15 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Vehbi HORASANLI

‘Haberiniz olsun’


A+ | A-

Rabbimiz Ra’d Sûresi’nde buyuruyor ki: “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”

Evet, yaratılışımızın en önemli amacı Allah’ı bilmektir. İnsanoğlunun ulaşabileceği en yüksek mertebe, Rabbimizi güzel isimleriyle tanımaktır.

İnsanın erişebileceği en yüksek saadet ve mutluluk ise, Allah sevgisidir. O sevgi sayesinde saf ve halis bir sürur, sevinç duyabiliriz.

Bütün insanlar gibi bizlerin de sınırsız ihtiyaçları, bitmek tükenmek bilmeyen sorunları var. Denizin ortasında bile bu problemler karşımıza çıkıyor. Seller fırtınalar çiftçiyi etkileyip büyük zararlara sokarken, denizlerde emek veren nice denizciler fırtınalardan ve ekonomik çalkantılardan perişan vaziyetlere düşebiliyor.

Global kriz dünyanın altını üstüne getirirken gemiciler de geç yatan veya düşürülen maaşları yüzünden sıkıntı çekiyor. İster istemez yönetici olarak onların bu sıkıntılarını azaltmaya ve moral vermeye çalışıyorum.

Geminin düzeni ve huzurunun bozulmaması için bazı kolaylık ve düzenlemeler yapıyor ve bu sayede insanların sıkıntılarının bir parça azaltılmasına çalışırken ister istemez kendi sorunlarım ile de baş başa kalabiliyorum. Zira ben her ne kadar gemi kaptanı ve yöneticisi olsam da mevcut problemlerden en fazla etkilenenlerden birisi olarak çalışmak zorunda kalıyorum.

Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, benim elimde Bediüzzaman’ın şaheser bir Kur’ân tefsiri olan Nur Külliyatı var. İşlerden ve sorunlardan bunaldıkça bu eserlere müracaat edip ferahlık ve sürur buluyorum. Aksi takdirde işimiz gayet fena olacaktı.

Sıkıntılı zamanlarımda güverte üzerinde ezbere bildiğim sûrelerden okur, denizin insana huzur veren sesi ile paylaşırım. Her namazdan sonra okumaya çalıştığım Cevşen duâsı da en önemli rahatlama araçlarımdan bir tanesidir. Fakat en büyük teselliyi Bediüzzaman’ın eserlerinde buluyorum. Özellikle Mektubat adlı eserindeki 20. Mektub en çok müracaat ettiğim kaynaklardandır.

Bu eserleri okurken içine düştüğüm karanlıklar aydınlanır, gemimiz bir yük gemisi değil seyir ve tenezzüh için yola çıkmış olan yolcu gemilerine döner. Zira bu eserlerde ruhumuza öyle bir ferahlık açılır ki, Kur’ân’ın verdiği mesajları idrak etme imkânı buluruz.

Allah’a iman eden bir insan, hiçbir düşmandan ve musîbetten korkmaz. Hiçbir kimsenin minnetini çekmez ve ona dilencilik edip yalvarmaz. Zira her şeyin anahtarı elinde olan Allah, kâinatın dizginini elinde tutmaktadır. O'nun “Ol!” demesi ile her zorluk ve müşkülat hallolur.

O'nun huzuruna çıkmak için aracılara müracaat etmeye gerek yoktur. Basit bir evrakı imzalatmak için kaç tane memura danışıp iş gördürdüğümüz halde Rabbimize el açıp dua etmeye hiçbir mani yoktur. Ne zaman ve nerede olursa olsun ona yalvarıp ihtiyaçlarımız için dua edebiliriz.

Bazen duâlarımızın yerine gelmediğini zannederiz. Hâlbuki bu çok büyük bir yanılgıdır. Zira kâinatın bütün hazineleri yanında olan ve bize verdiği birkaç nimetten dolayı mülkünden hiçbir şeyi eksilmeyen Allah, bizim bilemediğimiz nice maslahatlardan dolayı bu nimetleri ertelemektedir. Belki ahiret yurduna saklar. Orada sonsuz bir âlemde çok daha güzel bir şekilde verir. Biz sabırsızlık ederek “Niçin dualarım kabul olmuyor?” deyip Rabbimize naz yapmamalı, O'nun rahmetini ittiham etmemeliyiz. Bize düşen naz değil niyazdır.

Şu dünya işlerinin çoğu, insanın kirli eli karıştığı için doğru gitmez. Daima perişan ve sıkıntılı olur. Islâh etmek, düzeltmek için çaba sarf ettiğimiz birçok iş yarım kalır, sonuca ulaşmaz. Böyle durumlarda elem çekmeye gerek yoktur. Çünkü biz bu dünyayı kendimize ait zannediyoruz. Hâlbuki mülk tamamen Allah’ındır. O Hâkim’dir, her işi hikmeti ile çevirir ve yapar. O, hem Rahîm’dir, hem de pek merhametlidir. Bizler dehşete düşüp sıkıntı çektiğimiz zaman:

“Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler”

demeli, çare bulamayacağımız sorunlara bulaşmak yerine pencerelerinden bakıp içlerine girmemeliyiz.

Evet, bizlerin bu dünyada sadece bir “serdümen” gibi bir görevi var. Hani biz kaptanların dümen dolabını kullanan ve “Sancağa veya iskeleye dön” dediğimiz, gemici var ya aynen onun gibi sadece verilen emirleri yapmalıyız. Eğer “Yahu kaptan niçin sancağa döndü, iskeleye dönmeliydi” deyip dümeni o yöne basarsa, gemi karaya oturur, Allah muhafaza etsin, cana ve mala zarar gelebilir. Aynen bunun gibi Cenâb-ı Allah’ın Kerim ve Rahim olduğunu düşünerek yani onun keremi, ikramı ve bereketinin bol olduğuna iman ederek itimat etmeliyiz.

Gemi sahipleri yapılan işlerden dolayı çalışanlarına sadece bir ücret tahakkuk ettirir, daha başka hiçbir şey vermezler. Hâlbuki Rabbimizin ikramı ve hediyesi öyle büyüktür ki, yaptığımız bütün işlerden hâsıl olan fayda ve ücreti tamamen iyilik defterimize yazar. Sen sadece kaptanlık yaptın veya serdümenlik yaptın diyerek üç kuruş vermez, geminin kazandığı bütün menfaatten oluşan ücreti, bütün çalışanların hepsine ayrı ayrı ve tamamını verir. Zira Rabbimiz, cömertlerin en büyüğüdür. Bizler için verdiği servet, onun mülkünden hiçbir şeyi eksiltmez.

İşte, yukarıda bahsettiğim gibi Kur’ân tefsirlerini okuyarak rahat ve huzur buluyorum. İsteyenler için numune olarak sadece birkaç tanesini ifade etmeye çalıştım. Eğer “Kalbim sıkışıyor, nefes alamıyorum” diye bir probleminiz varsa en iyi doktor ve ilâcı burada bulabilirsiniz, vesselâm…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Yıpratılan değerlerimiz


A+ | A-

Öyle günler olur ki yerin altı yerin üstünden daha iyi gelir insana.

Bir çok ehl-i kemâlât dünyayı “cife” ile tarif etmişler.

Yani; kötülemişler.

Ahirete nisbeten dünya elbette bir zindan hükmündedir.

Geçen gün okuduğum bir hadis, beni dehşete düşürdü.

Tam günümüzü anlatıyordu.

“Başınıza öyle bir zaman gelecek ki, şu üç şeyden daha hayırlı bir şey olmayacak:

“Helâl bir para,

“Cana yakın bir din kardeşi,

“Uygulanan bir sünnet.”

İşte size bir tablo.

Biz neredeyiz?

Paranızın hepsi helâl mi?

Cana yakın din kardeşiniz kaç tane?

