıkıp eve giderken, bindiği otobüste bulduğu boş koltuğa oturmuş, daha sonra gelen ve ayakta kalan bir ‘beyaz’a—ikaz edilmesine rağmen—kalkıp yerini vermemiş. O tarihlerde Amerika’da (Montgomery’de) ‘zenci’ler önce ön kapıdan binerek ücreti öder, sonra inip aynı otobüsün arka kapısından binerlermiş. Çünkü ön kapıdan binmeleri ‘yasak’mış. Sadece otobüsün orta kısmındaki bölümde,—eğer ayakta bir beyaz yoksa—oturabilirlermiş. Oturduklarında, sonradan gelen ‘beyaz’lar ayakta kalmasın diye yer vermek durumundalarmış. Çünkü ‘kanun’ öyle diyormuş. İşte Rosa Parks, bir ilke imza atmış ve oturduğu koltuktan —kanunları çiğneme pahasına!— kalkmamış. Neticede Rosa’yı gözaltına alıp götürmüşler, ama o günden sonra da Montgomery’de hiçbir şey eskisi gibi olmamış, kazananlar ‘zenci’ler olmuş... Rosa Parks’ın bu tavrının örnek alınması ve kanunsuz başörtüsü yasağına karşı cesur bir ismin öne geçmesini arzu etmiştik. İşte, Fransa’da yaşanan hadise de buna benziyor. İnsaflı, cesur ve zengin bir iş adamının yasağa karşı ‘para’sını ortaya koyması; hak arama mücadelesi bakımından çok önemli. Türkiye’de hak arama yollarının önündeki engellerden biri de ‘para’dır. Düşünün, kanunsuz başörtüsü yasağı dolayısıyla milyonlarca kişi bir şekilde mağdur durumda. Hem öğrenciler hem de memurlar bu yasak sebebiyle haklarından mahrum kalıyorlar. Peki, bunların hakkını kim arayacak? Kaç öğrenci hakkını mahkemelerde arayabilir? Kaç memur, bunun için lâzım olan ‘para’yı temin edebilir? Kaç kişi Türkiye’de bulamadığı ‘hak’kını, AİHM’de arayabilir? Bunların tamamı bir şekilde ‘para’ya da bağlı değil mi? Keşke, sivil toplum kuruluşları yasağın sebep olduğu mahrumiyetleri sona erdirmeye çalışırken hadisenin bu cephesine de el atabilse. Keşke, cesur bir zengin tıpkı Cezayirli iş adamı Rachid (Raşid olmalı) Nekkaz gibi ‘para’sını bu yolda feda etse. Etse de yasakçılar kanunun pençesinden kurtulamasa... Bize hem Rosa Parks gibi cesur hanımlar, hem de Raşid Nekkaz gibi cesur ve cömert iş adamları lâzım. Dua edelim de bunların ortaya çıkması gecikmesin... 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Sokağa atacak kaç çocuğumuz var |
Seküler bir hayat tarzını, dayatmacı bir eğitim algısıyla yaygınlaştırmak isteyen zihniyete ait hata zincirinin son halkası olan LYS kılavuzundaki yanlışlığın ifade ettiği anlamı bir önceki yazımda aktarmaya çalışmıştım. Elbette ki, burada çıplak olan kral ÖSYM değil; bizzat sistemin kendisidir. ÖSYM’nin kılavuz hatası ortaöğretimden gelen baskının büyüklüğünün bir yansımasıdır. İki milyondan fazla adayın girdiği ve pek azının gerçek anlamda bir üniversiteye yerleştirilebileceği bir sınav için ÖSYM neler yapabilir? sorusunun cevabı, genel bir zihniyet değişikliğini ifade eden tedbirlerde saklıdır. İdeolojik dayatmaların ve günlük siyasetin çıkar ilişkilerinden beslenen sisteme güvensizlik o kadar artmıştır ki, “çocuklarımız okullara emanet edilemeyecek kadar değerlidir” düşüncesi yaygın bir fikir haline gelmiştir. Geçtiğimiz