17 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Görüş

On yıl sonra 17 Ağustos depremini düşünmek

Ezelî ve ebedî ilim sahibi bütün zamanları aynı anda gören allamü'l guyubun kelâm-ı ezelisi olan Kur’ân-ı Hakim mazi ve istikbalin karanlıklarında gizli hadiseleri sarihan, işareten, remzen, iphamen haber vermektedir. Mekke'nin fethedilmesi, Hülâfa-i Raşidinin hilâfetleri ve başlarına gelecek elim hadiseleri ve şahadetleri ve yine Firavun’un cesedinin üç bin yıl gibi uzun bir süre muhafaza edilerek ibret için denizden sahile atılması gibi. Yer sarsıntısı ve depremlerin anlatıldığı Zilzal Sûresi de 8 âyeti, 17 kelimesi ve 99. sûre (17.8.1999 tarihi) oluşuyla zamanımızın önemli olayı olan Marmara Depreminin tarihine tevafuk ettiği şeklinde değerlendirilmiştir.

Asrımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî de Kur’ân’ın bu asra bakan işaretlerinin çok önemli olaylarını âyet ve hadislerden istihraç ederek muhtelif risâlelerde derç etmiştir. Meyve Risâlesi ve Onbirinci Şuâ’daki Âyet’ül Kürsi’nin tetimmesi olan âyette 1293 tarihiyle 1877-1878 Osmanlı Rus Harbine işaretleri olduğu gibi 1338’de Birinci Dünya Savaşından istifade ile bilfiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli anlaşmalar ile Osmanlı ve sonrasında gelişen zulümat ve nura yönelişlerin tarihlerinden haber vermiştir.

Biz de çeşitli baskı örnekleri yaşadık. Tek tip düşüncenin dayatıldığı ve başka türlü fikirlere saygı duyulmayan ve kendisi gibi düşünmeyenleri düşman kabul edenlerce. Arzı hiddete getirip üzerindeki ehl-i gafletten omuz silkmeye benzeyen titremesinde bu tür zulümlerin etkisi yok mudur diye, ehl-i imanı düşündürmektedir.

17 Ağustos Marmara Depremi’nden sonra da büyük zarar gören sivil toplum kuruluşlarına karşı her yerin harabeye döndüğü günlerde depremden birkaç ay sonra, daha yaralar sarılmadan güya kontrol etmek amacıyla hiç kimsenin kalmadığı boş ve harabe mekânlarda kontroller yapmak bahanesiyle baskı ve zulümler devam ettirilmiştir.

On yıl aralıksız tertip edilen ve 2000 yılı Ekim ayında Ankara’daki Bediüzzaman Mevlidi’nin duyurulması ve ilânı için hazırlanan afişlerden astık. Ve zaman zaman hürriyetleri hazmedemeyenlerce rahatsız olunduğu ve merkez komutanlığının karşısındakileri kaldırmamız gerektiği ikazıyla karşılaştık. Bu mevlide biz de iştirak ettik. Orada dağıtılan “Deprem İlâhî ikazdır” broşürüne karşı malûm çevrelerce gösterilen tepkinin bir benzeriyle karşılaştık. Kuruluşuna uygun faaliyet gösteren ve gayri kanunî faaliyeti olmayan vakfımızın kültür merkezinde arama yapılıp hiçbir gerekçe gösterilmeden halı ile kaplı ve çekyatlar bulunan salon, güya ‘mescit olarak kullanılıyor’ bahanesi ile kapatılmaya maruz kaldı.

Tayin edilen bilirkişinin bu yerin mihrabı minberi olmadığı gibi Diyanet İşleri Başkanlığınca belirlenen mescit tanımının hiçbirisine uymadığı ve mescit olarak değerlendirilmesinin yanlış olacağı şeklindeki raporuna istinaden mahkeme beraatla sonuçlanmıştır. Buna rağmen müracaatımız sonucu ilgili bölümler yine açılmamış, Bölge İdare Mahkeme kararı istenerek süre uzatılmış ve ancak İdare Mahkemesinin kararından sonra açılabilmiştir. Toplumda sosyal barışa hizmet eden sivil toplum kuruluşlarına yapılan bu baskılar acaba hangi menfur emellere hizmet etmiştir? diye ehl-i himmeti düşünmeye sevk etmelidir.

