Faruk ÇAKIR |
|
Bu işler çok yaş |
Ergenekon iddianamesinin 3’üncüsü de mahkemece kabul edildi ve dâvâ yeni bir şekil aldı. Bir yandan önceki iddianamelerle ilgili olarak açılan dâvâlar görülmeye devam ederken, öte yandan da 4’üncü iddianamenin de hazırlanabileceği ifade ediliyor. Her bir iddianame bin sayfayı aştığı için iddiaları bir yazıda özetlemek mümkün değil. Kabul edilen 3’üncü iddianame ile ilgili geniş özetler veren gazeteler bile bunu bir günde yapma imkânı bulamıyor. Bazı gazeteler 4 sayfalık ‘özel ek’ bile veriyor, ama yine de iddiaların tamamını yayınlamak mümkün olmuyor. Açılan dâvâlarla ilgili olarak çok şey söylendi, bir o kadar da söylenecek. Çünkü sanıklar çok meşhur ve bilinen isimler. Normalde böyle isimlerin darbelere karışmaması arzu edilir, ama Türkiye’nin şahit olduğu geçmişteki darbelerin ‘meşhur ve muvazzaf / görev başındaki’ askerî şahıslarla gerçekleştirildiği de bir vak’a. Meşhur ihtilâlciler (meselâ, Evren) bu durumu şöyle savunuyorlardı: Emir komuta içerisinde ihtilâl yaptık, o halde biz haklıyız! Dolayısı ile ‘sanık’ların meşhur olması, onları kesinlikle temize çıkarmaya yetmez. Zaten ‘Köylü Ahmet Ağa’nın ihtilâl yapacak hali yok ya! Onlar olsa olsa ‘sandık ihtilâlleri’ yaparlar ve bunu da pek çok serbest seçimde zaten yapmışlardır. Kabul edilen son iddianamenin, yakın zaman önce gerçekleştirilen Yüksek Askerî Şûrâ toplantısı sonrasına tevafuk etmesi büyük bir çelişkiyi de ortaya çıkardı. Haklarında çok ağır ve ciddî iddialar bulunan bazı askerî personel, hiçbir şey yokmuş gibi YAŞ’da terfi aldı. İsimlerini saymaya gerek yok, ama gazetelerde yer alan bilgilere göre 3’üncü iddianamede 15’i muvazzaf, 5’i emekli toplam 20 subay sanık olarak yer almış. Bu sanıkların arasında 3 general, 6 albay, 1 yarbay, 1 binbaşı, 5 üsteğmen, 3 teğmen ve 1 astsubay bulunuyormuş. (Vatan, 6 Ağustos 2009) Emekli askerî personeli bir yana bırakalım ve soralım: Haklarında müebbed hapis istenen kişilerin hâlâ görev başında olması normal midir? Elbette ki herhangi bir kişi hakkında sadece iddianame hazırlanmış olması onun ‘suçlu’ olduğunu göstermez. Aksi ispat edilinceye kadar herkes masumdur ve bu da hukukun en temel kuralıdır. Peki, insanları hayalî ‘irtica’ suçlamasıyla görevinden uzaklaştıran bir sistem, nasıl oluyor da sıra Ergenekon iddianamesinde yer alan isimlere gelince müsamahakâr davranıyor? İddianamede yer alan isimlerin değil terfi edebilmesi, görev başında bulunmaya devam edebilmeleri bile normal olmayan bir durumdur. Hatırlamak lâzım ki yargıya da açık olmayan YAŞ kararlarıyla görevinden uzaklaştırılan kişilerin büyük bir bölümü, çalıştıkları süre zarfında ekseriyetle ‘üstün başarı ödülü’ alan isimlerdir. YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması ve mağduriyetlerin sona ermesi temin edilmelidir. Aynı şekilde haklarında ağır ithamlarda bulunulan personel de daha dikkatle araştırılmayı hak ediyor. Bir yandan kamuoyuna açıklanmayan ‘itham’larla kişileri meslekten uzaklaştırıp, öte yandan da Ergenekon iddianamesinde yer alanları korumak mümkün değil. Türkiye’yi idare edenler bu tavrı millete izah etmeli... 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Kendimi “star”gibi hissettim |
