Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat Kahramanları (11) |
Nuran Durgut
Bediüzzaman Hazretleri Barla, Eskişehir, Kastamonu, Denizli’den sonra 1944 yılı baharında Afyon’un Emirdağ kazasına sürgün edilir. 1947’ye kadar kaldığı Emirdağ’da daha önce mahkûm edildiği “cemiyetçilik, halkı hükûmet aleyhine çevirmek, inkılâplar aleyhinde bulunmak” gibi gerekçelerle Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Mahkemenin verdiği 20 ay hüküm, Temyiz’de bozulmasına rağmen, Mahkeme karara uymuş, ama kararı uygulamayı 20 ay geciktirerek onu işkence ve sıkıntılar altında kanunsuz yere hapiste tutmuştur. 1949’da Afyon Hapsinden tahliye olduktan sonra tekrar Emirdağ’ına dönmüş, 1950’de Isparta’ya yerleşmiş, vefatına kadar muhtelif tarihlerde yine Emirdağ’a giderek değişik sürelerde kalmıştır. Üstad Hazretlerinin Tarihçe-i Hayat’ından anladığımız kadarıyla Emirdağ hayatı evvelki hayatına nisbeten daha şaşaalıdır. Musîbet ve ithamlara daha ziyade hedef olmuş, daimî tarassuda hatta imhaya maruz kalmıştır. Buna rağmen Risâle-i Nur geniş dairede yayılmış, üniversite, memurlar ve ehl-i siyaset çevrelerinde okunmaya başlanmıştır. Dolayısıyla, bütün bu gelişmeleri yakından takip eden hakikatperver Afyonlu, hususan Emirdağlıların, Bolvadinlilerin dünyasında Üstad Bediüzzaman’ın ayrı bir yeri vardır. Genci yaşlısı, kadını erkeğiyle Risâle-i Nur’a sahip çıkmış, neşri için çalışmışlardır. Bu samimî bağlılık çocuklarda en güzel hâliyle tezahür ederek “Üstad Dede”lerini gördükleri her yerde selâmlarlar ve Üstad da gafil büyüklerden ziyade, onlara samimî ve ciddî selâm ederdi. “Bunlar istikbalin Nur Talebeleridir. Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin sebebi ise, masum ruhları hissediyor ki, Risâle-i Nur onların imdadına gelmiş. Ben de o Nurun bir tercümanı olmam hasebiyle gayri ihtiyarî, bu fedakârane muhabbet ve alâkayı gösteriyorlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 404.) “İşte anneleri hep Nur Talebeleri olan Bolvadin masumlarının samimî alâkalarının sebebi bu idi” der Bediüzzaman Hazretleri. İşte Nuran Durgut, annesi Nur Talebesi olan Bolvadin masumlarından bir tanesi. Kendisiyle İstanbul Kadıköy’de 1992’nin yaz sıcağında yaptığımız görüşmeyi bir türlü yazıya aktarma imkânı olmamıştık. Zamanı şimdi imiş. Aşağıda okuyacağınız satırlar, o görüşmenin ses kayıtlarından çözüldü. Onun hatıralarını okurken, bir çok hakikatin yanında, küçük bir kız çocuğunun gözünden de Bediüzzaman Hazretlerini müşahede edeceksiniz..… *** Evımızde hep Rısâle-ı Nur konuşulurdu 1951 doğumluyum. Bolvadinliyiz. Annem ve babam ben doğmadan Emirdağı’na göç etmişler. Üstadımızın Emirdağı’nda bulunduğu yıllarda ben orada doğmuşum. Annem daha evlenmeden önce rahmetli Hacı Şükrü dayım (Said Taktak’ın dedesi) gelir, annemin anneannesine Üstadımızı anlatırmış. Annem de merakla dinler içinden “Görsem keşke onu” diye geçirirmiş. Allah da nasip etmiş. Küçüklüğümde dayılarımız, anneannem evde hep Risâle-i Nur’dan bahsederlerdi.
