Hakan YALMAN |
|
İyi ki ölüm korkumuzu kaldıran zât (asm) doğdu |
Son zamanlarda daha sık yaşanan uçak yolculukları ile ilgili zaman zaman insanların nasıl olup da o koca nesnenin havada seyahatinde güvenle içinde durabiliyor olduklarını düşünüyorum. Zannediyorum burada iki temel güven duygusu var. Biri bilime ve uçağın geliştirildiği teknolojiye güven, diğeri ise işinin ehli olduğu kanaatinden kaynaklanan pilota güven. Bu güven duyguları ile insanlar gönül rahatlığı ile uçaklarda seyahat ediyorlar. Ancak, bir uçak yolculuğunda gereken bu güven duygusu sonsuz uzay boşluğunda süratle seyahat eden dünya yolculuğu açısından bakıldığında nasıl çözülüyor? Herhalde bütün kâinatın bir küllî iradenin kontrolü altında olduğuna iman etmeyenler düşünmemekle, akıllarına getirmemekle problemi çözmeye çalışıyorlar. Aslında bu bir kaçış davranışı. Çözmek yerine aklına getirmemek bir tür rahatlama sağlıyor. Bu tür durumlarda derinde yatan duygu ölüm korkusu olmalı. Hayatın her anında karşılaştığımız ve zaman zaman vurucu ifadelerle ortaya konan bir hakikat olan ölüm hep yakınımızda. Depremler, tsunamiler, seller, salgın hastalıklar, trafik kazaları ve uçak düşmeleri aslında her an hayatın içinde var olan ancak çok net görülmediği için unutulan bir hakikati daha vurgulu şekilde önümüze koyuyor. Bu tip olaylar karşısında toplum genelinde ölüm vurgusu daha belirgin hale geliyor ve herkes şuur altında kendi ölümü ile ilgili irtibatlar kuruyor. Maddi alanın ve olayların acımasız olabileceği düşünülüyor. Varlık çarkları karşısında ezildiğini düşünen insan, olaylarla bir irtibat noktası arıyor. Olay, yakınları ya da olaya maruz kalıp uhrevi âlemlere göç edenler kadar herkesi ve her insanın hayatını ilgilendirir hâle geliyor. İnsanlar bu telâş ile olaylarla sağlam bir irtibat noktası kurmaya çalışıyorlar. Hava yolları şirketini, olayla ilgili ihmali olanları suçluyorlar ve bu olayın tekrarlamaması arayışı içinde ölümsüz bir hayat arayışı var. Herkes dünyanın daha güvenli bir mekân olmasını ve kazaların en az olmasını arzu ediyor. Bunun için geliştirilen teknik imkânlar ve sıfır hata arayışı varlıkla insanın yatay bağlantıları açısından ve yeryüzünde fıtrî şeriat kurallarına uymak arayışı açısından çok güzel. Ancak bütün bunları yürütürken bu kuralları yürüttüğümüz ve uçakları üzerinde uçurduğumuz dünyanın sonsuz bir uzay boşluğunda süratle hareket eden küçücük bir nokta olduğunu ve bu küçücük noktanın dahi çok az bir noktasına hükmedebildiğimizi unutmamamız gerekiyor. Bu durumda acziyetimizi kabul etmekten, hem dünyaya hem sonsuz uzay boşluğuna hem de daha görmediğimiz gayb âlemlerine hükmü geçen Sonsuz Kudret Sahibi bir Zât’a dayanmaktan ve esas emniyeti O’nun ile hissetmekten ve alınan tedbirleri O’ndan talep etmenin fiillerle ortaya konan şekli yani fiilî dua olarak kabul etmekten başka çare yok. Ölüm aslında hayatın çok net bir hakikati. Her gün vefat eden yüzbinlerce insan bu hakikatin güneşin doğması kadar net bir şekilde içinde olduğunu, vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor. Teknoloji, tıp ve bilimler ne kadar gelişirse gelişsin, ölümün tamamen ortadan kalktığı bir dünya hiç olmayacak. Belki geçici bir hayat rengi türünden çareler olabilir. O halde asıl arayışı içine girilmesi gereken durum ölümsüz bir dünya değil, hayat ve ölüm bağlantısı ve ölümün hayattan ne istediğini anlamak olmalı. Geçen zaman ortaya koydu ki ölüm hayattan fazlasını istiyor. Yani bu kadar hayatla iç içe olan ölümün verdiği mesaj sadece biyolojik bir işleyişin sonlanması değil farklı bir aleme ve Aşkın Olan’a ve Sonsuz Kudret Sahibi’ne nazarları yöneltmek olmalı. Yani şu an nazarlar sadece uçağın nasıl düştüğü ve kimlerin bu işte hatasını olduğuna değil aynı zamanda bu hadiseyi bizlere yaşatan İlâhî iradenin muradının ne olduğunu ve bu olayla bize hangi mesajı vermek istediğini anlamaya da yönelmeli. Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü hep hatırlamamız gerekiyor. Bu hayatın en net gerçeğini unutmak çözüm değil. Mezarlık girişine ‘Bütün nefisler ölümü tadacaktır’ mealindeki İlahi ikazın yazılmasına itiraz edebilirsiniz ancak kâinat kitabında çok vurgulu şekilde yazılan uçak kazaları, depremler gibi kevnî âyetlerin yazılmasını ve gazete, televizyon ve radyolarda bunun dile getirilmesini engelleyemezsiniz. Bundan gerçekten kaçamazsınız. O halde anlamak ve hayat içinde neyi ifade ettiğini çözmek gerekiyor. Bunun da en kısa yolu vahye kulak vermek ve O’nun hayatımızdaki en açık yansımaları olan Kur’ân ve Hazreti Muhammed’i (asm) dinlemek. Bir uçağın pilotuna güvenmemizin sebebi aldığı eğitimler ve tecrübesi. Oysa insanlık âleminde en üst düzey eğitimi almış olan zat (asm) Mi’raç hakikatini yaşamış olmakla eğitimin zirvesini yaşamış. Ümmi olmakla birlikte en üst düzey eğitimi almış insan o (asm). Dolayısı ile her konuda güvenilen ve emin lakabını en üst düzey liyakatle almış olan o zatın haber verdiği Âlemlerin Rabbi’ni hakkıyla idrak ettiğimizde varlıkla ilgili güven duygusu, yani temel güven duygusu da zirveye ulaşacak. Bu duygu ile ölüm korkulu rüyamız olmaktan çıkacak. Yeryüzüne teşrif edişinin milâdi yıldönümünde bizden ve içimizden böyle bir zat (asm) ile âlemi şenlendirdiği için Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Peygamberlere olan ihtiyaç (2) |