Gemilere gidiş gelişlerde Türk Hava Yolları uçağı ile seyahat etmeyi birçok denizci arzular. Zira THY dünyanın en iyi havayollarından bir tanesidir. Sadece uçaklarının kalitesi değil, verilen hizmet de buna paralel olarak çok iyidir. Aklınıza “Ne kadar yolculuk yaptın da böyle karar veriyorsun?” sorusu gelebilir. Hemen söyleyeyim; işimiz icabı sık sık uçak yolculuğu yapmak zorunda kalıyoruz. Çünkü işverenle yaptığımız kontratımız sona erdiğinde dünyanın neresinde olursa olsun ülkemize geri dönme lüksümüz vardır. Buna Deniz İş Kanununun çalışanlara sağladığı bir çeşit hak diyebiliriz. Haliyle gemiye giderken veya gemiden ayrılırken çeşitli ülkelerin havayolları ile yolculuk ediyoruz. Eğer THY ile yolculuk yapacağımız belli olursa bundan büyük bir zevk alıyoruz. Bir kere öyle üç dört tane aktarma olmuyor. Çok uzak noktalara THY’nin direkt seferleri var. Ayrıca ikram konusunda hiçbir havayolu THY’nin eline su dökemez. İkram deyip geçmeyin. Bazı havayolları hiç ikram yapmıyor, uçakta verdiği yiyecekler ise paralı. Hal böyle olunca zaten çalışmak için yurt dışına giden bizler, yüklü bir parayı havayollarına vermek zorunda kalıyoruz. Uçaklarda hostes, kabin görevlisi gibi çok nazik ve kibar çalışanlar vardır. Lâkin iş paraya geldi mi oldukça yüksek fiyatla hizmet ederler. Kısaca bu bilgileri verdikten sonra anlatmak istediğim mevzuya gelmek istiyorum. Efendim, geçen Ramazan ayında Tayland’a yeni gemime katılmak üzere yolculuğa başladım. Şansım yaver gitmişti, zira uçağımız direkt olarak Tayland’a gidiyor ve aktarma yapılmıyordu. Üstelik THY uçağı ile uçacaktık. Bugüne kadar hiç orucumu bozmamıştım. Uzun yolculuklar sebebi ile orucu erteleme ruhsatı, yani kolaylığı olmasına rağmen “tevekkeltü Alellah” diyerek orucumu tutmaya devam ettim. Zaten iftarımı evde yapmış gece yolculuğu yapmak üzere havaalanına gelmiştim. İstanbul birçok havaalanına göre çok düzenlidir. Çok rahatlıkla gideceğiniz uçağı ve çıkış kapısını bulursunuz. Burada birçok kişiye göre çok pahalı olmasına rağmen yine de diğer ülkelerin havaalanlarına göre nispeten daha ucuz alış veriş ve yolcu hizmeti verilmektedir. Her ne ise, uçağımıza bindik ve 10 saate yakın yolculuğumuza başladık. Her şey yolunda gidiyordu. Küçük bir ikramdan sonra ışıklar söndürüldü. Doğuya doğru uçtuğumuz için daha erkenden yani iki saat sonra sahur vakti girecekti. Bu sebeple ertesi günkü orucumu tutmam için içecek su istedim. Bu arada kabin görevlisi gence “Oruç tuttuğumu ve sabah kahvaltısının önceden verilip verilemeyeceğini” sordum. Gayet kibar bir biçimde talebimin yerine getirileceğini söyledi. Derhal gerekli hazırlıkları yaparak kahvaltı ile birlikte yemek ikramı getirildi. Güzelce sahur yemeğimi yedim. Bu arada ikramın doyurucu olduğunu söylemeyi bir borç biliyorum; zira bazı şirketler ikram olarak sadece bir küçük kek parçası verirler. Başka bir isteğimin olup olmadığını soran hosteslere olmadığını söyleyerek teşekkür ettim. Bir müddet sonra sabah namazı vakti girmişti. Öğle-ikindi ve akşam-yatsı namazlarını birleştirmek için ruhsat vardı, lâkin sabah