Senın ışın hazir… Babam Süleyman Kartal, başından çok musîbetler geçirmiş, meşakkatli bir hayat yaşamıştı. Gözlerini genelde yaşlı görürdüm. İlk eşi hastalandığında Afyon Hastanesine yatırıyor. Bir gün ziyaretine gittiğinde eşinin mezarını gösterip, elbiselerini veriyorlar. Çocuklarıyla kalıveriyor tek başına. Sonra tekrar evleniyor, o eşi de kısa zaman sonra vefat ediyor. Son evliliğini annemle yapıyor. Annem Sıddıka Kartal… Bir zaman babam işsiz kalıyor. Bolvadin’den Emirdağı’na iş aramaya geliyor. Arkadaşlarıyla Üstadımızı ziyarete gidiyorlar. Üstadı ilk defa görmesine rağmen Üstadımız “Senin işin hazır! Senin işin hazır!” diyor. Çok dindar biriydi babam. Ezan okunmadan abdestini alır, ezanı beklerdi. Sıkıntılarla geçmiş bir hayatı vardı. On sene boyunca cephelerde savaşıp durmuş, çok şeyler görmüş. Sonra İstiklâl ve Yunan Harblerine katılmış. Harpler bittiğinde binbaşısı “Sen gitme, kal burada! Bak, dükkânları, evleri hep eşyalarıyla bırakıp gitmişler. Bunları biz ne yapacağız? Bunlar tabiî ki, sizlerin hakkı!” demiş. Babam “Düşmandan vatanım kurtuldu ya önemli olan bu. Ben anamın babamın yurduna gideceğim. Başkasının malına el sürmem” diyerek hiçbir şeye elini sürmemiş. Binbaşısı yine ısrar etmiş: “Tamam, git, ana babanı gör. Geri gel! Bunları senin üzerine geçirelim!” demiş. Babam “Dünyanın malı dünyada kalır” diyerek hiçbir şeye tenezzül etmeyeceğini söylemiş, memleketine gelmiş. Annem bunları “Baban böyle yapmış!” diyerek anlatırdı. Ben de çocuk aklımla “Azıcık alıverseydin babacım n'olurdu ki?” diye sorardım. “Hiç başkasının malı alınır mı evlâdım? Bize yaramaz öyle şeyler!” derdi. Şimdi idrak ediyorum söylediklerini. Almadığı ne kadar doğru imiş. Minnet etmediği için ne kadar seviniyorum… Annem babama “Keşke devamlı Üstadımızın yanında bulunsan, has talebelerinden olsan, dünya saltanatından iyidir!” derdi.
Bedıüzzaman Dede.. Küçüktüm. Emirdağı’nda çocuklarla birlikte “Bediüzzaman Dede! Bediüzzaman Dede!” diye arabasının arkasından koştuğumuzu, camiye gidip gelirken onu beklediğimizi hatırlıyorum. Üstad Hazretleri Emirdağı’na geldiği zaman Bolvadin’den ya da başka yerlerden onu ziyarete gelirlerdi. Kadınlar “Üstadı pencereden de olsa göremez miyiz?” diye bekleşirlerdi. Biz de onların arasından, Üstadı kedilerine yemek verirken seyrederdik. Üstadımızın kedileri vardı. Okula giderken, “Okuma öğreneceğim, Üstadın kitaplarını okuyabileceğim!” diye çok sevinmiştim. Okula gidip gelirken devamlı Üstadın penceresine bakardım “Acaba çıkar da görür müyüm?” diye. Mânen haberdar mı olurdu bilemem, genelde onu penceresinde görürdüm. Bazen perdeyi kaldırır, ellerini göğsüne ve başına koyup gülümseyerek bizi selâmlardı. Okula kalbim çarpa çarpa öyle büyük bir mutlulukla giderdim ki anlatamam… Eve geldiğimde heyecanla bunu anneme anlatırdım. Annem de bana hep Üstaddan, Risâlelerden bahsederdi. Oyun oynarken de hep Üstadın penceresinin önünde olurduk. Onu belki görürüz diye düşünürdük. Evcilik oynardık arkadaşlarımla. Ufacık tabağımız olurdu. İçinde bir şey olmazdı tabağın, ama güya yerdik ve üç İhlâs, bir Fatiha okur, şükrederdik. Annemizden öyle görürdük çünkü. Evimizin önünde büyük bir hanımız vardı, babam çalışırdı. Tavuklarımız çoktu. Üstad Hazretleri yumurtasını bizden alırdı. Zübeyir Ağabey gelir götürürdü. Birgün annem Üstadımıza bir şeyler hazırlamış. Abdest aldığında ellerini, ayaklarını silsin diye küçük havlular yapmış. Üstadımız ısrarla “Bunlar nedir?” diye sormuş, kabul etmemiş. Üstadımız Keçili’ye faytonla giderken hanın önünden geçerken, babamla hep selâmlaşırmış. Keçili, Emirdağ’dan yarım saat ilerde sakin, yeşillik bir yer. Adaçalı ve Bademlik gibi… Üstad genelde Cuma namazından önce oraya gider, kitaplarını okur, ibadetlerini yaparmış.
