Vehbi HORASANLI |
|
Hiç olmazsa üç besmele oku |
Sovyet döneminde diğer dinler gibi İslâmiyet de unutturulmaya; adeta dinsiz bir millet yetiştirilmeye çalışılmış. Bu acı gerçek ile ne yazık ki bir keresinde tam mânâsı ile yüz yüze geldim. Gemimizde çeşitli milletlerden insanlar çalışıyor. Gürcü, Rus, Lezgi, Azeri ve Hindistanlı gemiciler var. Gürcülerin bir kısmı Müslüman. Lâkin sadece kâğıt üzerinde. Zira İslâmiyet ile ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyorlar. Yaşayış derseniz bir Müslüman ile Hıristiyan Gürcü arasında hemen hemen hiçbir fark yok. Hindistan’da demirde yanaşmayı beklerken balıkçılar kalamar ve balık satmak için gemimize yaklaştılar. Yanına giden gemiciye ilk sordukları soru; "Müslüman mısınız?" oldu. Balıkçılar Müslümandı ve onlarla konuşan gemici de Müslüman olan Gürcüydü. O da Müslümanım dedi. İşte Müslümanlıkla ilgili bildiği tek şey bu idi. Gemide konuşulan dil öncelik sırasına göre, Türkçe, Rusça, Gürcüce, İngilizce... Personel Türkçeyi konuşamasa da birçok kelimenin anlamını biliyor. O yüzden lisan yüzünden şimdiye kadar hiçbir sıkıntı olmadı. Zaten denizciliğin standart hale gelmiş işleri ve sözcükleri var. Bunlarla ilgili 50-60 kelimeyi bildin mi, lisan problem olmaz. Lezgi olan başmühendisimiz ile Türkçe anlaşabiliyoruz. Zira onun eşi Azerbaycanlı olduğu için Türkçe’yi bir miktar konuşabiliyor. Daha çok Rusça konuşuyor. Her yemekten sonra bol bol sohbet ediyoruz. Özellikle dinî konularda çok sorular soran başmühendisimiz bir gün öyle bir söz söyledi ki içim parçalandı. Duâ etmeye vesile olması için anlatayım… Ben dedi, Sovyet döneminde okudum ve iki yüksek okul bitirdim. Bize din namına hiçbir şey öğretilmedi. Bu durumdan endişe eden annem bana dedi ki “Madem hiçbir şey bilmiyorsun hiç olmazsa yatmadan önce üç defa Bismillah de.” Sonra da şunu sordu. “Süvari Bey, Bismillah nedir?" Yahu dedim duymuyor musun, her demir atışımızda “Bismillah funda”, her demir alışımızda “Bismillah vira” diyorum. "Evet," dedi "dinî bir şey var, ama anlamının ne olduğunu bilmiyorum." "Bismillah, Allah’ın ismiyle başlamak demektir," dedim. Ona Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahü Ekber’in de, ne anlama geldiğini anlattım. Bu anlattıklarım yaşı 60’ı geçmiş olan başmühendisimizin hoşuna gidiyordu. Her yemekten sonra bir iki saat sohbet etmeye başladık. Bana çeşitli sorular sormaya başladı. Sorduğu sorulardan Sovyet eğitim sisteminde, materyalizmin yani maddecilik akımının ne derece etkili olduğunu anlamıştım. Ben “gözümle görmediğim hiçbir şeye inanmam” diyordu. Yahu “sen ve biz insanlar kızıl ve mor ötesi ışıklar arasındaki dalga boylarını görebiliriz, belirli frekanslar arasındaki sesleri duyabiliriz. İki okul bitirdim diyorsun, sana bunları öğretmediler mi? Halbuki bana görmediğime inanmam diyorsun” deyince, “Ben, sadece bir Allah’ın varlığına inanıyorum, bunun haricindekileri bilmem” dedi. İşte bu noktadan başlayarak Allah’a inanmanın ne derece önemli olduğunu ve Peygamber Efendimizin (asm) “Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en yüce söz La ilahe İllallah’tır” hadisi üzerinde durmaya başladım. Evet, 70 senelik Marksist eğitim bir milleti işte bu hale getirmiş sevgili okuyucular. Anne babalar hiçbir şey yapamadıklarını görünce çocuklarına anlamını dahi bilmedikleri Besmeleyi öğretmişler. Rabbimden, bütün Müslümanlara ve insanlık âlemine, İslâm hakikatlerini öğrenmek ve imanla yaşamayı nasip etmesini ve bu uğurda çaba ve gayret gösteren bütün kardeşlerimize yardımcı olmasını niyaz ediyorum.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Kadının tahtı sallanırken |
Tahtı mı vardı ki kadının? Ne zaman tahta geçmişti zamanımızın cins-i lâtifi? Birçoğumuz kadının dünyanın en zarif saraylarının inşasında önemli bir sebep olduğunu kabul etmeyiz. Köşklerin, malikânelerin ve hatta konak ve villaların temelindeki kadın harcını gözardı edenler, şu dünya hakikatini bilmiyorlar. Dünyanın bütün saray ve malikâneleri çevreleriyle birlikte cennete benzetilmeye çalışılır. Kadının cennet köşklerinden dünyaya indiğini kabul ettiğimizde, yaratılışından itibaren kadının taht ve taç sahibi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmtihan gereği nefis devreye girmiş. Tattırılmış cennetten dünyaya iniş bir vazifelendirme imiş. Fakat tahta giden koridor yeniden çizilmiş ve şartlara bağlı olarak yeniden yükselişe başlamış kadın. Havva anamızı Adem babamızdan çok farklı yaratan Rabbimizin; letafet, zarafet ve nezaketinden, zayıf ve nahif fıtratından dolayı ona ayrı bir değer, ayrı bir koruma ve apayrı bir hayat tarzı bahşettiğini bilemeyenler, kadını tanıyamadılar. Tabir caizse onu pozitif yaratılışıyla mahlûkat içinde taht ve taç sahibi kılan Rabbimiz, cebine mutluluk reçetesini de koymuş. Erkekten apayrı binlerce ince ve hassas duygularla teçhiz ettiği kadını, yolundaki tehlikelerden korumak üzere mutluluk reçetesine prensipler yazmış; emirler ve yasaklar işlemiş. Yaratılışta “kadın” üzerine kavga olmadığı gibi kadın ile erkek arasında da niza yoktu. Aralarında hayatî bir imtizac vardı. Bütün hayat sahiplerinin çift çift yaratıldığına inanan kadın ve erkek; kuşlara, kelebeklere, balıklara, ceylanlara, arılara ve nihayet etrafındaki çiçek, ağaç ve sümbüllere bakarak şükrederdi. Zevc ve zevce olarak. Toprağın taşa, dalın budağa ve sağın sola ihtiyacı kadar yekdiğerine muhtaç olduğunu bilen kadın ile erkek hiç kavga etmediler. Bütün semavî kitaplarda bu fitrî ihtiyaç vurgulanmıştı. Kendi âlemlerinde padişah ve sultan idiler. Mukaddes birliktelik olan evliliğe teşvik vardı peygamberlerin dillerinde. Bir kelebeğin kanadından daha hassas davranılması gerekliliğini ders veriyordu semavî fermanlar. Erkeğinden şikâyet eden kadının şekvâsı Kur’ân sûrelerinin başını süslemişti. Bazı sûreler kadının ismini almıştı: Âl-i İmran, Meryem, Nisa ve diğerleri... Mutluluk reçetesinde günlük hayatında en ufak bir boşluğa müsaade edilmemişti. İnsanî hakları ve istekleri bir tarafa, duygu ve lâtifeleri bile hesaba katılmıştı. Allah, kadına zulmedene “hasım” olduğunu söylerken, Habibi de kadına yeniden tahta geçeceği koridoru gösteriyordu. Âdâb-ı muaşeretin inceliklerini... Fakat yine kadını önceleyerek cenneti tarif ederken “Annelerin ayaklarının altını işaret