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nde yaşadığımız duyguların bir kısmını onuncu yılında sizinle paylaşmak isterim. Pazartesi akşamı sıcak bir gündü, sıkıcı bir hava vardı, balkonda oturup serinlemeye çalıştık. Birkaç gün önce de azamet-i İlahiyeyi gösteren güneş tutulması gibi haşmetli bir olayı yaşamıştık. Balkonda saat 02.30 civarında çevreye bakarken yolda yirmi kadar köpek göründü, toplu olarak sahilden uzaklaşıyorlardı. Niiçin böyle hareket ettiklerine bir anlam veremedik. Sabah namazına kadar istirahat etmek için uyumak üzere yattık, tam dalmıştık ki yerin altından şiddetli bir gürültü işitildi. Bununla birlikte ev sanki beton kırma makinesiyle yıkılmaya zorlanıyor gibi bütün bölümlerinden sesler gelmeye başladı. Bizler ancak bulunduğumuz yerde tekbir, salâvat ve Kelime-i Şahadet getirmeye başladık. Zaman bir türlü bitmek bilmiyordu. Benim hatırıma acaba kıyamet mi kopuyor diye geldi. Fakat Risâle-i Nurlarda geçen hadis-i şerifleri hatırlayarak “Bu kıyamet olmaması lâzım” diyordum. Bir müddet sonra sallantı yavaşlar gibi oldu, fakat tekrar başladı. 45 saniyelik zaman içerisinde belki bir çok farklı duygular yaşadık. Süre uzadıkça her halde “Öleceğiz artık kurtuluş yok İnşallah haşr’in sabahında diriliriz” diye düşünürken nihayet Celâl’den gelen tecelli durdu. Aşağıya indik, çevremize yakın yerde yıkıntılar gece karanlığında görünmüyordu. Onun için ilk anda, olan bitenden pek haberdar olamadık. Bir müddet sonra çevreden haberler gelmeye başladı. Filan yerdeki evler yıkılmış, şu bölgede çöküntü meydana gelmiş, vs. Çevremizi dolaşmak için gittiğimizde mahşer günü herkesin nefsi nefsi diyeceği buna mukabil Muhammed (asm) ümmeti ümmeti diyerek kemal-i şefkatini göstermesini ve ümmetinin kurtuluşu için yaptığı duânın ne kadar büyük fedakârlık olup başkası için endişe etmek olan feragat mesleğini tam olarak anlayamadığımın farkına vardım. Nefsi nefsi demenin ne demek olduğunu gözlerimizle gördük. Depremin dehşetinden herkesin kendi derdine düştüğünü bizzat yaşadık. İnsan ne yapacağına karar verememenin şaşkınlığı ile çevreyi izliyor. Kendinin kurtulduğuna mı sevinsin, yakınlarını kaybettiğine mi üzülsün. Bir kısım insanlar depremde kaçabileceğini sanır. Halbuki yerinden kalkamayacak derecede güçsüzleşip duâdan başka ve Yaratana iltica etmekten öte bir şey yapamayacağı gibi büyük bir acziyet içinde kalacaktır.

Yüz bin nüfuslu bir yerleşim yerinde cenazeler 3-4 kişi ile kaldırılacak denilse hiçbirimiz ihtimal vermeyiz. 17 Ağustos Depremi’nde birçok insanlar gibi depremde şehit olan Erol kardeşimizin cenazesini 4 kişi kılıp tabut yerine battaniye ve kefen yerine çarşafları kullanarak ahiret yolculuğuna uğurladık. Belki Ebuzer Gıfari (ra) için buyrulduğu rivayet olunan “Yalnız yaşayıp, yalnız öleceksin ve yalnız defnedileceksin” hadis-i şerifine mazhariyeti çoklu ölümlerde yalnız definlerle yaşadık.

Bir arkadaşımız Değirmendere’de oturuyordu. Ailesi Adapazarı’na sıla-i rahim için gitmiş. Kendisi de TÜPRAŞ’taki işinden akşam çıkınca ailesinin bulunduğu yere gitmeye karar verir. Gece geç saatlere kadar evde oturan oğlunu, bir arkadaşı birlikte kalmak için dâvet ediyor. Deprem sonrası oturduğu siteye gelen Ahmet, evlerinin yerinde olmadığını görünce Rabbimizin kaderi programının işleyişini ibretle izliyor. Çünkü babası eve gelse kendi evlerinde kalacaklardı. Ve oturdukları binadan kurtulan olmamıştı.

Süleyman ismindeki bir kardeşimizde depremin olduğu saatlerde çocukları ile birlikte evlerine geliyor. Yatmadan uyanık iken deprem başladığında 45 saniyenin celâlli tecellisini birlikte yaşıyorlar. Deprem sonrası Erdek’e yerleşti. Oğlu İlhami de Astsubay olarak Bingöl’de göreve başladı. Arkadaşları ile birlikte Bingöl Depremi’nde rahmet-i Rahmana kavuştuğunu öğrendiğimizde, kader söyleyince ihtiyarın susacağının ibretli dersini aldık.

Depremden sonra birçok söylentiler yayılmaya başladı. Bunlardan birisi Sultan Baba Türbesinde veliler toplanmış, depremin meydana geldiği fay hattının denizden gitmesi için duâ etmişler ve türbedar bu olayı görmüş vs. Biz tahkik için türbe görevlisine gittik, kendisi bize evliyaların varlığına inandığını fakat böyle bir olaya şahit olmadığını söyledi.

Çok yaygın bir söylenti de dalgıçların suda boğulan insanları farklı suretlerde gördükleri şeklinde dolaşıyordu. Bu mümkün olmakla birlikte günlerce o bölgede kalıp yardım dağıtım işleriyle meşgul olmamıza rağmen bunu gören bir şahide biz rastlamadık. Bediüzzaman Said Nursî, medeniyet-i hazıra ile medeniyet-i Kur’âniyeyi mukayesesinde “Medeniyet-i hazıranın beşinci menfi esasında cazibedar hizmeti heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i maneviyesine sebep olmaktır."