Annemın arkadaşlari… Hanımlar eşleri vesilesiyle Üstadın Keçili’ye gideceğinden haberdar olur, Üstadın izniyle arkasından kıra giderlermiş. Üstad Hazretleri “Bunlar kim?” diye arkası dönük vaziyette yanındakilere sorarmış. Zübeyir Ağabey de büyük bir hürmet ve edeple tanıtırmış onları. “Bu Şahide, bu Sıddıka, bu Hacı Osman’ın hanımı Zehra, bu Çerkezlerin Fatma, bu Azime Taktak…” diye. Hanımların hepsi zaten tesettürlü, Üstadımızın da arkası dönük olurmuş. Onun sohbetini, iman hizmetine dair öğütlerini dinler geri dönerlermiş. Annem bunları anlatırdı. Ben küçükken annemin dizinde arkadaşlarıyla yaptıkları sohbetleri takip eder, duâlarına ortak olurdum. Bazı duâları ben de bilirdim. “Ah! Keşke bir daha annemler arkadaşlarıyla toplansa da ben de gitsem!” diye hep dua ederdim. O toplantılardan büyük bir lezzet alırdım çünkü. Sohbetler sıra ile evlerde yapılır, Şahide Anne düzenlerdi. Özellikle Üstadımızın mahkemeleri olduğunda hemen bir araya gelirler hem Risâle dersleri, hem de salât-ı tefriciyeler çeker, 19 duâları okurlardı… Üstadımız bir iş için Emirdağı’ndan ayrıldığında hanımlar toplanır, evini temizlemeye giderlerdi. Büyük bir şevkle ve sevgiyle evini temizlerlerdi. Ben de küçüktüm, ama onlarla giderdim. Çok güzel bembeyaz örtülü karyolasını, yatağının başındaki zili hatırlıyorum. Zübeyir Ağabeyi o zille çağırırmış. Tahtadan yapılmış tuzluğunun güzelliğini, semaverini, ibriğini, leğenini unutmuyorum hiç.
Küçük talebelerım… Nakiye Teyzemin evi Üstadımızın evinin karşısındaydı. Zaten hanımlar genelde onun evine gelerek pencereden Üstadımızı görürlerdi. Birgün annem teyzemdeyken üç arkadaş dayımın kızı Memnune, komşumuzun kızı Neşe ve ben “Haydi Üstadımızı ziyarete gidelim!” dedik. Okula başlamış mıydım hatırlamıyorum, küçücüktüm. Kapı kapalıydı, sonra açıldı ve Zübeyir Ağabey çıktı. Nasıl sevindik anlatamam. Zübeyir Ağabeyi “Küçük talebelerim geldi!” diyerek Üstadımız göndermiş. “Neden bekliyorsunuz?” diye sordu bize. “Üstadımızı görmeye geldik” dedik. İsmimizi söyledik. Üstadımızı o gün göremedik, ama ismen duâ etti bize…
Şahıde Anne… O zaman Şahide Yüksel Annemiz evimize hep gelir giderdi, bazen Risâle-i Nurları nasıl tanıdığını anlatırdı. Şahide Anne bir gün öğretmen arkadaşına gittiğinde “Bizim Bey Risâle-i Nur okuyor” diyor. Şahide Anne merak edip “Nasıl kitaplar bunlar, ben de okusam?” diye içinden geçiriyor. Okumaya başlıyor. O kadar seviyor ki anlatılanları bir daha elinden bırakamıyor. Emirdağ’da Bolvadin’de hanım derslerini organize ederdi. Eşi ilk zamanlar Risâle-i Nur’ları bilmediği için Şahide Anneye kızarmış, ama Risâle-i Nur’ları tanıdığında o da bağlanıp hizmet etmiş. Şahide Anne eşinin bavulunu hazır tutarmış, belki bir şey olur da tutuklanır diye. Böyle kahraman bir hanımdı. Hanımlar Cuma günleri bir araya gelir, Risâle sohbetleri yaparlardı. Bu ders ev ev dolaşırdı. Bize de gelirlerdi. Ders bilinmesin, gizli kalsın diye dikkat ederdik. Bizde ders olacağı zaman annemin