Yüce Yaratıcı, Esmâ-i Hüsnâ’sından Rab (her şeyi terbiye eden), “Habîr,” (her şeyden haberi olan, her şeyi haber veren), “Alîm” (her şeyi bilen ve her şeyi bildiren), “Mürsîl” (gönderen, ulaştıran, yollayan), Hâdî (doğru yola sevk eden) ve Rahîm (acıyan, seven ve yardım eden) gibi pek çok isim ve sıfatının gereği olarak peygamberleri bir önder, rehber, üstad, öğretmen tayin ederek, yaratılış hikmetini, gayesini bildirdi, ders verdi. “Bir haberin ilânı” demek olan nübüvvet, yani peygamberlik, İlâhî mesaj olan dinin mukaddes hükümlerini tebliğ eden ulvî ve nurânî bir müessesedir. Göz, güneş ve ışık olmaksızın göremediği gibi, akıl da vahiy ve peygamberlik nuru olmadan gerçekleri idrak edemez. Din, nübüvvet, vahiy; akıl, kalp, vicdan, his ve latifelerin güneşi, projektörüdür. Öte yandan insan, yaptığı fiil ve hareketlerin hangisinin meşru, hangisinin gayrimeşru olduğunu bilemez. Cenâb-ı Hak bize, peygamberlere itaat etmeyi emretmiştir: * “Kim peygambere iman eder ve güzel işler yaparak hâlini düzeltirse, işte onlara ne korku vardır, ne de mahzun olacaklardır.” * “Gerçekten Allah, müminler içinde bir peygamber göndermekle bir nimet bağışladı ki, onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları günahlardan temizleyip hayra sevk eder. Onlara Allah’ın Kitabı’nı, hikmeti ve Sünnet’i öğretir. Yoksa onlar apaçık bir sapıklık içindeydi.”1 Cansız varlıklar da hayatla kıymet kazanırlar. Anlaşılmaz bir kitap, öğretmensiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret2 kaldığı gibi, harika bir müze, bütün güzel sanat ve teknolojik eserlerin sergilendiği geniş fuar ve sergiler de rehbersiz olsalar, eşyanın yığıldığı anlamsız bir depo olurdu. Kâinata nübüvvetin getirdiği hakikatler penceresinden bakılmazsa, her şey boş, her şey cansız, her şey manasızdır. Peygamberler, yaratılışı, kâinatı manasızlıktan, başıboşluktan, abesiyetten kurtarırlar. Âdeta kâinata ruh, mana ve hayat kazandırırlar. Peygamberler ve bilhassa peygamberlerin reisi ve seyyidi olan Hz. Muhammed (asm) bu açıdan fikre “tevhid,” yani birlik, hayata istikamet vermiştir.3 Evet, karıncayı emirsiz, ördek ve sâir hayvan sürülerini rehbersiz bırakmayan Allah, elbette insanı başıboş, rehbersiz, öndersiz, muallimsiz, nebisiz, peygambersiz bırakmaz... Ki, onun peygamberliğine en birinci delil ile şahit, Allahü Teâla (cc) ve Kur’ân-ı Kerim’dir... Ki, ferman edilmiş: “Bütün dinlere üstün kılmak üzere, Resûlü’nü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür.”4
Dipnotlar:
1. Al-i İmrân, 164. 2. Sözler, s. 113. 3. Age., s. 685. 4. Kur’an, Fetih, 28-29.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
"Mekke'nin fethi" örneği |
Kâinatın Efendisi (asm), Hicretin 8. senesinde doğduğu yer olan Mekke'ye geldi ve kimsenin burnunu kanatmadan burayı fetheyledi. (Miladî: 1 Ocak 630) Oysa, bu tarihten sadece sekiz sene kadar evvel buradan göçmek ve terk–i diyâr etmek zorunda kalmıştı. Sadece kendisi değil, başta Hz. Ebubekir olmak üzere, sahabilerinin de çoğu burayı terk ile Medine'ye hicret etmek mecburiyetinde kalmıştı. Aradan geçen sekiz senelik zaman zarfı içinde ise, insanlık tarihinin en kayda değer mücadele örnekleri yaşanmıştı. Bedir, Uhud, Hendek, vesaire... Bunların yanı sıra, bir başka mücadele tarzı daha yürütülmüştü ki, bunlar günümüz insanları tarafından bilhassa örnek alınması gereken fikir ve mesaj yüklü mânâ tablolarını teşkil ediyor. Meselâ, sekiz sene evvel zorla ve hatta öldürülmek tehdidiyle terk etmek mecburiyetinde kalmış olduğu Mekke'ye dönen Fahr–i Âlem (asm), şehrin etrafını on bin kişilik İslâm ordusuyla kuşattıktan sonra, Mekke halkına şu fermânı gönderiyor:
1) Kim ki, elinden silâhı bırakırsa; 2) Kim ki, Ebû Süfyan'ın evine sığınırsa; 3) Ve her kim ki evine girip kapısını katapatırsa, ona emân verilmiştir, ona dokunulmayacaktır.
Neticede, Mekke halkı bu fermânı dinliyor, sıralanan maddelere riayet ediyor ve hemen hiç kan dökülmeden, Mekke'nin fethi müyesser oluyor. İşte, İslâm tarihinin en güzel ve en kutlu fethi budur. Kan dökmek ve zorla şehir halkını dize getirmek yerine, önce kalpler, ruhlar fethediliyor. Ardından, muhtemel mukavemet noktalarını kırmak ve şiddetle karşı koyma riskini ortadan kaldırmak için, harikulâde tedbirler alınıyor, yahut çarelere başvuruluyor. Başvurulan bu tedbir, çareler ve prensipler arasında, bilhassa şu hususlar dikkat çekici: * Kan dökülmeden yapılacak bir fetih hareketi için, mâkul bir zaman bekleniyor. Yani, fevkalâde bir zamanlama stratejisi uygulanıyor. Hani, belki Hicretin 6. yahut 7. senesinde bile ele geçirilebilecek bir şehrin kansız ve kinsiz şekilde fethedilebilmesi için, tam 8 sene sabır içinde bekleniliyor. * Fetihten öncek, mükemmel bir diplomasi faaliyeti yürütülüyor. Müşriklerin hata yapması ve bilhassa Hudeybiye şartlarını ihlâl etmesi bekleniliyor. Yaptıkları hata, onlara (özellikle lider konumundaki Ebû Süfyan'a) en tesirli bir şekilde ihsas ediliyor. * İlle de savaş ve kan dökme yolu tercih edilmeyerek, sekiz sene müddetle halkın kalbi fethedilmeye, ayrıca tebliğ edilen kudsî mesajlarla halkın vicdanına seslenmeye çalışılmış. Bunda da, mükemmel bir başarı sağlanmış. Öyle ki, Mekke'nin etrafını saran Muhammedî (asm) ordunun neferatına karşı, herhangi bir organize harekât teşebbüsünde dahi bulunulamamış. Yani, tepkiler ferdî olmanın ötesine gidememiş. Hülâsa: İslâmî mânâdaki fetihler için, ister bir ferdi, ister bir aileyi, ister bir toplumu seçelim, bu hizmetlerde Mekke'nin Fethini bilhassa örnek almalı ve o süreçte yaşanan hal ve hareketlerden büyük ibret dersleri çıkarmalıyız.