namazı böyle değildi. Bu sebeple namazımı bir an önce kılmam gerekiyordu. Ben uçakta oturarak namaz kılmam. Ne bileyim sağlıklı insanların oturarak namaz kılması benim hiç hoşuma gitmiyor. Otobüs yolculuklarında molalarda ve tren yolculuklarında boş bir alanda normal olarak namazımı kılarım. Uçakta da uygun yerler olduğu için namazımı normal olarak kılarım. Nitekim uçağın arka tarafında kabin görevlilerinin istirahat ettikleri boş bir alan vardır. Burada namaz kılmak istediğimi söyledim. Görevliler gayet kibar bir biçimde bana yer gösterdiler ve namazımı eda ettim. Bundan bir yıl önce bir hostes bana güçlük çıkarmış “Herkes gibi oturarak kılsana?” demişti. Allah’tan bu görevliler şeyhülislâm gibi ahkâm kesmiyor, bana yardımcı oluyorlardı. Sonuçta gayet güzel bir yolculuk yaparak Tayland’a indim. Bu ülke halkı Müslüman olmamasına rağmen havaalanında mescidi vardı. İnsanlara hizmet etmeyi öncelik ve amaç haline getiren şirketler bu hususa dikkat ederler. Buna mukabil Müslüman ülkelerde meselâ Fas Havaalanlarında ve en büyüklerinden biri olan Casablanca’da bir mescit bulamazsınız. Gazete parçaları üzerinde boş bir köşede namaz kılmaya mahkûm kalırsınız. Ne diyeyim Allah bu kardeşlerimize biraz iz’an ve akıl nasip etsin. İşte değerli okuyucularım, televizyondaki “Kendinizi star gibi hissedin” reklâmında olduğu gibi THY ile uçtuğumda aynen bu duyguyu yaşıyorum. Allah başta THY yöneticilerinden ve insanlara hizmet etmeyi öncelik haline getiren bütün şirketlerden razı olsun… 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Doğu-batı kucaklaşması |
Buluşmalar, toplanmalar ve kucaklaşmalar, hakikî medeniyetin önemli sosyal unsurlarındandır. İnsanlığın biricik temsilcisi, Medine-i Medeniyet-i Fazılayı kurmadan önce Mekke’de buluşmaları öne çıkarmıştı. Önce İbn-i Erkam’ın evinde yapılan ve daha sonra hicretin yolunu açacak buluşmaları... Medine kendisi başlı başına bir buluşmaydı. Efendimiz mütemadiyen buluşmayı tavsiye ediyordu. Müfritane irtibat ve buluşma, Medine hayatının en belirgin çizgisiydi. Sohbetler, dersler, yolculuklar ve hatta sofralar “buluşmalarla” mânâ kazanmıştı. Bin dört yüz elli senelik İslâm medeniyetleri, hep bu mânâlar üzerinde yükselerek serpildiler. Peygamberimizin haber verdiği “ahirzamanı” Asr-ı Saadetin başlangıcındaki dehşetli dönemlerle mukayese edenler, ekseriyetle bir izdüşümle karşılaşırlar. Hak dinleri inkâr ile istibdat ve dinsizliklerini idame ettirmek isteyenler, medeniyetin bu aslî unsuruna karşı çıkmışlar: Toplanmayı, buluşma ve kucaklaşmayı yasaklamışlar. Nemrut ve Firavun dönemlerini anlatan kitaplarda bu husus öne çıkar. Ahirzamanda inkâr-ı ulûhiyeti esas alan rejimlerde de bu böyledir. Troçki Rusyası ile Çin’in Mao rejimleri buluşma ile birlikte “seyahat hürriyetleri”ni de gasp etmişlerdir. Maalesef cumhuriyetin ilk dönemlerinde ve bilhassa Kemalizm adına yapılan ihtilâl devirlerinde ülkemiz de o karanlığa yuvarlanmış. Medenî masadaki buluşmalar yasaklanmış veya buluşmalar provoke edilerek, kucaklaşmak isteyenler pişman edilmişlerdir. İşte Bediüzzaman Hazretleri, zulümlü, yasaklı veya istismara müsait zeminlerdeki “kucaklaşma