şalvarını ablam önceden Şahide Anneye götürürdü. Şahide Anne o şalvarı giyer, öyle gelirdi bize. Çünkü devamlı takip edilir, izlenirdi. O da böyle kıyafet değiştirerek gelirdi derslere. Emirdağ’da çok sıkı, korkudan dışarı çıkamadığımız zamanlarımız oldu. Zarar umuma dokunur diye her şeye sabrettik. Halk Partililer olmadık dedikodular çıkarırlardı. Bir gün annem yeni diktirdiği şalvarının boyunu kestirip kısaltmak için götürüyor. Hemen “Süleyman Abinin hanımı, Halk Parti kazanamadı diye mevlüt okutacakmış!” dedikodusu çıkardılar. Böyle türlü türlü iftiralar, saldırılar yapılırdı… Sonra ilkokul ikinci sınıfta Bolvadin’e geri döndük. Biz Bolvadin’e gittiğimizde Şahide Anneler de Afyon’a gittiler. Çok üzülmüştük. Evimiz Kezban Teyzenin (Tokpınar’ın) evine çok yakındı. Ona giderdik sık sık. Annemle onların sohbetlerini dinlemekten büyük bir haz alırdım. Nur sohbetlerinden uzak kaldığım zamanlarım hüzünlü geçerdi… Kur’ân okurken hep düşünürdüm “Rabbim bunların mânâsını anlamamı nasip et!” diye dua ederdim. Rabbim “Kullarım beni nasıl tanırlarsa, öyle muamele ederim” diyor. Rabbimiz hakkında biz niye iyi düşünmeyelim ki? Bak bizi böyle Nurlarla haşir neşir etti işte! *** Evet Nuran Durgut ile sohbet uzayıp gidiyor. İbretle, hayretle dinliyorum hatıralarını. Risâle-i Nurlar’ı tanıdığı için Rabbine şükür ağzından hiç eksik olmuyor onun… Risâle-i Nurların herkesin kalbine ve aklına yerleşmesi, bu nimetten herkesin faydalanması için hep duâ ediyor.
11.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
İstibdat (2) |
Abdurrahman el-Kevâkibî (1854-1902) 19. yüzyılın sonlarında yazmış olduğu “Tabâ’ı el-İstibdâd ve Mesârî el-İsti’bâd” adlı eserinde, insanoğlunun başına gelmiş en büyük felâket olarak istibdadı gösterir. 130 sayfalık küçük bir kitapta istibdadın çeşitlerini, ortaya çıkış sebeplerini ve bu şiddetli hastalıkla mücâdele yöntemlerini işleyen el-Kevâkibî istibdadı şöyle tanımlıyor: “İstibdat: Bir kişinin kendi görüşüyle gurur duyup nasihatı kabul etmemesi veya ortak hak ve hukuk konusunda başına buyruk olmasıdır. İstibdat kelimesi ortaya atıldığında, özellikle diktatör hükümetler kastedilir. Çünkü diktatör hükümetlerin verdiği zararlar sebebiyle, insan en fazla acı çeken canlı durumuna düşmüştür. “Nefsin akla hükmetmesi, babanın, üstadın, kocanın, reislerin, bazı dinlerin, bazı şirketlerin ve bazı sınıfların tahakkümüne gelince; bunlar, izâfî veya mecâzî istibdat olarak vasıflandırılır. İstibdadın siyaset terminolojisindeki mânâsı ise, bir kişinin veya grubun milletin hak ve hukuku üzerinde milletten korkmadan keyfine göre hareket etmesidir. “Bu terimsel mânâ üzerine birçok kelime türemiştir. Ve bu kelimeler istibdat makamında kullanılmaktadır. “İstibdat makamında kullanılan kelimeler: İsti’bâd (köleleştirmek), İsti’sâf (zulmetmek, yoldan saptırmak), Tasallut ( hüküm altına almak) “Zıt manâda mukabil kelimeler: Müsâvat (Eşitlik), Hiss-i müşterek (ortak duygu, ortak hareket), Tekâfü ( Eşitlik), Sulta amme (Halkın hükmü). “Müstebit ( Diktatör): Cebbâr (Zorba), Tâğıye (Azgın), Hâkim bi emrihî (Kendi başına buyruk), Hâkim mutlak (mutlak hâkim). “Diktatör rejimlere zıt mânâda: Adaletli, sorumlu, kayıtlı, yasal hükümetler. “İstibdat altında olanlar: Esirler, küçük düşürülenler, talihsizler ve ot gibi olanlar! “Bunlara mukabil zıt kelimeler olarak: Hürler, boyun eğmeyenler, hayat sahipleri, izzetliler. “Mukabil ve zıt kelimeler olarak istibdat bu şekilde tanımlanabilir. “İstibdadın nitelikli tanımlamasına gelince; istibdat: fiilî veya idaresi kayıt altına alınmamış olan, halkın idaresinde kimseye hesap vermekten korkmayan mutlak hükümetlerin sıfatıdır. “Ve yine istibdat, yasama yetkisini tamamen eline alan ve yürütme ve yargı organlarından bağımsız hareket eden anayasal hükümeti de kapsar. “Çünkü sorumluluklar arasında bağlantı olmazsa istibdat kalkmaz. Yürütme yetkisi olanlar, yasamanın önünde, onlar da milletin önünde sorumlu olmalıdır. Millet ise, asıl mercinin kendisi olduğunu bilmeli, gözetleme ve hesaba çekme yetkisini kullanmalıdır. “İstibdadın en şiddetli mertebeleri: Şeytandan Allah’a sığınıldığı gibi kaçınılması gereken ‘Mutlak ferdî hükümet,’ ‘Veliahd,’ ‘Hükmü veraset yoluyla ele geçiren,’ ‘Ordu komutanı’ ve ‘Dini otorite sahibi’dir. “İstibdadın vasıfları azaldıkça şiddeti de azalır ve belirli bir zaman için seçilmiş sorumlu hükümette son bulur. Aynı şekilde, idare edilen halk adet olarak az olursa, taşınmaz emlâkla olan bağlantı ve gelir dağılımındaki farklılıklar da az olur. “Halkın eğitim seviyesinin yükselmesi de istibdadı azaltır.” (s. 24) Abdurrahman el-Kevâkibî güzel bir benzetme yaparak “Hak beşerin babası, hürriyet ise annesidir der. Ve müstebidi hak ve hürriyetin düşmanı, katili olarak görür. El-Kevâkibî’ye göre, müstebit, raiyetinin koyun, köpek, at gibi müteâlif hayvanlar gibi olmasını ister. Sahibi için yakaladığı avdan pay alan şahin gibi olmasını asla istemez. Kitabın sonunda 25 madde olarak sıraladığı, “Ümmet veya halk nedir? Hükümet nedir? Yapısı nasıl olmalıdır? Vazifeleri nelerdir? Hakimiyet hukuku nedir? Halkın hükümete boyun eğmesi ne şekilde olabilir? Hükümet nasıl gözetlenebilir? Kamu hakları nedir? Hukuk eşitliği nedir? Kişisel haklar nedir? Görev dağılımı nasıl olur? Kamu güvenliği nasıl sağlanır? Adalet nasıl temin edilir? Hükümetin vicdanlara ve dini itikatlara hümetme yetkisi var mıdır? Kanunlar nasıl konulmalıdır? Kanun ve kanun kuvveti nedir? İstibdat nasıl kaldırılabilir?” gibi birçok soruya açıklık getiren el-Kevâkibî, son sualin tahlilini diğerlerine kıyasla daha uzun tutmuş. Kevâkibî istibdatla mücadeleyi de üç madde halinde işlemiş: 1- Halkın çoğunluğu istibdadın acısını hissetmezse, o millet özgürlüğe lâyık değildir. 2- İstibdada karşı şiddete başvurulmaz. Zamanla, hikmet ve yumuşaklıkla mücadele edilir. 