“Gel” dediğiniz zaman hemen gelebilecek, “ver” dediğiniz zaman verebilecek,

Dermansız kaldığınızda uykusunu bölüp hemen hiç düşünmeden size koşacak kaç arkadaşınız ve din kardeşiniz var?

Lütfen söyleyin?

Bu zaman böyle bir zaman efendim.

Bediüzzaman buna “dostsuz zaman“ diyor.

Tarih insanlara en zengin zamanını yaşatıyor.

Ama fedakârlık fakirleşmiş,

Paylaşımlar kısırlaşmış,

Dertleşmeler yok olmuş,

Kusur ve kabahatler dilden dile dolaştırılır hâle gelmiş.

Değerler yıpratılmış, huzur ve mutluluk en aranılan metâ haline gelmiş.

Ve uygulanan bir sünnet-i seniye…

O kadar az rastlıyoruz ki…

“Ümmetimin fesada gittiği bir zamanda sünnetime temessük eden, yüz şehidin sevabını kazanabilir” demiş İki Cihan Serveri (asm).

Büsbütün ümitsiz değiliz.

Ama çok hırpalandık be…

Bir çok hasletlerimizi mazide bıraktık.

Dünya çok tatlı geldi.

Halbuki öyle güzel hallerimiz var idi ki…

Bunlar terk edildiği için koskoca bir cihan imparatorluğunu yedik.

Nerede ise tarih sahnesinden silinecektik.

İşin kökeni burada idi.

Ne şu, ne bu efendim.

O güzel insanların hâl ve hareketleri geçip gitti.

Avrupa’nın ne kadar rezaletleri varsa evimize, çarşımıza, sokağımıza, komşumuza kadar ulaştı.

Selâm versen borçlu çıkacak ilişkiler hayatımıza hâkim olmaya başladı.

Böyle geldi. ama böyle gitmeyecek İnşâallah.

Yepyeni bir nesil yetişiyor.

Mazideki bütün keşmekeşlikleri silip, ecdadına lâyık bir hayat seyri sürecekler İnşâallah.

Yitirdiğimiz şeyler kayıp değil. Hepsi tap taze duruyor inanın.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

‘İdarecilik millete hizmetkârlıktır’


A+ | A-

Yönetilen olsak da hepimiz aynı zamanda reis/çoban/yöneticiyiz. Başta, âlem içinde âlem olan ruh/duygu, duyular ve bedenimizi yönetiriz. Çok karmaşık ve girift olan iç âlemimizi idare etme san'atını öğrenebilirsek; iyi bir yönetici, dirayetli bir lider olabiliriz. Zaten kendisine hâkim olamayan, kendisini yönetemeyen, duygularını kontrol edemeyen, başkalarını idâre edemez.

Hepimiz çobanız. Toplumun çekirdeği, küçük bir nümûnesi olan âilemizi, çoluk çocuğumuzu, evimizi yönetiriz. Başarılı bir âile reisi; toplumu idâre eden dirayetli bir yönetici de olabilir. Çünkü, bu potansiyeli çekirdek olarak kendinde taşır.

‘Lider’i sözlükler; ‘reis, imam, başkan, rehber, kılavuz, şef, komutan, yol gösteren, yardımcı olan’ şeklinde tanımlar. En küçük topluluklardan, en büyüklerine kadar hepsinin başında bir önder, lider, yönetici vardır.

Sosyal varlıklar olduğumuzdan; ancak önder/liderin öncülüğünde ilerleyip terakkî edebiliriz. Zira, ‘karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye beşeri de nebîsiz (peygambersiz) bırakmamıştır.’1 Dolayısıyla, önderlik, liderlik ve yöneticilik canlılar için de fıtrî/tabiî bir olgudur.

Liderlik, önderlik kimi zaman kendiliğinden oluşur; kimi zaman da tayinle (seçimle) gelir. Liderler, yöneticiler toplum, grup/cemaatin yapısına göre, otoriter veya demokratik bir yapıya sahip olurlar.

Otoriter liderler, bütün yetkileri kendilerinde toplamak ister. Değişmez, katı, sert, kalıplaşmış kişilikleri vardır.

Demokratik önder, lider veya yöneticiler de, onları seçenlerin güven ve itibarları istikametinde bir tutum sergilerler.

İslâm literatüründeki reis, lider, yönetici; toplumun efendisi değil, ‘hizmetkâr’ıdır. Yönetici, lider, emirler yağdıran, kendisine hizmet ettiren, imtiyazlara sahip değildir. O sadece, işleri tanzim ve kontrol eder. İslâmiyetin temel prensiplerinden, değişmez ana maddelerindendir: “Milletin efendisi (lideri), onlara hizmet edendir.”2 Yâni, memuriyet, emirlik, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değildir...3

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şâmiye, s. 119.

2- El-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2: 463.

3- Emirdağ Lâhikası, s. 394.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Nasıl Müslüman oluyorlar?


A+ | A-

Başka dinin mensupları nasıl Müslüman oluyorlar? Bu suâlin doğru ve tatminkâr cevabını uzun yıllardan beri arıyorum.

Bilhassa Avrupa seyahatlerinde muhataplarıma en çok sorduğum ve cevabını, izahını pür dikkat ve itina ile aradığım öncelikli suâlim budur.

Zira, bu mühim suâlin hakikatli bir cevabı bilindiğinde veya bulunduğunda, hem her ferdin ıslâhı, hem de dünya çapındaki imân ve İslâm hakikatlerinin hakimiyeti açısından, pek büyük bir merhale katedilmiş olacaktır.

Eski zamanlarda, geçmiş devirlerde, fertlerin, ailelerin ve kitlelerin İslâmiyetle müşerref olmalarına dair örneklerin haddi hesabı yoktur.

Bu tarihî gerçekliği Üstad Bediüzzaman şu sözlerle ifade ediyor: "...Edyân–ı sâire (diğer dinlerin) müntesipleri, mutlaka fevc fevc muhakeme–i akliye ile ve bürhân–ı kat'î ile daire–i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar." (Tarihçe–i Hayat, s . 74)

Ne var ki, günümüz şartları itibariyle çok farklı bir durum ortaya çıkmış bulunuyor.

Günümüzde "Müslüman kimlikli" birçok, hatta pekçok kimse dinden çıkmış ve çıkmaya da devam ediyor.

Bunlar gidip dinsiz, ateist, mason, komünist, maddeci, tabiatperest oldular veya olmaktadırlar.

Dolayısıyla, bu zamanda bazı Müslümanlar bile dinden çıkıp imândan sıyrılırlarken, başka dine mensup olanların gelip İslâmın imân ve hidayet dairesine girmesi, elbette ki sevindirici ve bir o kadar da düşündürücü bir gelişmedir.

İşte, bizim de sorup aldığımız en doğru ve en mantıklı cevap şudur: "Biz, onlara imân ve İslâmiyet hakikatini ilmî izahlarla anlatıyoruz. Anlattıklarımızdan ikna oluyorlar. Ancak, hemen Müslüman olmayıp, bizi yakın takibe alıyorlar. Söylediklerimizi yaşayıp yaşamadığımıza bakıyorlar. Yani, teoride anlatılanların, pratik hayatta da geçerli olup olmadığına bilhassa dikkat ediyorlar, ondan sonra karar veriyorlar."

Demek ki, hakikaten, bu zamanda "lisân–ı hâl" olan davranış dili, "lisân–ı kàl" olan anlatım dilinden daha etkili, daha tesirli imiş...

Sen güzel şeylerden istediğin kadar söz et, dilediğin kadar anlat. Söylediklerini kendin yaşamadıktan sonra, hizmetinin de fazla bir tesiri ve bir kıymet–i harbiyesi olmaz.

O halde, mutlaka yaşamak lâzım. İnandığımız kudsî hakikatleri, hâl diliyle de sergilemek ve imânı hayata hayat yapmak lâzım.

Bu takdirde, Müslüman neslinden olanları muhafaza edebileceğimiz gibi, başka dinden olanların İslâmiyet dairesine girmesine de vesile olabiliriz.