hasreti”nin ancak zindanda giderilebileceğini garip ve mazlum talebelerine mektupla bildiriyor. Fakirülhal, kucaklaşmaya hasret ve bir arada bulunup birbirlerinin güzel hasletlerinden istifadeye müştak talebeleri için Denizli ve Afyon medrese-i Yusufiyelerini bunun vesilesi olarak değerlendiriyor. Yani zindanı, müfritane irtibata vesile olmasından dolayı faydalı ve hoş görüyor. Nur talebeleri Üstadlarının ikazları istikametinde zararlı ve mânâsız toplanmalardan hep içtinab etmişlerdir. Vaktiyle yalnızca “bir vakit namazını eda” çağrılarıyla yapılan neticesiz toplanmalar devleti ve idarecileri ürkütürken, Müslümanlara tesanüd ve uhuvveti veremeyen toplanmalar gibi. Bediüzzaman’ın vefatından sonra, Kur’ânî eserler etrafında kenetlenen Nur talebeleri “kucaklaşmak” için çeşitli vesileler arıyorlar. Vehham devletin takip ve tarassudu altında derslerde ve mevlidlerde bir araya gelmişler. Yalnızca Allah rızası, güzel ahlâk ve ahireti kazanma gaye ve maksadıyla buluşurken devletin nizamına, asayişine ve işleyişine yardımcı olan bu insanları herşeye rağmen devlet rahat bırakmamış. Kemalizm-materyalizm ittifaklarının neticesinde yapılan ihtilâllerde ise, masumane buluşmalar ve Allah sevgisini hedefleyen kucaklaşmalar yasaklanmış. Gel gör ki, haricî cereyanların kuvvetlerine dayanarak Türkiye’de iktidar olanlar, milletin buluşup kucaklaşmasına o denli muhtaçlar ki... Yüz yılı aşkındır, yirmi yedi farklı kültürün, dilin ve hatta ırkın yaşadığı bir coğrafyada mütemadiyen yapılan ırkçılıkla perişan olmuş bizlerin doğusuyla, batısıyla, Karadeniz ve Akdeniz’iyle bir araya gelemeyişimiz, İslâm birliğine karşı olanların tahribatlarını kolaylaştırıyor. Israrla üzerinde durduğumuz bir iddia var: Türkiye 12 Eylül sürecini maalesef aşamadı. Bu cinayetin mahiyetini deşifre edemediği gibi faillerini de yargılayamadı. Bu hayatî nokta kaçırılınca, peşi sıra diğer kalkışmalar sökün etti. Bediüzzaman ortak paydasında buluşan bütün Türkiye’yi bu coşkulu buluşmalardan mahrum edenler kimlerdir? Van buluşmalarını yasakladıktan sonra, organize ettikleri Hizbullah ile şarkın dindarlarını yurtlarından uçuranlar kimlerdir? Ya Aczimendileri tıpkı Ticanîler gibi teşkilâtlandırarak Ankara Kocatepe buluşmalarını sabote edenlerin; Van’da faturayı Raif Zernekli ve arkadaşlarına, Kocatepe’de ise Mehmet Kutlular ve diğer müteşebbislere kesenlerin maksat ve hedefleri ne idi? Başka görüşlere de saygılıyız. Fakat, Türkiye’nin birlik-beraberliğini istemeyenler; İzmir ile Van’ın, Bursa ile Erzurum’un, İzmit ile Diyarbakır’ın, Tatvan ile Yalova’nın, Edirne ile Iğdır’ın; daha doğrusu doğu ile batının buluşup kucaklaşmasını engelleme gayretlerinin esas itibarıyla Washington, New York, Londra veya Paris çıkışlı olduğunu bilen idarecilerimiz karanlığa türkü söylediler. Bu otuz sene zarfında hükümetlerin çoğu yalnızca harice “taşeronluk” yaptı ve yapıyor. Gerçek şu ki, haricî kuvvetlerin zaman kazanmasını sağlayacak palyatif tedbirlere karşı, Nur talebeleri din ortak paydasındaki kardeşane buluşmaları, önlerine çıkarılan bütün engellere rağmen pratize etmeye devam ediyorlar. Yetkililere düşen, onları hem tebrik etmek ve hem de desteklemek olmalı. 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ergenekon ve irtica |