günlerde Millî Eğitim Bakanlığı, genel başarısızlığın ve çöküşün itirafı olabilecek bir kararla, sene sonundaki ‘ortalama yükseltme ve sorumluluk sınavları’nda başarısız olan öğrenciler için yeni sınav hakkı verdi. Başarısız öğrenciler bu hakla en fazla dört dersten sınava girebilecekler ve başarılı oldukları takdirde sınıflarını geçebilecekler. Bu kararın altındaki temel sebep; sınıfta kalan öğrencilerin çokluğundan ötürü, bir üst sınıfların öğrenci yokluğundan dolayı açılamaması tehlikesidir. “Ne güzel işte, böylece çocuklarımız sınıfta kalmayacak, okuluna devam edecek” diyenleriniz olabilir; ama herkesi okutma, herkesi üniversiteli yapma düşüncesi, sonuç itibariyle içinden çıkılamayan keşmekeşi ve farklı problemleri doğurmaktadır. Bu tür kararlar, biz sizin çocuğunuzu birkaç yıl daha lise sıralarında oyaladıktan sonra sokağa atacağız anlamına gelmektedir. Gittikçe hantallaşan, sadece lise diploması vermeyi amaçlayan bu anlayış, daha hantal yapıların kapısını aralamakta ve bir üst yapı olan üniversite eğitimini de baltalamaktadır. Son günlerde mantar gibi çoğalan, altyapısı yetersiz, yüksek lise konumundaki yeni; ama yetersiz üniversiteler, okuduğunu anlamayan, soyut düşünemeyen, matematik ve fen bilmeyen, verilen sınav haklarıyla zorla sınıf geçirtilerek liseden mezun edilen öğrenciler içindir. Aynı durumdaki paralı öğrenciler için özel üniversiteler şefkatli kollarını açmış, duygusal bir biçimde onları bağırlarına basmak için beklemektedirler. Üniversitede okuyamayacak düzeyde olan binlerce öğrencinin yetersizliğini üniversitelere yıkmak, orta öğretimin yapamadığını üniversitelerden beklemek ise, üniversite kavramının içini boşaltmak, üniversiteleri bilimden uzaklaştırmak anlamını taşımaktadır. Bu durumun yansımaları, son zamanlarda öğretim üyeleri tarafından dile getirilmektedir. Öğretim üyeleri; düşük puanla üniversiteye gelen altyapısı zayıf öğrencilerin başarı çıtasını ve eğitim kalitesini düşürdüklerini ifade etmektedirler. Üniversiteler ortaöğretim düzeyinde bir eğitime geri dönüş tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Sonuç itibariyle, sınava endeksli bir sistemin akıl yürütme, muhakeme, sorgulama gibi yetenekleri gençlerimizden gaspettiği; onların yerine okumayan, düşünmeyen, irdelemeyen, soruşturmayan bir tipi doğurduğu ortadadır. Bu tipten yararlanmak isteyenlerin nasıl bir rant sistemi oluşturduğu ise ayrı bir konudur. Kontenjan artışlarıyla ve yeni açılan üniversitelerle başarısızlığını örtmeyi düşünen sistem, sonu hiç de iyi bitmeyecek karanlık bir geleceğe doğru ülkeyi sürüklemektedir. Yapılması gereken; geçmişle yüzleşmeyi ve ondan dersler çıkarabilmeyi de içeren, popülizmden uzak cesur eğitim politikalarını belirlemek ve uygulamaktır. Öncelikle sınava endeksli bir başarı anlayışını içeren zihniyet terk edilmeli, ‘insan’ yetiştirmeyi önceleyen bir anlayışın temelleri atılmalıdır. Köhnemiş, iflâsı belgelenmiş ideolojik vurgular eğitim sisteminden ayrıştırılmalı; öze, ruha