Tarihin yorumu 20 Nisan 1924
"Kuvvet kànunda" olamadı
Büyük Millet Meclisi'nde 20 Nisan 1924'te kabul edilen "1924 Anayasası", yakın tarihimizin en uzun ömürlü anayasası olarak bilinir. Zaman içinde bazı maddeleri üzerinde önemli değişiklikler yapılmakla birlikte, bu anayasa esas itibariyle 1960 yılı darbesine kadar yürürlükte kaldı. 24 Anayasasının en dikkat çeken özellikleri arasında yer alan şu iki hususu bilhassa nazara vermekte fayda var: Birincisi: Anayasanın 2. Maddesinde yer alan "Türkiye Devletinin dini din–i İslâmdır" ibaresi bilâhare (1928) çıkartılarak, resmî devletin din hanesi boş bırakıldı. Bir mânâda devlet "dinsiz" hale getirilmiş oldu. 1937'de aynı madde üzerinde yapılan bir köklü değişiklik ile, CHP'nin "altı ok"unu temsil eden "cümhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık" prensipleri, anayasaya konuldu. Bu altı ilke, yıllar yılı adeta imânın altı şartı gibi millete lanse ve empoze edilmeye çalışıldı. İkincisi: 24 Anayasasında, "Kuvvet kànunda olmalı" prensibi adeta iğdiş edilerek, kuvvetin kaynağı Millet Meclisine tevdi edildi. Yine 2. Maddeye derc edilen şu ibareler, asıl maksadın ne olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymakta: "İcra kudreti ve teşrî (kànun) salâhiyeti milletin yegâne mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecellî ve temerküz eder." Böylelikle, Meclis'teki sayı üstünlüğü kimin eline geçerse, ülkede o hükmedecek ve millet iradesi üzerinde istediği gibi tasarruf sahibi olabilecek demektir. Buna göre, bir adım öteye gidip farklı partilere de hayat hakkı tanımadın mı, artık kral sensin, hakim sensin, yegâne söz sahibi sensin. Nitekim, o tarihten sonraki 27 yıllık totaliter rejim ülkeye hakim olmuş ve herhangi bir muhalefet hareketine zerrece müsamaha gösterilmemiş. Bu durum da gösteriyor ki, 24 Anayasasına göre, kuvvet kànunda eğil, doğrudan şahısların ve şahısların hegemonyası altındaki tek parti diktatoryasının elinde olmuştur.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Zihindeki zehir |
Murat Hüdavendigâr, Hacı Bayram Veli’nin müritlerinden vergi almaz. Bunun üzerine çoğaldıkça çoğalır Veli’nin müritleri. Hasis ve kindar birilerinin nazarından uzak olmaz bu durum; hased içinde kıvranır, Sultan Murat’a yanıltıcı ve yanlış yönlendirmelerde bulunurlar. Hacı’nın sizin makamınızda gözü var, sizin yerinize oturmak istiyor, bozgunculuk yapmak niyetinde gibilerinden padişahın kulağına fısıldarlar. İnandırırlar da 1. Murat’ı. Ne yapalım? Ortadan kaldıralım. Nasıl? Yemeğine zehir katalım. Plan yürürlüğe konur, bir ziyafet verilir. Yemek kabı eline verildiğinde Hacı Bayram Veli besmele çeker ve der; “Biz bu yemeği yeriz ama olan falan paşaya olur” der. O paşa zehirli yemek yemiş gibi başlar kıvranmaya ve bir müddet sonra ölür. Hased insanların kazdığı kuyuya kendilerinin düştüğü kadar, besmelenin azim tesiri de görülür bu hakikat kıssasında. Besmele hakikatine inanarak başlandığında, zehir bile panzehire dönüşeceği anlaşılır bu derste. “Bismillah her hayrın başıdır”la başlayan Birinci Söz, aslında Risâlelerin ilk ve son sözüdür. Risâle-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman, Ankara’ya geldiğinde kilitli olan Hacı Bayram Veli’nin türbesini açtırır ve içeri girdiğinde yine dışarıdan kapattırarak bir müddet içeride kalır; belki birkaç saat bilemiyorum. Onlar için zaman, mekân mefhumu olmadığı için içeride nasıl bir görüşme yaptıklarını bilemiyoruz, görüşmelerini düşünmek edebe aykırı. Said Nursî kaç defa zehirlendi? Yanlış hatırlamıyorsam yirmi üç. “Bismillah her hayrın başıdır” kuru bir söz değil, yaşanmış bir hakikat olduğunu hayatıyla gösterdiğinden zehirler hep tesirsiz kaldı. Zihni ve kalbi iman hakikatleriyle tertemiz olana zehir bile panzehir olur; musibetler gülistana döner, hastalıklar şifa kaynağına dönüşür. Dertler derman, kederler kemale götüren kement olur. Zihnimizi, latifelerimizi, kalbimizi zehirleyen gayr-ı imânî düşünce ve tavırlardan uzaklaştıracak Risâle, Kur’ân, kâinat okumalarına bismillah deyip başlamamız; bizi hased edenlerin şerrinden kurtaracağı gibi imani gücümüzü arttırarak zehirleri panzehirlere dönüştürecektir. İki hayatını zehir etmek istemeyen böylesi bir iman âb-ı hayatını sürekli içmeli değil mi? Zihnimde zehir hakikati geziyor; Allah dostunun kanı düşmana zehir olurmuş; akrep soktuğunda akrep zehirlenerek ölürmüş. Bediüzzaman bazı mülhitleri yılan şeklinde görürmüş; o dehşetli yılanların ona bir zarar verememiş olması bizlere büyük bir ders olsa gerek. Paşa’nın Hacı Bayram Veli’ye tavrı ve uğradığı akıbet; Bediüzzaman’ın Veli’nin kabrini ziyareti, kendinin defalarca zehirlendiği halde ölmemesi, en dehşetli şahsın ona zarar verememesi, en zehirli fitnelerden korunması… Bizi zehirli fitnelerden kurtaran Kur’ân tefsiri Nur Risâlelerinin “Bismillah her hayrın başıdır” diyerek başlaması… Ne yapsak, “Bismillah” deyip hayatımızda yeni bir imanî başlangıç mı yapsak; buna o kadar ihtiyaç hisseden biri olarak duâ niyetine bu satırları yazıyorum. Duâlarımızın kabulü için Bediüzzaman’ı, Risâle-i Nur’u ve Hacı Bayram Veli’yi şefaatçi kılıyorum. Bu zehirli dünyada başka nasıl yaşanır ki?
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kutlu doğuma binler tebrikler |
İsmail Bey: “Peygamber Efendimizin (asm) ümmetine ve insanlığa olan şefkatini anlatır mısınız?”