Nitekim, Bediüzzaman Hazretleri de, aynı gerçeğe parmak basıyor ve aynen şunları söylüyor: "Eğer biz, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır." (Tarihçe–i Hayat, s . 74)

Tarihin yorumu 15 Nisan 1921

Anzavur'u İngilizler destekledi

Millî Mücadele döneminde (Ekim 1918–Ekim 1923) en çok baş ağrıtanlardan biri olan Ahmet Anzavur, 15 Nisan 1921'de Karabiga'da (Çanakkale) pusuya düşürülerek öldürüldü.

1834 doğumlu ve Kafkas kökenli olduğu tahmin edilen Anzavur, Osmanlı Jandarma Teşkilâtında bir subaydı. Kütahya, Konya ve İstanbul'da "Tabur Komutanlığı" gibi önemli görevlerde bulunmuş, emekliye ayrıldıktan sonra da Biga'ya yerleşmişti.

Birinci Dünya Harbinde vatan savunması için Kafkasya'da görev yapan Anzavur, ne hikmetse, İstiklâl Harbinin başlamasıyla birlikte farklı bir tavır sergiledi.

Birden bire Millî Kuvvetlerin aleyhine geçti. Güya Padişahın, Halifenin ve İstanbul hükûmetinin emrinde çalışıyordu.

Oysa, her halinden "Kraldan fazla kralcı" olduğu anlaşılıyordu. Bu da, onun işgalcilerle birlikte hareket ettiğini gösteriyordu.

Nitekim, bir müddet sonra mesele vüzuha kavuştu ve Anzavur'u İngiliz ordusunda görevli Papaz Fru'nun maddî olarak da desteklediği ortaya çıktı.

"Sivil Paşa" yapılan Anzavur Ahmet, İngiliz İşgal Komiserliğinin baskısıyla, "Kuvâ–yı İnzibatiye"nin başına getirildikten sonra, Biga, Manyas, Susurluk, Gönen ve Ulubat civarından topladığı kuvvetlerle harekete geçti. Vargücüyle Millî Mücadele birlikleriyle çatıştı.

Ne var ki:

1) Kirmastı (Mustafakemalpaşa) yakınlarında Çerkes Ethem kuvvetlerine,

2) Geyve Boğazında, Ali Fuat Paşa maiyetindeki kuvvetlere,

3) Bandırma–Karacabey taraflarında, İsmail Efe ile Çerkes Ethem kuvvetlerine ikinci kez yenilerek İstanbul'a kaçtı.

1920 yılı ortalarında "Kuvâ–yı İnzibatiye" kaldırıldı. Anzavur desteksiz kaldı. Sonunda, 15 Nisan 1921'de öldürülerek Biga'nın Buzağılık köyü mezarlığına defnedildi.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Öğretmenin, “yeşil” aşkı!


A+ | A-

Sevdalanmak ne demek? Bunu, bilenler bilir. Sultan Hanım kızımız, yeşil renge vurulmuş. Bu ideal uğruna bir “koruluk” kurulmuş. Bunu yapmak için ise, üç bin “fidan” bulunmuş. Körpecik eller eliyle, toprakla da buluşmuş!

Az şey mi?

Sultan Özateş öğretmen…

Keçiören Sancaktepe İlköğretim Okulu Güzel Sanatlar Öğretmeni.

Önemli bir kampanyanın öndeki yönetmeni.

Hocam, az rastlanan, fakat çok gayret gerektiren bir proje başarmış.

“Yeşil bayrak” adını verdiği ağaç dikme kampanyası, Ankara Vali Yardımcısı, Keçiören Kaymakamı, Çevre İl Müdürü, Keçiören İlçe Millî Eğitim Müdürü, Okul Müdürü ve protokolden birçok zevatın da katılımıyla gerçekleşmiş.

Hayatla henüz tanışmaya başlayan çocuklarımızı, hayatın simgesi olan “yeşil”le yani “ağaç”la tanıştırmak, aynı zamanda onları hayatlandırmak; hayata dair değerleri dünyalarına kazandırmak demektir.

Yeşilin yakılıp yıkıldığı, acımasızca tahrip edildiği günümüz dünyasında, onlara şans tanımak, çocuklara tanıtmak istikbal yatırımıdır. Yarının büyüklerine bir kültür aktarımıdır.

Ağaçlar da, çocuklar gibi alâka bekler bizden.

Çocuklarımız hakkında düşündüğümüz her güzel duyguyu, onlara da sunmalı.

Ruhlara inşirah veren, ferahlığı zerk eden ağaçların yurdunda çiçekler, böcekler, kelebekler resmi geçit yapar hep meraklı bakışlara, görebilen gözlere; hissedecek “öz”lere…

Evet.

Geç de olsa, meseleyi fark ettik.

Gerçekleşen proje elbet takdire şayan.

Tebrikler öğretmenim, içtenlikle tebrikler…

“Yapma” duygusunu, “inşa” tutkusunu öğrencine öğrettin.

“Yeşil bayrak” adına, güzel şeyler söylettin.

Peygamber Efendimizin (asm): “Kıyametin koptuğunu görsen bile, elindeki fidanı dik” emrinin derinliğini düşünüyorum; uygulanış ânını şöyle bir düşlüyorum:

Onun (asm), elleriyle diktiği hurmalıklar, bahçeler; ellerinden fışkıran âb-ı hayat çeşmeler…

Demek, Nebîler Nebîsi (asm), yeşili çok severmiş; bu sevgiden dolayı ümmetine önermiş: “Ek!” demiş, “Dik!” demiş. Arkadan gelenlere fayda versin istemiş.

Bunca meşgale arasında ağacı, ormanı önemsemek; birçok şeyi göze alıp zorluklara göğüs germek, her kişinin harcı değil doğrusu.

Nümûne-i imtisâl, örnek alınacak bir davranış!

Bu yoldan gidecek, birçok fidan dikecek fedakâr öğretmenlerimiz çoğalsın diliyorum.

Yemyeşil bir dünyada çocuklar koşsun diye.

Onlara “kalem” olacak ağaçlar yetişsin diye…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hata beşeriyetimizin şe’nidir!


A+ | A-

“Hak” rumuzlu okuyucumuz: “Namaz kılarken kaçıncı rekâtta olduğuma dair sürekli tereddütler yaşıyorum. Ne kadar dikkat edersem edeyim son anda bir dalgınlıkla yine de tereddüt içinde kalıyorum. Hâlbuki namaza ne kadar dikkat etmem gerektiğini de bildiğim halde böyle oluyor. Bazen kendi kendime son rekâta kalkarken (çözüm olarak) içimden iki defa Allahü ekber diye tekbir getiriyorum bunun bir mahzuru olur mu? Sık olarak, kaçıncı rekâtta olduğu konusunda tereddüde düşen kişi ne yapmalıdır? Sizce bu konuda kesin çözüm nedir? Ne yapılabilir?”

İster ibadet içinde, ister ibadet dışında olsun, hata kulun süsüdür. Hataları affetmek de Rabbimizin şanından ve sıfatlarındandır. Şeytan kendisi af yoluna başvurmadığı için, bizim de hatalardan sonra affedici bir Rabbimiz olduğunu hatırlamamızı istemez. Bizim namazımızın fesada gittiğini ve bozulduğunu telkin eder. Böylece vesveselerimizi arttırır ve namazdaki huzurumuzu bozar. Biz namazda; “Aman, hata yapmayayım”, “Eyvah! Namazım fesada gidecek!” dedikçe şeytana dayanılmaz bir fırsat vermiş oluruz. Vesvesemiz artar. Şüphe ve tereddüt çıkmazına düşeriz. Bu da ibadet hayatımıza zarar verir. Bizi ibadetten soğutur.