yönelik, idealizmi içinde barındıran topyekûn bir zihniyet değişikliğinin zemini oluşturulmalıdır. Kaç kişinin üniversiteye girdiğini değil, kaç faydalı gencin yetiştirildiğini, kaç çocuğumuzun sokaklara bırakılmadığını sorgulayan, kemiyetten ziyade keyfiyeti arayan kaygının zihni altyapısı oluşturulmalıdır Şüphesiz eğitim meselesi bir bütün olarak ele alınmalı, bir ömür boyu devam edecek bu sürecin kaliteli-nitelikli sonuca ulaşabilmesi için bazı somut adımlar da atılabilmelidir. Eğitim meselesi, günlük siyasetin ideolojik ya da oya endeksli reflekslerinden uzak tutulmalı, katsayı vb., eğitim ahlâkına ve vicdanına sığmayan keyfi uygulamalara son verecek cesur düzenlemeler yapılmalı, şeffaflıktan korkulmalıdır. Herkese üniversite okutmak gibi temel bir yanlışın içinde düşmek yerine, meslek liselerinin önü açılmalı; meslek okulları ile birlikte yüksek öğretim görmek ve belirli bir meslek edinmek isteyen öğrenciler, mesleğe yönelik elemanlar yetiştiren meslek yüksek okulları ve politeknik üniversiteler gibi okullara yönlendirilmelidir. Bütün bunlar da “eğitim” tanımlamamızı yeniden yapmayı gerektiren, demokratik yapılanmalar içinde gelişebilmeyi amaçlayan baştan sona bir iyileştirmeyle ve değişimle mümkün olabilecektir. 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Özerklik” değil, demokratikleşme…(1) |
Terörün tırmandığı vasatta referandum gürültüsünde BDP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Baydemir’in “özerklik” talebi, “demokratik açılım”ın tıkanma sebebi olan terör örgütünün “yol haritası”nı bir defa daha tartışmanın gündemine soktu. Tunceli’de tertiplenen panelde konuşan Baydemir’in “özerklik projesi”, Öcalan’ın geçen yıl İmralı’da avukatları aracılığıyla açıkladığı ve daha sonra Başbakanlığa gönderdiği “defter”deki “yol haritası”yla aynı. Israrla siyasî parti olarak irâdeyi terör örgütüne veren ve terörist başını “muhatap alınması”nı öneren DTP-BDP eşbaşkanları ve sözcüleri gibi Baydemir de, etnik yapıya dayalı “bölgesel özerklik” perdesinde “federatif sistem”i istiyor. Tıpkı Öcalan ve Kandil’deki terörist elebaşı Karayılan gibi her ne kadar zâhiren “federasyon istemiyoruz” dese de, “etnik kimliklerin, emekçilerin, inançların özgürce ifâdesi”nin standartları geliştirilmiş demokrasi yerine otonomiye varan geniş “eyâlet sistemi”yle olacağını söylüyor. “Özerk Doğu Karadeniz’ olacak ‘Özerk Orta Karadeniz’ olacak, aynı zamanda ‘Özerk Kürdistan’ olacak; belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk Bayrağıyla birlikte sarı-kırmızı-yeşil Kürdistan bayrağı dalgalansa ne olur?” diye görünürde mâsum gibi görünen Baydemir’in bu isteği, aslında Öcalan’ın “Türkiye’nin yönetimden belediyelere, eğitimden sağlığa, spordan dinî hizmetlere kadar tamamen ayrı, ayrı ayrı bayrakları bulunan özerk bölgelere taksimi”yle çakışıyor. Kısacası Öcalan’ın “yol haritası”yla Baydemir’in “bölgesel parlamento” ile başlayıp “Kürdistan özerk bölgesi” tezi, ülkenin eyâletlere ayrılması anlama geliyor...