ediyordu.” Yaratıcıyı tanımadıklarından bu zayıf ve ulvî cinse zulmedenleri Kur’ân telin ediyordu. Allah’ın Son Elçisi de (a.s.m.) onu adaletin zirvesine çıkarıyordu: Üç kızını güzelce yetiştirip İslâmî terbiye ile büyütenin cennette kendisine komşu olacağını müjdeliyordu. Cennette yaratılan ve cennetin hasretiyle dünyada çırpınıp didinen yaşlı kadına Peygamberin müjdesi o kadar tatlı idi ki: “Sizler cennette on sekiz yaşında her türlü arzularınızla mücehhez olacaksınız.” İşte bu kadar yükseltilmiş, tahtlara çıkarılan ve ebedî cennetlerle müjdelenmiş kadının tahtı sallanıyor. Kadın ile ilgili kavganın Allah’ı tanımamak veya O'na isyanla eşzamanlı olduğunu biliyoruz. Yaratıcıyı tanımayan yaratılış prensiplerini ve mutluluk reçetesini nereden bilsin ki... Yaratılışı Yaratıcının prensiplerine göre tefsir ve tanzim etmeyip bilgilerine güvenenler herşeyi berbat ettiler. Sonra bu sapkınların yollarına şeytan ile nefis çıkarak, onları tamamen fıtratın geniş caddelerinden alarak beyaban ve uçurumlara taşıdılar. İşte bütün kavgalar bundan sonra başladı. Bu sapkınlarYaratıcıyı inkâr ederken, fıtratın dışına çıkarak “yaratılışı” tahribe başladılar. Asrımızın kadınının başına gelen bütün felâketler, işte bu fıtrat kanunlarından ayrılmakla başladı. Yükselişler tereddîye, güzellikler çirkinliğe, nezaket ve nezafetler kirliliğe ve masumiyetler günah psikolojisine yerlerini devretmeye başladı. Daha doğrusu başlar üstünde tutulan gonca güller, fillerin tepiştiği arenaya düştü. Bu hazin netice zamanımızın bütün kadınlarını elbette ki kaplamaz. Fakat çevremizdeki kadın resimlerinin çoğu bu felâketten haber veriyorlar. Fevkalâde dehşetli bir zamanı yaşıyoruz. Belki kadın bugün için, Asya çöllerinde diri diri toprağa verilmiyor, Avrupa'da üzerinde insan mı, değil mi tartışması yapılmıyor. Fakat şu sürecin bir yönüyle ta o zamanlar kadar dehşetli... Kumlara canlı gömülen kız çocukları, ateşlerde yakılan veya parya edilen kadın bir kez ölüyordu. Olan bitenin farkında olan o zamanın kadınına mukabil şu zamanın sefahete mağlup kadınlarının aklı başında değil... Sersemleştirilmiş veya hipnotize edilmiş o narin ve nazik varlıklar izzet, şeref, zerafet, masumiyet ve iffetleriyle ayaklar altında çiğnendiklerinin farkında bile değiller... O denli kendilerinden geçmişler ki, cennet kahkahaları zamanımızın eteklerinde yankılanıyor. Annelik, prenseslik ve kardeşlerini kaybettikleri yolda, Hasan Sabbah'ın cennetine inanmış Haşşaşilerin teslimiyetini onlarda gördükçe tarihin vahşet ve bedeviyet dönemleriyle yeniden zamanımıza uğradığını hayal ediyorsunuz. Hayır... Hayır... Bu tereddiye, bu düşüşe ve bu tahribe birileri mutlaka dur demeli. Ve bunlar kadınlar olmalı... Müslüman kadınlar, insaniyet adına bu çürümeye karşı kahramanca mücadele etmelidirler. Şeriatın adab, prensip ve geleneğinden mahrum dünya kadınlarına ve bilhassa Avrupa kadınlarına yardım etmelidirler. Onları kötülerin, sefahetin, tüccarların ve alçak zevklilerin köleliklerinden mutlaka kurtarmalıdırlar.
Not:
Yazarımız Şükrü Bulut’un Pazartesi günü çıkan yazısı, bir faks ve iletişim problemi sebebiyle, bir bölümü eksik olarak yayınlanmıştı. Yazıyı, o kısmıyla birlikte tekrar neşrediyoruz.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Kalabalık heyulalar |
Penceremde kargalar, çığlık çığlığa konuşurken birkaç satır karalamaya giriştim büyük bir mücadeleyle. Mücadele dedim; hayat benim için engellerle doludur sizlerin hayatında da olduğu gibi. Acayip titizlenirim bazı konularda, bu yüzden birçok insana pek çok özelliklerinden dolayı özenirim. Mahrem-i esrarımdır şimdi size anlatacaklarım. Meselâ ışıkta asla uyuyamam, sessiz bir ortam yoksa yazı yazamam, ders çalışamam, hareket halindeki taşıtlarda kitap, dergi okuyamam. Bunlarla yetinmez, saydığım işlerin hakkından üstesiyle gelen insanlara hayran olur, gıptayla bakakalırım dakikalarca. Geçen gün, bir o yana bir bu yana homurdanarak şehir merkezine yürüyen bir otobüsteydim; kendi âlemimin hülyalarında gezinirken, birden çaprazımda bir gerçeğe rastladım. Hayallerim tuz buz olup kırıldı, gerçeğin parıltısı, büyüsü karşısında; yaşlı bir amca, iştahla kitap okuyordu. Otobüs arada fren yapmasına rağmen, o okumasına devam etti. Yollarda kâh deve kâh kaplan misali ilerleyen otobüs, amcayı bir türlü vazgeçiremedi okumaktan. Okumanın böylesine şevkle, zevkle yapıldığını görünce okuyana ve kendisini okutan kitaba saygı duyuyorsunuz. Gerçi, amcanın hangi kitabı okuduğunu göremedim. Ama her şeye rağmen çevremizde okuyan birilerinin varlığını görmek hakikaten lezzet veriyor insana. Kitap okuma alışkanlığını kazanamamış bir toplum olduğumuzu hatırlatıp sizleri üzmek değil niyetim. Sadece kendimize ve yakınlarımıza çekidüzen vermek amacıyla söyledim. Bizler, 21. yüzyılın modern ve bir o kadar esrik insanları, popüler kültür malzemelerinin bolluğu karşısında kitap okumaya vakit ayıramaz olduk. Şimdilerde kitap okumak, boş vakitlerde yapılan bir fiil, bir hobi oldu bizim için. Hani şarkıda diyor ya, ‘Ben nerde yanlış yaptım?’ Sahi biz nerde yanlış yaptık? Ne zaman kendimizi, benliğimizi unuttuk; kitapları bir kenara itip televizyondaki aldatmaca dünyaların içine kibritten barınaklar yaptık? Hangi ara zihnimiz bir halüsinasyona kurban gitti de, sanal âlemle gerçek âlemi karıştırır olduk? Sokağa çıktığımda çoğu zaman hiçbir arkadaşıma rastlamıyorum; şaşırıyorum, koca şehirde bir ben bir de serseri kaldırımlar mı kaldık? Eve geliyor, bilgisayarımı açıp msn’ye veya facebook’a giriyorum. Herkes buralara toplanmış, herkes. Yoz bir aydınlığın içinde zannediyoruz kendimizi, oysa uyuşturulmuş beyinlerimiz, kör dimağlarımızla yavaşça yokluğun kuyularında yitiyoruz. Kendimize harflerden, kelimelerden özgürlük devşireceğimize, okuyup okutacağımıza, hayatımıza anlam katacağımıza; evlerimizde ekranlara kapanıp hür irademizle tutsak düşüyoruz. Ellerimiz kumanda ve klavyeye kelepçelenmiş; son kerteye kadar batıyoruz. Tıknefes kalmış hayallerimizden, esaret kokan soluklarımızdan bîhaber, boş gözlerle birbirimizi seyrediyoruz. Her şeyi maddede arayanların akıllarına duçar olup, maneviyatı göremeyen gözlerimizle bakınıp duruyor; birbirimizi göremiyoruz. Kulaklarımıza çalınan özgürlük kantolarına rağmen duyamıyoruz; konuşamıyoruz, öylece susuyoruz… Onlar kör, sağır ve dilsizdirler hakikatini ne çok çağrıştırıyoruz! Avuntusuz çaresizliğimize bakıp kendi sonumuzu sessizce buluyoruz. Dışarıda müthiş bir canlılık yaşanır, bahar kâinatı coştururken hepimiz tuhaf, ürkütücü bir heyulaya dönüyoruz.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Rakip değil, ekip olmak |