Bugün Sevgili Peygamberimizin (asm) kutlu doğumunun 1439. yıl dönümü. Peygamber Efendimizin (asm) doğum gününü yirmi yıldan beri Kutlu Doğum Haftası olarak ilân edip, bu haftayı çeşitli etkinliklerle kutlayan ve hafta boyunca güzel ülkemizde güzel bir atmosfer meydana getirmeyi başaran Diyanet camiâsına tebrikler… Diyanete yakışan etkinlikler, Diyanete yakışan bir biçimde geniş kesimlerin de katılımıyla devam ediyor. Özlediğimiz tablolar gözlerimizi dolduruyor. Bu etkinliklere bugün gazetemiz de bir ekle katılıyor. Yayıncısından okuyucusuna emeği geçen ve sahip çıkan herkesi kutluyorum. Bugün milâdi takvime göre kutlu doğumunun müjdesini iliklerimize kadar yeniden yaşadığımız Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendisi için yaşamamış, ümmeti için yaşamıştır. O (asm) bizim katımızda Allah’ın elçisi, Allah’ın katında bizim elçimizdir. Onun (asm) bize hediye ettiği nûr eşsiz ve benzersizdir. Cenâb-ı Hak bize îmân, hidâyet, nûr, tevfik, muhabbet, rahmet ve rızâ yolu nâmına ne ihsan etmişse, onun (asm) eliyle ihsan etmiştir. Onun (asm) Allah’tan alıp bize getirdiği nur ile dünyanın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinatın hakikî mahiyetleri o nur tufanı ile aydınlanmış, kendine gelmiştir. Üstad Bedîüzzaman hazretlerine göre, onun (asm) getirdiği nur ile görünmüştür ki; şu kâinatın mevcudatı Allah’ın isimlerini okutan birer Samedânî mektup, birer vazifeli memur, bekaya mazhar birer kıymettar ve manidar mevcutturlar. Eğer o nur olmasa idi, varlıklar tamamıyla mutlak fenaya mahkûm, kıymetsiz, manasız, faydasız, abes, karma karışık ve tesadüf oyuncağı mahiyetinde evham karanlıkları içinde kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, akıl sahibi bütün insanlar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın duasına “Âmin!” demektedirler. Yerlerden göklere kadar bütün varlıklar onun (asm) nuruyla iftihâr etmektedirler.1 Eğer o nur olmazsa kâinatın da, insanın da, hatta her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Saîd Nursî hazretleri, böyle güzel ve eşsiz bir kâinata, böyle eşsiz bir zatın (asm) lâzım olduğunu kaydeder. Hadisi teyit ederek, “Yoksa kâinat da, eflâk da olmamalıdır” der.2 Bedîüzzaman Hazretlerine göre, zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine uyarak, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî onun (asm) niyâzına iştirâk edip hâl diliyle, “Oh! Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” derler. Duâsına ve niyâzına bütün mevcûdât, semâvât ve hattâ arş vecde gelip, “Âmin! Allâhümme Âmin!” derler.3 Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşerî hayatı ile, Allah’ın lütfu ile yükselen mânevî şahsiyetini, tavus kuşunun yumurtası ile göklerde uçan tâvus kuşu arasında kurduğu bir nisbet ile açıklayan Bedîüzzaman hazretleri; Tâvus kuşu gibi güzel bir kuşun yumurtadan çıkıp olgunlaştığını, semâlarda uçmaya başladığını; güzelliği ile şöhret kazandıktan sonra, birisi çıkıp da yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini ararsa haksızlık yapmış olacağını; kezâ, Peygamber Efendimizin (asm) tarihlerce kaydedilen hayatının da bir çekirdekten ibâret ve beşeriyet şartları içerisinde geçtiğini, uzaktan yüzeysel bir nazarla onun hayatına bakan bir adamın, onun mânevî kişiliğinin değerini anlayamayacağını; fakat onun beşerî hayatına ve görünen hallerine ince bir kışır ve nâzik bir kabuk nazarıyla bakıldığı takdirde, o kışır içerisinden iki âlemin güneşinin ve Tûbâ ağacı gibi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, feyz-i İlâhî ile sulanmış, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül etmiş olan hakîkî çehresinin çıktığının görüleceğini kaydeder. Bir zerrenin ışığa kaynaklık edemeyeceğini, ancak o zerrenin mânâ-yı harfî ile gökteki güneşin ışığına mazhar olabileceğini; binâenaleyh Peygamber Efendimizin (asm) de Rahmân-ı Rahîm’in tecellîlerine eşsiz bir şekilde mazhar bulunduğunu belirtir.4 Böyle bir rahmet müjdecisini, böyle bir rahmet habercisini, böyle bir rahmet Peygamberini insanlığın doğru tanıması, doğru okuması ve doğru kavraması bir zorunluluk idi. Artık yaşlı dünyanın yanlışlığa ve dalâlete tahammülü yoktu. Bu peygamber, son peygamberdi (asm). Aksi takdirde, babasız doğan Hazret-i Îsâ’ya (as) “Allah’ın oğlu” yakıştırmasını yapıveren akılsız beşer, okuma yazma bilen bir peygambere de “Bunu sen yazdın! Bu kitap senin ilmî kariyerinin mahsulüdür” deyiverseydi; Allah’ın nurundan ve rahmetinden kendi eliyle yine uzaklaşıp gidecekti. Yine kendi dalâletinin kurbanı olacaktı! Bu vesileyle; Rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) kutlu doğumunu tebrik eder, Rabb-i Rahîm’in ona indirdiği yüksek nurun ve rahmetin ışığıyla tüm insanlığı kuşatmasını, Rabb-i Rahîm’den niyaz ederim.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 71 2- Sözler, s. 215; 3- Sözler, S. 70, 218; 4 Mesnevî-i Nûriye, s. 74.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Maddî ve manevî anonim şirketler |
Bir şirket kurmak isterseniz hangi tipi seçerdiniz? Hedefinize ve niyetinize bağlı, değil mi? Şirket denince ilk akla gelen tip olan anonim şirketler modern Batı medeniyetinin önemli buluşlarındandır. İktisadî hayattaki değeri ve fonksiyonu neredeyse kâğıt para kadar yüksektir. Aslında paraya can veren de odur. Bu gün sizinle bu şirket hakkındaki bazı düşünceleri paylaşacağım. Önce genel bir bilgi verelim. Tüzel kişiliği bulunmayan ve adına adi şirket denen ortaklıklar, kurumsal yapıdan mahrumdurlar. (“Adi” deyimi hukukta olumsuz bir anlam içermez ve “sıradan” ya da “niteliksiz” anlamına gelir). Profesyonel yönetim anlayışıyla yönetilecek işletmeler kurmak isteyenler, hukuken ortaklarından bağımsız bir kişi durumunda olan “tüzel kişilik” perdesi içinde şirketleşirler. Tüzel kişilik çatısı altında şirket kurmak isteyenler ise iki ana türden birini tercih edecektir. Şahıs şirketleri grubunu oluşturan kolektif ve komandit şirkette ortaklar şirket tüzel kişiliğinin arkasına saklanmazlar, kişilik olarak kendilerini ve ticarî itibarlarını ortaya koyarlar. Şirketin malı şirketin borcunu ödemeye yetmezse ortaklar da şahsen sorumlu olurlar. Bu şirket tipine şahıs şirketi denmesinin sebebi de budur. Sermaye şirketi denilen limited ve anonim şirketlerde ise, her ortak sadece vaat ettiği kadar sermayeyi koymakla mükelleftir. Ortaklar ayrıca kefil olmuş değillerse şirketin borcundan şahsen sorumlu tutulamazlar. Önemli olan şirketin sermayesidir. Ortakların şahsî itibarının ya da kişisel servetinin, şirketin malî gücüne katkısı yoktur. Ortakların fakir ya da günahkâr olmalarının da önemi yoktur. Bu şirket tipinde sermaye biterse şirket biter. İlâve sermaye getirmeye ve şirketi canlandırmaya kimse mecbur değildir. Ortağın malına güvenerek şirkete borç veren yanılır ve hüsrana uğrayarak zarar eder. Bu sebeple bu şirket tipine, “sermaye’nin şirketi” anlamında sermaye şirketi denir. Yine bu ikinci şirket tipine, şahıs ortaklığının alternatifi anlamında mal ortaklığı da denir. Bediüzzaman, Risalelerinde, dünyevî şirketlere ait bir türün adı olan mal ortaklığı (iştirak-i emvâl) kavramını, uhrevi şirket için de uygun bir tip olarak tavsiye etmektedir. Sebebi nedir? Dinî cemaatler (ve geniş mânâda bir tür cemaat olan tarikatlar) dua ile rıza elde etmek amacıyla kurulan şirketlerdir. Yukarıdaki iki tür, bunlar için de söz konusu olabilir. Bediüzzaman’ın İhlas Risalesinde (Lem’alar, s. 168) bu konudaki tesbiti oldukça enteresandır: “Ehl-i dünya, büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hattâ bir kısım ehl-i siyaset ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin mühim âmilleri ve komiteleri, iştirak-i emval düsturunu kendilerine rehber etmişler. Bütün sû-i istimâlât ve zararlarıyla beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde ediyorlar. Halbuki, iştirak-i emvâlin, çok zararlarıyla beraber, iştirakle mahiyeti değişmez. Herbirisi umuma gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifade edemez. Her ne ise, bu iştirak-i emval düsturu a’mâl-i uhreviyeye girse, zararsız azîm menfaate medardır. Çünkü bütün emval, o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor.” Tüm bu bilgilerden şu sonuçları çıkarabiliriz: Ortakların kişiliğinin önem taşıdığı yani “günahıyla sevabıyla” geldiği manevî şirketlerde ortakların kişisel hataları şirketi batırır. Şirketin hataları da ortakları batırır. Günahını dışarıda bırakıp tüm sevabını şirkete sermaye olarak koyanların şirketi ise mal ortaklığı türünden şirkettir. Hatta ortaklar öldüklerinde dahi sadece “günah cihetinde” ölürler, ama sevap cihetinde yaşamaya ve hem şirkete, hem ortaklarına kazandırmaya devam ederler. Bu şirket, ortakların kişilik problemlerinden dolayı batmaz. Bu sebeple Bediüzzaman, özellikle modern çağda, karizmatik şahısları ön plana çıkaran şahıs şirketlerini değil, şahısların sevap türünden sermayelerinin birleşmesinden oluşan şahs-ı manevi şirketlerini tavsiye etmektedir. Zira bu şirket tipinde nur hükmünde olan manevî kazanç, aynen ışığın bölünmeden yayılması gibi bölünmeye ihtiyaç olmadan tüm ortaklara dağılır. Ve ortakların herbirinin amel defterine aynen geçer. Üstelik bu şirket tipinde; maddi kâr amaçlı sermaye şirketlerinden farklı olarak kâr paylaşılmakla azalmaz ve şirketin borcunu ödeyememe ve alacaklılara zarar verme riski de yoktur. Ne mutlu ortağım diyene!