Keza, hatâ ve kusur bizim kulluğumuzun mührüdür. Allah’ın Ğafûr (Çok bağışlayan), Ğaffâr (Sürekli bağışlayan), Afüv (Affeden), Tevvab (Tevbeleri kabul eden) isimleri bizim hatâ yapmamızı gerekli kılarlar. Çünkü bu isimlerin şemsiyesini ancak hatâ yapınca üzerimizde hissederiz. Hatâsız ve kusursuz olsak Allah’ın bu güzel isimlerini bilemeyeceğiz, tanıyamayacağız, kavrayamayacağız.

Adım başı hata yapıyoruz! Böylelikle adım başı Allah’ın affedici ve bağışlayıcı olduğunu hatırlıyoruz, yaşıyoruz, kavrıyoruz, tanıyoruz! Allah’ı tanımaktan büyük nimet ve ihsan bulunabilir mi? Her hatada Allah’ı hatırlamak, her kusurda Allah’ı anmak, Allah’a dönmek ve Allah’a sığınmak ne büyük bir nimettir! Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile muhterem eşi hata yaptılar, fakat hiç vakit kaybetmeden, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik! Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana düşenlerden oluruz!” 1 diyerek Allah’a sığındılar. Allah’a tövbe ettiler. Allah da onların tevbelerini kabul etti.2 Hazret-i Yunus Aleyhisselâm bir hata eseri, öfkelenerek kavmini terk etti. Ardından kendisini balığın karnında buldu. Hata ettiğini anladı ve Allah’a sığınmaya, tövbe etmeye başladı: “Allah’ım! Senden başka ilâh yoktur! Seni her türlü noksandan, kusurdan ve batıl düşüncelerden tenzih ederim. Beni bağışla! Ben kendime zulmedenlerden oldum!” dedi.3 Allah da duasını kabul buyurdu ve onu içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı.4

Bütün bunları hatayı teşvik etmek için hatırlatmıyorum! Hatalara karşı telâşa kapılmamızın gerek olmadığını vurgulamak, telâşın vesveseyi arttırmaktan başka işe yaramadığını hatırlatmak istiyorum. Ve hata yaptığımızda kendimizi hırpalamamak için yazıyorum. Çünkü vesvesenin zarar verici ısırmalarından uzak kalmamız gerekiyor. Hata yapınca her şeyin bittiğini düşünmememiz gerekiyor. Bilhassa kasıt taşımayan ibadet hatalarının, bizi riyadan uzaklaştırmak ve Allah’a sığındırmak gibi işlevleri bulunduğunu hatırlayıp, üzülmek ve korkmak yerine, sevinç ve şükür içinde biraz dikkat etmemizin yeterli olduğunu kavramamız gerekiyor.

Her hatanın bir telâfisi vardır. Peygamber Efendimiz (asm) namaz hatası konusunda buyurmuştur ki: “Biriniz namazı dört rekât mı, yoksa üç rekât mı kıldığında şüpheye düşerse, içinden şüpheyi atsın ve kesin bildiğine göre davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise, bu secdeler namazına şefaatçi olur. Eğer namazını tam kılmış ise, bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesile olur.”5

Şu halde namaz esnasında kaç rekât kıldığımızı unuttuğumuzda; namaza ara vermeden düşünürüz, galip kanaatimize göre hareket ederiz. Galip kanaatimiz belirmemişse, azında bulunduğumuzu kabul ederiz. Buna göre namazımızı tamamlarız. Sonunda sehiv secdesi yaparız. Meselâ dört rekâtlı bir namazda üçüncü rekâtta mı, dördüncü rekâtta mı olduğumuzu unutmuşsak, galip kanaatimiz de yoksa azında bulunduğumuzu, yani üçüncü rekâtta olduğumuzu kabul ederiz. Bu kabul üzerine namazı tamamlarız. Sonunda sehiv secdesi ile Allah’ın af ve merhametine sığınırız.

Son rekâta girerken iki defa tekbir getirmekte bir sakınca yoktur. Dipnotlar: 1- A’râf Sûresi: 23. 2- Bakara Sûresi: 37. 3- Enbiyâ Sûresi: 87. 4- Enbiyâ Sûresi: 88. 5- Buhârî, Sehv, 6,7.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Proje adı: Kardeşlik (ama nasıl)


A+ | A-

Problemler ve projeler çağındayız. Problemler girift gibi görünüyor. Çözümler de öyle. Projeksiyonlara ve projelere ihtiyacımız var.

Toplumsal barış için projemizin adı belli: Kardeşlik.

Bunu herkes biliyor. Ama cevabı herkesçe aynı biçimde verilmeyen zor bir soru var: Kardeş olmak ne demek? Kiminle ve niçin kardeş olduğumuzu bilmiyorsak kardeş olmamızın ne mânâsı var?

Malûmunuz, kardeş bir mânâda “karındaş”dır. Aynı ananın karnını paylaşanlar kardaştır. Bu kardeşlik de güzeldir, ama nesiller boyu devam etmez. Ayrıca bu kardeşlik kardeşlerin birbirine rekabet etmesine, çelme takmasına, kıskanmasına ve düşman olmasına mani olmaz.

Karn bir mânâda asır demektir ve dolayısıyla bir karındaşlık da asırdaşlıkdan gelir. İnsan çağdaşıyla kardeştir. Ama bu kardeşlik de dünyayı cennet yapmaya yetmez. Zulüm zaten her devirde, çağdaş karndaşlar arasında olmuştur.

Diğer bir kardaşlık aynı Rabbın rububiyet elinde yoğrulmuş olmaktan gelir. Kâinatın bir tek Rabbi olduğunu ve her şeyin O rahmanın rahminde beslendiğini bilen her şuur sahibi varlık, bütün diğer varlıklarla kardeş olduğunu da bilir. Ne kuşatıcı bilgi, Yarabbi...

Nitekim bu sebeple Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye’de (s. 77) “mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği) nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor” diyor.

Yine aynı eserde (s. 60) bir de şöyle demektedir:

“İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder. Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevî kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır.”

Bir kişinin düşmanıyla dahi bir nevî kardeş olabilmesini sağlamaktan daha iddialı ve daha mühim bir proje yoktur, olmamıştır.

Demokratik açılımla ilgili bir konferansımda bu projeye “din kardeşliği” yerine “iman kardeşliği” adını vermek gerektiğini söyledim ve itirazlarla karşılaştım.

Kendimi şöyle savundum: Din milliyetçiliği riski var mı, var. İman milliyetçiliği riski var mı, yok. O halde iman kardeşliği ile bağlanalım.

Yukarıda aktardığım alıntının devamında, mü’minin ve kâfirin kardeşlikten ne anladığı ve kâfirin milliyetçiliği şöyle açıklanmış:

“İmân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor. Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevî ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve herşeyi herşeye düşman yapıyor. Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattir. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur.”

Özetle, Allaha ve ahirete inanan mü’min; evrenle ilişkilerinde “bu dünyada farklıyız ama farklarımız önemli değil, Bir’den geldik, Bir’e gideceğiz” der. Ezmez, ezilmez, üzmez, üzülmez.

Oysa münkir-i Sâni mânâsındaki kâfir; kâinatla ve diğer varlıklarla ilişkilerinde “nereden geldiğimiz ve nereye gideceğimiz belli değil, o halde önemli olan sadece ben’im, benim duygularım ve hazlarımdır” der. Eğer hamiyeti harekete geçmişse bu kere “bencil”liği bırakır ve/fakat “bizcil” olur. Narsistlikten vazgeçmiş gibi yapar, ama ırkî narsist olur.