Evlilik süreci iki insanın birbirini tanıma, hayatı paylaşma ve birlikte büyüme sürecidir. Bazı problemlerin ve anlaşmazlıkların çıkması da kaçınılmazdır. Önemli olan hiç sorun çıkmaması değil, bu sorunun nasıl ve hangi dil kullanılarak çözüldüğüdür. Kadın ve erkeğin yaratılış özellikleri, farklı yetiştirilme tarzları göz önüne alınarak yaklaşılırsa problemler daha kolay çözülecektir. Evliliğin ilk 4-5 yılı bu uyumun sağlanması için kritik yıllardır. Bu süreçte, öncelikle iyi niyetli olmaya, eşimizi tanımaya ve onun duygusal ihtiyaçlarını anlamaya çalışmalıyız. Dışarıdan bambaşka görünen davranışların sebebi de çok farklı olabilmektedir. Hemen önyargıyla davranmak yerine, şefkatle yaklaşmalı ve konuşmalarımızda olumlu cümleler kullanmalıyız. Evlilikte yaşanan bir çok sorunun temelinde, en başta kadın ve erkeğin yaratılışından gelen farklılıklar ve yetişme tarzı gelmektedir. Erkek yapısı itibari ile, çok konuşmayı sevmez, zaten kendini ifade etmek üzerine de yetiştirilmez. Duygularını ifade ettiği zaman ne yapacağını bilemez. Bu durum onların çok da tecrübe ettikleri bir şey değildir. Kadın ise, küçük bir kız iken bile, konuşmayı, kendini ifade etmeyi, kendini diliyle sevdirmeyi öğrenir. Erkek kendini ve gücünü ispat etmeyi, duyguları gibi daha hassas olan taraflarını göstermemeyi öğrenirken, kadın ilişki içinde varlığını hisseder. Erkek yaşadığı olayların ayrıntılarıyla fazla ilgilenmezken, bir kadın için yaşanan her olay, her söz en ince ayrıntısıyla hatırlanır. Bu sebeple eşinizi yargılamadan önce, onun yaratılışının ve yapısının sizden çok farklı olduğunu, belki de bunu yapmak istese de başaramadığını düşünün. Başka yollardan onunla iletişim kurmaya çalışın, çay ya da kahve yapıp, yanına oturun, onunla onun da severek izlediği bir şeyi birlikte izleyin. Birlikte yapılabilecek ortak aktiviteler planlayın. Ama asla yapmadıklarını sürekli yüzüne vurmayın. Unutmayın ki, olumsuz davranışların sürekli tekrar edilmesi ve söylenmesi, bu davranışların kemikleşmesini sağlar. Aynı şekilde, çocuklarımızı da sürekli yapmadıkları konusunda uyarırsak, duyarsızlaşır ve vurdum duymaz olurlar. Bize de karşımızdaki yapamadıklarımızı sürekli söylese, rahatsız oluruz ve düzeltmek için çaba göstermeyiz. Ama yaptığımız güzel davranışlarımız fark edilse ve söylense, daha fazlasını yapmak isteriz. Bunun yanında konuşmaya nasıl başladığınız da çok önemli. Öncelikle onu çok sevdiğinizi, beğendiğiniz bir çok yönü olduğunu, ama onunla daha çok konuşabilmeyi ne kadar çok istediğinizi söylemekle işe başlayabilirsiniz. Onu anladığınızı, akşamları eve ne kadar yorgun geldiğini fark ettiğinizi, aslında kafasını dinlemek istediğini bildiğinizi de söylemeyi ihmal etmeyin. Ama onunla konuşmanın ve paylaşmanın size ne kadar iyi geldiğini, bütün gün onu özlediğinizi ve kendisinin sizin için ne kadar değerli olduğunu da ekleyin. Erkekler eşleriyle konuştuklarında, onların dırdır edeceklerinden, sürekli şikâyet edeceklerinden ve yapmadıklarını yine yüzlerine vuracaklarından korkarlar. Bunun böyle olmayacağını bu şekilde konuşarak ona ispat edebilirsiniz. Anlaşıldığını gören insan değişmek için daha çok çaba gösterir. Fakat suçlanan insan ise, ya savunmaya geçer ya da yüreğindeki öfkeyi biriktirir, büyütür. Sonuçta evlilik bir rakip ilişkisi değildir. Karşı tarafta değil, aynı tarafta olmaktır. Ben olmaktan çıkıp biz olmayı öğrendiğimiz eşsiz bir deneyimdir evlilik. Bencillikle yürümez asla... “Hep ben mi adım atacağım, hep ben mi yapacağım” diye düşünmeyin. Bazı noktalarda hep siz adım atarken, diğer bir tarafta da hep o destekliyordur. Bu işin herkese uyan bir reçetesi de yoktur aslında. Herkes için yol farklıdır ve onlara özeldir. Bu özel ilişki emek verildiğinde daha da güzelleşir. Eşler hayatın içinde, rakip değil, ekip olmalıdır.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Gerçek ittihad ve ittifak |
Risâle-i Nur hareketinin en büyük kuvvet kaynağı ihlâs olduğu gibi, ondan sonra gelen ikinci büyük kaynak da tesânüd hakikatidir. Bahsi geçen meseleye çok ehemmiyet veren Bediüzzaman Hazretleri, muhtelif eserlerinde dikkatleri bu noktaya celp eder. “Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır” (Şuâlar, s. 277) gibi îkazları, onun bu hakikate ne kadar önem verdiğini gösterir. Risâle-i Nur Talebelerinin meşgûl oldukları kudsî iman hizmetinde, Allah’ın adını yüceltmek için dini tebliğde ittihad ve ittifak gerekir. Ancak, meslek ve meşrebe taallûk eden ve özellikle içtimâî prensipleri ilgilendiren konularda, farklı yorumlara müsait olduğu için, tam bir ittifak sağlamak kolay değildir. Farklılaşmaların temelinde, işte bu farklı yorumlar öne çıkmaktadır. En azından sebep olarak bunlar gösterilmektedir. “İttihad, imtizâc-ı efkârdır. O da, maarifin şuâ-ı elektriğiyle olur. Cehl ile ittihad olmaz” diyen Bediüzzaman, gerçek ittihadın doğru adresine işâret etmektedir. İçtimâî konularda fikir birliğini temin etmek, şahıslara göre değil, Risâlelere göre olmalıdır. Gelişen olayların yorumlanması da ona göre yapılmalıdır. Bu hakikati çok iyi bilen merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey “Kardeşlerim! Bizim sadece Risâle-i Nur okumamız ittihadımızı temin etmeye yetmez. Lahana yaprağı kadar da olsa mutlaka günlük bir gazete çıkarıp, gelişen olayları Risâlelere göre yorumlayarak cemaatin fikir birliğini ancak temin edebiliriz” demesi çok anlamlı ve doğru bir yaklaşımdır. Neticesi de fiilen görülmektedir. Avustralya ve Avrupa kıt'alarına yaptığımız geçmişteki seyahatlerimizde, orada bulunan Yeni Asya okuyucuları aynı fikri paylaşıyorlardı. Edirne’den Van’a, Adana’dan Trabzon’a kadar Türkiye’nin her tarafındaki Yeni Asya Nur Camiası ne düşünüyorsa, oradakiler de aynı fikir etrafında bir ittifakın içindeydiler. Önceki hafta Aksaray, Rize, Trabzon ve Giresun illerine ziyarete gittik. Yoğun hizmet temposu içinde beş gün süren bu çalışma gerçekten verimli oldu. Özellikle, Giresun ilinde yaptığımız programa Ordu ilinden ve yakın ilçelerden de katılanlar oldu. Hasret ve muhabbetle yapılan kucaklaşmalar içinde tam bir bayram havası vardı. Fikir birliğinin hâkim olduğu böyle zeminlerin oluşmasında, Yeni Asya’nın rolü elbette çok büyüktü. Fikir birliği, cemaati de büyültüyordu. Sayıdan ziyade fikrin büyüklüğü ve bütünlüğü, ittihad ve ittifakın temelini oluşturuyordu. Anadolu çapında, kadın erkek herkesin sahip çıktığı kudsî iman hizmetinde aktif vazife alan ve bir şekilde bu dâvâya katkıda bulunan bu kahraman insanların hepsini yürekten tebrik ediyor ve ihlâs ve istikamet dairesinde istihdam olunmalarını Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Değersizleştirme mekanizması |
Enâniyet, ego, ben merkezli, mânâ-yı ismiyle düşünme ve bakmanın bir ürünü olan değersizleştirme mekanizmasını Amerikan Psikiyatri Birliği, “Birey emosyonal çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine karşı, kendine veya başkalarına aşırı olumsuz değerler yükleyerek tepki verir”1 şeklinde tanımlar. Ene/ego, benlik bir ölçü olsun diye insana verilmiştir. Çünkü, insan küçük, basit, sonlu hisleriyle sonsuz olan yüce Yaratıcının isim ve sıfatlarını kavrayamaz. Ene/benlik; Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını kıyas edebilmek ve anlamak için verilmiş, vehmî bir durumdur. Ancak bu ene kâinatta dış gerçekliği olan bir şey değil, belki geometrideki farâzî çizgiler gibi itibarî bir şeydir. Bu araçla insan, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin mahiyetini anlayabilir. Böyle bir araç verilmeseydi insanın “insan” olması, İlâhî sıfat ve isimleri anlaması mümkün olamazdı. Çünkü, mutlak ve her şeyi kapsayan bir şeyin sınırı olmadığı için ona bir sınır çizmek, bir sûret takdir etmek mümkün değildir, sınırlanamayan şeyin mahiyetinin anlaşılması ise mümkün olmaz. Karanlık olmadan sürekli aydınlığın mahiyeti anlaşılamadığı gibi, mukayese imkânı olmayan şeylerin anlaşılması da imkân haricidir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatları sınırsızdır. Bilinebilmeleri için farâzî bir çizginin, sınırın çekilmesi gerekir. Ene ilk aşamada kendinde farâzî (varsayımsal) bir rububiyet, kudret, ilim ve mülkiyet tevehhüm eder; “Buraya kadar benim, gerisi Allah’ın” der. Bu hatla ilim, kudret, rububiyet ve mülkiyet gibi kavramların mahiyetini hissetmeye başlar. Zamanla, bütün kâinatla beraber kendisinin de Allah’ın mülkü olduğunu anlayıp kendi ilmi, kudreti ve mülkiyeti için çizdiği farazî çizgileri de kaldırarak Allah’ın ilim, kudret ve mâlikiyetinin sınırsız olduğunu fark eder ve Allah’a “ilimle/bilerek” inanmaya başlar.2 Ancak, kimi ego/benlikler, kendinde bir varlık ve güç hissederek her şeyin mercii, kaynağı olduğunu vehmeder. Dolayısıyla herşeyi ben merkezli algılar ve değerler manzumesi de ben merkezli oluşur. Bu durumda kendisinden başka herşeyi değersizleştiren benlik; kendine, kendinin olana olduğundan kat kat fazla; kendinin olmayana ise, değerinin altında kıymet verir ve değersizleştirme mekanizması ortaya çıkar. Değersizleştirme mekanizmasını etkisiz kılabilmenin yolu, öncelikle psikolojik dinamiklerini kavrayıp değerin ne olduğunu ve değeri kimin tayin etmesi gerektiğini tesbit etmektir. Varlığa mânâ-i harfi ile baktığımızda; Esmâ-i Hüsnâ olan Allah’ın en güzel isim ve sıfatlarının tecellilerine mazhar olduklarını, atomdan galaksilere kadar kâinat baştan ayağa sanat hârikası olduğu anlaşılır. Esmanın eşyaya yansımasıyla da değerlerini aldığını anlarız. Yâni, Esmâ, herbir varlığa tecelli etmesinden; eşya O’nun isimlerine ayna olmasından bir anlam ve değer kazanır. Eşya, Esmâ ile Allah’a nisbet edildiğinde değeri büyür, anlamı derinleşir. Ancak, benmerkezci bakış, Esmâ ile olan nisbeti keser ve Rabbânî sanatlar gizlenir; eşyanın değeri de maddî yönüyle sınırlı kalır. Yani, varlığı yüce Yaratıcısından, San'atkârından koparmak ve değersizleştirmek anlamına gelir.
Dipnotlar:
1- Yeni Asya, Enstitü Sayfası, 4.7.2003. 2- Sözler, s. 495.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Selâmlaşmak da şeâir-i İslâmiyedendir |
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Medine’ye yerleşince evi ziyaretçilerle dolup taşmaya başlamıştı. Ziyaretçilerin çoğunu, daha çok yeni Müslüman olanlar oluşturuyordu. Putları kırıp Hak dine giren bu insanlar Resûlullah’tan (asm) hayatları için örnek tavsiyeler almak istiyorlardı. Bu tavsiyelerin başında da şüphesiz ki “selâm” gelmektedir. Selâm sözlükte; barış, rahatlık, selâmet, esenlik, kurtuluş, maddî ve mânevî zararlardan uzak kalma, dünyadaki belâlar ile ahiretteki azaptan kurtulma, sonu iyi ve hayırlı çıkma, insanların birbirleriyle karşılaştıklarında kullandıkları, yakınlık, dostluk ve saygı ifade eden söz veya işaret anlamlarına gelmektedir. Selâm, Müslümanlar arasında, Allah’ın rızasını kazanmak için mü’minlerin birbirine ettiği “Selâmün aleyküm” şeklindeki duâ ve “kullara gelen ayıp, eksiklik, kusur ve yokluktan sâlim olan, kendisi her türlü eksikliklerden yüce olduğu gibi yarattıklarına da selâmet veren Allah” mânâlarına gelir. Selâm ismi Kur’ân’da da pek çok yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah’tır gerçek İlâh! Ondan başka yoktur ilâh! O Melik’tir, Kuddûs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allah, müşriklerin iddiâlarından münezzeh ve yücedir.”1 Peygamber Efendimiz (asm), “Selâm, Yüce Allah’ın isimlerinden bir isimdir ki, onu Allah yeryüzüne koymuştur. O halde, selâmı aranızda yayınız!” buyurmuştur. Resul-i Ekrem (asm)’a “İhsan nedir?” diye sorulduğunda, “Yemek yedirmek ve herkese selâm vermektir” buyurmuştur. Yahudilerden Müslüman olan Abdullah b. Selâm “Resûlullah (asm) Medine’ye gelince, halk ona koşuştu. ‘Resûlullah geldi!’ denilince, onu görmek için ben de halkın arasında onun yanına gittim. Resûlullah’ın yüzünü görünce, anladım ki, onun yüzünde yalan yoktur! Konuşurken, kendisinden ilk işittiğim söz de, ‘Ey insanlar! Selâmı aranızda yayınız (Selâmlaşmayı yaygınlaştırınız!) Yemek yediriniz! Akrabalık haklarını gözetiniz! İnsanlar uykuda iken siz namaz kılınız ki, selâmetle cennete giresiniz’ sözü” olduğunu anlatır.2 Resûl-i Ekrem’in (asm), Medine’ye gelir gelmez, selâmlaşmayı tavsiye etmesi, bunun Müslümanlar arasında tanışma ve kaynaşmaya biricik sebep oluşuyla ilgili olmasındandı. Nitekim bir gün Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) “Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, siz iman etmedikçe, cennete giremezsiniz! Birbirinizi sevmedikçe de, gerektiği gibi, iman etmiş olmazsınız! Ben sizi, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi?” demişti. Sahabeler “Söyle’” dedikleri zaman Allah’ın Resulü (asm), “Selâmı aranızda yayınız!” buyurmuşlardır.3 Resûlullâh’a (asm) birisi “İslâm’ın en hayırlısı hangisidir?” diye sordu. “Yemek yedirmen ve tanıdığına, tanımadığına selâm vermendir” buyurdular.4 Selâm Kur’ân-ı Kerim’de, dua mahiyetinde ve cennetin ismi olarak da anıldığı görülür: “Âyetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı. Gerçek şu ki: Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslâh ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”5 “Kendisine kavuştukları gün, Allah’ın onlara iltifatı, ‘selâm’dır. Allah onlara çok değerli mükâfat hazırlamıştır.”6 “Onların oradaki duası: ‘Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!’ (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise ‘selâm’ dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”7 “İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: “Selâm size!” diye seslenirler.”8 “Onlara merhametli Rabb’in söylediği selam vardır.”9 “Rableri katında onlara selam yurdu (cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur.”10 “Allah kullarını Daru’s-Selam’a (selâm yurduna) çağırıyor ve o, dilediğini doğru yola iletir.”11 Selâm verme âdetinin Âdem'le (a.s.) başladığı rivayet edilir. Peygamber Efendimiz (asm), bir mecliste otururken, bir zât gelip, “Esselâmü aleyküm!” diyerek selam verdi. Peygamberimiz (a.s.m.) onun selâmına karşılık verdi. Adam oturunca, Peygamber Efendimiz (asm) on sevap kazandığını söyledi. Sonra başka bir adam geldi ve “Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!” diyerek selâm verdi. Peygamberimiz (a.s.m.), onun selâmına karşılık verdi. Adam oturunca, Peygamberimiz (a.s.m.) ona yirmi sevap verildiğini söyledi. Sonra başka bir adam geldi ve “Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü!” diyerek selâm verdi. Peygamberimiz (a.s.m.) onun selamına karşılık verip adam oturunca, ona da, otuz sevap verildiğini söyledi. O sırada, meclisten bir adam kalkıp selâm vermeden gitti. Bunun üzerine, Peygamberimiz (a.s.m.), “Arkadaşınız (selam vermeyi) ne çabuk unuttu. Sizden biriniz meclise gelince selam versin, oturmayı uygun görürse otursun! Meclisten ayrılmak için kalkınca da yine selâm versin! Verilmeye lâyıklık ve gereklilikte, önceki selâm sonrakinden farklı değildir” buyurdu.12 Bediüzzaman Said Nursî, yazdığı mektuplarda selama çok önem vermiştir. Mektuplarını selâmlarla süslemiştir. Meselâ bir mektubuna (mealen) şöyle başlar: “Ömür dakikalarınızın aşireleriyle vücunuzdaki zerrelerin çarpımı sayısınca Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” Bir başka mektupta ise, “Allah’ın selâmı, rahmeti ve berekâtı üzerinize olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti ve berekâtı senin, validenin, kardeşinin ve ihvanlarının üzerine olsun” der.13 Selâm vermek veya verilen selâmı almak, Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır. Selâmlaşmakta cimrilik etmek, iyi sayılmamıştır. Peygamberimiz (asm); evine selâm vererek giren kimsenin, bunun kendisine ve ev halkına bereket getireceğini haber vermiştir.14 Müslüman haklarından birisi de, karşılaştığı kimseye selâm vermek ve musafaha etmektir. Zira Resul-i Ekrem (asm), “Selâm vermeden önce söze başlayan kimseye, selâm ile başlayıncaya kadar cevap vermeyin” buyurmuştur. Bir adam şöyle demiştir: “İzin almadan ve selâm vermeden Resul-i Ekrem (asm)’ın huzuruna girdim. Resul-i Ekrem, ‘Geri dön! Selam ver, sonra içeri gir’ diye buyurdu.” Enes (r.a.) şöyle demiştir: “Sekiz sene Resul-i Ekrem’in hizmetinde bulundum. Bana: ‘Ey Enes! Abdeste devam et ve abdesti güzel al ki, ömrün uzasın. Karşılaştığın herkese selam ver ki, hasenatın çoğalsın. Evine girdiğin zaman ehl-i beytine selâm ver ki, evinin iyiliği ve bereketi artsın’ buyurdu.” Selâm verilirken de binekli olan, yayaya; yaya, oturana; azlık, çokluğa; yaşça küçük olan, büyük olana önce selam verir.15 Bir hadis-i şerifte, “Bir Müslüman diğer bir Müslümana selâm verdiği; o da selâmı iade ettiği zaman, melek yetmiş kere ona selâm eder” buyurulmuştur. Resul-i Ekrem (a.s.m.), “İnsanların, Allah yanında en makbul olanları, selâmı önce verenlerdir” buyurmuştur. Selâm vermek, nafile bir ibadet olmakla beraber, verilen selamın alınması ise, farzdır.16 Yukarıdaki ayet ve hadislerde görüldüğü gibi selâmlaşma üzerinde önemle durulmuştur. Ecdâdımız “önce selâm, sonra kelâm” diyerek selâma öncelik verdiklerini göstermişlerdir. Müslümanları birbirine yaklaştıran ve kaynaştıran selâmdır. Selâm aradaki düşmanlıkların kalkmasına da sebep olmaktadır. İki kişinin yukarıda örneklerini verdiğimiz selâmlaşma usûlleriyle selâmlaştıklarını gördüğümüzde onların Müslüman olduklarına hükmederiz. Üstad Bediüzzaman der ki: “Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye (kamu hukuku) nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevî şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.”17 Öyleyse selâmlaşma da şeair-i İslâmiyedendir. Selâmlaşmayı aramızda yayalım.
Dipnotlar:
1- Haşr Sûresi, 23. 2- Ahmed b. Hanbel, 5: 451. 3- Buhari, Sahih, Edebü’l-Müfred, s. 254-255. 4- Tecrit Terc., 1: 29-30. 5- En’am Sûresi, 54, 6- Ahzab Sûresi, 44. 7- Yunus Sûresi, 10. 8- Araf Sûresi, 46. 9- Yâsîn Sûresi, 58. 10- En’am Sûresi, 127. 11- Yunus Sûresi, 25. 12- Ahmed b. Hanbel, 2: 287, Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 256. 13- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 449. 14- Tirmizî, 5: 59. 15- Buhârî, Sahîh,7: 1 28. 16- Buhari, Sahih, Edebül-Müfred, s. 268.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cennet dostları |
Sedâ Hanım: “1- Biz kadınlar Cennette kocalarımızla evlenecek miyiz? 2- Cennette annemizi, babamızı, akrabalarımızı ve sevdiklerimizi görecek miyiz? Kısacası mü’minler sevdiklerini görebilecekler mi? Cennette Yüce Allah’ı görebilecek miyiz?” İzmir’den Günan Bey: “Mü’minlerin görmek istedikleri yakınları Cehennemde ise görüşme olacak mı? Nasıl olacak? Herkes Cehenneme uğrayacak mı?”
1- Doğrudan Kur’ân ve hadisten delillerle yüz yüze gelelim: Kur’ân buyurur ki: “Ne mutlu defteri sağından verilenlere! Onlar dikensiz meyve ağaçları altındadırlar. Salkım salkım muzlarla dolu ağaçlar altındadırlar. Dâimî gölgededirler. Çağlayıp duran su başlarındadırlar. Ardı arkası kesilmeyen ve kendilerinden esirgenmeyen bol meyveler arasındadırlar. Yükseltilmiş döşekler üzerindedirler. Defteri sağından verilenler için Biz orada dünya kadınlarını yeni bir yaratışla yaratmış ve kocalarına düşkün, yaşıt bâkireler yapmışızdır!” 1 Bu âyetin tefsîri sadedinde Bedîüzzaman Hazretleri der ki: “Bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refîka-i hayat (hayat arkadaşı) değildir; belki hayat-ı ebediyede (ebedî hayatta) dahî bir refîka-i hayattır.”2 Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, dünyada evli eşlerin Cennette de berâber olmaları için kadına ve erkeğe şu görevler düşmektedir: a- Koca, sâlihâ karısının dinine bağlılığını kendisine örnek almalı; kendi hatâlarını görmeli, kendisini düzeltmeye çalışmalı. Karısı gibi dindar olmaya gayret etmelidir. b- Kadın, salih amel sahibi kocasının dinine bağlılığını kendisine örnek almalı, dînine bağlanmalı ve takvâya girmelidir. Böyle dini ve güzel ahlâkı yaşamada birbirine yardım eden ve birbirini örnek alan karı kocanın genç ve güzel olarak yeniden yaratılıp Cennette de birbirlerine ebediyen sunulacakları müjdelenmiştir.3 2- Cennette birbirini Allah için seven herkesin sevgilerini tazeleyecekleri, eski dostlukların ebedî olarak yeniden kurulacağı, herkesin Allah için sevdiği yakınlarıyla-–anne, baba, evlât, kardeş, arkadaş ve akrabaların birbiriyle görüşeceği ve diledikleri zaman berâber olacakları da Kur’ân’ın müjdeleri arasında yer alır. Bu dostlar ve yakınlar, Kur’ân’ın haberine göre derin gölgeliklerde karşılıklı iskemlelerde ve koltuklarda otururlar ve dünya mâcerâlarını birbirlerine naklederler. İşte âyetlerden bir kaçı: “Onların gönüllerinden her türlü kini kaldırmışızdır. Karşılıklı tahtlarda kardeşçe otururlar. Onlara hiçbir meşakkat erişmez. Onlar oradan çıkarılacak değillerdir.”4 “Onlar nimetlerle dolu Cennetlerde karşılıklı koltuklara kurulmuş halde ikramlara mazhar olurlar.”5 “Onlar bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyinip karşılıklı otururlar.”6 Cennet ehlinin birbiriyle görüştüğü gibi, Cehennemdeki arkadaşlarıyla da görüştüklerini anlıyoruz: “O Cennet ehli, birbiriyle sohbete dalıp dünyadaki mâcerâlarını sorarlar. İçlerinden biri der ki: ‘Benim dünyada bir arkadaşım vardı. Bana sorardı: ‘Ölüp toprağa karıştıktan ve kemik yığını hâline geldikten sonra diriltilip hesaba çekileceğine inananlardan mısın?’ diye. Cennetteki arkadaşlarına sorar: ‘Şimdi onun ne halde olduğunu biliyor musunuz?‘ derken bakar, onu çılgın Cehennem alevlerinin ortasında görür. Ona der ki: ‘Allah’a yemin olsun; az daha beni de helâke sürükleyecektin! Eğer Rabb’imin nimeti olmasaydı ben de Cehennem ehlinden olacaktım’ Sonra Cennetteki arkadaşlarına, ‘Dünyadaki ilk ölümümüzden başka artık bize ölüm yoktur. Öyle değil mi?‘ der. ‘Biz azaba uğratılacak değiliz.‘ Muhakkak ki bu pek büyük bir kurtuluştur!”7 3- Mü’minlerin görüşmek istedikleri yakınları Cehennemde iseler, mutluluk ve saadet içinde görüşmek elbette onların Cehennemden çıkmaları ile mümkün olacaktır. Mü’minlerin, yakınlarının Cehennemden bir an önce çıkmaları için duâ edeceklerini, bu duâların kabul olmasıyla İnşaallah yakınlarının Cehennemden çıkabileceklerini Peygamber Efendimiz (asm) müjdelemiştir.8 Bundan sonraki görüşmeleri ebedî bir mutluluk içinde Cennette gerçekleşir. 4- Herkes Cehennemden geçecek diye bir şart veya prensip yoktur. Allah dilerse, Cehenneme girmekten kurtulacak kimseler vardır ve şunlardır: I- Dünyada Allah korkusunu yaşayarak gözyaşları içinde günahlarından tövbe edenler. Peygamber Efendimiz (asm): “Allah korkusundan ağlayan kimse, sağılan süt memeye girmedikçe ateşe girmez” buyurmuştur.9 II- Mahşerde Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatine erenler ve Allah’ın affına ve mağfiretine ulaşanlar. 5- Cennette sonsuz güzel olan Yüce Allah’ı görmemiz İnşâallah mümkün olacak ve bu görüş Cennette Cenneti unutturan en büyük mutluluk olacaktır. “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır. (O’nu göreceklerdir.)”10 âyeti bu büyük görüş mutluluğunu müjdeliyor. Dipnotlar: 1- Vâkıa Sûresi: 27-38. 2- Lem’alar, s. 198. 3- Lem’alar, s. 199. 4- Hicr Sûresi: 47, 48. 5- Sâffât Sûresi: 43, 44. 6- Duhân Sûresi: 52, 53. 7- Sâffât Sûresi: 50-60. 8- Müslim, Îmân, 301. 9- Riyâzu’s-Sâlihîn, s. 337. 10- Kıyâme Sûresi: 22, 23.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Başörtülüleri rahat bırakın |
Dünya değişti, ama Türkiye’deki yasakçılar değişmemekte ısrar ediyorlar. Kanunsuz ve keyfî başörtüsü yasağı hiç umulmadık yer ve zamanda karşımıza çıkıyor. Kanunsuz yasak tamamen sona ermediği müddetçe de bu ve benzeri haksızlıkların yaşanması kaçınılmaz. Son günlerde 3 farklı ilde, üç farklı ‘başörtüsü yasağı uygulaması’ ile karşılaşıldı. İlki Bursa’da yaşandı. Oyak-Renault Otomobil Fabrikası’nın içinde, çalışanların alışveriş yaptığı bir tüketim kooperatifi yer alıyormuş. Oyak-Renault’daki başörtüsü yasağı 27 Şubat 2010’da bir çalışanın, eşi, annesi ve babasıyla birlikte kooperatife alış verişe gitmek istemesiyle ortaya çıkmış. Kapıdaki görevliler çalışan işçi ile başı açık eşini içeri almış, ancak başörtülü annesi ile babasının girmesine izin vermemiş. Yaşlı çifti yağmur altında bekçi kulübesinin önünde bekleten görevliler, talimatın yönetimden geldiğini söylemiş. Uygulama ile ilgili olarak sonraki günlerde çeşitli bahaneler ileri sürülse de ortada bir ‘yasak’ olduğu aşikâr. İkinci yasak uygulaması haberi de İzmir’den geldi. İzmir Büyükşehir Belediyesi, başörtülü öğrencilere indirimli seyahat hakkı tanıyan ‘paso’ vermiyormuş. Yanlış uygulamayı ısrarla savunan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, mağdur olanların sayıca azlığından bahisle; “Sadece Açık Lise’de okuyan üç-dört öğrenci...” demiş. (Star, 30 Mart 2010) Bu uygulama sebebiyle mağdur olanların iki üç öğrenci olduğu iddiası gerçeği yansıtmıyor. Çünkü bu uygulamadan imam hatip liselerinde okuyan başörtülü öğrenciler de mağdur oluyor. ‘Paso’ alabilmek için mecburiyetle başı açık fotoğraf çektirmek başka, kendi rızalarıyla başı açık fotoğraf vermek başka. Öğrencilerin isteğine bırakılsa, başı örtülü fotoğraf vererek paso almak isteyenlerin sayısı hesaplansın... “Kılık kıyafet yönetmeliği var...” diyerek meseleyi halletmek mümkün değil. Kanunlara dayanmayan yönetmelikleri uygulayarak bir yere varamayız. Bu yasak kanunsuzdur ve bir an önce kökten sona ermelidir. Bütün bunlar bir yana, bu şekilde hakkı elinden alınan ve mağdur edilen sadece tek bir kişi bile olsa; bu uygulamanın zulüm olduğu gerçeğini değiştirmez. Zira hakkın küçüğü büyüğü olmaz ve hak ihlâlinden kaç kişinin mağdur olduğuna bakılmaz. Bir başka yasak haberi de Edirne’den geldi. Bir ilaç firması (Eczacıbaşı) Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesinde meslekî bir toplantı düzenlemiş. Toplantıya katılmak üzere belirtilen yere giden 10 bayan doktor, başörtülü oldukları için içeri alınmamışlar. Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa kapıdaki görevliler, “Biz emir kuluyuz. Başörtülüleri içeri alamayız” demişler. Tabiî ki başörtülü doktorları içeri almamanın sorumluları kapıdaki görevliler değildir. Onlara o emri veren ve yanlışta ısrar edenler sorumludur. Toplantıyı düzenleyen firma da tamamen masum görülemez. “Bunlar benim misafirimdir, ben davet ettim, içeri alınsınlar” demediyseler onlar da bu yanlışa imza atmış sayılır. Bütün bu yapılanlar kökten yanlıştır. 2010 yılında bile hâlâ insanların ‘iş’ine değil de ‘dış’ına bakarak karar vermek yanlışın en büyüğü olmaz mı? Bu uygulamalardan, dolaylı olarak hükümet de sorumludur. “Ben ne yapayım, üniversite özerktir. Ben ne yapayım, belediye CHP’lidir. Ben ne yapayım Renault fabrikası ‘özel’dir” denilemez. Özeldir, özerktir, ama neticede burası Türkiye’dir. Nerede “İnsan Hakları Komisyonu?” Nerede iktidar? Bu yanlışlara ‘dur’ demek onların vazifeleri arasında değil mi?