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Mini paket” manevraları… |
Terör örgütüyle çatışmalarda Anadolu’da verilen şehidlerin ardından Samsun’da iki polisin şehid edilmesiyle “açılım”ın patinaj yaptığı süreçte, Meclis maratonunda “anayasa değişikliği paketi” de ciddî bir tıkanmayla karşı karşıya… Millet adına milletin hukuku olan Anayasa değişikliği, ne yazık ki usûl ve kapsam tartışmaları ortasında hiçbir mutâbakata varılmadan bir dizi gerginlikle Meclis’te ele alınıyor. Tıkanıklık, Başbakan Erdoğan’ın 17. kez gittiği Amerika ziyaretinden önce söylediklerinden caymasıyla daha da derinleşti. Bulanıklık ve zihnî kargaşa sürüyor. Önce Başbakan Yardımcısı Arınç, CHP Anayasa Mahkemesine gitmezse uzlaşmanın kapısını açarız” ifâdesini kullandı. Peşinden, Başbakan’ın 11 Nisan’da ABD gidişi öncesi, “paket”in ikiye ayrılmasını “şark kurnazlığı” olarak yorumlasa da, “Bunu değerlendireceklerini” ve Grup Başkanvekillerinin Meclis Başkanı başkanlığında bu katkıları müzâkere etmesini”ne destek vermesi, Meclis’i hareketlendirdi. İktidar ve muhalefet partileri arasında görüşmeler hızlandı. İktidar Partisi temsilcileri, Başbakan’ın Amerika’dan dönüşüyle sözkonusu teklifin partinin yetkili kurumlarında ele aldıktan sonra “cevapları”nı vereceklerini bildirdiler… Doğrusu, Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı Baykal’ın, 6 Nisan’da partisinin grup toplantısında yaptığı “tarihî çağrı”da “paketin içindeki üç maddenin ayrılması halinde geri kalanına Meclis’te tam destek vereceklerini” açıklaması, umut verdi. Toplumdaki kamplaşma ve kutuplaşmanın aşılacağı ve en azından geniş bir mutâbakat anlayışına kapı açacağı beklentisini arttırdı. Bu dönemde katılımcı, özgürlükçü demokratik anayasa yapamayan Türkiye’nin, cılız, yetersiz ve yama da olsa en azından “mini paket”i başaracağı kanaatini kuvvetlendirdi…
“SULANDIRMA” ÇARKI! Zira bu uzlaşmayla, zaman kaybettirmeden üçü geçici olan “paket”teki 30 maddeden temel hak ve hürriyetlere dair 24 madde 367’yı aşan nitelikli çoğunlukla geçecek; üç maddenin daha geniş müzâkeresi ve tekmili temin edilecek; ve Türkiye’nin yeni anayasa irâdesi ortaya çıkacaktı… Ne var ki ABD’ye giderken havaalanında, “Eğer yasal bir imkânı varsa biz de bunu değerlendirmeye hazırız” diyen Erdoğan, 14 Nisan’da dönüşte ayağının tozuyla yine havaalanında, teklifi kökünden reddetti. Üstelik “sulandırma” olarak nitelendirdi… İşin bir diğer ilginç yanı, Amerika gidişi öncesi “Yapılacak olan bir şey varsa Meclis başkanından yardım istemektir, destek istemektir; şimdi bu tür bir yaklaşım var. Böyle bir şey düşünülüyorsa Meclis başkanımızın başkanlığında grup başkanvekillerinin yapacağı çalışmadır ” diyen Erdoğan’ın dönüşte, Baykal’ın Cumhurbaşkanı’na çağrısını ve Anayasa Mahkemesi’ne başvuracaklarına dair önceki sözlerini yeniden gündeme getirip siyasî polemiklere girmesiydi. Gelinen noktada, Başbakan’ın tepkiyle sert “çıkışı”ndan sonra Meclis’te muhalefete çözüm adresi ve arabulucu olarak gösterdiği Meclis Başkanı Şahin, “Anayasa değişikliğinde artık uzlaşmanın ihtimali olmadığını” açıklaması, siyasetin garâbeti olarak karşımıza çıkıyor. Ve akabinde Cumhurbaşkanı Gül’ün “Demokrasilerde kararlar her zaman konsensüsle alınmayabilir” cümlesiyle, uzlaşma arayışlarında arabulucu olmayacağını söylemesi, ibret-i âlem olarak yakın siyasî tarihin arşivinde yer alıyor…
POLİTİK BLOKAJ… Belli ki AKP siyasî iktidarı, politik bir blokaj içinde. Israrla politik tutumunu sürdürüyor. “Üzüm yemek”ten ziyâde “değişiklik paketi”ni referanduma sunarak siyasî rantla “bağcıyı dövmek” peşinde. Yeniden halkın nezdinde “mağduriyet siyaseti”ne ve seçim öncesi siyasî rant taktiğine başvurabileceğinin sinyalini veriyor. Ve bu durum, daha önce geceyarısı e-muhtıranın AKP’ye en az yüzde 10-15 oy sağladığını itiraf eden Arınç’ın, “Eğer 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimi anayasadaki gibi yapılabilseydi, Ak Parti yüzde 47 oy almazdı” ikrarının açık bir versiyonu oluyor. “Venedik kriterleri”ne göre birbiriyle ilgisiz maddelerin tefrikine yanaşmıyor; ayrı ayrı oylanması önerilerini nazara almıyor. “Uzlaşma” çağrılarını karşılıksız bırakıyor. Bundandır ki “uzlaşma” yerine, sürekli siyasî tehdit ve manevralara başvuruluyor; seviyesiz tartışmalarla, atışmalarla problem daha da çıkmaza itiliyor… Şu hale bakın; Meclis Başkanı, “Benim yapabileceğim şey yok!” diye konuşuyor. Daha önce Meclis’in yeni anayasa fırsatını kaçırdığını ifâde eden Cumhurbaşkanı, “mini paket”te de “Artık uzlaşma olmaz!” diye işin içinden çıkıyor… Peki, milletle devletin mukavelesi olan anayasada mutabakat aranmayacak da nerede aranacak? Anayasa değişikliğinde konsensüs olmayacaksa hangi konuda olacak? Meclis Başkanı ile Cumhurbaşkanı, böylesine bir meselede devreye girmeyecek de ne zaman girecek? Ülkenin bunca âcil problemi içinde politik polemiklerle Meclis’in aylarını alacak gereksiz tartışmalar, seviyesiz politik atışmalar Türkiye’ye ne kazandıracak? Fırsat kaçmış, vakit geçmiş değil. Milet irâdesinin temsilcisi Meclis sağduyuyla değerlendirmeli…
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Karikatürün Sinan’ı |