Allah cemiyetimizi ve dünyamızı gizli narsistlerden korusun.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Geçmiş zaman olur ki…


A+ | A-

Mahmut Celâleddin Paşa (1839-1899) aynı zamanda bir şair ve besteci idi. Bir yaz gecesi yalısının balkonunda yardımcısı Nazım Bey’e yeni bir şarkısını öğretiyordu. Lavta çalan Nazım Bey, eserin bazı yerlerini Mahmut Celâleddin Paşa birçok kez tekrarladığı halde bir türlü ne sesiyle ne de çalgısıyla seslendiremiyordu. O sırada arkadaşları ile sandal gezintisi yapan Lemi Bey de yalının önünden geçerken Paşanın Nazım Paşa’yla çalışmasını duydu. Sandalı durdurup çalışmayı dolayısıyla paşanın eserini baştan sona dinledikten sonra, eseri yüksek sesle okudu. Bunu duyan Mahmut Celâleddin Paşa hayretler içinde kalarak adamlarını hemen sandaldakileri çağırmak üzere gönderdi. Lemi Bey ve arkadaşları paşanın yanına getirildiler. Mahmut Celâleddin Paşa o gece Lemi Beyi tanımış oldu ve ölünceye kadar onun teşvik ve takdir etti. Lemi Bey bu tanışmadan yıllar sonra "Hocam Yusuf Efendiden ve Hacı Arif Bey’den sonra benliğimi Muhtar Beye ve Mahmut Celâleddin Paşa’ya borçluyum. Bu iyiliklerini unutmam” demiştir.

GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER:

Lem’i Atlı

1870 yılında İstanbul’da doğdu. Okul camiinde her ikindide okuduğu ezan ile hem okuldakilerin, hem de Fatih semtinin dindar kesimi içinde sesinin güzelliği ile ilgi ve takdir toplamaya başladı. Hafız Yusuf Efendi’den dersler almaya başladı. Hacı Arif Bey’in de talebesi oldu. 18 yaşında ilk bestesini yaptı. Müzikli toplantıların aranan sesiydi artık. Müzisyen kişiliğinin yanı sıra idarî görevlerde de bulundu. 1925’de Selahattin Pınar’ı tanıdı. Onu oğlu gibi sevdi. 1940’lara gelindiğinde ününün doruğundaydı, ama artık 70’li yaşlardaydı. 25 Kasım 1945’te vefat etti. Lemi Bey az konuşur, dedikodudan hiç hoşlanmazdı. Eserlerinin yanlış okunmasına müthiş sinirlenir ve sinirlenince de tarağını çıkarır saçını taramaya başlardı. İyiliksever bir insandı. Kendisine kötülük edenlere dahi ‘Allah’tan bulsun’ der, hiçbir zaman kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Bunun sebebini soranlara “Çok görmüşüz zevalini gaddar olanların / Eyyamı fırsatında dilzar olanların” beytini okumak sıkça yaptığı bir işti. Dindar bir insandı Lemi Bey. Ramazan aylarında evde kılınan teravih namazlarında müezzinliği kendisinin yapmasında ısrar eder ve yapardı. Namazdan sonra Şehzadebaşı’nda Direklerarasına gider çayını orada içerdi. En çok Uşşak makamında eser bestelemesine rağmen, Kürdilihicazkâr makamını da çokça kullanmıştır. İki yüz civarında beste yapmıştır.

İzlenimler

MALÛMUNUZ Bediüzzaman Hazretleri’nin 50. vefat yıldönümünü idrak ediyoruz. Bu amaçla ülkemiz içinde olduğu kadar yurt dışında pek çok anma programı düzenleniyor. Geçtiğimiz hafta sonuna kadar ben de İstanbul dışında ard arda bir kaç anma programına katıldım. Programlar her nerede düzenlendi ise, salonlar maşallah tamamen dolu idi. Üstâd Hazretlerinin anlatıldığı nefis konuşmalar İnşallah hedefine ulaşmış oldu. Programı izlemeye gelenlerin hepsinin bu konuya vâkıf olduğunu düşünmek ise elbette hatalı olur. Çünkü ilk defa duyup gelen, Risâle-i Nur’larla, Bediüzzaman Hazretleri ile yeni tanışan, merak eden pek çok da insan vardı. Bize ayrılan bölümde ise Bediüzzaman Hazretlerini müzik diliyle anlatmaya çalıştık. İzleyicilerin hatırı sayılır kısmı gençlerden oluşuyordu. Ne mutlu bir şey. Müziğin etkisi işte tam da bu noktada kendisini gösteriyor. Neden Risâle-i Nur’daki hakikatler müzik yoluyla anlatılmasın ki? Yapmaya çalıştığımız da buydu aslında. Risâle-i Nur da geçen musıkîye dair anlatımlara, Üstad Hazretlerinin tesbitlerine atıfta bulunarak, bestelenmiş şiirleri icra ettik. Her gittiğimiz programda müziğin, anlatım gücünün ne denli önemli olduğunu bir kez daha görmüş olduk.

NURDAN DAMLALAR...

“İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor.”

SÖZLER




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ahmet DURSUN

Türkiye Bağnazlık Akademisi


A+ | A-

19. yüzyıldan itibaren Türk bilimine yön veren temel dinamik pozitivizm olmuştur. Bu dönemde pozitivist yaklaşımlar öylesine ön plana çıkmıştır ki ölümün bile deneyi yapılır. Pozitivist düşünürlerden materyalist Beşir Fuad, Ahmet Mithat’a yazdığı mektupta “İntiharımı fenne tatbik edeceğim” diye haber vererek bir ilke imza atar. Beşir Fuad, vücuduna enjekte ettiği morfinden sonra bileklerini keserek intiharını kaleme alır. Bu deneysel ölümün mimarı, bir imparatorluğun düçar olduğu, günümüze de bulaşan imansızlık hastalığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. “Allah” lâfzını hiçbir yerde duymak istemeyen anlayışın temelleri Abdullah Cevdet, Beşir Fuad, Tevfik Fikret gibi pozitivistlerle atılır. Bu anlayış, Cumhuriyeti kuran elitlere de ilham kaynağı olmuştur. Bir tarafta dini her türlü gerilemenin kaynağı olarak gören, bu sebeple dini dışlayan ve bunu bir devlet politikası haline getiren anlayış, diğer tarafta tarihî gerçeklik içinde dinin ilerlemenin öncülüğünü yapabilecek temel dinamikleri içinde barındırdığını ve insana iki cihan saadetini verebilecek tek yol olduğunu gözler önüne seren Bediüzzaman’ın öncülüğündeki çaba… Yeni Türkiye bu çatışmaların eşiğinde, günümüze kadar uzanan bir fay hattı üzerinde kurulmuştur. Bu çatışmanın kolay kolay aşılamayacağı, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Başkanı Prof. Yücel Kanpolat’ın birkaç gün önceki itiraf niteliğindeki açıklamalarıyla anlaşıldı.

Sosyolog Şerif Mardin’in modern Türkiye’de din ve toplumsal değişim üzerine yaptığı incelemelerinden biri olan “Bediüzzaman Said Nursî Olayı” adlı eseri, özellikle, bilime pozitivist kimliğiyle bakan çevrelerce oldukça eleştirilmişti. Şerif Mardin bu eserinde, pozitivist Batı düşüncesinin Türkiye’de hakim güçlerle birleşerek biçim vermeye çalıştığı toplumsal değişime karşı boyun eğmeyen, resmî ideolojinin kalıplarına girmeyen Bediüzzaman’ı bir bilim adamı titizliği içinde incelemeye değer bulur ve inceler. Ancak bundan sonra olan olur ve resmî ideolojinin yön verdiği bilim dünyası Şerif Mardin’i istenmeyen adam ilân eder. Şerif Mardin, bu eseri yazdıktan sonra üyelik için başvurduğu TÜBA’ya kabul edilmez. Çok iyi hatırlıyorum; o günlerde, Köprü’nün “Anarşi-Terör” konulu sayısı için röportaj yaptığım Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Faruk Birtek de hocası olan Şerif Mardin’e yapılan bu hareketin bilim ahlâkına ve anlayışına sığmadığını ifade etmiş, TÜBA’nın ideolojik davrandığından dolayı kendisi için önemini yitirdiğini belirtmişti. Geçtiğimiz günlerde konu ile ilgili Yücel Kanpolat’ın Hürriyet’ten Sefa Kaplan’a yaptığı “ayıp yahu” dedirtecek tarzdaki itirafları, Faruk Birtek’i de doğrular nitelikte, TÜBA’nın bir bilim akademisinden çok bağnazlar kulübüne dönüştüğünün göstergesidir. “Şerif Mardin, Said Nursî üzerine çalıştı diye değil de, Said Nursî’yi fazla parlattı diye eleştirildi. Ben bilim insanı olarak her konuda çalışabilirim. Ama üzerinde çalıştığım kişinin sadece iyi yanlarını yazarsam bu bilim ahlâkına sığmaz. Şerif Bey bu konuda taraf gibi davrandı” diyen birinin nasıl bir bilim akademisine başkanlık yaptığını, böyle bir kurulun da hangi bilime hizmet ettiğini varın siz hesaplayıverin.