3- İstibdata karşı koymadan önce, istibdadın yerine konulacak hükmün hazırlanmış olması lâzımdır. İstibdatla mücadelede gençlere büyük ümit bağlayan el-Kevâkibi onlara nasihat etmeyi de ihmal etmemiş. İşte o nasihatlar: 1- Hukuk, siyaset, ekonomi, felsefe; ülke coğrafyası ve tarihî, idarî ve askerî bilimler konusunda eğitim almalı ve bu dallardan birinde uzman olmalı. 2- Kavminin örf ve âdetlerini muhafaza etmeli. 3- Kişisel onuru korumak için halkın arasına çok fazla karışmamalı. Okul arkadaşlarıyla dahi gereğinden fazla samimî olmamalı ki, bir kişiye karşı kuvvetli bağla bağlanmış olmasın. 4- Hasetten kaçınmak için, ilmî meziyetlerini kendisinden ilmî olarak daha düşük olanların önünde saklamalı. Kendisinden üstün insanların önünde ise meziyetlerini ortaya koymalı. 5- Sıdk ve emanet gibi güzel ahlâkla tanınmaya gayret göstermeli. 6- Zayıflara şefkat göstermeli, din ve vatanını kıskanmalı. 7- Şerlerinden uzak kalmak için yeterli olacak miktarın dışında, mümkün olduğu nisbette müstebit ve adamlarının yanına yaklaşmaktan uzak kalmalı. Gençlere verdiği bu nasihatlerin ardından, otuz yaşının üstünde olup yukarıda sayılan özelliklere sahip bulunan kişinin milletin güvenini sağlayacağını belirten el-Kevâkibi “Kişi elde etmiş olduğu milletin güveniyle orduların ve hazinelerin yapamadığını yapabilir. Özetle şunu söyleyebiliriz: Kim milletinin kalkınmasını istiyorsa; buna kendisini hazırlamalı, bu işe ne derecede hazır olduğunu ölçmeli, sonra da başarıyı elde etmek için Allah’a dayanmalı” diyor (s. 19-27) İstibdat yazımızı “Ben ezelden beridir hür yaşadım; hür yaşarım” diyen hürriyet âşığı M. Akif’in mısralarıyla bitirelim:
Desen bin kere “insanım!” Kanan kim? Hem niçin kansın? Hayır, hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın.
Adam mısın; ebediyen cihanda hürsün, gez; Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez
Adam değil misin, oğlum; gönüllüsün semere, Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.”
11.04.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Mehmet KARA |
|
‘Ciğere ihtiyacımız yok!’ |
AKP’nin gazeteci kökenli, hukukçu genç grup başkanvekili Suat Kılıç’ın göreve geldiği günden beri yaptığı açıklamalar zaman zaman CHP ve MHP’yi hayli kızdıracak nitelikte olabiliyor. Ancak, Kılıç bu sefer CHP Genel Başkanı ve sözcülerinin sözlerine içerlemiş. Aynıyla cevap vermiş: Baykal’ın Van’da maruz kaldığı yumurtalı saldırıdan sonra AKP’yi suçlamasını, “Baykal’ın sözleri maruz kaldığı yumurtalı saldırıdan daha çirkin bir saldırıdır” diye cevaplarken, Grup Başkanvekillerinin, “Anayasa değişikliğini Meclis’te engellemek için elimizden geleni yapacağız. Çünkü kediye ciğer emanet edilmez” demelerine, “Bizim ciğere ihtiyacımız yok. Kedi dediğin kim, ciğer dediğin ne?” diye karşılık vermiş. Peşinden de şu soruyu yöneltmiş: “Sonra çok doğru bir atasözü, ‘Kediye ciğer emanet edilmez.’ Millet bunu bilir, onun içindir ki bu millet 60 senedir, iktidar emanetini CHP’ye vermedi, vermeyecektir de…” Bu sorulardan sonra da bizim aklımıza bir soru takıldı: “Bu tartışmada kim ciğer, kim kedi?”