Bu medenilerden çoğu eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. Ehl-i keşifçe gerçek mahiyetlerinde belki böyle görülebilir, ama imtihanın gereği de, akla kapı açılıp ihtiyarın elden alınmaması olduğunu da hatırdan çıkarmamalıyız.

Kötü niyetli olan İslâma hıyanet niyetiyle hareket edenlerin manevî suretlerinin değişebileceğini Barla’da yaşanan şu hadise ne kadar güzel açıklamaktadır:

“O hâdisenin mâhiyeti, hilâf-ı kânun ve sırf keyfî ve zındıka hesâbına, Cumâ gecesinde kalbimize telâş vermek ve cemaate fütûr getirmek ve beni misâfirlerle görüştürmemek için bir desîse-i şeytaniye ve münâfıkâne bir taarruzdur. Garâiptendir ki, o geceden evvel olan Perşembe günü, tenezzüh için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde, güyâ iki yılan birbirine eklenmiş gibi, uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benim ile arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu, diye sordum:

“Gördün mü?” O dedi: "Neyi?” Dedim: “Bu dehşetli yılanı.” Dedi: “Yok, görmedim ve göremiyorum.” “Fesübhânallah”! dedim. “Bu kadar büyük bir yılan ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?” O vakit hatırıma birşey gelmedi; fakat sonra kalbime geldi ki, “Bu sana işarettir; dikkat et!” Düşündüm ki, gecelerde gördüğüm yılanlar nev’îndendir. Yani, gecelerde gördüğüm yılanlar ise, hıyânet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse, onu yılan sûretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim, “Fenâ niyetle geldiğin vakit seni yılan sûretinde görüyorum; dikkat et” demiştim. Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum. Demek şu zâhiren gördüğüm yılan ise işarettir ki, hıyânetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecâvüz sûretini alacak.”

Depremlerden birçok dersler çıkarmak mümkündür. Çok sağlam olarak yapılan idarî merkez yerlerinin yıkılması. Lojmanlarda hasarın olmaması ve bunların çok yakınındaki sivil yerleşimlerin çok hasar görmesi esbaba teşebbüs olarak binaların sağlam yönetmeliklere uygun yapılmasının önemi ile doğru tevekkül ve sağlam bina yaparsanız hiçbir güç onu yıkamaz yanlışına düşmemek, “Depremden ikaz için alınacak hiçbir ders yoktur. Bunlar tabiî ve doğal olarak meydana gelen hadiselerdir” diye değerlendirmek ne kadar yanlış ise “Depremler sadece inançsızları cezalandırmak için meydana getirilir” diye iddia etmek de o kadar eksiktir. O zaman insanlarca hiç hissedilmeyen küçük sarsıntıları ve insanların hayat mahallinden uzak yerlerdeki zelzeleyi nasıl izah edebiliriz?

Belki bu konuda On Dördüncü Söz ikinci makamdaki şu hakikatli izahı dikkate almalıyız: “Madem bir kısım hatalar unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede şümullü bir isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için koca bir unsura küllî vazifesi içinde onları terbiye et diye emir verilmesi aynı hikmettir ve adalettir ve mazlûmlara aynı rahmettir.” Depremin meydana geldiği yer için yapılması en uygun yorumu da yine aynı yerden öğreniyoruz: "Biri hataları az olmak cihetiyle temizlemek için tacil edildi. İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hamileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı ihtimali var."

Dünyanın hakikî mahiyetini anlamak için Kur’ân nurlarındaki şu izahata ne kadar ihtiyacımız var. “Hem hikmet-i Kur’ân ise dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkilâpçı olarak bakar. Hem mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli gayr-i sabit bir saat hükmündedir. İşte zaman, dünyayı, emvâc-ı zevâl üstüne atar, bütün mâzi ve istikbâli ademe verip yalnız zaman-ı hâzırı vücuda bırakır. Şimdi dünya hanesinin tabanı olan mekân-ı arz ise yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden, dakikaları bir mil hükmündedir. Dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir zemin yüzü itibariyle böyle olduğu gibi batnındaki inkilâbat ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibalin çıkmaları ve hasflar vuku bulması saatleri sayan bir mil gibi dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir gösterir.

“İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde binâ edilmiştir; şu rükünler, dâim onu sarsıyor. Fakat, şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürât, kalem-i kudretin mektubât-ı Samedâniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahvâl ise, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i şuûnâtını ayrı ayrı tavsifât ile gösteren, tazelenen aynalarıdır. Demek dünya dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmeye koşar hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde gafletle sureten incimat etmiş fikr-i tabiatla küduret peyda edip ahrete perde olmuştur.”

Rabbimiz bizleri her türlü hadiseleri Kur’ân’ın nuruyla görüp ibret alan, ve dünyaya mektubatı İlâhî nazarıyla bakıp verilen mesajları doğru anlayarak sırat-ı müstakimden ayrılmayan bahtiyarlara dahil eylesin. Amin.

TALİP ÇİÇEK

17.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.