Bediüzzaman’ın parlatılması meselesini bir kenara bırakarak, açıklamalarında Harry Porter’in çok okunmasından, yarım trilyon doları kozmetiğe harcayan bir toplumdan şikâyet eden ve bu anlayışla bir bilim yüzyılının oluşamayacağını ima eden TÜBA Başkanına bir tesbitle bir hatırlatmada bulunmak isterim. Said Nursî, Türkiye’de—parlatmaya ihtiyaç duymadan—yalnızca fikirlerinden dolayı en çok araştırılmayı hak eden tek isimdir. Resmî ideolojiye sırtını dayayan ve farklı sesleri susturmayı marifet sayan ve bunu bir bilim anlayışı haline getiren yapı; Türkiye’yi yeni bir bilim çağına taşıyacak değerli akademisyen ve araştırmacıları daha fazla Bediüzzaman’dan uzak tutamayacaktır. Mızrak çuvala artık sığmıyor hocam!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ermeni açılımı”nda asıl plân… (2)


A+ | A-

Amerikan Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi’nin Türkiye’yi “Ermeni soykırımı”yla suçlamasına karşı ABD’ye gitmeyeceğini söyleyen Başbakan Erdoğan’ın, Washington Büyükelçisini geri gönderip peşinden Amerika’ya uçması, ciddî istifhamlara yol açtı.

Başbakan’ın, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ve Büyükelçi Tan’ın “soykırım isnadı”nda Washington’dan aldıkları “tatmin edici cevab”ın ne olduğu hâlâ anlaşılamadı.

Başbakan’ın bir buçuk saat görüştüğü Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Karabağ’ı müzâkereye yanaşmadı, “ortak tarih komisyonu”nu reddetti. Akabinde CNN’e, “Obama’nın sözde ‘soykırım’ ifadesini kullanmayacağından eminim” sözü ve Davutoğlu’nun “umuyorum” ifâdesi, AKP hükûmetinin bu konudaki “perspektifi”ni ortaya koydu.

Belli ki Ankara, 24 Nisan sürecinde yine “soykırım” lâfına odaklanmış. Ermenilerin “trajedi”ye uğradığını ve geçen seneki “bildirisi”nde “soykırım” anlamında Ermenice “büyük felâket” tâbirini kullanan Obama’nın “soykırım” kelimesini kullanmamasını hedefliyor.

Gerçek şu ki “1915 ile 1917 arasında Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında 1.5 milyon insanın organize cinâyetler ve tehcir sonucu öldürüldüğü” Ermeni iftirasında bulunan Amerikan CNN’de gazeteci Christian Amanpour’a Erdoğan’ın söyledikleri, Ankara’nın “Ermeni açılımı” vizyon(suzluğu)unu açığa çıkarıyor…

“KARABAĞ’SIZ ÇÖZÜM!” OLMAZ...

“Olayların olduğu yıllar, savaş yıllarıdır; 1914-1918 arasında Türk halkı da korkunç kayıplar yaşadı” diyen Erdoğan’ın Obama’yla görüşmesi öncesinde, “Bugüne kadar hiçbir Amerikan lideri bu kelimeyi kullanmadı ve benim beklentim Başkan Obama’nın da ‘soykırım’ı kullanmayacağı” cümlesi, Türkiye’nin Ermeni politikasının yine “soykırım” tâbirine boğulduğunu su yüzüne çıkarıyor…

Nitekim görüşme sonrası, “Obama’nın 24 Nisan’da şahsen bir şey beklemiyorum” dese de kırkbeş dakikalık görüşmede Erdoğan’ın “protokoller”i hayata geçirmek istediğini iletip Obama’dan “soykırım” nitelemesini kullanmaması ricasında bulunması; buna karşılık Obama’nın “protokoller”i âcilen TBMM’den geçirmesini istemesi, bunun göstergesi.

Buna göre Kongre teminatını vermeyen Obama büyük ihtimalle “soykırım” kelimesini kullanmayacak, “protokoller”e atıfta bulunacak. Buna karşılık Ankara da Washington dayattığı “Karabağ’sız çözüm” için yeni bir “yol haritası” hazırlayacak…

Tesbit şu ki “soykırım çuvalı” şimdilik bir tarafa bırakılıyor; lâkin yeni “yol haritası”yla Türkiye’nin önüne daha vâhim bir plân konuluyor. Plân, Türkiye’nin Azerbaycan topraklarının işgalini ve Karabağ’ı “mesele” etmeyip sınırı açmasında düğümleniyor.

Ve Sarkisyan’ın açıkça bildirdiği, “Karabağ konusunun kesinlikle müzâkere konusu yapmama” ve soykırım’la suçladıkları Türkiye ile 1915 olaylarının araştırılmasını esas alan “protokoller”de yazılı “ortak tarih komisyonu’nu kabul etmeme” politikasıyla açığa çıkıyor…

Kısacası Erivan, tağyir ettikleri “protokoller”le Karabağ’ın ilhakı peşinde. ABD ve Fransa gibi ülkeleri arkasına alarak Türkiye’ye kumpas kurmakta. Amacı, Ankara’ya “protokoller”i onaylatmak ve Karabağ müzâkeresini ötelemek; Azerbaycan’ı devre dışı tutmak…

“ERMENİ PROTOKOLLERİ” ÇIKMAZI…

Bu taktikle Ermenistan, gözboyama nevinden işgal ettiği yedi reyondan (il ve ilçelerden) bir veya birkaçından çekilecek; buna mukabil Türkiye sınırlarını açacak.

Lâkin bir milyon Azerî göçmenin yurtlarından edilip baraka ve çadırlarda perişanlığına sebebiyet veren Dağlık Karabağ’daki işgalini sürdürecek; “özerklik” perdesinde yine Ermenistan’ın güdümünde kalacak. Azerbaycan’ın yüzde 20’sinin işgali meşrulaştırılacak. Bunun karşılığı olarak da Obama 24 Nisan’da “soykırım” ifâdesini kullanmayacak…

“Protokoller”i imzalatan ABD ve diğer Minsk grubu devletlerin baskısıyla buna zemin hazırlıyor. Türkiye’de ve Azerbaycan’da halka, “protokollere sadâkat”le “Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarından çekildiği” propagandası plânlanıyor. …

Oysa Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi ile Ermenistan-Azerbaycan arasında “Minsk süreci” ve “Madrid kriterleri” kapsamında gerçek ve kalıcı barış ve dostluğun tesisi, öncelikle Ermenistan’ın başta Dağlık Karabağ olmak üzere işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesine bağlı. Erivan buna yanaşmadığı sürece çözümsüzlük sürecek…

Anlaşılan o ki Ankara oyuna geliyor; ölümü gösterip sıtmaya râzı ediliyor. Türkiye’nin millî menfaatlerinden sarf-ı nazar ediliyor. Sırf ABD ve ecnebilerin küresel hegemonya ve çıkarları, enerji kaynakları- hatları hesabına, sonucu hesaplamadan imzalanan “Ermeni protokolleri”yle çıkmaza sürükleniyor.