Yüksek Askerî Şûrâ toplantısında alınan kararlar açıklandı. Bunlardan biri, üç personelin daha “irticaî tutum ve davranışları” sebebiyle ihraç edilmesine ilişkindi. Böylece, üç ihraçla dahi olsa, geleneksel “irtica hassasiyeti”nin devam ettiği mesajı verilmiş oldu. İhraçlarla ilgili olarak Başbakanın ve Millî Savunma Bakanının tavrı, yine hiçbir pratik sonucu olmayan “şerh koymak”la sınırlı kaldı. Birinci AKP hükümetinin Başbakanı sıfatıyla bu uygulamayı başlatan ve bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Gül ise geldiği gibi onayladı. Sonuçta, ihraç edilen üç subay, YAŞ kararlarına yargı yolu kapalı olduğu için ne haklarını arayabilecekler, ne de belediyeler dahil kamu kurumlarında kendilerine yeni bir iş bulabilecekler. Yani, yargısız ihraç haksızlığı devam edecek. YAŞ kararlarında dikkat çeken bir diğer nokta, hangi gerekçelere dayandığı meçhul “irtica duyarlılığı” sürerken, Ergenekon bağlantılarına dair iddialarda aynı hassasiyetin gösterilmemesi. Gerçi bu iddialara adı karışanlardan, emekli edilen bir-iki üst düzey komutan var, ama genel tabloya bakıldığında, söz konusu isimlerin çoğunun terfî ettirilip önemli görevlere getirilmiş olması, Ergenekon sürecindeki gelişmelerin Genelkurmay nezdinde önemli ve kayda değer bir kriter olarak görülmediğini gözler önüne seriyor. Daha da ötesinde, bu konuda kamuoyunda oluşan hassasiyeti de dikkate almayıp, tersine bu tavrın rağmına tercihler yapıldığını gösteriyor. Bu arada, “AKP ve Gülen’i bitirme planı” adıyla gündeme taşınan belgedeki imza sahibi olarak haftalarca tartışılan ve Ergenekon mahkemesince tutuklanıp 18 saat sonra serbest kalan Albay Çiçek bu sene de terfi edemedi, ama Genelkurmay evvelce hiç görülmemiş bir uygulama ile bu durumun gerekçesini açıklama ihtiyacı duydu. Gerekçe, alanında “boş kadro” olmaması idi. Buna karşılık, Ergenekon soruşturması kapsamında Çiçek’le birlikte savcıya ifade veren, ama bırakılan albaylardan biri tuğamiralliğe yükseldi.
YAŞ’ta dikkat çeken diğer noktalar Keza, Çiçek için “Arkasındayız” açıklaması yapan ve Dağlıca saldırısına ilişkin sözleri de tartışmalara konu olan Genelkurmay 2. Başkanının 1. Ordu Komutanlığına; Susurluk ve Ergenekon sanığı İbrahim Şahin’e atfedilen ifadelerle adı gündeme gelen bir korgeneralin orgeneral yapılarak karargâha atanması da dikkatleri çekti. Bütün bunlar, Ergenekon bahsinde Genelkurmay’ın başından beri sergilediği mesafeli ve soğuk duruşla beraber değerlendirildiğinde daha da düşündürücü boyut ve anlamlar kazanıyor. Kurumsal yapılanma anlamında gözden kaçırılmaması gereken bir diğer karar, TSK bünyesindeki on beş orgenerallikten, son yıllarda boş tutulan birinin, Genelkurmay 2. Başkan Yardımcılığı ihdas edilerek yeniden doldurulması. Böylece, 2003’e kadar orgeneraller uhdesinde yürütülen MGK Genel Sekreterliğinin AB reformları kapsamında sivilleştirilmesi ile boşlukta kalan bir rütbenin bu şekilde doldurulduğu ve böyle yapılarak, evvelce Hilmi Özkök’ün telâffuz ettiği “orduda general sayısını azaltma” hedefinden