Uzun yıllar gazetemizde karikatürler çizen Vehip Sinan’ı da ebedî âleme uğurladık. Pazar gecesi vefat eden Sinan’ın cenazesi dün Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra dualarla defnedildi. Vehip Sinan’la şahsen tanışmadan çok önce onu karikatürleriyle tanımıştık. Önce Yeni Asya’daki karikatürleriyle, daha sonra da “Topuz” adlı çizgi roman serisiyle ve nihayet Can Kardeş’te devam eden karikatür ve çizgileriyle onu sevmiştik. Onunla tanışmak, karikatürleriyle tanışmamızdan çok sonra nasip olmıştu. Doğrusu çok konuşan bir çizerimiz değildi. Zaman zaman Fatih’teki evinden arabayla alarak gazetemizin Güneşli’deki merkezine getirdiğimiz de olmuştur. “Topuz”ları okuduğumuz ortaokul yıllarımızda o serinin devam etmesini çok arzu etmiştik. Her fırsatta o günkü gazete yöneticilerine bu talebimizi ulaştırmış ve müsbet cevaplar beklemiştik. Elbette çizgi roman serilerinin yazılması ve çizilmesi, onu okumak gibi kolay değildi. Haftalık Can Kardeş dergisi yayınlanıp da Vehip Sinan imzasını orada görünce çok sevinmiştik. Vehip Sinan, hakikaten hoş ve yumuşak bir çizgiye sahipti. Onun çizdiği karakterlerin çocuklar tarafından çok sevildiğine şahidiz. Yıllar sonra eski Can Kardeş ciltlerini okuyan çocuklarımız da Vehip Sinan’ı tanımadan sevmişti. Bugün de, yarın da çizgileri çocukların ilgisini çekmeye devam edecek. (Vehip Sinan’ın “Topuz”larının yeni baskıları Nesil tarafından yapılmış durumda.) Elbette karikatür uzmanı değiliz, ama nazarımızda Vehip Sinan, karikatürün Mimar Sinan’larından biridir. Onun kamuoyu nezdinde çok ‘meşhur’ olmaması karikatürlerinin güzelliğine halel getirmez. Günümüzde de çok iyi karikatürler çizgidiği halde ‘yetkililer’in ilgisini çekemeyen karikatüristlerimiz yok mu? Nazarımızda katılmalarının özel bir önemi yok, ama Vehip Sinan’ın cenaze namazında “Türkiye’yi idare edenler”in geniş bir katılımla hazır bulunmamaları anlaşılabilir bir durum mudur? Bu anlamda Vehip Sinan, sessiz yaşadı, sessiz vefat etti; ama onu sevenler ve hayırla yâd eden binler var. Vehip Sinan’ın soy adının “Sinangil” olduğunu tabutuna iliştirilen “not”tan öğrendim. Vehip Sinangil, yöneticiler nezdinde değilse de okuyucular nezdinde hayattayken kıymeti bilinen bir sanatkârımızdı. Bildiğimiz kadarıyla iki defa ‘anma toplantısı’ tertiplenmiş ve bu toplantılarda yapılan konuşmalarla kıymeti takdir edilmişti. Bundan sonra da hayırla yâd edileceğine inandığımız Sinan, çizdikleriyle karikatürü geniş kitlelere sevdirmiş ve onu taklit ederek yeni sanatkârlar çıkmıştır. Cenaze namazında sohbet ettiğimiz bir okuyucumuz, çocuğunun Sinan’ın karikatürlerini severek ‘mimar’lık mesleğine yöneldiğini ve onu her zaman hayırla yad ettiğini anlatıyordu. Karikatürist Salih Memecan’ın söyledikleri de dikkat çekiciydi: “Ben kendisini tanıyamadım, ama onun çocukları ne kadar çok sevdiğinin farkındayım. Başarısının altında da bu çocuk sevgisinin yattığını düşünüyorum.” Mekânı Cennet olsun inşaallah.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
TRT El-Türkiye için birkaç tavsiye |
Arap âlemine dönük yayın yapan İngiltere’nin BBC Arapça, Fransa’nın Kanal 24, Rusya’nın Rusya el-Yevm, Amerika’nın el-Hurra, İran’ın el-Alem kanallarının yanına Almanya ve Çin’in açmış oldukları Arapça kanallar eklendiğinde, ülkem adına üzülmüştüm. İran dışında, adını saydığım ülkelerin Arap âlemiyle ne coğrafî, ne kültürel, ne de dinî bağlantıları vardı. Buna rağmen, açmış oldukları Arapça kanallar vasıtasıyla 350 milyon gibi büyük bir kitleye kendilerini daha iyi tanıtıyor ve bu tanıtımın ardından politik ve ekonomik olarak istifade ediyorlardı. Türkiye ise, bin yıldır aynı coğrafyada yaşadığı, aynı dini paylaştığı ve aynı kültürel zenginliğe sahip olduğu Arap âlemine yıllardır soğuk bakmaktaydı. Mâlûm siyaset yüzünden “Aman! Ne Şam’ın şekeri, ne de Arabın yüzü” diyerek sırtını Doğuya, yüzünü de Batıya çevirmişti. Ve bu sırt dönüşle, Arap âlemiyle aramızda kalın bir duvar örülmüştü. Böylece Araplar Türkleri, Türkler de Arapları unutmuşlardı. Öyle ki, Türkiye halkının % 98’inin Müslüman olduğunu bilmeyen Arap sayısı hiç de az değildi. Kuveyt’e gelişimin ilk yıllarında örtülü bir Türk olduğumu gören Arap kardeşlerden “Ne zaman Müslüman oldun?” diye soranlar oluyordu. Ben onların bu sorusuna şaşırıyordum; onlar da benim” Allah’a hamd olsun, biz bin yıldır Müslümanız” diye cevap vermeme şaşırıyorlardı. Bu ve buna benzer sorularla karşılaşınca, Arapça öğrenmenin önemini daha iyi kavramaya başlamıştım. Hatta dilin önemi üzerine “Türkiye’yi tanıtmada dilin önemi” başlıklı bir yazı da yazmıştım. (http://www.yeniasya.com.tr/2007/07/25/yazarlar/sdurmaz.htm) Yazıda, Arap kardeşlerimizle aramızda olan önyargıların ortadan kaldırılabilmesi için kültür ve tarihimizi tanıtmak gerektiğine değinmiş, bunun için de Arapçaya mutlak derecede ihtiyaç olduğunu belirtmiştim. Bir Arap atasözünde, “Rubba dârratin nâfiâ” deniyor. Yani, bir zarar fayda da içerebilir. Arapçaya tercüme edilmiş dizi filmler halkımızın gerçeklerini ortaya koymasa da, Araplar tarafından ilgiyle izlendi. Hatta, “Türkiye’nin bu dizilerde gösterilen yüzünden başka tarafları da var. Biz Türkiye’nin gerçek tarihini, kültürünü, el sanatlarını ve âlimlerini halkımıza tanıtmak istiyoruz” diye benden yardım isteyen lise talebeleri dahi oldu. İletişim çağında görsel yayınların önemi çok büyük. Bu yayınlar sayesinde, ülkeler arasındaki hudutlar kalkıyor; farklı dinden, farklı lisandan, farklı kültürden insanlar birbirine yakınlaşıyorlar. Bu bakımdan, çok geç kalınmış dahi olsa “Zararın neresinden dönülürse kârdır” kaidesince, TRT’nin