Neticede milletin hakkını ve hukukunu muhâfaza edemeyen tavizkâr ve güdük “anlaşmalar”la barışı sağlayamadığı gibi, Bediüzzaman’ın “Şu milletin saadeti ve selâmeti, -Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş dostluğun komşusu olan- Ermenilerle ittifak ve dostluğu” da temin edemiyor. (Münâzarât, 67-68)

“Ermeni açılımı”nda yanlış ve dışa endeksli politikalarla köşeye sıkışan Ankara, Türkiye’ye kaybettirmekle kalmıyor, Azerbaycan’a da kaybettiriyor…

“Ermeni açılımı”nın “asıl plân”la akıbetsizliği bundan…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Arabesk müzikten, TRT Arapça kanalına…


A+ | A-

Osmanlı’nın yıkılmasından sonra, yerine ikame edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin iplerini eline geçirenler, Osmanlı’ya, İslâma ait ve onları hatırlatıp, çağrıştıracak ne varsa hepsini silip, süpürmeye gayret etmişlerdi. Ama bu dinin sahibi yüce Yaradan, bin senedir İslâma hizmet ve bayraktarlık yapan bu aziz milletin evlâtlarını muhafaza etmiş, böyle art niyetlere fazla müsaade etmemişti.

Hatta öyle ki, sonraki yıllarda her alanda bu tutum ve davranışlarını devam ettirmişler, hani, “iğneden-ipliğe” diye bir tabir vardır ya o misal, her alanda İslâm dinini ve onun lisanı olan Arapça’yı ve Arab’a ait ne varsa onları zikretmemeye, daha doğrusu, ademe mahkûm edip, unutturmaya çalışmışlardı. O yıllarda TRT’yi ellerinde bulunduranlar, bizim öz müziğimizi de ikinci plana iteleyip, Avrupa’dan, Amerika’dan müzik idhal ederken, “Müziğin milleti ve dili olmaz, müzik evrenseldir” diyerek, milletin gözünün içine baka, baka, ona ait olmayan şeyleri sinsice yerleştirmeye başlamışlardı.

Öyle diyen; millet ve din düşmanı devrimbaz ve düzenbazlar, 60 lı yılların sonu ve 70'lerin başında zuhur eden, Orhan Gencebay’ın başlattığı müzik çeşidine, Arap müziğinden kopyalanarak yapıldığından, sırf müziğinden dolayı karşı çıkarak, hem de ona “arabesk” diye bir isim uydurarak, o tarz müziğe yıllarca düşman olmuşlar. Neredeyse “Görüldüğü yerde ezilmelidir” muamelesi yapmışlardır.

Halbuki kulağa hoş gelen Arap müziğinin dışında, sözleri öyle pek makbul bir şey değildi o tarzın. “Yetimane hüzünler,” karamsarlık, ümitsizlik gibi bizim ölçülerimize uymayan bir tarzdı aslında o müzik. Ama işte dediğimiz gibi, “ne Arabın yüzü, ne de Şam’ın şekercileri” fetvayı vermişti bir kere. O müzik türü, o ki Arab’ı, dolayısıyla İslâmiyet’i (akıllarınca) hatırlatıyordu. Olmazdı, olamazdı. Ama ne zamana kadar?

Ve bir zaman geldi ki, artık o müzik de, bazı kimselerce tasvip edilip, yerini bulunca, muhalifler de artık fazla direnemedi galiba. Ve TRT’nin o tarz müziğe kapalı kapıları, ardına kadar açılmıştı bile…

Nereden nereye? O yıllarda bahsi dahi yapılamayan bazı şeyleri bugün görünce, biz de şaşırıyoruz. Hem o günleri ve halleri, hem de bu günleri görerek yaşayanlardan olarak.

İşte bunun en güzel misali de, geçtiğimiz günlerde TRT’nin yayına başlayan Arapça kanalıdır. “Olur mu, olmaz mı?” diye, Kürt’çe yayına başlayan TRT Şeş’in arkasından, TRT Arapça’nın da yayına girmesi çok büyük bir şeydi. Ve ne irtica hortladı, ne de yobazlar memleketi ele geçirdi bu sayede! Herkes, her şey yerli yerinde duruyordu. Hele, açılışta Başbakanın selâmla ve Arapça hitabıyla başlamasına ne demeliydi? Ne oldu, öyle oldu da ne devrimler, ne de laiklik buhar olup uçmadı. Aksine onların yerinde sabitlenmesi daha iyi devam ettiriliyor belki de…

Arap kardeşlerimizle, Müslüman Arap kardeşlerimizle uhuvvetimizi, muhabbetimizi temin edeceğini ümid ettiğimiz bu kanal hayırlı olsun. İnşaallah, hayırlı ve iyi şeylere vesile olur. Arap memleketlerinde bulunduğumuzda, oranın dindar kimselerinin rahatsızlıklarını dile getirdiği, bizden ihraç diziler türü şeylerle onlara hitap edilmez inşaallah. Yoksa yazık olur. Sefahati ve nefsanî şeyleri nazara vererek onlara hitap etmeye çalışırsak, bu işten iyilik yerine kötülük çıkacağını da unutmayalım. Hele Atatürklü manzaralar ve programlar, oralarda hiç revaçta olan şeyler olmaz.. TRT Genel Müdürü, değerli dostumuz İbrahim Şahin Bey, bunlara da dikkat eder İnşaallah. Her şeye rağmen yine de “Hayırlı olsun “diyoruz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Avrupa’yı şaşkınlıktan Türkiye kurtarabilir (*)


A+ | A-

İslâm konusunda Avrupa’nın şaşkınlığı giderek artıyor. Bu da sebepsiz ve gerekçesiz değildir. Avrupa açısından birçok sebep sıralanabilir. Tamamını iki kategoride ele almak mümkündür:

Birincisi; Avrupa’nın mizacından ve tabiatından kaynaklanan sebepler.. İkincisi; Müslümanlardan kaynaklanan sebepler..

Avrupa’nın kendi yapısından, tabiatından ve karakterinden kaynaklanan, İslâma yabanî olma sebeplerinin zaman içinde anlaşılmasını ve aşılmasını yine Avrupa’ya havale edebiliriz.

Lâkin "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür“ diyen Bediüzzaman’ı doğrulayan bir felsefenin baskısı altındaki Avrupa’dan İslâmı doğru anlaması şimdilik beklenemez. Olsa olsa Batının da aklını kafasına koyması beklenebilir. Herşeye mantıkla yaklaşan Avrupa şöyle bir mantık yürütmekte gecikmemeli:

-Madde planında ve teknolojide daima ileriye gidiş vardır. Geriye dönülmesi asla söz konusu olamaz. Pekâlâ maneviyat planında, din ve inanç sahasında neden geriye gidiş olsun? Hazret-i İsa’dan (as) altı yüz sene sonra tebliğe başlayan Hazret-i Muhammed (asm) neden insanları geriye götürsün? İslâm neden gerilik olsun? Böyle düşünülmesi bile, hem madde hem mânâ planında var olan "tekâmül kanunu"na aykırı olmaz mı?

«««

Halihazırda şaşkına dönen Avrupa’nın eline haklı kozlar vermemek de Müslümanların elindedir. Avrupa’nın elindeki haklı gerekçeleri asgarîye indirmek, hatta zamanla yokluğa mahkûm etmek gerekir. Bu hususta İslâm dünyasına, bilhassa Türkiye’ye, bilhassa Avrupa’da yaşayan Müslümanlara düşen sorumluluklar vardır.

İslâmiyetin dünyada hızla yayılması, Avrupa’ya Müslüman göçü ve göçmenlerdeki nüfus artışı karşısında şaşkına dönen Avrupa’da İslâm karşıtı politikalar geliştiriliyor, olur olmaz yorumlar, bilir bilmez fikirler yazılıp çiziliyor. Bu da zaman zaman buradaki Müslüman nüfusun sabrını taşıracak noktaya geliyor.