vazgeçildiği gibi yorumlar dillendiriliyor. Bütün bu sonuçların alt alta konulmasıyla ortaya çıkan tablo ise, askerin sistem ve işleyişteki ağırlığını daha da tahkim edip tavrını ona göre koyma niyetinde olduğu bir sürece girildiğini düşündürüyor. İşaretlerden çıkan ilk sonuç bu. Bu gözlemin isabetinin test edileceği zeminler, önce Albay Çiçek imzalı belge tartışmalarının yatışmasını takiben Genelkurmay’ın YAŞ’a kadar bir ay ara verdiğini açıkladığı haftalık “basını bilgilendirme” toplantıları, ardından komutanlıklardaki devir-teslim konuşmaları olacak. Temennîmiz, sorunların ağırlaştığı ve demokrasimizin de ciddî zorluklarla karşı karşıya bulunduğu hayli kritik bir süreçte, askerî cenahtan, halka “Bir siz eksiktiniz” dedirtecek ve yeni sıkıntılara yol açabilecek çıkışlar sâdır olmaması. 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Seçeceğiniz eş müteşekkir mi? |
Akıl, anlama, ölçme cihazıdır. Delil ve belgelerle hareket eder. Vicdan ise, herhangi bir delile ihtiyaç hissetmeksizin gerçeği direkt anlayan bir melekedir. Hâlıkımız bizi yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarmış. Bu varlık çapında bir nimettir. Sonra bizi insan olarak yaratmış, kendisine kul, muhatap kabul etmiş. Bu ise, sonsuzluk çapında bir ihsandır. Sonra, akıl, kalb, vicdan, sevmek, korku gibi yüzlerce ulvî, olumlu veya olumsuz duygular vermiştir. Bunların değeri ise, Cennetle bile karşılanamaz! Bize en küçük bir hediye verene teşekkür ederiz. Bu nezaket, nezahet ve medeniliğin de bir göstergesidir. Teşekküre fırsat bulamayan, nasıl sıkılır, ezilir ve mutlaka teşekkür haberleri gönderme ihtiyacını hisseder... Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır! Öyle ise, bu sayısız dahili ve harici nimetlerin kaç yıllık teşekkür ve ibadet hatırı vardır? İşte ibadet, teşekkürdür. Şükür, beşerî baskı ve minnetlerden kurtulmak, gerçek hürriyete kavuşmak; aradaki vasıta ve perdeleri kaldırıp, doğrudan doğruya Allah’a muhatap olmaktır. Her şeyi O’nun verdiğini bilmek; yalnız O’na minnet etmek ve O’nun huzûruna, dergâhına iltica etmektir. Şükür, kişelere, sebeplere, madde bağımlılığından, nefsî, indî, süflî arzu ve isteklerden kurtulmaktır. İyi günde, kötü günde, nefes alıp vermenin her dakika bir hayat bahşetme olduğunun şuuruna varıp şükreden her fert, kirlerden temizleniyor iyiye; güzel ve temiz düşünce ve duygulara motive oluyor. Teşekkür, yalnızca, “Allah’ım, sana çok şükürler olsun!” sözünden ibaret olamaz. Nasıl ki, teşekkürümüzü sözle yaparken, aynı zamanda tavır, hareket, ses tonu ve mimiklerimizle (yani beden diliyle) de teşekkür ederiz. İşte bütün ibadetlerin fihristesi ve bütün varlıkların ibadetlerinin toplamı olan namaz, en büyük teşekkürdür. Zekât, fiilî bir teşekkürdür. Oruç ve hac, bedenî bir teşekkürdür… İşte sonsuz ikram ve ihsan Sahibine hâl ve kal diliyle şükreden bir eş seçen, mutluluğun sırrını yakalar. *** Dini bütün yaşlı kadın her sabah kapısının önüne çıkar ve duâ edermiş: “Allah’ım bize verdiklerin için sana şükürler olsun!” Ardından da ateist komşusunun sesi duyulurmuş: “Allah yok kadııın, Allah yok!!!” Kadın ne kadar sinirlense de yine her sabah