Arapça kanal açması çok yerinde oldu. El-Türkiye adını taşıyan kanal inşaallah Arap âlemiyle aramıza örülen sun’î duvarı yıkacak. TRT El-Türkiye’yi açıldığı günden beridir izlemeye çalışıyorum. Sebebi ise, Arapça yayın yapan yabancı kanallar ile diğer Arap kanalları arasındaki farkı gözlemleme isteğimdi. Tesbit ettiğim kadarıyla, biraz daha düzenleme yapılabilirse İstanbul, Kahire ve Beyrut’tan yayın yapan bu kanalın çok büyük izleyicisi olacak. BBC için iddia edemem, ama El-Türkiye’nin Arapça yayın yapan diğer yabancı kanalları geride bırakacağını tahmin ediyorum. Zamanla Arap kanalları ile de yarışabilme imkânı da var. TRT El-Türkiye’de yayınlanan tarih ve kültür programı “Rehhâl” (Gezgin), aydınlarla sohbet “Kahve et-Türkiye” (Türk kahvesi), zengin mutfağımızı tanıtan “Matbak el-Kasr” (Mutfak Sarayı) ve “Da’ve ale’l aşâ” (Akşam yemeğine davet), Arap gençlerinin motosikletle yapmış oldukları Türkiye gezisi “Muğamirûn” (Gezginciler), Beyrut’tan yapılan siyaset programı “Mederaat” (Yörüngeler) oldukça güzel ve faydalı programlar. Aralarda verilen belgesellerin yanı sıra, çocuk programları da çok güzel. En çok izlenebilecek program olarak ise, Lübnan asıllı sanatçı Yasemin Kudsi ile Mısırlı sunucu Kerime Avad’ın sunduğu 11-13 arası yayınlanan “Sabah el-Hayr min İstanbul” (İstanbul’dan Günaydın) adlı programı tahmin ediyorum. Daha çok yeni olan El-Türkiye kanalının daha da iyi bir performans göstermesini diliyoruz. Bu konuda, kanal müdürü Sefer Turan Beye âcizane birkaç tavsiyemiz olacak. Son yıllarda Arap kanalları şiir yarışmaları düzenliyorlar. Din ve vatan sevgisinin yanı sıra gazel dalında yapılan bu yarışmaları milyonlarca insan izliyor. Bildiğim kadarıyla Mescid-i Aksa sevgisi üzerine şimdiye kadar bir yarışma yapılmadı. Geçmişte atalarımız Kudüs ve Mescid-i Aksaya büyük hizmetler sunmuşlardır. Bugün onların torunları adına El-Türkiye Kanalı “Mescid-i Aksa Şiir Yarışması” diye bir program yapabilirse çok büyük hizmet olacak. Meşhur şâirlerimizi, hususan M. Akif’i tanıtan, hatta onunla Arapların Emîrü’l Şuara dedikleri Ahmed Şevki’nin divanları ve aralarındaki benzerlikleri işleyen bir “Şiir Dünyası” programı hârika olacaktır. Bunun işaretini Türkiye’yi tanıttığımız bir sergide gördüm. Mehmet Akif’in yazdığı İstiklâl marşından bir beyiti Arapçaya tercüme edip okuduğumda çok ilgi çekmişti Arap ve Türk ediplerinin beraberce sunduğu ortak tarih ve kültürümüzü, sosyo- ekonomik problemlerimizi ele alan kitapların tanıtımlarını yapan “Kitap Dünyası” adlı bir program da Arap ve Türk toplumları arasına atılmakta olan köprüyü sağlamlaştıracaktır. Zaman içinde çeşitli vesilelerle bana yöneltilen sorulardan Türkiye’deki gönüllü teşekküllerden Arap kardeşlerimizin haberdar olmadıklarını gördüm. Gönüllü teşekkülleri tanıtan bir program da çok faydalı olacaktır. Arap hanımları “Cellâbiye” veya “Derraa” dedikleri nakışlı uzun elbiseleri giymekten çok hoşlanıyorlar. “İstanbul’dan Günaydın” diyen programa modacı davet edilmiş, bu modacı hanımın yapmış olduğu elbiseler tanıtılmıştı. Aynı programda bizim kaftanlarımız, bindallılarımız tanıtılırsa çok rağbet göreceğini tahmin ediyorum. Bu arada, program akışını belirten bir vakit listesin olmaması, yani hangi programın hangi saatte yayınlanacağının bildirilmemesi bir noksanlık. Haber bülteni de diğer programlar arasında zayıf kalıyor. Son olarak El-Türkiye kanalının hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
20.04.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Mehmet YAŞAR |
|
Bizim Radyo’da bahar |
Baharla her yer ve adeta her şey yeniden hayat bulurken, ‘Hayat Frekansı’ Bizim Radyo’da da baharla birlikte gelen maddîve manevî güzelliklerin sevinci yaşanıyor. İlk yazımızda Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatının 50. yılı münasebetiyle, her yıl olduğu gibi bu Mart ayında da Bizim Radyo’da gerçekleştirdiğimiz ve Nisan ayı içinde de devam eden programlarımızdan bahsetmiştik. Gerçekleştirdiğimiz bu yayınlardan sonra dinleyicilerimizden özellikle Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında fazla bilgi sahibi olmayanların bu programlardan fazlasıyla istifade ettiklerini belirtmeleri bizleri oldukça mutlu etti. 50. yıl özel programlarımızla ilk defa bizleri tanıyan dinleyicilerimizin ve bizleri sürekli takip eden dostlarımızın bizlere gönderdiği mesajlardan bazılarını sizlerle de paylaşmak istiyoruz: Erkut Turan: “Allah razı olsun çok güzel bir programlar sunuyorsunuz. Konu Bediüzzaman olunca bambaşka tadı oluyor. Teşekkürler iyi çalışmalar. Selam ve dua ile…” İbrahim Sağır: “Yapmış olduğunuz çalışmalarla Said Nursi gibi, bu milletin önemli değerlerini insanlara unutturmadığınız için sizleri tebrik ediyorum.” Hatice Yılmaz: “Sabah radyonuzu açtıktan sonra inanın gece uyurken bile açık bırakıyorum. Radyonuzu dinlerken yüreğimin huzur dolduğunu hissediyorum. Her bir programınız ayrı bir güzel. Allah hepinizden razı olsun.” Türkiye’nin dört bir köşesinden hatta Rusya ve Amerika gibi ülkelerden gelen mesajların varlığı, sesimizin gittiği yerleri bilmek bizleri daha da şevklendiriyor ve heyecanladırıyor. Böylesi istifadeye medar olan programların gerçekleşmesinde emeği geçen tüm programcı ve teknik ekibime teşekkürlerimizi, Bizim Radyo’nun gönül dostları olan sizlere de vermiş olduğunuz destekten ötürü şükranlarımızı sunuyoruz. Sizlerden