“ECNEBİ PROJESİ”NİN TEKRARI İşin çarpıklığı, topyekûn demokratikleşme, hak ve hürriyetlerin geliştirilmesi yerine, ırkî ayrıştırıcılık ve bölgesel farklılıklar üzerinde tefrikayla bölünme ve parçalanmaya varan örtülü federasyonun çözüm olarak görülmesi. “Sivil toplumun demokratikleşmesi ve özgürlükler” paravanında “iftirak projesi”nin dayatılması… Bilindiği gibi DTP daha önce de “federasyon raporu”nda “İskoç modeli” gibi çeşitli “proje”lerle adı konmamış “özerklik”ten ve “otonomi”den başlayıp ülkenin 23 eyâlete ayrıştırılması plânını ortaya atmıştı. Öcalan’ın sivil demokratik sistemin güçlendirilmesi yerine, “devletin Kürtlerin varlığını tanıması”nı “devletin Kürtlerin ulus olma hakkı”na bağlamasının ardından Baydemir’in demokratikleşmeyi, özgürlükleri ve gelir dağılımında adaleti, etnik ve bölgesel özerkliğe endekslemesi, “yerel” ve “yerli” olmanın ötesinde İslâm ülkelerinde demokrasinin inşası yerine ırkî ve bölgesel ayırımlarla bölüp parçalamayı hedefleyen uluslar arası “ecnebî projesi”nin tekrarı oluyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanları etnik ve bölgesel iftirakla Osmanlı topraklarını cetvellerle bölüştürüp birbirinden ayıran 20. asrın başındaki sömürgeci İngilizlerin iftirak fitnesi, okyanuslar ötesinden üflenen “büyük tefrika projeleri”nin uygulanması olarak tezâhür ediyor. 21. asrın başında işgalci yeni küresel yamaklarınca yeniden tatbike konuluyor... Ve bu durum, Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bütün Türkiye’nin hakkı olan ve mutlaka başarılması gereken demokrasi, hak ve hürriyetlere “özerklik” ve “eyâlet” ayrıklarını sokuşturmakla zehirliyor. Terörün bitmesi, anaların gözyaşının dinmesi, terör örgütünün tasfiyesi için “terör örgütünün ve terörist başının muhatap alınması” garâbetiyle Türkiye’nin topyekûn demokratikleşmesini dinamitliyor. Büyük iddialarla ilân edilen “açılım”ı daha baştan akamete uğratıp bombalıyor…
BİR BATI REÇETESİ… Aslında en son Baydemir’in seslendirdiği sözkonusu “özerklik” ve “eyâlet” talebi, bundan bir asır önce Osmanlının son döneminde “muhtariyet” adı altında gündeme gelmiş ve hararetle tartışılmıştı. Osmanlının çözülüşüne karşı ortaya atılan “Osmanlıcılık”, “Türkçülük” ve “İslâmcılık” akımlarına mukabil, babası Mahmut Celâleddin Paşa’nın ülkeyi terk etmek zorunda bırakılması sonucu uzun yıllar yaşadığı Avrupa’daki Anglo-Sakson eğitimden etkilenen, dönemin kargaşasında Paris’te Jön Türklerle yakınlaşan Sultan II. Abdulhamid’in yeğeni Prens Sabahaddin’in entelektüel “ferdiyetçi fikirler”le ortaya attığı yenilikçi “adem-i merkeziyetçilik” fikri de, yine bir “Batılı değişim projesi” olarak bunların başında geliyordu. Oysa Batı toplumlarındakine benzer maddeci felsefenin “endüstriyel medeniyeti oluşturmuş insan tipi” üzerine kurulu “sistem”in kopyalanması olan bu ithal nevzuhur Batı reçetesi “adem-i merkeziyet” tezi, milletin fıtratına yabancıydı… Bunun içindir ki Bediüzzaman Said Nursî, “Prens Sabahaddin Beye cevabı”nda “hayat ittihaddadır” ifâdesiyle başlar. Peşinen “adem-i merkeziyet”e karşı “usûl-ü merkeziye”nin çâre olduğunu belirtir. Hak ve hürriyetlerin gelişmesinin “serbesti inkişâf” dediği maddî ve mânevî kalkınmanın ancak birlik ve bütünlük içinden ancak olacağını beyân eder. Aksi halde “adem-i merkeziyet”in ecnebilerin “frenk illeti” tâbir ettiği “kavmiyetçilik” tahrikiyle, vatanı ve milleti taksimle bölüp parçalamaya götüreceğini ikaz eder. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, 183-184) 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İki düşman arasında dost olmak |