duâ edermiş, komşusu da inkârını sürdürürmüş! Birgün komşusu yaşlı teyzeye bir oyun oynamak istemiş. Markete gidip sebze-meyve, ekmek, vs. yiyecek alıp torbalara doldurmuş, kapısının önüne bırakmış... Ertesi sabah teyze kapıyı açıp da yiyecekleri görünce çok şaşırmış ve sevinçle: “Sana şükürler olsun Allah’ım, bu gönderdiğin yiyecekler için sana çok şükürler olsun!!!” Ve ağacın arkasından onu seyreden komşusu seslenmiş: “Allah yok kadıııın Allah yok!!! O yiyecekleri ben aldııııım!!!” Kadın hiç istifini bozmamış: “Sana ne kadar şükretsem azdır ey Rabbim! Hem yiyecek göndermişsin, hem de parasını bir inkârcıya ödetmişsin!..” 07.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Gündüz okur, gece yazar olmak |
Okuduğunuz şu tatil notlarını gece vakti yazmak durumundayız. Zira, gündüzleri hem başka meşguliyetler çok, hem de zihin dağınık vaziyette kalıyor. Bu sebeple, gece saat 24’ten sonra yazı işlerine başlayabiliyoruz. Bir taraftan da medeniyetten uzak ve içtimaî hayatla da irtibatımız büyük ölçüde kesilmiş bir vaziyetteyiz. Günlük hayatımızın içinde, şu an itibariyle radyo-televizyon yok, gazeteler bulunduğumuz yere gelmiyor, internet bağlantısı da teknik imkânsızlık sebebiyle kurulamıyor. Dolayısıyla, aktüel gelişmeler itibariyle Türkiye’de ve dünyada neler olup bittiğinden haberimiz olmuyor. Mazur görün, size bu noktada şimdilik hizmet veremiyoruz. Böyle sosyal ve siyasî hayattan kopuk yazıları gazetecilikten saymayanlara da saygı duyarız. Ne var ki, mevcut halimizle de sizlerle hemhal olmak arzusundayız. Ayrıca biliyoruz ki, fikre teneffüs ettiren bu tarz tatil notlarını iştiyakla takip eden okuyucularımız da var. *** Geceleri yazarken, gündüzleri neler yapıyoruz? Gündüz vakti, fırsat buldukça ve mümkün oldukça kitap okumaya gayret ediyoruz. Zira, bu şansı her zaman yakalayamıyoruz. Oysa, ruhun, aklın, kalbin ve sair lâtifelerin de baki hakikatleri ders veren eserlere ve o eserlerdeki manevî gıdaya şiddetle ihtiyacı var. Aksi halde, gıdasızlıktan zafiyet geçirir, yahut kurur giderler. İmanî tefekkür dersi veren bu eserleri yalnız başına okuduğumuz gibi, zaman zaman bu tenhalara tenezzüh için gelen misafirlerle de birlikte okuyup mütalâalarda bulunmaktayız. Gündüz saatlerinde ayrıca etrafı tefekkür ve çeşit çeşit bitki ve hayvanat hallerini temaşa etme zevkini de tatmaya çalışıyoruz. Bütün bunların yanı sıra, ayrıca küçük çaplı da olsa serde bağ-bahçe işleri var. Bahçede çalışmanın, o güzelim taam ve tulumbacıkların gün begün değişen hallerini temaşa etmenin de apayrı bir zevki, lezzeti var. Geçen gün baktım, bahçenin bir köşesinde ufak çaplı bir hafriyat yapılmış. Dikkatle bakıp izini sürdüm, sonunda bu işi yapanın ormandaki komşularımızdan yaramaz bir porsuk olduğunu tesbit ettim. Yiyecek ararken, bitki köklerine zarar vermiş. Bu yaramaz porsuk, bir ay önce de bahçemize dadanmış ve taze ekmiş olduğumuz nohutların yarıdan fazlasını yiyip bitirmiş. Neyse ki, geri kalanlarla iktifa ettik yine de. İki sene önce aynı bahçede çalışırken, ormanda yolunu şaşıran bir boz ayı ta yanı başıma kadar gelmişti. Ancak, herhangi bir zarar ziyan vermeden geçip gitmişti. Bahçe