gelen destek, kuruluş amacı ve hedefi doğrultusunda yapılan bu yayıncılığın daha da ileriye gideceğine olan inancımızı daha da artıyor. Bu inancın verdiği güç ve enerjiyle Nisan ayında idrak edilen Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde Peygamber Efendimizi daha da iyi tanıyabilmek amacıyla radyomuzda özel programlar başlattığımızı da hatırlatmak isteriz. Şunu da hemen belirtelim ki, yeni yapım ve programlarla Bizim Radyo, yenilenme ve tazelenme zamanı olan baharın coşkusuna eşlik etmek için hazırlıklarına devam ediyor. Bu hazırlıklar hakkında bir sonraki yazımızda sizleri bilgilendirmeye çalışacağım. Hepimizin malumudur ki, radyo yayıncılığı sadece muhtevadan ibaret değildir. Kaliteli bir yayıncılık için, teknik ekipman olarak da yeterli düzeyde olunması gerekir. Bu çerçevede yönetimimizin verdiği güçlü destekle mevcut teknik alt yapımıza yönelik ciddi yatırımların gerçekleştiğini sevinçle ifade etmek isteriz. Yayın içeriğinin kalitesi, teknik donanımın gücüyle radyo yayıncılığında artık belli bir yeri olan Bizim Radyo, inşallah sizlerinde desteğiyle daha geniş kitlelere ulaşacaktır. Bizi hiç dinlememiş olanlara, varlığımızdan haberi olmayanlara mutlaka radyomuzu dinletelim ve tavsiye edelim. Her türlü görüş ve önerilerinizi [email protected] elektronik posta adresine bekliyoruz.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İki konuşma |
Geçen hafta yapılan iki konuşma, anayasa paketi üzerindeki bunaltıcı polemiklerin daraltıp tıkadığı gündeme biraz olsun nefes aldırdı, siyaset dışı alanlarda da alâka ve meraka değer ilginç konular olabileceğini yine gösterdi. Bunlardan ilki, CHP lideri Deniz Baykal’ın yaptığı Kutlu Doğum konuşmasıydı. Çok ses getiren ve her kesimde takdirle karşılanan bu konuşmada ifade edilen—itiraz ve tartışmaya açık bir-iki husus dışındaki—mesajlar, CHP’nin din konusunda geldiği olumlu noktaya işaret ediyor. Kurulduğu tarihten itibaren dine bakışını tümüyle yanlış ve çarpık bir laiklik yorumuna hapseden CHP, Baykal’ın bu konuşmasındaki açılımı kurumsal olarak da benimseyip içselleştirebilir ve politikalarına samimiyetle yansıtabilirse, laik-antilaik kavgalarından ve irtica polemiklerinden iyice bunalmış olan Türkiye çok rahatlar. Laiklik tartışmalarının en kritik noktalarından birini oluşturan vahiy-akıl, din-bilim bahsine, bunların birbiriyle çelişmediğini ve Kur’ân’ın üç yüzden fazla âyetiyle insanları akıllarını kullanıp düşünmeye teşvik ettiğini vurgulayarak yaklaşan isabetli bir bakış açısının nihayet CHP’ye de hakim olması, son derece ümit verici bir gelişme. Keza adalet, istişare ve işlerin ehline tevdîi gibi siyasî düsturların Kur’ân referansıyla izahı da. Baykal’ın mesajları genel olarak olumlu, ama geliştirilmeye ve tamamlanmaya muhtaç. Bunun için ihtiyaç duyulacak tatminkâr izahlar ise Bediüzzaman’ın eserlerinde mevcut. Onlara bakıldığında, demokrasi, hukukun üstünlüğü, sivil toplumun önemi, bireyin önceliği gibi çağdaş kavramlarla ilgili olarak Said Nursî’nin yüz yıl öncesinden itibaren son derece zengin ve ufuk açıcı fikirler ortaya koymuş olduğu görülecektir. Temennî edelim ki, yine Bediüzzaman’ın 40’lı yılların ikinci yarısında, tek parti rejiminin son demlerinde, devrin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektuptaki tavsiyeler, 65 yıllık gecikmeyle de olsa bu partide artık mâkes bulsun. Ve CHP’nin, “inkılâp kusurları”nı, sorumluları konumundaki birkaç kişiye yükleyip, İslâmla ve milletle gerçekten barışarak, politika ve icraatlarını o istikamette düzelttiği günleri de görelim. Gelelim ikinci konuşmaya. Onu da, yazarlara seslenen Başbakan yaptı. Tarihten, günümüzden ve katılan-katılmayan davetlilerden birçok isme yer verdiği konuşmasında Erdoğan, Said Nursî’yi de zikretti. Evvelce Ahmed-i Hânî’den hemen sonra, “Bitlisli” sıfatını ekleyerek ve “Onsuz Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır” diyerek andığı Bediüzzaman’ı, bu defa Kemal Tahir, Orhan Kemal, Musa Anter, Mehmet Uzun, Rıfat Ilgaz ve Nihal Atsız gibi, mağduriyetten başka ortak yanları bulunmayan ve aynı listede zikrettiği Ahmet Arif’in ifadesiyle “hürriyet hasretinden prangalar eskiten” isimlerin arasına sıkıştırdı. Toplantıya katılan İslâm Yaşar’ın aktardığına göre, Kepir olarak değiştirilen Nurs isminin iade edilmesine ilişkin bir soruya da cevap vermedi. Başbakanın, açılım projesini aydınlarla paylaşma ve onlar kanalıyla topluma mal etme ihtiyacı duyması elbette ki olumlu. Ama bu konuda başlı başına çok özel bir referans niteliğindeki Said Nursî’yi başka isimler arasında söyleyip geçme tutukluğunun hâlâ devam ediyor olması tuhaf. Bediüzzaman’ı yeterince ciddîye almayan bir tavırla ne açılım projesi başarıya ulaşabilir, ne de her alanda yaşanan derin tıkanmalar aşılabilir. Said Nursî öyle bir cümleyle veya başka isimler arasına sıkıştırılarak geçiştirilecek bir kişi değil. *** Zaman zaman araya kopukluklar girmiş olsa da, adı önce İttihad’la, sonra da Yeni Asya ile özdeşleşmiş çok değerli isimlerden biri daha bu dünyadaki vazifesini tamamlayıp terhis belgesini alarak berzah âlemine göçtü. Bilhassa 70’lı yıllarda Yeni Asya’daki birinci sayfa karikatürleri çok ses getiren, Topuz’la Tamer’in “baba”sı, Bay İlerici ve Ali Dayı’nın nüktedan çizeri Vehip Sinan’a Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı dililiyoruz.
20.04.2010 E-Posta: [email protected] |