En zor iş, iki düşmanın dostu olmaktır. Hangisine yakınlık gösterseniz diğerini küstürür, kızdırırsınız. İki taraf da sizin onların arasındaki tek iletişim kanalı olduğunuzu, dinamitlenip kapatılmamanız gerektiğini düşünmezler. Türkiye’nin ABD ile İran arasındaki durumu da böyle. Bir yandan İran ile sıcak komşuluk ve dostluk ilişkilerimizi sürdürürken, öbür taraftan –sırf kendi çıkarları için- çeşitli bahanelerle, İran’a karşı neredeyse savaş ilân edecek kadar düşman hale gelmiş Amerika’yı memnun etmek gibi bir güçlükle karşı karşıyayız. BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım kararına ‘hayır’ demiş olmamızdan rahatsız olan Amerika, şimdi yeniden bizi test ediyor. Sözde İran tehdidine karşı Güney Avrupa’yı korumayı amaçlayan füze savunma sisteminin ilk ve en önemli parçası olan çok güçlü X-band radar istasyonunu Türkiye ya da Bulgaristan’a yerleştirmeyi planlıyor. İlk bakışta son derece masum ve zararsız görünen bu adımın, ülkemizi İran’ın düşmanları safına iteceği, ilişkilerimizi zora sokacağı açık. Böyle bir durumda Dışişlerinin değerlendirmesini iyi yapması gerekiyor. Öncelikle karar verilmesi gereken husus; “Türkiye İran’dan gelecek bir füze saldırısı tehdidi altında mıdır?” sorusuna cevap verilmesidir. Makul düşünen herkes bu sorunun cevabının “hayır” olduğunda tereddüt etmeyecektir. Öyleyse biz bu füze savunma sisteminde, ABD’nin dış politikasını uygulamak, onun baskısı altındaki Avrupalı müttefiklerini –güya- korumak üzere, radar sisteminin kurulmasına rıza göstermek zorunda mıyız? Zorunda değilsek, bu sistemin kurulmasını kabul etmenin bize –Amerika’yı ve İsrail’i memnun etme dışında- ne yararı olacaktır? Kaldı ki; zaten aynı amaca hizmet eden bir radar, İsrail’de kurulmuş halde ve Akdeniz’deki ABD donanması gemilerine veri sağlamaya devam ediyor. Yani ortada acil bir ihtiyaç yok. Böyle bir tehdit ufukta bile görünmüyor, ama olsaydı dahi bu radarın tesbit etmesi ve ABD gemilerindeki füzelerle onlara müdahale edilmesi bugün bile mümkündü. Zaten geçen yıldan bu yana balistik füze sistemleriyle donatılmış ABD gemileri Akdeniz’de dolaşıyor. Spy-1 radarları ve Standart Füze-3 Yakalayıcıları ile her türlü füze saldırısına müdahale etme gücüne sahipler. Zaten bu füze savunma sisteminin tamamlanacağı bile kuşkulu. Reagan’ın Sovyet nükleer saldırısına karşı kurmayı planladığı “Yıldız Savaşları” projesi olarak başlamıştı. Sonra Bush bu sistemi İran ve Kuzey Kore’ye karşı kuracaklarını açıkladı. Obama gelince, Rusya’nın şiddetli muhalefeti karşısında, savunma sisteminin hedefi ve amacını değiştirerek İran’a yöneltti. Yarın ne olacağı da belirsiz. Bırakalım radar istasyonunun kurulması için ikinci alternatif olan Bulgaristan’da kursunlar. Bu talebe karşı çıkmak için yeterli ve makul sebebimiz olduğuna inanıyoruz. Özellikle de İran’la nükleer takas konusunda yaptığımız anlaşmanın geçerliliğini sürdürebilmesi, iki ülke arasındaki dostluk ve ekonomik ilişkilerin geliştirilebilmesi, bölgemizdeki sıfır sorun politikasının devam ettirilmesi açısından istasyonun kurulmasının kabul edilmemesi gereklidir. Amerika’nın çıkarları yakın gelecekte değişip, İran tehdit olmaktan çıkabilir. Ama biz İran’la yüzyıllardır komşuyuz ve bu durum kıyamete kadar sürecek. Kararımızı da bu kalıcı duruma göre vermemiz akılcı olacaktır. 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
‘Evet’ de çıksa, ‘hayır’ da... |