Avusturya’da (Kamuoyu Araştırma Enstitüsü) IMAS’ın Nisan ayı başındaki İslâm anketi sonucunda bu ülkede yaşayan her iki kişiden birisinin İslâmı tehlike olarak gördüğü ortaya çıkmıştır. Buna bakarak Müslümanların endişeye kapılmaması, haklı ve demokratik zeminlerde varlık göstermesi, sükûnet içinde işine ve yoluna devam etmesi gerekir. Akl-ı selim sahibi devlet adamlarının da, kendi toplumlarını Müslüman nüfus hakkında aydınlatmaları, birlikte yaşamanın gerekliliği hususunda onları ikna etmeleri artık kaçınılmaz olmuştur.

«««

Mevcut durumda Avrupa’nın da geriye dönüş şansı artık kalmamıştır. Müslümansız, camisiz bir toplum Avrupa için artık hayal olmuştur. Batı bunu bilmeli ve Müslümanlarla beraber yaşamaya iyiden iyiye alışmalıdır. Bunun için yardıma ve desteğe ihtiyacı varsa (ki vardır), işte Avrupa Birliği adayı bir Türkiye.. Avrupa’ya her alanda dinamizm ve heyecan kazandıracak bir ülke..

«««

Esasen İslâmın özünü ve hakikî mahiyetini Avrupalı bilmiyor. Bilmiş olsaydı, durup dururken "Hangi İslâm?" sorusunu savurmaz ve bu soru Avrupa efkârında ciddî bir alan bulmazdı. Zira İslâm birdir ve esasları da bin dört yüz küsur sene öncesinden sonsuza kadar belirlenmiştir.

Peygamberler, yaşadıkları dönemlerde Kur’ân medeniyetinin esaslarını anlatarak, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için çabalamışlardır. Onlar, maneviyatta önder oldukları gibi, madde planında da önder olarak gönderilmişlerdir. Peygamber mu'cizeleri maddî terakkînin en uç noktalarını göstermiştir. Hz. Âdem’e eşyanın isim ve hakikatinin vahyedilmesi, Hz. Nuh’a gemi yapımının öğretilmesi, Hz. Davud’a demire şekil verme mu'cizesinin verilmesi ve Hz. Süleyman’a uçma mu'cizesinin ihsan edilmesi bu çerçevedeki örneklerdendir.

Bu açıdan, Kur’ân medeniyeti insanın ruhen tekâmül etmesini sağladığı gibi, dünyevî planda ve teknolojik olarak da ilerlemesini amaçlamıştır. Müslümanların manen geri kalması nasıl ki Kur’ân medeniyetine aykırı ise, maddeten geri kalmaları da aykırıdır.

Kur’ân medeniyeti, coğrafya ile sınırlı bir kavram değildir. Nerede bir güzellik varsa; o Kur’ân medeniyetinin bir parçasıdır. Müslüman olmayan toplumların sahip oldukları güzellikler ve teknolojik gelişmeler de Kur’ân medeniyetinin içinde yer alır. Çünkü, insanoğlu sürekli iyi ve güzel olana meyilli olarak yaratılmıştır. “Kâinatta maksud-u bizzat hayırlar ve güzelliklerdir. Herşeyin kemale bir meyli vardır” (İşârâtü’l-İ’câz).

(*) Ama önce Türkiye’nin bazı şeylerden kurtulması, tam demokrat ve hür olması lâzım.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

“Dinde doğru bilgi” ve...


A+ | A-

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun, dün bir kısmını değerlendirdiğimiz beyanlarında, üzerinde durulması gereken başka bazı önemli noktalar da mevcut.

Bunlardan biri, “Diyanet, daha özerk, daha otonom, daha güçlü olmak zorundadır, olmalıdır” tesbiti ve temennîsi. Ama bu, Başkanın bir türlü vazgeçemediği Atatürk referansıyla olmaz.

Burada referans olabilecek asıl dinamik, Başkanın bir taraftan “Hutbelerimize konu yapmayız” diyerek tuhaf bir duruş sergilediği, ama diğer taraftan da “Diyanet’in daha sivil ve otonom olmasını gerektiriyor” tesbitini yaptğı AB süreci.

İkincisi, yine M. Kemal’den bahsederken söylediği, “Atatürk Kur’ân tefsiri ve hadislerin neşrini, toplumun din konusunda doğru bilgilendirilmesini istedi” sözü. Peki, bu konunun aslı ne?

Elmalılı Hamdi Yazır’ın Elmalılı tefsiri olarak bilinen meşhur eseriyle, ilk üç cildi Babanzade Ahmet Naim Beye, devamı Prof. Dr. Kâmil Miras’a hazırlatılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesinin, Atatürk’ün talimatıyla yazdırıldığı, herkes tarafından bilinen bir gerçek.

Kur’ân tercümesinin İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif’e teklif edildiği ve onun başlangıçta kabul edip bir miktar yaptığı, ama bilâhare asıl niyeti sezdikten sonra vazgeçip, o vakte kadar yazdığı kısmı yakarak imha ettiği de bir başka hakikat.

İşin perde gerisindeki bu niyet, millî mücadele kahramanlarından olduğu halde, zafer sonrasında dışlananlardan Kâzım Karabekir’in M. Kemal’den aktardığı beyanlarda açığa vuruluyor:

“Evet, Karabekir; Araboğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Tâ ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler...” (Paşaların Kavgası, Yayına hazırlayan: İsmet Bozdağ, s. 159; aynı bilgi, Karabekir’in, Uğur Mumcu tarafından düzenlenip 10-29.1.1990 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen hatıralarında da yer alıyor.)

M. Kemal’in “Araboğlu” dediği, Peygamberimiz (a.s.m.); “yave,” yani “safsata ve saçmalık” olarak nitelediği de Kur’ân’ın âyetleri. Hâşâ!...

{Bediüzzaman Hazretleri “Kur’ân’a karşı suikast” olarak vasıflandırdığı ve “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin” sözüyle açığa vurulduğunu belirttiği “dehşetli plan”dan söz ederken, bu olayı anlatıyordu. (Sözler, s. 425)}

Karabekir’in naklettiği hatırayı tamamlayan bir bilgi de, 1932-33 yıllarında ABD Ankara Büyükelçisi olan Charles H. Sherrill’in, Atatürk’le din konusunda yaptığı özel sohbetle ilgili izlenimlerini yazıp Washington’a gönderdiği raporda yer alıyor. (Musevî yazar Rıfat Bali’nin tercüme edip Toplumsal Tarih dergisinde yayınladığı raporun tam metni 6.9.06 tarihli Radikal’den iktibasen, ertesi günkü Yeni Asya’da çıkmıştı.)

Raporda anlatılan görüşmede Türkçe Kur’ân ısrarını “Türk halkı uzun zamandan beri ezberden okuduğu Arapça duaların gerçek mânâsını anladığı zaman tiksinecek” iddiasına dayandıran M. Kemal’in tavrını Büyükelçi, “Kur’ân’ı Türkler arasında gözden düşürme” niyetiyle açıklıyor.

M. Kemal’in “Türkler Arapların dinini kabul etmezden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuttu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular” sözleri de aynı niyetin bir başka boyutunu ve tezahürünü ortaya koyuyor.

Türklerin “bilmedikleri ve anlamadıkları bir dille” yazılan Kur’ân’ı okumalarını “Beyni sulanmış hafızlara döndüler” diyerek aşağılaması da.

Bu bilgiler de, Atatürk’e en yakın isimlerden Afetinan’ın hazırladığı “Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabında mevcut.

Bütün bunlar, Bardakoğlu’nun savunduğu gibi, “toplumun din konusunda doğru bilgilendirilmesi”nin amaçlandığını mı gösteriyor, yoksa...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

15.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı- Yeni Asya Gazetesi- Bizim Radyo- Sentez Haber- Yeni Asya Neşriyat-Promosyon- Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım