Şükrü BULUT |
|
Kadının tahtı sallanırken |
Tahtı mı vardı ki kadının? Ne zaman tahta geçmişti zamanımızın cins-i lâtifi? Birçoğumuz kadının dünyanın en zarif saraylarının inşasında önemli bir sebep olduğunu kabul etmeyiz. Köşklerin, malikânelerin ve hatta konak ve villaların temelindeki kadın harcını gözardı edenler, şu dünya hakikatini bilmiyorlar. Dünyanın bütün saray ve malikâneleri çevreleriyle birlikte cennete benzetilmeye çalışılır. Kadının cennet köşklerinden dünyaya indiğini kabul ettiğimizde, yaratılışından itibaren kadının taht ve taç sahibi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmtihan gereği nefis devreye girmiş. Tattırılmış cennetten dünyaya iniş bir vazifelendirme imiş. Fakat tahta giden koridor yeniden çizilmiş ve şartlara bağlı olarak yeniden yükselişe başlamış kadın. Havva anamızı Adem babamızdan çok farklı yaratan Rabbimizin; letafet, zarafet ve nezaketinden, zayıf ve nahif fıtratından dolayı ona ayrı bir değer, ayrı bir koruma ve apayrı bir hayat tarzı bahşettiğini bilemeyenler, kadını tanıyamadılar. Tabir caizse onu pozitif yaratılışıyla mahlûkat içinde taht ve taç sahibi kılan Rabbimiz, cebine mutluluk reçetesini de koymuş. Erkekten apayrı binlerce ince ve hassas duygularla teçhiz ettiği kadını, yolundaki tehlikelerden korumak üzere mutluluk reçetesine prensipler yazmış; emirler ve yasaklar işlemiş. Yaratılışta “kadın” üzerine kavga olmadığı gibi kadın ile erkek arasında da niza yoktu. Aralarında hayatî bir imtizac vardı. Bütün hayat sahiplerinin çift çift yaratıldığına inanan kadın ve erkek; kuşlara, kelebeklere, balıklara, ceylanlara, arılara ve nihayet etrafındaki çiçek, ağaç ve sümbüllere bakarak şükrederdi. Zevc ve zevce olarak. Toprağın taşa, dalın budağa ve sağın sola ihtiyacı kadar yekdiğerine muhtaç olduğunu bilen kadın ile erkek hiç kavga etmediler. Bütün semavî kitaplarda bu fitrî ihtiyaç vurgulanmıştı. Kendi âlemlerinde padişah ve sultan idiler. Mukaddes birliktelik olan evliliğe teşvik vardı peygamberlerin dillerinde. Bir kelebeğin kanadından daha hassas davranılması gerekliliğini ders veriyordu semavî fermanlar. Erkeğinden şikâyet eden kadının şekvâsı Kur’ân sûrelerinin başını süslemişti. Bazı sûreler kadının ismini almıştı: Âl-i İmran, Meryem, Nisa ve diğerleri... Mutluluk reçetesinde günlük hayatında en ufak bir boşluğa müsaade edilmemişti. İnsanî hakları ve istekleri bir tarafa, duygu ve lâtifeleri bile hesaba katılmıştı. Allah, kadına zulmedene “hasım” olduğunu söylerken, Habibi de kadına yeniden tahta geçeceği koridoru gösteriyordu. Âdâb-ı muaşeretin inceliklerini... Fakat yine kadını önceleyerek cenneti tarif ederken “Annelerin ayaklarının altını işaret ediyordu.” Yaratıcıyı tanımadıklarından bu zayıf ve ulvî cinse zulmedenleri Kur’ân telin ediyordu. Allah’ın Son Elçisi de (a.s.m.) onu adaletin zirvesine çıkarıyordu: Üç kızını güzelce yetiştirip İslâmî terbiye ile büyütenin cennette kendisine komşu olacağını müjdeliyordu. Cennette yaratılan ve cennetin hasretiyle dünyada çırpınıp didinen yaşlı kadına Peygamberin müjdesi o kadar tatlı idi ki: “Sizler cennette on sekiz yaşında her türlü arzularınızla mücehhez olacaksınız.” İşte bu kadar yükseltilmiş, tahtlara çıkarılan ve ebedî cennetlerle müjdelenmiş kadının tahtı sallanıyor. Kadın ile ilgili kavganın Allah’ı tanımamak veya O'na isyanla eşzamanlı olduğunu biliyoruz. Yaratıcıyı tanımayan yaratılış prensiplerini ve mutluluk reçetesini nereden bilsin ki... Yaratılışı Yaratıcının prensiplerine göre tefsir ve tanzim etmeyip bilgilerine güvenenler herşeyi berbat ettiler. Sonra bu sapkınların yollarına şeytan ile nefis çıkarak, onları tamamen fıtratın geniş caddelerinden alarak beyaban ve uçurumlara taşıdılar. İşte bütün kavgalar bundan sonra başladı. Bu sapkınlarYaratıcıyı inkâr ederken, fıtratın dışına çıkarak “yaratılışı” tahribe başladılar. Asrımızın kadınının başına gelen bütün felâketler, işte bu fıtrat kanunlarından ayrılmakla başladı. Yükselişler tereddîye, güzellikler çirkinliğe, nezaket ve nezafetler kirliliğe ve masumiyetler günah psikolojisine yerlerini devretmeye başladı. Daha doğrusu başlar üstünde tutulan gonca güller, fillerin tepiştiği arenaya düştü. Bu hazin netice zamanımızın bütün kadınlarını elbette ki kaplamaz. Fakat çevremizdeki kadın resimlerinin çoğu bu felâketten haber veriyorlar. Fevkalâde dehşetli bir zamanı yaşıyoruz. Belki kadın bugün için, Asya çöllerinde diri diri toprağa verilmiyor, Avrupa'da üzerinde insan mı, değil mi tartışması yapılmıyor. Fakat şu sürecin bir yönüyle ta o zamanlar kadar dehşetli... Kumlara canlı gömülen kız çocukları, ateşlerde yakılan veya parya edilen kadın bir kez ölüyordu. Olan bitenin farkında olan o zamanın kadınına mukabil şu zamanın sefahete mağlup kadınlarının aklı başında değil... Sersemleştirilmiş veya hipnotize edilmiş o narin ve nazik varlıklar izzet, şeref, zerafet, masumiyet ve iffetleriyle ayaklar altında çiğnendiklerinin farkında bile değiller... O denli kendilerinden geçmişler ki, cennet kahkahaları zamanımızın eteklerinde yankılanıyor. Annelik, prenseslik ve kardeşlerini kaybettikleri yolda, Hasan Sabbah'ın cennetine inanmış Haşşaşilerin teslimiyetini onlarda gördükçe tarihin vahşet ve bedeviyet dönemleriyle yeniden zamanımıza uğradığını hayal ediyorsunuz. Hayır... Hayır... Bu tereddiye, bu düşüşe ve bu tahribe birileri mutlaka dur demeli. Ve bunlar kadınlar olmalı... Müslüman kadınlar, insaniyet adına bu çürümeye karşı kahramanca mücadele etmelidirler. Şeriatın adab, prensip ve geleneğinden mahrum dünya kadınlarına ve bilhassa Avrupa kadınlarına yardım etmelidirler. Onları kötülerin, sefahetin, tüccarların ve alçak zevklilerin köleliklerinden mutlaka kurtarmalıdırlar.
Not:
Yazarımız Şükrü Bulut’un Pazartesi günü çıkan yazısı, bir faks ve iletişim problemi sebebiyle, bir bölümü eksik olarak yayınlanmıştı. Yazıyı, o kısmıyla birlikte tekrar neşrediyoruz.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |