H. İbrahim CAN |
|
Kıbrıs’ta müzakerelerin birinci turu biterken |
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas arasında yaklaşık bir yıl önce başlatılan görüşmelerin birinci turu sona ererken, elde edilen tek olumlu gelişme, tarafların ilk kez anlaştığı ve anlaşamadığı hususları ortak metin haline getirmesi oldu. Bu görüşmeler altı başlık halinde yürütülmüştü. Müzakerelerde gelinen nokta şöyle: 1- Yönetim ve güç paylaşımı: Yeni devletin federal yürütme organının nasıl oluşturulacağı konusunda taraflar bir uzlaşmaya varamadılar. Türk tarafı ayrı ayrı listelerle seçime gidilmesini önerirken, Rum tarafı başkan ve başkan yardımcısının tek liste ile ağırlıklı oyla doğrudan halk tarafından seçilmesini istiyor. Federal senatoda uzlaşılsa da federal meclisin oluşumu hususunda da uzlaşma yok. Ayrıca Rum tarafı otuz beş yıldır oraya yerleşmiş olan Türkiyeli göçmenlerin adada kalmasına da karşı çıkıyor. Vatandaşlık konusunda da uzlaşma yok. Federal polis konusunda uzlaşma sağlandı. Devlet memurlarının yüzde kaçının Türk olacağı konusunda tam uzlaşma henüz yok. 2- Garantörlük sistemi: Türk tarafı Bosna ve benzeri örnekleri dile getirerek, Türkiye ve Yunanistan’ın 1960 Garanti ve İttifak anlaşmasındaki gibi garantörlüğünün sürmesini istiyor. Rum kesimi ise AB üyeliği yeterli güvence sağlar, garantörlük çağdışı diyor. Ayrıca Rum tarafı Türk ve Yunan askerlerinin adadan çok kısa süre içinde tamamen çekilmesini istiyor. 3- Dış ilişkiler: İki taraf bu konuda uzlaşamıyor. Türk tarafı federe devletlerin bu konuda daha bağımsız olmasını isterken, Rum tarafı yalnızca kültür ve ticaret alanında böyle bir serbestiyeti kabul ediyor. 4- Mülkiyet: Toprak konusunda hiçbir uzlaşma sağlanamadı. Zaten bu konu en zor konu olduğu için en son karara bağlanabilecek konular arasında. Türk tarafı hem mülk sahiplerinin hem de mevcut kullanıcıların haklarını koruyacak tazminat, takas ve iade alternatiflerini içeren ve bu konuda mülkiyet komisyonuna nihaî yetki veren bir çözüm bulunması gerektiğini savunuyor. Rum tarafı ise bu konuda mülk sahibinin seçiminin esas alınmasını istiyor. 5- Ekonomi: Bu konuda altı başlıkta ortak metin hazırlandı. Merkez Bankası ve para birimi üzerinde uzlaşılan konular. Ancak kalkınma politikalarının belirlenmesinde yetki konusunda uzlaşma sağlanamadı. 6- Yeni devlete geçiş: Türk tarafı bu konuda Annan Planının esas alınmasını önerirken, Rum tarafı herhangi bir teklifte bulunmadı. Bu konuda uzlaşmanın ikinci turda sağlanabileceği sanılıyor. 7- Avrupa Birliği ile ilişkiler: Taraflar arasında bu konuda bazı anlaşmazlıklar bulunsa da temelde uzlaşma sağlandı. Kısacası; en önemli konular olan mülkiyet, toprak, güvenlik ve garantiler konusunda hiçbir uzlaşmaya varılamadığı gibi, aradaki görüş farklılıkları da hayli derin. Rum tarafı AB üyesi olmasının verdiği rahatlık içinde, müzakereler için bir takvim ve son tarih belirlenmesine karşı çıkıyor. Türk tarafı ise sonsuza kadar müzakerelerin süremeyeceğini, bu yıl sonuna kadar tamamlanıp, 2010 başında referanduma gidilmesini istiyor. Görünen o ki; maalesef bir yıllık müzakerelerde önemli bir ilerleme sağlanamadı. Asıl önemli konuların geride olduğu, müzakerelerin uzayacağı ve liderlerin görev süresinin bu müzakereleri bitirmeye yetmeyeceği düşünülürse, Kıbrıs’ta çözümün hâlâ çok uzak olduğunu söylemek mümkün. Türkiye’nin bu konudaki tek kozu Türk limanlarının Rum gemilerine açılması. Bunu da müzakerelere endekslemeden, AB üyelik süreci taahhüdümüz olarak zaten yapmak zorunda kalacağız. Umarız BM ve AB, Rum tarafı ve hamisi Yunanistan’a baskı yaparak, bu sorunun bir an önce çözülmesini sağlar. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Hasan YÜKSELTEN |
|
Sesimi duyan var mı? |
—17 Ağustos deprem şehitlerinden Mahir Küçük ve ailesine ithafen—
Öncelikle, bu köşeyi bugünkü yazımda biraz kişiselleştirdiğim için, okuyucularımızdan özür dilerim. ‘Sesimi duyan var mı?’ cümlesini hatırladınız mı? 17 Ağustos depreminin simgesiydi hani. Kurtarılmayı bekleyen bir can daha vardır umuduyla enkaz yığınlarına doğru bağırırdı kurtarma ekipleri. Depremle ilgili her haberde bu ses çınlar kulaklarımda. İnsanın yaşı ilerledikçe zaman daha hızlı akmaya başlıyor sanki. Belki çok kısa bir süre sonra şairin dediği gibi ‘Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?’ diyeceğiz. Öyle ya. On yıl geçmiş üzerinden. Oysa sanki dün gibiydi. Zemini 45 saniye boyunca müthiş bir sarsıntıyla sarsan, gecenin bir vaktinde uykumuzu bölerek bizleri sokaklara döken, hayata pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuzu bizlere hatırlatan zelzele sanki dün yaşanmıştı. 17 Ağustos denilince; Değirmendere’de, Gölcük’te, Adapazarı’nda yol boyunca üst üste geçmiş apartmanları hatırlarım. Yıkık evlerden sallanan tülleri hatırlarım. Enkaz yığınlarını, şehirlere sinen ölüm kokusunu, çadır kentleri hatırlarım. Çınarcık’ta depremden bir gün öncesine kadar en ehl-i dünya manzaraların yaşandığı sahillerde, belediye hoparlörlerinden Yasin Sûresi’nin okunmasını hatırlarım. O günün sabah namazında camilerin tıklım tıklım dolduğunu hatırlarım. Yaşanan sıkıntılara ve acılara rağmen gülümseyebilen, isyan etmeyen, Allah’a tevekkül eden ve de yaşananlardan ders çıkarmaya çalışan nurlu simaları hatırlarım. Geride bıraktığımız deprem şehitlerimizi hatırlarım. Ama illâ ki Mahir Küçük Ağabey’i hatırlarım. Özellikle İzmitliler bilecektir Mahir Ağabey’i. Hayatının en önemli vazifesini Risâle-i Nur ve iman hizmeti olarak belirlemiş, kafası her zaman dâvâsıyla meşgul biri olarak hatırlayacaklardır. Ben kendisini, dâvâsında kararlı, mütebessim bir sima olarak hatırlarım. Hayatını dâvâsına adamış bir muhabbet fedaisi olarak hatırlarım. Kendisiyle her görüşmemizde, heyecan ve şevkle anlattığı hizmet hikâyeleriyle hatırlarım. Vefatından kısa bir süre önce görme engellilere Risâle-i Nur okuma projesiyle hatırlarım. Ben Mahir Ağabey’i hep iman hizmetlerindeki gayretiyle hatırlarım. Kendisiyle öğrenci sohbetlerinde ve okuma programlarında bir arada olurduk. Fındıksuyu’nda küçük kızlarının, sorduğum sorulara çocuk masumiyetiyle verdikleri cevapları Mahir Ağabey’e anlattığımda, ‘Ne yapsınlar, dünyadan bildikleri bu kadar’ demişti. O kadarla da kaldılar. Allah, rahmetiyle Mahir Ağabey ve ailesini hep birlikte cennetine alınca, küçük kızları da dünyanın melekleri mertebesinden cennetin çocukları mertebesine yükseldiler. Hayat farklı noktalara, farklı mekânlara savurur insanları ama kudsî bir dâvâya gönül verenler için zaman ve mekân fark etmez. Bediüzzaman’ın dediği gibi: ‘Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz istikbalde, birimiz dünyada, birimiz ahirette de olsak biz yine bir ve beraberiz’. İnanıyorum ki Mahir Ağabey, sen de Hafız Ali Ağabey misâli, yaşadığın minval üzere, cennet bahçesi olan kabrinde Risâle-i Nur’larla meşgulsün şimdi. Senin her zaman, okuldaki öğrencilerinden, öğretmenlerden, apartmanındaki komşularından, mahalledeki çocuklardan, vs. anlatacak bir hizmet hikâyen olurdu. Dünyadaki hizmet hatıralarını şimdi Üstadına anlatıyorsundur belki. Seninle ve İzmit’te hâlen şevkle, gayretle iman hizmetlerinde koşturan hakikat kahramanlarıyla tanışmış olduğum için kendimi bahtiyar addediyorum. Biz senin sesini Derince’de, İzmit’te, Fındıksuyu’nda ve birçok farklı mekânda, hayatlarına anlam kattığın insanların simalarında hâlâ duyuyoruz. Ümit ediyorum ki, nurlu hatıraların yaşandığı her mekânda cennet bahçesi olan kabrinde, sen de bizim sesimizi duyuyorsun. Allah bir daha bizlere, çaresizlik içinde ‘Sesimi duyan var mı?’ cümlesini duyurmasın. Başta Mahir Küçük Ağabey ve ailesi olmak üzere, bütün deprem şehitlerimize binlerce fatihalarla… 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Şark açılımı ve Medresetü’z-Zehra |
Türkiye bugün yoğun bir şekilde yeni açılımları konuşuyor, tartışıyor. Demokratikleşme gibi tedbirler tabana ne kadar inebilecek veya ne kadar yayılabilecek bilemiyoruz. Bütün bunlar samimiyete, gayrete ve en önemlisi de teşhisteki isabete bağlıdır. Siyasetçiler önceki açılımlardan da ders almayı ihmal etmemeliler. 1950’li yıllardan bu yana devam eden açılımlar hep mehter takımı misâli iki ileri bir geri devam etmiştir. Yapılan açılımlar kısmî bir rahatlama getirince birileri gelip hemen eskiye döndürmüştür. Bugün geriye dönüşün imkânsız olduğunu artık herkes teslim etmektedir. Bunca tecrübe ve acıdan sonra yapılan çalışmalar tahrip edilemeyecek şekilde sağlam bir zemine dayandırılmalıdır. Açılımlar esasta olmalıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin yüz küsûr sene öncesinden söylediği prensipler geç de olsa mutlaka dikkate alınmalıdır. Bilindiği gibi, Bediüzzaman Hazretleri, ilk eserlerinde ve konuşmalarında, memleketindeki problemlerin başında istibdat, cehalet ve düşmanlık gibi hususların olduğunu ifade etmişti. Evet istibdadın izalesi için demokrasi şart. Fakat bunun mutlaka eğitim kurumları ile desteklenmesi gerekmektedir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri o zamanlar da, “Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisi” ifadesinde olduğu gibi farklı şehirlerdeki kampüslerden ibaret büyük bir eğitim kurumu, büyük bir üniversite istiyordu. Daha sonra problemlerin daha da derinde ve mahallî olmadığını, sadece Anadolu’nun şarkında değil dünyanın şarkında, bütün Osmanlıda, İslâm dünyasında olduğunu fark etmişti. İstanbul’a geldiğinde ise bunu daha yakından incelemiş ve bizzat yaşamıştı. Anadolu’nun şarkına üniversite istemek için gelen Bediüzzaman Hazretleri, bugün hâlâ mevcut birçok eğitim kurumunun ve üniversitenin kurucusu olan padişaha, “Oturduğun Yıldız Sarayını üniversite yap” demişti. Evet koca Osmanlı nereden nereye gelmişti. Bir zamanlar, tâ Orta Asya’dan Ali Kuşcu gibi ilim adamlarını öğretim üyesi olarak getirten ve kurduğu medresede şimdiki ifadeyle üniversitede kendisini talebe olarak kaydettirip oda tahsis ettirecek kadar ilim ve eğitime önem veren Fatih Sultan Mehmet gibi yöneticiler artık çok gerilerde kalmıştı. Yeniden bir yapılanma gerekiyordu. Bilindiği gibi tarihteki Nizamiye Medreseleri meşhurdur. Büyük Selçuklu sultanı Melikşah’ın emir ve desteğiyle, vezir Nizamü’l-Mülk tarafından kurulmuştur. Büyük âlim Gazalî uzun süre rektörlüğünü yapmıştır. Bölücü ve yıkıcı Batinî mezheplerinin, Batı felsefesinin ve iptidâî akımların durdurulmasında, bütün İslâm dünyasındaki uhuvvet ve kardeşliğin tesisinde Nizamiye Medreselerinin rolü büyüktür. Dünya savaşlarını saymazsak, tarihte, Cengiz ve Hülâgu dönemi Moğolların yaptığı katliâmın ve yıkımın misli yoktur denilir. Ancak bütün bunlar kısa zamanda telâfi edilmiştir. Fakat Moğol âfetinin yaktığı ve yıktığı medreseler, İspanyol işgaliyle aynı akıbete maruz kalan Endülüs, hem İslâm dünyası hem de bütün dünya açısından hâlâ telâfi ve tedavi edilemeyen bir boşluk ve yara meydana getirmiştir. Bunlardan sadece işgale uğramayan, Bediüzzaman Hazretlerinin ideâlindeki Medresetü’z-Zehrâ için misâl olarak verdiği Mısır’daki Câmiü’l-Ezher kurtulabilmiştir. Hem Selçuklu’yu, hem de Abbasileri ayakta tutan, Çin’den Atlas Okyanusuna kadar uzanan geniş bir sahada güçlü bir kardeşlik bağına vesile olan medreseler zaman gelmiş büyük ihmaller sonucu çözülmeye başlayınca Moğol ve İspanyol saldırılarında olduğu gibi ne devleti koruyabilmişler, ne de kendilerini… Osmanlı’nın son döneminde de tarih tekerrür etmiştir. Asırların ihmaliyle çözülmeye uğrayan medreseler ya da dârülfünun denilen üniversiteler, devleti ve müesseselerini ayakta tutacak kadroları yetiştirememiştir. Islâhı için gerekli olan, Bediüzzaman Hazretlerinin projeleri yöneticiler tarafından maalesef anlaşılamamıştır. Kısa bir süre sonra da Batı’da ve Batı tarzı okullarda yetişen devlet kadroları altı asırlık koca Osmanlı devletini çökertip parça parça etmişlerdir. Daha sonraki dönemde ise reformlar ile eğitim sanki ikinci Moğol istilâsını yaşamıştır. Anadolu ve İslâm âlemi bir zamanlar Nizamiye Medreseleriyle yönetilirdi ve bizler cihan devleti idik. Şimdi ise sadece “nizamiyeden” idare olunuyoruz. Nizamü’l-Mülk’ten sadece nizamiyeyi miras, Avrupa’dan ise ırkçılık ve sefahati devir almışız. Sonuç ortada. Padişah, Bediüzzaman Hazretlerinin ikazına kulak vererek, oturduğu ihtişamlı Yıldız Sarayını, Fatih gibi kendine bir ders odası tahsis ederek terk edip üniversite yapsaydı, halk nazarında ve eğitim camiasında o kadar etkileyici olacaktı ki belki de, mübalâğasıyla birlikte, İstanbul’un fethinden sonraki en önemli olaylardan birisi sayılacaktı. Bilindiği gibi Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethi için önce Anadolu Hisarının karşısına Rumeli Hisarını yaptırmıştır. Osmanlının son döneminde Boğaz'a okul açan Batılı bir kuruluşun Rumeli Hisarına nispet olarak bu okulu açtığı söylenir. Tahribata ve koca Osmanlının otuz-kırk parçaya ayrılıp Batılı âdetlerin bu Müslüman memleketteki işgaline bakıldığında söylentideki haklılık payı büyük. Fatih Sultan Mehmet fetih için hisarları yaptırmıştı ancak muhafaza için de onlardan daha önemli olan içerde meşhur Semaniye Medreselerini kurmuştu. Anadolu’nun muhafazasını ve gerek İslâm dünyasında ve gerekse bütün dünyada itibarlı ve hatırı sayılır bir devlet olmak istiyorsak; bu milletin dinine ve geleneklerine uygun, ırkçılığı ve cehaleti yok edecek ve din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu eğitim müesseseleri şart. Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’da Yıldız Sarayı, Tiflis’te medrese planı, şarkta Medresetü’z-Zehra projeleri, bu memleketin dört bir yanını saran kaleleri ve aynı zamanda Avrupa’nın, Asya’nın ve Orta Doğunun hak ve hakikatın, sulh ve barışın fethine yeniden açılacak olan kapıları hükmündedir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle Medresetü’z-Zehra, Risâle-i Nur ve Nur dershaneleri olarak tahakkuk etmiş ve bugün dünyanın en uzak noktalarında vazifesini icra etmektedir. Ancak devlet de, bekası ve halkının sulh ve selâmeti için vazifesini yapmak zorundadır. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Ramazan haftası |
Ramazan ve kampanya haftasına girdik. Allah nasip ederse Perşembe akşamı ilk teravihimizi kılıp gece sahura kalktıktan sonra Cuma günü ilk orucumuzu tutacağız. Şimdiden Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyor, Cenâb-ı Hakkın hepimizi bu mübarek ayın feyiz ve bereketinden âzamî istifadeye muvaffak kılmasını diliyoruz. *** TV reklâmlarımız yayında Kampanya haftasına girerken, önceki haftadan bu yana izlediğiniz gibi, üç kitaplık hediye setimizle ilgili anonslarımız devam ediyor. Bunların yanı sıra, kampanya için hazırladığımız televizyon reklâmları, ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarından Hilâl, Dost ve Mehtap TV ile Türkiye genelindeki 76 mahallî TV’de yayınlanıyor. Böylece, Ramazan seti kampanyamızı daha geniş kitlelere duyurmuş oluyoruz. *** İlk kitabımız Cuma günü elinizde Anonslarımızda da belirtildiği gibi, üç kitaplık hediye setimizin ilk kitabı: 100 Soruda Ramazan Orucu. “Fıkıh günlüğü” köşemizin yazarı Süleyman Kösmene’nin hazırladığı kitapta, Ramazan ve oruçla ilgili sorular cevaplandırılıyor, bilgiler veriliyor. Ramazan’a bu kitabı okuyarak girenler, akıllarına gelebilecek veya kendilerine sorulabilecek soruların cevaplarını bulmuş olmanın rahatlığı ve huzuru içinde oruçlarını tutabilir, diğer ibadetlerini yerine getirebilirler. Kitabımız, Ramazan’ın Cuma’ya tevafuk eden ilk gününde gazetenizle birlikte elinizde olacak. İkinci ve üçüncü Cuma’larda da diğer kitaplar. *** Tek başına 1000 kitabı üstlendi Turhal temsilcimiz Cihat Erdoğ, Muhammed Ali Almış isimli okurumuzun, tek başına 1000 adet kitap için taahhütte bulunarak kampanyamıza destek verdiğini bildirdi. Teşekkür ediyor, “Allah razı olsun” diyoruz. *** Ramazan sayfamız şekillendi Haftalar önce bu köşede yaptığımız çağrıya cevaben gelen katkılarla, Ramazan sayfamızın muhtevası şekillendi. Sayfa koordinatörü İsmail Tezer’in verdiği listeye göre, yazarlar ve konu başlıkları şöyle: Osman Zengin: Ramazan Halleri Yrd. Doç. Dr. Atilla Yargıcı: Bir âyet bir yorum Saliha Ferşadoğlu: Hikâye edilmiş hadisler Mustafa Öztürkçü: Bediüzzaman’ın vasıfları ve sosyal ilişkileri Zübeyir Ergenekon-Furkan Demir: Miniklerin dünyasında Ramazan Nadi Aksoy: Sohbet iklimi İbrahim Ersoylu: Şeytanın desiseleri Hasan Şen: Maniler Vehbi Horasanlı: Denizde Ramazan Süleyman Kösmene: İlmihal Nevin Alan: Mini hikâyeler Ahmed Özdemir: Peygamber kıssaları Suat Ünsal: İncir çekirdeği Hayreddin Ekmen: Behlül Dânâ ve Harun Reşid kıssaları. Abdil Yıldırım: Ramazaniye Hepsi emek mahsulü olan bu değerli dosyalarla Ramazan sayfamızı oluşturan ve gazetemize güç veren bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyor, gayretlerinin Hak nezdinde de makbul olmasını diliyoruz. *** Ücretsiz seri ilân hizmetimiz başlıyor Hafta başından itibaren gazetemizde çıkan ilânlarda da duyurulduğu gibi, 21 Ağustos’ta, yani Ramazan’ın ilk günüyle birlikte ücretsiz seri ilân hizmetimiz başlayacak. Zayi, oto, emlâk, eleman v.s. için vereceğiniz küçük ilânları bir hafta boyunca ücretsiz yayınlayacağız. Gazetemiz açısından önemli bir boşluğu dolduracak olan bu hizmetimizin hayırlı olmasını diliyor, ilginizi bekliyoruz. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Daha az makyaj, daha fazla eğitim |
Fena ve fanilerin de güzel ve baki sözleri, tesbitleri olabilir. Zaman zaman bu örneklere rastlarız. Tahmin etmeyeceğimiz görüşlerin, tahmin etmeyeceğimiz kişilerce dile getirilmesi buna delildir. Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney’in seslendirdiği görüşleri okuyunca bu tesbiti hatırladım. Bakın Fatoş Güney neler söylemiş: “Annelere sesleniyorum. Etrafınızda yardıma muhtaç, okuma imkânı bulamayan çocuklar var... Süsünüzden, makyaj malzemelerinizden ya da gittiğiniz yerlerden biraz kısarak çok daha yararlı şeyler yapabilirsiniz. (...) Bütün çocuklara sahip çıkın çünkü insan olmanın özü, hangi ırktan, cinsten, dinden, dilden, renkten demeden herkese yardım etmeyi gerektirir. “(...) Biz de Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldık. Ve bu acıların bedeli ödenmedi. Ergenekon dâvâsı diyorlar şimdi ama öbür tarafta Evren, cumhurbaşkanı tarafından Köşk’e dâvet ediliyor. 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün hesap vermek durumunda olan kişileri, ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar. Kim geri getirecek benim oğlumun çocukluğunu, yaşadığı acılarını? “(...) Türkiye çok garip bir ülke. İnsanlar daha kafalarında özgürleşmeyi tam olarak kanıksayamadılar. Rejimler de bunda etkili olmuş tabiî. Her 10 senede bir darbe, insanlar kıyılmış, sindirilmiş, hapislere atılmış, sürgünlere gönderilmiş, işkenceler görmüş. (...) Bunlar Türkiye’yi çağdışı bir ülke konumuna sokuyor. (Cumhuriyet Pazar eki, 10 Mayıs 2009) Hakikaten, ülkemizin ‘garip bir ülke’ olduğu noktasında ihtilâf var mı? Herkese, her kesime acı yaşatan ihtilâlciler hâlâ niçin ve nasıl el üstünde tutulur? Makyajdan kısıp, eğitime para aktarılmadığı için mi? *** Böyle başbakan bize de lâzım Belki duymuşsunuzdur, ama ben yeni duydum: “Almanya Başbakanı Angela Merkel (...) seçimden önce oturduğu 70 metrekarelik evde oturmaya devam ediyor”muş. (Aylin Kotil, Cumhuriyet Pazar eki, 10 Mayıs 2009) Eğer bu bilgi doğru ise, Türkiye’nin AB üyeliğine ‘taş’ koymaya çalışan Almanya Başbakanı Merkel’e kızdığım halde, ‘gösteriş meraklısı olmadığı’ anlaşılan Başbakan Merkel’i can-ı gönülden tebrik ediyor ve “Bize de böyle bakan, siyasetçi ve başbakanlar lâzım” demek istiyorum. Ülkemizde, bırakalım başbakanları; neredeyse ‘muhtar’lar ilk iş olarak evlerini değiştirmenin peşine düşer. Yanlış anlaşılmasın, alın teriyle kazanan ve imkânlarına uygun ‘villa’larda oturanlara sözümüz yok. Hem, ‘geniş ev’in Peygamber tavsiyesi olduğunu da biliyoruz. İtirazımız, aşırı gösterişe kapılan, ‘dünü’nü unutan siyasetçilere ve ‘devletten geçinen’ bürokratlaradır. İsraftan ve gösterişten her hal ve şart altında kaçınmamız gerektiğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Allah’ım bizi ‘israf tuzağı’na düşmekten muhafaza eyle. Amin. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
On sene önceydi… |
Türkiye; her zaman, her an olabilecek bir deprem kuşağının üzerindedir. Yıllardır bu aziz vatan toprakları üzerinde deprem; hep olmuştur, olacaktır. Ama, genelde bilinen şey, depremlerin bir-iki vilâyet sınırları içerisinde olduğudur. Bundan on sene önce meydana gelen ve çokları tarafından “kıyamet-i suğra” tâbir edilen, adeta bir küçük kıyamet olan Marmara bölgesi, Gölcük merkezli, ama en az altı vilayeti sarsan, Anadolu’nun tâ ortasındaki vilayetlerde dahi hissedilen büyük depremin üzerinden, işte bunca yıl geçmiştir. Depremler; bir âfettir, maddî sebeplerini yaratan Allah’ın insanlara bir ikazıdır. Tıpkı geçmiş asırlardaki kavimlerin, insanların; yaptıkları yanlışlık ve ahlâksızlıklardan dolayı başlarına gelen diğer âfetler gibi. Biz, elbette inancımıza göre bunu böyle biliyor ve böyle söylüyoruz. (Ayrıca, o günlerde bunu ifade eden Mehmet Kutlular’ın çektiklerini de hepimiz biliyoruz). O büyük depremden önce vatanın, milletin üzerini kaplayan kara bulutlardan; böyle, bu derecede olmasa da, bir âfâtın geleceğini hissediyorduk. Yakınlarımıza da bunu ihsas ediyorduk. 28 Şubat hadise-i hainânesi yeni olmuş ve onun millet üzerindeki baskıları dayanılmaz hâl almıştı. Yapılan bu zulmün neticesi ve ahlâksızlığın sınır tanımayan seviyelere çıkması üzerine eşe-dosta diyorduk ki, “Allah muhafaza ama, bu hallerin neticesinde bir âfâta dûçâr kalmayız İnşaallah!” Ama görünen köy, yağmur öncesi toplanan kara bulutlar, başka kılavuz istemeyecek kadar bunun maalesef bir habercisiydi. Tabiî, tahmin edilenin üzerinde bir âfâtla karşılaşmıştık. Marmara bölgesi yıkılmıştı. Bizzat hadiseyi iliklerine kadar hissederek yaşayan biri olarak, bunu müşahede etmiştik. Bu müşahedemizin bir kısım akislerini de, geçen sene gazetemizde ifade etmiştik. Acâib bir şey olmuştu. Öyle zannediyorum ki, o gecede ölenlerin çoğu kıyametin koptuğunu zannetmiştir. Biz bunu öyle telâkki etmiştik çünkü. Deprem oluyor; mal, can, her şey gidiyor, fakat ortada derme-çatma, milleti temsil etmeyen acâib ve garip bir hükümet olduğundan, insanların yardımına anında müdahil olamıyor, ancak seyrediyordu. Milletimin âfâta duçar olanlarına, diğer fertleri anında müdahele edip, yardımına koşuyor, ama kendisi bunu beceremeyen aciz hükümet, üstelik bir de bunlara mani oluyordu. Neymiş? Bu yardıma koşanların çoğu irticacıymış, sonra bir anda millet, memleket irticacı olurmuş! (Tabiî, işin doğrusu mürteci kelimesiyle ifade edilir ama, bunlar onu ifade edemediğinden böyle söylüyorlar). Yahu, adamların düşüncesine bakın! Tam bir komedi. Kasap et, koyun can derdinde diye buna derler her halde. Millete ihanet tuzaklarını peşpeşe kuran mihrakların, o gece yine hain planlar için toplandığı ve atv tv haber spikeri Ali Kırca’nın heyecan ve hararetle “Evet sayın seyirciler Gölcük’teyiz! Depremin merkez üssünün olduğu Gölcük’te” diye, milyonlara canlı yayında ilân ve ifşa ettiği Gölcük. Hem de Donanma Komutanlığını işaret ederek, tam yeri de belirtiyordu. Ona bir şey yok, ama başka biri depremin merkezinin orası olduğunu söyleyince, hemen der-dest edildiğini de unutmadık. Kader-i İlâhî, hiç aklımızın köşesinden geçmemesine rağmen, depremden altı sene sonra bizi, o beldelerden birine, Yalova’ya sürüklemişti. Hem de sahilde, güya depremde ölenlerin hatırasına yapıldığı söylenen ve bizim inancımızla tezat bir durum sergileyen “deprem anıtı”nın hemen karşısında oturduk iki sene. Yeni taşındığımızda, ezan sesinin duyulmadığını söyledik müftülük makamına. Oraya hiç olmazsa, en azından bir hoparlör koyup, ezan sesinin duyulmasını söylediğimizde, müftü vekili çok güzel bir şey söyledi: “Bu mermer yığını yapıldığı zaman o zamanki belediye başkanına, oraya ölenlerin de hatırasına ve gelen geçenin de Fatiha okuması için, küçük de olsa güzel bir mescid yapılmasının daha münasip olacağını söyledim. Başkan da, ‘Evet hocam iyi olurmuştu ama, hiç düşünemedik’ demişti bana” diye ifade etmişti. Gerçekten orayı bilenler bilir, bir mescid ihtiyacı var. Her sene 17 Ağustos’ta orada dinî merasim yapılıyor. Halbuki, mescidde yapılsa bu merasim, daha iyi olur. Üstelik, özellikle yaz mevsiminde oraya gelen yüzlerce Arap turistler için de iyi bir turizm hizmeti olur. Çünkü, orada namaz ihtiyaçları için çimenler üzerinde namaz kılıyorlar. Aslında Türkiye için utanılacak bir durum bu. Diğer turistlerin her türlü ihtiyacı için seferber olan devletlülerimiz bunun için de bir mescid yapması lâzım. Özellikle o dönemde belediye başkanı olan ve sonradan başkanlıktan ayrılan, ama şimdi yeniden başkan olan Yakup Koçal dostumuza da bunu hatırlatırız. Evet, 17 Ağustos 1999 depreminin sene-i devriyesinde yine duramadık, bir şeyler yazdık. Cenâb-ı Hak, bu aziz millete, daha böyle âfâtlar vermesin! Ve özellikle de, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını celbedecek hallerden, bu aziz milletimizi muhafaza etmesini ve o gün ölenler için tekrar rahmet dileriz. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Evlilikte”de sakın istisnaları örnek almayın! |
Tarihte de, günümüzde de meşhur bekârlar vardır. Ancak, bunlar emsâl olmaz. Zira, onların bekârlıkları, özel şartların bir sonucudur. Zaten, her şeyin istisnaları vardır. İstisnalardan hareketle, genelleme yapılamaz. Dolayısıyla evlilik konusunda da, sakın istisnalara bakmayın! Evlilik; iki karşı cinsin, yani, bir bayanla bir erkeğin, yekdiğerine sevgi, saygı, güven duyup, paylaşım, fedakârlık, yardım, destek gibi ortak noktalar bulmalarına ve bunu nikâhla resmileştirip, ilân etmelerine denir. Böylece toplumun en küçük müessesesi “aile” meydana gelir. Evlilik; - Kalbe karşı bir kalp bulma, - Sevme, sevilme, - Duygularını geliştirme, - İhtiyaçlarını karşılama, - Meşrû zevk ile lezzetleri paylaşma, - Elem ve kederde ortak olma, gerçekten kaynaşacağı bir ortamı bulmadır. Diğer taraftan, aile hayatının; - İnsanların dünyadaki en güzel toplanma merkezi, - En esaslı zembereği, - Dünyevî mutluluğun bir cenneti, - Bir iltica ve bir sığınak yeri olmasıdır. Sosyal hayatta üstlenilecek roller aile ortamında öğrenilir, özümsenir, benimsenir. Aile, dünyanın bunaltıcı, yorucu işleri ve problemlerinden kurtulmanın adresidir. Evlilik ve aile müessesesi, huzur ile mutluluğu üretim ve dağıtım merkezidir. Aile, neşenin paylaşım ve hüzünleri ortaklaşa atlatmanın, yardımlaşmanın mekânıdır. Aslında her insan bir dünyadır, bir kâinattır. Evlenmeye karar veren iki insan, iki ayrı dünya, iki ayrı kâinattır. İkisi de, iki farklı dünyadan, aile ortamından geliyor. Ve bir ömrü bir arada geçirme sözleşmesi imzalarlar nikâhla…
Evlilik ‘katlanmak’tır! Melih Cevdet’e “Evlilik nedir?’ diye sormuşlar. “Eskiden kız tarafının ve oğlan tarafının ailesi biraraya gelir, yeni çiftin kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır, beraberce yeni ev düzülürdü. Tabi o zamanlar evler genelde bahçe içinde müstakil evlerdi. “O yüzden buna ‘evlenmek’ denirdi. Şimdi ise yeni evliler apartman dairelerinde yani katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik ‘katlanmaktır!” demiş. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Sevad-ı Azam üzerine |
Muharrem Okur: “1- Sevad-ı Azam ne demektir? Kimlerdir? Nur Talebeleri Sevad-ı Azamın neresindedirler? Sevad, Arapça’da kök itibariyle “sevvede” fiiline bağlı bir isimdir. “Sevvede” fiili birkaç mânâya gelir: Kararttı, karaladı, yazdı, cesur oldu, başkan yaptı.1 Müsevvid, karalamasını yazan; müsvedde, karalama yazılan yazı demektir ve aynı köktendir. Esved, kara ve siyah demektir; ‘esved’in çoğulu sûd ve sûdan ise siyahlar demektir. Sevda esmer mânâsındadır. “Sevad” ise aynı kökten gelen bir isim olarak “karartı” demektir. Sevad-ı Azam’a gelince… Bu kelime gurubu, kelime mânâsı itibariyle “büyük karartı” demektir. Mecazî olarak ise, “yaşayış özellikleri itibariyle ortaklık arz eden büyük insan topluluğu”, uzaktan bakıldığında “tek vücutmuş gibi davranan büyük halk karartısı,” tanıdık bir ifadeyle ise, “milletin kahir ekseriyeti” anlamında kullanılmıştır. Üstad Bediüzzaman’ın lügatinde Sevad-ı Azam, “ekseriyet-i masum”demektir.2 Bu anlamda Sevad-ı Azam kavramını ilk kullanan Peygamber Efendimiz’dir. (asm) O, “Aleyküm bi’s-sevâdi’l-âzam!” yani (Size Sevad-ı Azam üzere olmak yakışır!) 3 buyurmuştur. Bu durumda Sevad-ı Azama uymak sünnet-i seniyyedendir. İbn-i Müleyke anlatıyor: Biz Halife Ömer’in yanında sofraya oturmak üzereyken Utbe çıkageldi. Hazret-i Ömer (ra): “Buyur ya Utbe!” diyerek onu sofraya dâvet etti. Utbe, hemen diz çökerek sofraya kuruldu. Fakat ekmeği kuru ve sert bulmuştu. “Halife’nin sofrasında ekmek kupkuru ha! Ya Ömer bunun tazesi yok mu?” dedi. Hazret-i Ömer (ra) kızdı: “Utbe!” dedi, “Sen taze ekmek peşindesin! Müslümanlar bugün ekmek bulabiliyorlar mı ki, Ömer sofrasına tazesini koysun? Ömer Sevad-ı Azama (halk ekseriyetine) tabidir. Sevad-ı Azam (millet ekseriyeti) ne zaman taze ekmek bulur, Ömer o zaman sofrasına taze ekmek koyar!” Hz. Ömer (ra) kendisine bal şerbeti ikram edenlere: “Bunu halk içiyor mu?” diye sorar, “Hayır ya Ömer! Bu size özel hazırlanmıştır” denilince içmez ve “Ben halkımdan birisiyim! Onlardan farklı yaşayamam!” diye çıkışırdı. Keza halife babası evine misafir olunca, kızı Hafsa sofraya iki çeşit yemek koymuştu. Hazret-i Ömer (ra) kızına çıkıştı: “Birini kaldır kızım! İnsanların sofrasında bugün iki çeşit yemek yok” dedi. Bediüzzaman Said Nursî’nin manevî evlâdı ve biraderzadesi merhum Abdurrahman anlatıyor: “1334 senesinde esaretten geldikten sonra, amcam, rızası olmadan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Darü’l-Hikmete devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki; zarûretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maîşetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben, ‘Ben Sevad-ı Azama tabî olmak isterim. Sevad-ı Azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabî olmak istemem’ demişlerdir. “Darü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan miktar-ı zarûreti ayırdıktan sonra, mütebakîsini bana vererek, ‘Hıfz et!’ derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine, hem malı istihkar etmesine îtimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki: “‘Bu para bize helâl değildi, millet malı idi; niçin sarf ettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasb ettim.’ “Bir müddet aradan geçti... Hakaikten on iki telifatını tab ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların tabına verdi. Yalnız bir-iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki: ‘Maaştan bana kût-u lâyemut caizdir; fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.’”4 Başlangıçta salâbet içinde ve haklı durumda olan Hazret-i Ali (ra) taraftarlarının, sonradan ekalliyette kaldığı için bir kısmının rafiziliğe ve batıl yollara kaydığını belirten Bediüzzaman Hazretleri, lâkayt ve Hazret-i Ali’ye (ra) karşı haksız konumda bulunan Emevilerin “Sevad-ı Azam”a dayandığı için nihayet ehl-i sünnet cemaatine girdiğini kaydediyor.5 Nur Talebeleri geçim ve maişet açısından israfa, lüks yaşayışa ve dünyevîliğe kaymamak şartıyla; inanç ve itikat cihetinden Sevad-ı Azamın motoru hükmünde hizmet görüyorlar.
Dipnotları: 1. Yeni Kamus, s. 197, 2. Sözler, s. 665. 3. Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, 1: 1030; Mecmau’z-Zevaid, 5:218, 4. Tarihçe-i Hayat, s. 109, 5. Mektubat, s. 460. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Fahri UTKAN |
|
Aydın ve farkındalık |
Herkesin karanlığı kendine göre olduğu gibi, aydınlığı da kendine göredir. Esas önemli olan bu karanlığın veya aydınlığın başkalarına etkisi nasıl ve ne kadar olduğudur. İnsan kendi karanlığı ile çevresini de karartıyor mu, yoksa aydınlığıyla aydınlatıyor mu? İşte düşünülmesi gereken bunlar olmalı bence. Bir mum misali etrafını biraz aydınlatıp kendi dibini karanlıkta mı bırakıyor? Yoksa alçalmış bir yağmur bulutu gibi gündüz gözüyle etrafı karartıyor mu? Nurlu bir Müslüman, mânevî olarak, önce kendini, sonra sırasıyla ailesini, mahallesini, köyünü elhâsıl uzanabildiği her yeri aydınlatıyor mu? Yoksa küfür karanlığındaki fikirleri ile toplumun düşüncelerini karartıyor mu? Zifiri karanlık bir beynin kıvrımları içine ufacık bir Nur ışıltısı misâli fikirler girdiğinde oluşabilecek değişikliği tahayyül edebiliyor musunuz? İsmi “Aydınlık” olup da toplumun bir kesimini ortaçağ karanlıklarındaki fikirlerle karartmaya çalışan mevkuteler olduğu gibi, kendisi “kara” fakat bütün inananların nuru-aydınlığı-kıblesi olan “Kâbe” gibi ışık kaynakları da var görmesini bilenlere. İlk başta herkesin aydınlığı da karanlığı da kendine göredir demiştik. İşte insan sahip olduğu aydınlığı ile etrafını-çevresini ne kadar aydınlatıyorsa, o kadar makbul bir insan olur insanların ve Allah’ın naza- rında. Büyük bir cehalet karanlığının hüküm sürdüğü zamanda insanlara gönderilen Kur’ân, nasıl da aydınlatmıştı bütün dünyayı. Aynı şekilde Risâle-i Nur’lar da asrımızı Kur’ân’dan aldığı Nurla aydınlatmış ve kıyamete kadar da aydınlatacaktır İnşaallah. Çünkü, “Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir” Bir de işin farkındalık kısmı var. İnsan hareketleri, fikirleri ve sözleri ile insanları aydınlatıyorum derken karanlığa düşürebilir de. İşte bu gibi durumlarda demek istediklerini insanlar doğru anlıyorlar mı? Doğru anlasalar bile doğru uyguluyorlar mı? Doğru uyguladıklarında bu konuda ısrarlı yani sebatkâr oluyorlar mı? Bu tür değerlendirme yapıp aydınlatmaya çalıştıkları insanları incelemeye alırlarsa ancak, bu işin, tebliğin, aydınlatmanın yerini bulduğunu fark edeceklerdir. Bazen karanlık fikirlerini insanlara benimsetmeye çalışan insanların karşısındakiler, işin içyüzünü fark edip aydınlığa çıktıkları da görülen durumlardandır. Demek ki, farkındalık önemli bir faktördür. İnsanları diğer insanlardan, toplumları diğer toplumlardan ayırt etmeyi ve üstün duruma getirmeyi sağlayan bir özelliktir farkındalık. Bu, kişi bazında olduğunda bireysel farkındalık ismini almaktadır. Bireysel farkındalık; eskilerin “kendini bilmek” dedikleri ya da Yunus Emre’nin; “İlim kendin bilmektir” dediği mânâdır. Kendini keşfe çıkmak, tanımak, hemen başlanması gereken ve ömür boyu sürdürülecek bir yolculuktur. Ne mutlu bu farkındalığa ve aydınlığa sahip olduğunu bilip de, bunu insanların aydınlatılmasında kullananlara. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Kimin borusu ötecek? |
Futbol...
Üniversite giriş sınavı...
Sigara yasağı...
Temiz hava sahası,
Derken 4 haftadır güncelliği takip adına ekonomiden uzaklaştık. Gerçi buna tam uzaklaşma denemezdi, konular dolaylı da olsa ekonomiyle bağlantılıydı.
Bu süre zarfında neler olmuş, gündeme şöyle bir bakalım.
Temmuz ayında TÜFE ve ÜFE’de gerileme devam ederken, ithalat ve ihracat geçen yılın aynı dönemine göre düştü. Carî açık kapanıyor.
Merkez Bankası faiz indirimlerini sürdürdü, borsa yükseldi.
Dolar, TL karşısında değer kaybetti.
Merkez Bankası düşüşü durdurmak için döviz alımı ihalesine başladı. İhalelerde alımı yapılacak tutar günlük 30 milyon dolar olarak belirlendi ise de gerektiğinde 60 milyona çıkabilecek.
Düşük kurun ülke ekonomisine verdiği zararları ve nasıl soyulduğumuzu bir başka yazıda ele almak üzere bugün üzerinde durmak istediğimiz esas gündem maddesine geçelim.
Geçtiğimiz hafta Rusya Başbakanı Vladamir Putin, kısa bir iş seyahati için Ankara’ya geldi, öyle tarihî ve turistik yerleri filan gezmeden 20 anlaşmaya imza attı, gitti.
Satır başları halinde sıralarsak, anlaşmalar şu hususları kapsıyordu:
1) Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattına Rusya petrol verecek. Böylece hem ihtiyaç duyulan petrol tedarik edilecek, hem de Boğazlar trafiği rahatlayacak.
2) Türkiye, Güney Akım projesi için Rus tarafının Türk karasularında araştırma yapmasına izin verdi, fizibilite sonuçlarına göre ortaklık değerlendirilecek.
Rusya siyasî çekişme yaşadığı Ukrayna’yı by-pass etmek için boru hattının Türk karasularından geçmesini istiyordu.
3) Mavi Akım-2 ile doğalgaz boru hattı İsrail’e uzatılacak.
4) Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasında işbirliğine gidilecek.
5) Tuz Gölü altına doğalgaz deposu Rus şirketlerince inşa edilecek.
6) Ceyhan’da ortak sıvılaştırılmış doğalgaz tesisi kurularak Türkiye re-export hakkı kazanacak. Yani Türkiye 3. ülkelere doğalgaz satabilecek.
7) Türkiye’nin Rusya’dan ithal ettiği doğalgaz fiyatının yeniden müzakere edilmesi ve günün şartlarına uygun hale getirilmesi konusunda mutabık kalındı.
8) Türkiye’nin Rusya’dan belli miktarda doğalgaz ithal etme zorunluluğu bulunuyordu. Anlaşma gereği bu miktarda ithalat yapmasa da bedelini ödüyordu.
Bu madde yumuşatılacak.
Anlaşmalar arasında en çok ilgiyi ve tepkiyi Güney Akım Projesi çekti.
Olay şu:
Batı, doğalgazda Rusya’ya bağımlı olmak istemiyor,alternatif arıyor.
Bu amaçla Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanacak Türkiye’den geçecek 3.300 km uzunluğundaki petrol boru hattı projesi için düğmeye bastı.
Adına Nabucco denilen ve Türkiye’nin de ortak olduğu bu projenin imzaları geçtiğimiz ay atıldı.
Rusya bunun üzerine Güney Akım Projesini geliştirdi.
Türkiye bu projeyi de imzaladı.
Türkiye’nin hem Nabucco’yu, hem de rakip olduğu ileri sürülen Güney Akım Projesi’ni imzalaması, Batı basınında eleştirilere yol açtı, "Türkiye ikili mi oynuyor?” sorusu gündeme geldi.
Türk yetkililer ise önceliğin Nabucco olduğunu ifade ederek Batı’yı rahatlatma yönünde mesajlar verdi.
Peki bu anlaşmalar bize ne kazandırıyor ne kaybettiriyor? Ruslarla ortaklık kuracak olan Başbakan’a yakın şirketlerin bu işten kârlı çıkacağı kesin, tartışılmıyor.
Bunun dışında görüşler muhtelif.
Bir görüşe göre; enerji anlaşmalarıyla Türkiye, petrol boru hatlarının kesiştiği bir merkez olacak, enerji üreten ve tüketen ülkeler arasında vazgeçilmez stratejik bir ülke konumuna gelecek, bir taraftan para kazanacak, öbür taraftan siyasî gücünü arttırarak Avrupa Birliği’ne mahkûm olmayan çok yönlü bir dış politika açılımı sağlama imkânına kavuşacak.
Aksi teze göre ise de; zaten enerji ithalatının büyük bir kısmınının gerçekleştirildiği Rusya’ya olan bağımlılık daha da artacak, ayrıca Ruslara depolama, dağıtım ve satış işlerini vermek suretiyle halk mağdur edilecek.
Bu görüşlerden hangisinin haklı çıkacağını kimin borusunun öteceğini zaman gösterecektir, ama ilk nazarda Türkiye’yi enerji koridoruna dönüştürecek gibi görünen bu projelerin ülkemizin elini güçlendireceğine inanmak istiyoruz.
Anlaşmaların içeriğini, detayını bilmeden ve Türkiye’nin enerji kartını nasıl kullanacağını görmeden aceleyle bir kanaata varılması doğru değildir.
Bekleyelim ve görelim, ama şu da bilinmelidir ki;
Ekonominin, uygarlığın ve bağımsızlığın temeli olan enerjide, petrol dışındaki kaynaklara yönelerek başta güneş ve rüzgar olmak üzere yenilebilir enerji alanında yatırım yapılması ülkenin geleceği açısından şarttır.
Bununla ilgili mecliste bekleyen yasa tasarısı bir an önce hayata geçirilmelidir. 17.08.2009 E-Posta: [email protected] |