AKP, 12 Eylül’e kadar gündemi referanduma sabitlemek istiyor. Abartılı söylemlerle yürüttüğü kampanyanın amacı bu. Vermeye çalıştığı mesaj: “Pakete verilecek ‘evet’ oylarıyla darbe anayasası tarihe karışacak.” Oysa, evvelce de yazdığımız gibi, hiç ilgisi yok. Paket, ihtilâl anayasasının özüne dokunmuyor. Ve bu durum, öngördüğü kısmî iyileştirmelerin başarılı olma ihtimalini ciddî şekilde azaltıyor. Buna rağmen gündemin anayasaya çevrilmesi ve pakete “hayır” diyen veya “boykot”tan yana tavır alan partilerin dahi yeni, demokratik bir anayasaya duyulan ihtiyacı vurgulaması, Türkiye’nin geleceği açısından olumlu bir gelişme sayılabilir. Çünkü böylece anayasa sorununun çözülmesi ihtiyacı ve bunun artık kaçınılmaz ve daha fazla ertelenemez bir zorunluluk haline geldiği noktasında giderek güçlenen bir kamuoyu oluşuyor. Pakete itiraz edenler bile yeni bir anayasa için kendilerini bağlayıcı taahhütlerde bulunuyorlar. Bu durumun, yeni anayasayı önümüzdeki seçimin en önemli kampanya konusu haline getirmesi ve partileri de seçmenin önüne kendi anayasa projeleriyle çıkmaya mecbur kılması halinde, ihtilâl anayasasından tümüyle kurtulup demokratik bir anayasaya kavuşacağımız güne, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yaklaştığımızı düşünebiliriz. Yeter ki, bunu becerecek bir siyasî irade olsun. Onun için, referandumdan “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa, gündem “yeni bir anayasa” olmalı. AKP’nin paketi “demokratikleşme” ekseninde takdim etmesi ve eşzamanlı olarak, YAŞ öncesi Balyoz dâvâsında yaşanan gelişmeler, CHP’yi de farklı taktiklere yöneltiyor. Anamuhalefet partisi, eski laikçi ve statükocu refleksleri sürdürmek yerine, demokrasi açılımları ve müdahalelerden hesap sorma bağlamında peş peşe ataklar yapıyor. Şimdiye kadarki darbelerin gerekçesi olarak kullanılan TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddenin değiştirilmesi için önerge vermek ve 27 Nisan muhtırası için suç duyurusunda bulunmak gibi... Gerçi 35 için önerdiği değişiklik çok problemli. TSK’nın vazifesini, “TC’yi parlamenter demokratik sistemin işlerliği çerçevesinde ve anayasaya bağlı olarak korumak’’ şeklinde tarif eden bir değişiklik, darbeleri önlemek için yeterli olur mu? Hele ihtilâl bildirilerindeki “Parlamenter sistem işlemez hale gelmişti” gerekçesini hatırlar isek... “Anayasaya bağlı olarak korumak” tabirinin de, özellikle yürürlükteki darbe anayasasının öngördüğü vesayet düzeni dikkate alındığı takdirde, ihtilâlleri önleme sonucunu vermesi çok şüpheli. 27 Nisan için yapılan suç duyurusuna gelince: O zaman e-muhtıraya destek verip alkış tutmuş olan CHP’nin makas değiştirerek tam ters istikamete dümen kırdığını gösteren bir manevra bu. Kendisi açısından çok keskin bir çelişki, ama ne olursa olsun, olumlu sayılmalı. CHP’nin bundan sonraki muhalefet stratejisini demokrasi üzerinden yürüteceğinin işareti olarak yorumlanırsa... Burada asıl niyet, Büyükanıt’tan, görev yaptığı süre içinde AKP iktidarına zorluk çıkarmayıp, tam tersine—27 Nisan bildirisi sayılmazsa—hükümetin işini kolaylaştıran bir tavır takınmasının hesabını sormak olabilir mi; o da ayrı bir mesele. Ancak ne olursa olsun, şeklen de olsa CHP’nin demokrasi eksenli bir siyasete yönelerek, müdahalelere karşı tavır aldığını ve muhalefet stratejisini de demokratlık üzerine bina etmeye başladığını düşündüren bu tür atakların devamı, anayasa paketini de, referandumu da arka planlara itebilir. Ama bu durum, toplumdaki demokrasi ve yeni bir anayasa talebini zayıflatmaz, tam tersine o talep daha kuvvetlenip yoğunlaşarak devam eder. Ki, pakete verilen desteğin büyük kısmı “Yetmez, ama...” kaydı koyanlardan geliyor. Ve bu kesimler, paketin kabulünün, çok daha kapsamlı bir demokrasi ve anayasa reformunun önünü açabileceği ümit ve beklentisini seslendiriyorlar. Ve ilginç bir şekilde, “pakete hayır” diyenlerin en azından bir kısmıyla bu noktada birleşiyorlar. Bu uzlaşma demokrasimizin önünü açabilir. 03.08.2010 E-Posta: [email protected] |