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Câzibe-i umûmî-i vatanî…” (6) |
Bediüzzaman’ın bütün beyânları ve yazıları, birliğe ve bütünlüğe dâvet eder. Daha sonra, “Ey eski çağların, cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfadı (torunları) olan vatandaşlarım ve kardeşlerim!” ibâresiyle bizzat değiştirdiği, “Ey Asurîler ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanından pişdâr (önder) kahraman askerleri olan arslan Kürtler!” hitâbesinde, İslâmiyetten ve Osmanlıdan ayrılmama çağrısında bulunur. Hitap, Kürtlerden topeyekûn millete umûmileşir; lâkin “ittihad-ı millî” mesajı değişmez. Zira “hürriyet, hakikat, milliyet, meşrutiyet, hamiyet” öğretisine bütün milletin ihtiyacı vardır. Hakikat şudur ki Bediüzzaman’ın, “Beşyüz sene yattığınız yeter, artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahrayı vahşette vahşet ve gaflet sizi yağma edecektir” hitabıyla, Kürtleri meşrûtiyet, hürriyet ve medeniyete teşvik etmekte. Bazı nâdânların ileri sürdüğü gibi “ayrılıkçılığı”, bölünüp parçalanmayı yahut Kürtlerin kavmiyetçiliğini değil, vatan ve milletin birlik ve bütünlüğünü ders vermekte. “Tefrika (ayrılık) ile katre katre (damla damla) müteferrik (parçalanmış, dağılmış) su gibi zayi’ olan (kaybolan) hâmiyet (millî onur ve haysiyet) ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle –yani İslâmiyet milliyetiyle- tevhid (birleştirip) mezcederek (kaynaştırarak) zerratın (atomların) câzibe-i cüz’iyyeleri (aralarındaki küçük çekim gücü) gibi tedvir ederek (çevirip idâre ederek) câzibe-i umumî-i vatanî (vatanın bütününde oluşan millî câzibe) teşkili”ni hedef gösterir. “Kürt gibi bir kütle-i âzimi (büyük bir kitleyi)- ‘Türk- Kürt gibi bir kütle-i azimi- (büyük kütlenin birliğini) küre gibi tedvir ederek (çevirerek) şems-i şevket-i İslâmiye (İslâmiyetin muhteşem görkemli güneşi) ve—cemâhir-i müttefika-i İslâmiyenin (İslâm cumhuriyetleri birliğinin)—ve Osmaniyenin mevkebinde (topluluğunda, sisteminde) bir kevkeb-i münevver (nurlu parlak yıldız) gibi câzibesine ittiba’(tabi olma) ile müvâzene ve aheng-i umumiyeyi (milletin genel uyumunu, barışını ve dengesini) muhâfaza ediniz” sözünde ayrılık değil, vatanî millî birlik ve bütünlük dersi verilmekte. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.161-162)
“MEVCUDİYETİNİZİ İTTİHADLA GÖSTERİNİZ” Kürtleri, İslâmiyetin muhteşem görkemli güneşi ve Osmanlı topluluğundaki beraberlik ve ahenk içinde parlayan bir ışıklı yıldız olmaya çağırmak, hamiyet ve kuvvetlerini umumî câzibe ile millî birliği teşkiline dâvet etmektir. Cehâlet ve fakirliğe karşı terakki ve medeniyeti hedef gösteren metindeki, “Türk-Kürt tam birleşmiş İslâmî ve dinî milliyetin galeyanıyla ahlâk da tekemmül ve teâli eder” ibâresinin anlamı da budur. Kürtlere, “Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hâmiyet-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, şehâdetnâme-i hürriyeti (hürriyet diplomasını) elinize vermeyecektir” izâhı da bunu bâriz bir biçimde ortaya koymakta. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.161-162) Bediüzzaman’ı, eserlerinde açıkça yazılı “ittihad-ı millî ve muhabbet-i millî” mânâlarının aksiyle karalamaya yeltenmek, açık ibâreleri eğip bükerek saptırmaktır. Tıpkı Bediüzzaman’ın karşı olduğu ve vazgeçirmeye çalıştığı “Şeyh Said harekâtı”yla karıştırmak ya da ismini karıştırmak gibi derin bir cehâlet ya da kasdî bir ifsaddır. Sahi, askerleri, atları, silâhları, cephaneyi hazırlayıp Şeyh Said kalkışmasına katılmak için izin taleb eden Kör Hüseyin Paşa’yı, “Askerler bu vatanın evlâdlarıdır, senin ve benim akrabalarımdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrâk et. Ahmed’i Mehmed’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksın?” telkiniyle vazgeçiren Bediüzzaman’ın ismini bu hâdisede menfi bir tarzda gündeme getirmenin, iyi niyet ve ilmî haysiyetle ne alâkası var?
“KUR’ÂN VE İMANLA TENVİR VE İRŞAD” Gerçek şu ki, Şeyh Said’in hârekata iştirakini isteyen mektubuna, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehidler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayız. Bu şer’an câiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çâremiz Kur’ân ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izâle etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz, zira akım kalır. Bir câni yüzünden binler mâsum kadın ve erkekler ölebilir” cevabıyla ikaz eden Bediüzzaman’ı, Şeyh Said hareketi ile ilişkilendirmek nasıl kasıtlı bir iftira ise, Bediüzzaman’ın serâpa maddî ve mânevî ittihadı tavsiye eden sözkonusu hitabından menfî anlam çıkarmak da o denli çirkin bir iftiradır. Keza kuruluşu esnasında esârette bulunduğu ve başta “Kürdistan” olmak üzere amaçlarına hep karşı çıktığı “Kürd Teâli Cemiyeti” ile ilgisini kurmak da o denli maksatlı bir çarpıtmadır. Yine Bediüzzaman’ın “Binler mâsumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması” olarak tel’in ettiği “dünyada emsali hiç vuku’ bulmamış bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık” olarak gördüğü 1938’deki Dersim fâciasına ülkenin diğer köşesinde mevkuf bulunan Bediüzzaman’ın ismini karıştırmak, o denli iz’ânsızca ve vicdansızca bir bühtandır. İslâm dünyasının ve Anadolu’nun dört bir yandan ecnebilerin işgaliyle bölüşülüp paylaşılmasından şiddetle muzdarip olan Bediüzzaman’ı, cansiperâne mücâhedesinin, maksad ve gayesinin zıddıyla itham etmek, tarih ve haysiyet cellâtlığından başka bir şey değildir… Bu cellâtlar, cevaplarını da yine tarih ve belgelerden alacaklardır…
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Merkel’in ziyareti: Sağırlar diyaloğu mu? |
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ziyareti bir tür sağırlar diyaloğunu andırıyordu. Başbakan Erdoğan Almanya’da Türk liseleri açılması gerektiğini söylerken, Merkel Almanya’daki Türklerin bu ülkeye daha fazla entegre olması gerektiğini, bunun da Almanca’yı öğrenmeleriyle mümkün olacağını savunuyordu. Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine hazır olduğunu söylerken, Merkel bir yandan ‘sözümüze sadığız’ derken, öbür yandan Sarkozy ile birlikte savundukları ‘imtiyazlı ortaklık’ alternatifini dolaylı sözlerle tekrar gündeme getiriyordu. Tek uzlaştıkları husus anayasa değişikliği teklifine Merkel’in de destek vermesi oldu. Ancak maalesef Merkel’in TBMM’de oy hakkı yok. Ayrıca Kıbrıs ve İran meselesinde de iki lider farklı kanaatteydiler. Ankara Protokolü’nün uygulanarak, limanların Kıbrıslı Rumlara açılması talebini Başbakan Erdoğan uygun bir lisanla reddetti. BM Güvenlik Konseyinde İran’a yönelik yaptırımlar konusunda Merkel’in ‘Türkiye’nin Avrupa ve ABD ile aynı yönde oy vermesi bizim için iyi olacak’ demesine karşın, Başbakan Erdoğan ‘yaptırımlar denendi, ancak yararlı olmadı’ diyerek bu talebi de diplomatik bir dille geri çevirmiş oldu. Böylece iki ülke lideri arasında en verimsiz görüşmenin nasıl yapılacağının örneği sergilendi. Peki Almanlar Türkçe eğitim veren liseler açılmasını ister mi? Almanya’nın muhafazakâr Die Welt gazetesinin bu konuda yayınladığı yoruma göre; “Almanya’nın bir zamanların misafir işçilerinin ülkelerine dönmeyip—çocukları ve torunlarıyla birlikte—Alman toplumunun üyesi haline gelmelerini hazmetmeleri yıllar aldı. Ayrıca Türklerin entegrasyon sorunlarının aslında herkesin sorunu olduklarını anlamaları da uzun süre aldı. Bu yüzden Erdoğan’ın Türk diasporasını bir dil gettosuna mahkûm etme arzusu çok tehlikelidir. Türkiye’nin kendi aldanışından uyanması zamanı geldi de geçiyor”. Merkez soldaki Süddeutsche Zeitung ise; “Erdoğan iki yıl önce olduğu gibi yine Almanya’da Türk liseleri kurulmasını tavsiye ediyor. Ama tepkiler kesin; bu okullara ihtiyacımız yok. Elbette eğer Sarkozy Almanya’da daha fazla Fransız okulu kurulması çağrısı yapsaydı, bunu Fransız-Alman dostluğunu perçinleyecek bir adım olarak görürdük. Ama konu Türkçe öğrenmeye gelince, ortada bir sorun var. Bu konu Türk göçünün ellinci yılında bile burada pek sevilmiyor”. Gördüğünüz gibi, Almanlar ülkelerinde Türkçe eğitim verilmesini istemiyorlar. Aslında Türkiye bu ısrarını bir millî politika olarak yıllarca sürdürdü. Hatta Almanya’daki Türk çocukları için din dersinin Almanca olarak verilmesi bile son yıllardaki politika değişikliği ile kabul edildi. Ama bir karar vermemiz gerek; Almanya’daki Türklerin bu ülkeye entegrasyonlarını mı yoksa Türkiye’ye geri dönmelerini mi istiyoruz? Eğer orada kalmalarını istiyorsak, bu ülkenin dilini öğrenen, eğitim kurumlarında başarılı olan ve bütün demokratik haklarını kullanabilen ‘Türk asıllı Almanlar’ olmalarını desteklemeliyiz. Almanya’ya gitmesinden yirmi yıl sonra sözlerimi Almanca’ya çeviremeyen eniştem gibi, ‘işçi kalmaya mahkûm’ Türkler yerine, Avrupa’nın bütün imkânlarını kullanabilen donanımlı nesiller yetiştirmeye çalışmalıyız. Böyle yapmakla onların kendi özlerinden uzaklaşacakları iddiası artık geçerliliğini kaybetti. İletişim çağındayız. Bütün evlerde Türk televizyonları izleniyor, Türkler kendi kültürlerini—dinî inançlarını yaşama bakımından Türkiye’dekinden bile daha rahat bir şekilde— yaşıyorlar. Kısacası; Almanların Merkel gibi düşünmelerini anlamamız gerek. Almanya’da Türkçe eğitim verecek liseler açmakta ısrar etme yerine, bulundukları ülkenin lisanında, ama kendi kültürlerini de aşılayabilecek Türk okulları ve eğitim merkezleri açılmasını desteklemeliyiz. Merkel’in ‘imtiyazlı ortaklık’ teklifinin de Avrupa’daki birçok kişi tarafından paylaşıldığını da unutmamalıyız. Financial Times Deutschland’ın yazdığı gibi; bu fikrin savunucularına göre sorun ‘Türkiye’nin AB için hazır olup olmaması değil, AB’nin Türkiye’ye hazır olmamasıdır’. Ama aynı çevreler Türkiye’yi kaybedemeyeceklerini de biliyorlar. Kısacası tam bir çıkmazın içindeler: Türkiye’ye verdikleri üyelik sözünü tutamıyorlar; ama Türkiye’yi kaybetmeyi de göze alamıyorlar.
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Camide AB hutbesi |
Risale-i Nur Enstitüsünce 2. Meşrutiyetin 100. yılı vesilesiyle iki sene evvel düzenlenen panelde bir araya geldiğimiz konuşmacılardan AB uzmanı Dr. Cengiz Aktar, program öncesi sohbetimizde, eski başbakanlardan biriyle arasında geçen diyaloğu aktarmıştı. Buna göre, Aktar o başbakana AB sürecini ve projesini halka anlatıp benimsetmek için camilerden de istifade edilmesi gerektiğini söylemiş. Aktar, başbakanın nasıl bir karşılık verdiğini söylemedi; ama biz paneldeki konuşmamızda bu tekliften bahis açarak, AB başlığı kapsamındaki bazı önemli ve temel konuların camilerde elbette ki anlatılması gerektiğini ifade etmiştik. Bu görüşümüzün dayanak ve referansı olarak, Bediüzzaman’ın 2. Meşrutiyet döneminde İstanbul’un Ayasofya, Bayezid, Fatih ve Süleymaniye gibi tarihî selâtin camilerinde meşrutiyet ve hürriyeti anlatan konuşmalar yapmasını gösterdik. Onun bir İslâm âlimi olarak şeriat namına sahip çıktığı meşrutiyeti şer’î delillerle açıklayan ve Avrupa’daki “Şeriat istibdada müsaittir” zannını tekzip eden izahlarda bulunduğunu hatırlattık. Padişaha, müderris ve talebeleriyle medrese mensuplarına, ulemaya, meb’uslara, medyaya, askerlere... hitaben yaptığı bu izahlar, gündemdeki sosyal ve toplumsal konuları, güncel tartışma boyutlarının ötesinde, prensip bazında, temel ölçü ve parametreler ekseninde yorumlayıp zihinleri aydınlatma gayretinin güzel örnekleri. Keza camiyi hayatla bütünleştirmenin de... Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta, işin ölçü, ayar ve dengesini çok iyi koyup muhafaza etmek. Önemli toplumsal gelişmeleri dinin prensiplerine göre yorumlarken, güncel polemikleri camiye sokmaktan da dikkatle kaçınmak. İşte Said Nursî bunu da çok iyi başarmış. Bunları yazmamızın sebebi, geçtiğimiz günlerde, AB sürecindeki çalışmaları koordine ve AB projesini kamuoyuna mal etmek gibi görevleri olan AB Genel Sekreterliğinin, Cuma günü camilerde okutulmak üzere bir “AB hutbesi” hazırlattığına dair haberlerin yayınlanmış olması. Buna göre, hutbe metninde konuyla ilgili olduğu düşünülen âyet ve hadislerle Atatürk’ün “muasır medeniyetlerin üzerine çıkma” hedefine ilişkin beyanlarına yer verilmiş (Akşam, 19.3.10) Ama Diyanet İşleri Başkanı buna tepki göstermiş. Kendileri dışında bir kurumun hutbe metni hazırlamasına “Herkes kendi işini yapsın” reaksiyonu veren Başkan Bardakoğlu, “AB hutbesi konularımız arasında yok” demiş (a.g.g., 27.3.10) AB Genel Sekreterliğinin, 2003-4’te “Önce teknik konuları halledelim, siyasî reformları sonra yaparız” gibi vahim bir hataya düştüğünü, devrin bir numaralı bürokrat sorumlusunun itirafıyla öğrenmiş ve eleştirmiştik. (Bkz. 9.1.10 tarihli Yeni Asya’daki “Vahim bir itiraf” yazımız..) Aynı birimde AB karşıtı kadroların görev yaptığına ilişkin iddialar da işin bir başka boyutu... İşte böyle bir kurumun AB sürecini cami cemaatinin gündemine taşıma düşüncesi, prensipte doğru. Buna ihtiyaç var. Ama bu konunun da Atatürk referansıyla ele alınması çok yanlış. Buna karşılık Diyanet’in AB Genel Sekreterliğine yönelik “Hutbe yazmak sizin işiniz değil” tepkisinde haklı cihetler olsa da, “Gündemimizde AB hutbesi diye bir konu yok” tavrı hatalı. Bu soğuk tavırda, AB’nin, “Laik sistemde devlete bağlı resmî bir din teşkilâtı olmaz” yaklaşımının da etkisi var mı, bilmiyoruz. Ancak Diyanet’in AB üyesi bir Türkiye’deki konumuna şimdiden hazırlanması gerektiğini düşünüyoruz. İlâveten, günlük hayatın en sıradan konularında bile ısmarlama merkezî hutbeler yazdıran bir kurumun AB gibi çok önemli bir meseleyle ilgili olarak cami cemaatini aydınlatacak izahlarda bulunmaktan uzak durması, son derece yanlış. Müslümanların sair din mensuplarıyla ilişki bahsinde kafalarını meşgul eden suallere doğru cevapları vermek Diyanet’in aslî görevlerinden. Bu işe de Atatürk’ü karıştırmamak şartıyla...
31.03.2010 E-Posta: [email protected] |