DİKİLİ AĞAÇ… Başbakan Erdoğan’ın özellikle seçim meydanlarında muhalefeti eleştirirken sık sık tekrarladığı bir cümlesi var: “Sivas’ın ötesine gidemiyorlar” diye. Bu eleştirileri haksız çıkarmak için hem Baykal, hem de Bahçeli geçtiğimiz günlerde Sivas’ın ötesine geçtiler. Geçtiler de Baykal’ın geçmesi hayli tantanalı oldu. Van’da yumurtalı saldırıya uğradı. Bu konuda hem Valilik, hem de parti araştırma yaptığı için değerlendirme yapmayalım. Ancak, yine Erdoğan’ın, “CHP’nin bir dikili ağacı yok” eleştirisi de vardı. Bunu hesaba katan CHP dikili ağaçlarının listesini çıkardı. Ama ne dikili ağaç. Sıralayalım da siz karar verin: “CHP’nin 27 yılda yaptıkları” başlığıyla 116 icraat sıralanmış. “Türkiye ilk defa yerli ampul üretimine başladı. Ankara Mamak’ta gaz maskesi fabrikası açıldı. Ziraat Bankası kuruldu. İstanbul’da İETT kuruldu. Sivas-Erzurum demiryolu açıldı. Osmanlı’nın borçları ödendi. İlk Türk deniz altı denize indi. Ankara’da ilk bira fabrikası kuruldu…” Demek ki, millet bu icraatlarınızdan memnun kalmadı ki, bir daha tek başına iktidarı size vermedi. O tek başına iktidar da zaten “tek parti” iktidarıydı! MÜSAMERE… Baykal, yıllardır Tayyip Erdoğan’ı televizyonda canlı yayına çağırır, ama bu karşı taraf tarafından hiç kabul edilmez. Hatırlayacağımız üzere, televizyonun tek kanal olduğu dönemlerde Demirel, Ecevit, Özal, Türkeş, Erbakan seçim önceleri milletin karşısına çıkar, kıyasıya tartışmalar yaparlardı. Bu da tarih oldu artık. AKP’nin anayasa değişiklik teklifini vermesinin ardından Baykal bu çağrısını, “Anayasa değişikliğini canlı yayında tartışalım” diyerek tekrarladı. Erdoğan yine kabul etmedi. Kabul etmemesinin sebebini de ilginç bir cümleyle söyledi: “Biz o münâzaraları lise yıllarında çok yaptık. Bunu şimdi istiyorlar bazıları. Biz o işlere doyduk.” Erdoğan bunu söylediği günlerde de Bosna’ya gidiyordu. Ve konuşması sırasında hıçkırık tutmuştu. Bunu gören gazeteciler kendi aralarında şakalaşıyordu: “Baykal hissetti galiba. Bakın Başbakanı hıçkırık tuttu.”
GAZETECİLERE DE TELEKULAK… Son günlerde dinleme olayları hayli yaygınlaştı. Bu gizli dinleme olaylarına “telekulak” ismi takılıyor. Özellikle internetin yaygınlaştığı günümüzde gizlice dinlenen kişilerin ses kayıtları internete düşüyor. Sonra gazetelere televizyonlara yansıyor. Bu konuda birçok çete mensubu gözaltına alınıyor. Başbakanı, Genelkurmay başkanını dahi dinleyip internete servis yapıyorlar. Gün geçmiyor ki bunlara yenileri eklenmesin. Geçtiğimiz hafta içinde ilginç bir olay yaşandı. TBMM Başkanlığı, yerleşke içinde vatandaşla polis arasında yaşanabilecek muhtemel tartışmaları gerekçe göstererek yeni bir uygulama başlattı. Birçok yere dinleme cihazları yerleştirildi. Meclis’te gazetelerin bürolarının bulunduğu koridora da dinleme cihazı yerleştirilince ortalık ayağa kalktı. Çünkü basın koridorunun bulunduğu bölümdeki cihazların, 50 metrelik alana kadar ortam dinlemesi ve kayıt imkânı sağladığı söyleniyordu. Gazeteciler tepkilerini dile getirirken, Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD) Başkanı Göksel Bozkurt uygulamaya tepki gösteren “resmî bir açıklama” yaptı. İzinsiz ses kaydını hukuka, basın özgürlüğüne ve insan haklarına aykırı bulduklarını söyledi. “Gazeteciler burada siyasîlerle telefonda da konuşup kulis bilgisi alıyor, haberleştiriyor. Mesleğimizin en önemli ilkesi haber kaynağının deşifre edilmemesidir. Dinleme cihazıyla bu ilke ortadan kaldırılamaz” diye tepkisini dile getirdi. Gelen yoğun tepkilerden sonra cihazlar kaldırıldı, ama akıllarda kaldırılana kadar yapılan kayıtların nerede olduğu sorusu kaldı.
11.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Cennet-âsâ bahar |
Yeryüzünün kuzey yarımküresi bütün ihtişamıyla bir bahar dirilişine daha sahne olurken, Risale-i Nur’un birçok yerinde baharı Cennetle irtibatlandıran Üstadın yüz sene önce istikbal nesillerine söylediği “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” müjdesindeki manevî baharların tahakkukuna da şahit olmaktayız. O, bu sözü, âlem-i İslâmın tarihteki en zorlu kışında söyledi. Kur’ân nurunu söndürmek için bin senedir yapılan hazırlıkların icraat programlarına dönüştüğü, Kur’ân etrafındaki bütün surların birer birer tahrip edildiği ve Müslümanları Kur’ân’dan soğutup uzaklaştırma planlarının uygulamaya konulduğu dehşetli bir manevî kışta... Uyarıcı nebevî mesajlarla haber verilen ve her asrın dehşetinden titrediği ahirzaman kışında... Gerçi bu sözü söylediği tarihte o manevî kış henüz tam olarak gelmemişti. İslâm beldelerinin çoğu ecnebi esareti altına girmiş ve altı yüz yıldır i’lâ-yı kelimetullah sancağını dalgalandıran Osmanlı çınarı, köklerindeki çürümeye bağlı olarak çoktandır devrilme işaretleri vermeyi başlamış idiyse de, İngiliz Sömürgeler Bakanının Kur’ân’ı eline alarak söylediği “Ya bu kitabı ortadan kaldırmalıyız, ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız” sözünde ifadesini bulan manevî taarruz ve müthiş tahribat aşamasına henüz geçilmemişti. On yıl sonra onun işaretleri de ortaya çıktı. Karanlık mahfillerde, kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalar neticesinde, “otuz sene sonra Kur’ân’ı kendi eliyle ortadan kaldıracak nesiller yetiştirme”yi amaçlayan planlar tatbikata konuldu. Ama etrafındaki bütün surlar yıkılmasına rağmen, Kur’ân’ın Sahibi, kitabına bahşettiği i’cazdan çıkan bir nurla, bu planları boşa çıkardı. İlâhî bir tavzifle bu tarihî hizmette istihdam edilen Üstad, “Cennet gibi bir baharda geleceksiniz” müjdesi verdiği istikbal nesillerine “Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacak” diye seslendi; ardından gittiği Şam’daki Emeviye Camiinde verdiği hitabede de hem Müslümanlara, hem insanlığa, ilmî, tarihî ve sosyolojik tesbitlere dayandırdığı ümit dolu mesajlar vererek, yine Cennet-âsâ bir manevî baharı müjdeledi. Maruz bırakıldığı dayanılmaz baskıları, bu ümit ve müjdelerin dayanağı olan sarsılmaz imanıyla göğüsleyip, Tiflis’teki Şeyh San’an Tepesinde karşısına çıkan Rus polisine söylediği “Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüzü) vardır” sözündeki hakikati her vesileyle hatırlattı. Bahar müjdecisi cemrelerin düşmesinden kısa süre sonra çıktığı veda yolculuğunda kendisine refakat eden talebelerine “Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Risale-i Nur küfrün belini kırmıştır, biraz sıkıntı çekeceksiniz, ama sonrası çok iyi olacak” diyerek verdiği mesaj, en zor şartlarda ve en karanlık devirlerde bile sönmeyen imanının tezahürü olarak dile getirdiği müjdelerin sonuncusuydu. Anadolu’nun kıştan bahara geçiş sürecini yaşadığı günlere tevafuk eden vefat tarihi de, manevî kışların geride kalıp Cennet gibi baharların çok yakın olduğuna işaret eden ayrı bir sembolik anlam taşımaktaydı. Nitekim öyle de oldu. Gerçi vefatından sonra da fırtınalar, hattâ kasırgalar esmedi değil. Ama bunlar bahar fırtınaları olmaktan öteye gidemedi ve atlatılan zorlu kışlarda ekilen nur tohumlarının çiçek açıp önce Anadolu’yu, ardından bütün dünyayı rengârenk bir bahar bahçesine çevirmesine engel olamadı. Tarihçe-i Hayat’ta yer alan “Ankara Üniversitesi Nur talebeleri namına Abdullah” imzalı bir mektuptaki “Medresetüzzehra’nın bu muazzam faaliyeti, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlâhî ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şâşaasız, gösterişsiz ve mütevazi, fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir” (s. 987) veciz ifadesinde dile gelen hakikat, bütün ihtişamıyla hükmünü icra etti ve etmeye hâlâ devam ediyor. Üstadın vefatından sonraki 50. baharda, bu manevî baharı da hep birlikte yaşamıyor muyuz?
11.04.2010 E-Posta: [email protected] |