tarafında yanımıza yaklaşan hayvancıkların başında ardıçkuşu geliyor. Aradaki samimiyet ve emniyeti bayağı ilerletmiş durumdayız. Sincap ve gelincikler ise, onlarla daha uzak ve mesafeli bir noktadan merhabalaşıyoruz. Geceleri ve bilhassa gündüz ezan vakitlerinde çakal sürülerinin seslerini işitiyoruz. Onlar da kendi lisanlarınca, bize hem namaz vaktini hatırlatıyor, hem de kendi rızıklarını Rahman ve Rahim olan Rezzak-ı Kerimden istiyor ve bu rızkın peşinden gittiklerini bizlere bildirmiş oluyorlar. *** Geçen gece zifiri karanlıkta dışarıdan bir hışırtı sesi geldi. Yazmaya ara verip dikkat kesildim, çalıların arasında bir mahlûkatın dolaştığını fark ettim. Ancak, karanlıktan ne olduğunu seçemedim. Tahminen, bu bizim yaramaz porsuktur dedim. Merakımı gidermek için ışıldakı açıp üzerine doğru tuttum ki, ne göreyim… Meğerse, bu mahlûk, gece mesaisine çıkmış olan bir kirpi imiş. Kirpi, derisi keskin oklarla kaplı olduğu için, etrafta güvenle dolaşabiliyor. Bu civarda yaşayanlardan gördüğümüz en ürkek hayvan ise, çakal. Geceleri sesleri çok yakından gelmesine rağmen, gündüzleri itina ile saklanır, yahut uzağa gider, gözden kaybolurlar. Bir gün, çok gizli ve sessiz bir şekilde çakalların olduğunu tahmin ettiğim orman içinde bir tarafa doğru gittim. Bu ürkek hayvanları daha yakından görmek istiyordum. Sonunda onları buldum. Üç-dört kadar çakal, kayalıklı bir mevkide ara ara dışarı çıkıp geziniyorlardı. Beni fark etmedikleri için, rahatça dolaşıyorlardı. Köpeklere benziyor, ancak yapıları itibariyle daha küçük olan bu mahlûkların, ayrıca orman içinde ne aradıklarını, nasıl beslendiklerini çok merak ettim. Bunu yaşlı köylülere sordum. Dediklerine göre, çakallar orman faresi, sürüngenler ve bilhassa domuz yavrularını avlayıp yiyorlarmış. Bu suretle de, farelerin ve yaban domuzlarının hızla çoğalmalarının da önüne geçiyorlarmış. Bundan dolayı da, köylüler, çakallardan çok memnun olduklarını ifade ediyorlar. 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Ümitsizliğin tehlikesi |
Büyük dünya ailesinde ve bu küre şehrinde Müslümanlar olarak büyük inkişaflar ve fütuhatlar içinde ve meşrû zeminlerde 2 milyarlık büyük güce ulaştık. Bu ulaşmanın birçok sebebinden en önemlisi, ümitsizliğin kalkması ile olmuştur. Ümitsizliğin hâkim olduğu herhangi bir yerde başarı, yükselme ve zafer beklenemez. Su almayan ağaç ve güneş görmeyen ev gibi olur. Prof. Dr. Ahmed Akgündüz Hocamızın gayret ve himmetiyle ayakta kalmaya çalışan Rotterdam İslâm Üniversitesi’nde, bu geçtiğimiz Mart ayında muhterem Hüseyin Hocamız bir dersine beni dâvet etti ve 55’i bayan olan 60 kişilik sınıfa hitap etmemi istedi. Sordum: “Bir inisicam bir tetimme olsun acaba dersinizin konusu ne?” Cevaben dediler ki: “İslâmda haramlar.” Tamam dedim, derse müşterek girdik. Tahtaya üç madde yazdım: Birinci madde, Zümer Sûresi 53. âyet: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” İslâmî kitapları araştırdım, büyük günahların içerisinden bir tanesi Cenâb-ı Allah’ın rahmetinden ümit kesmek olduğu ifade edilmektedir. Bu âyeti kaynak ve esas yapan İslâm bilginleri ve akl-ı selim şahsiyetler, müjde ve ümidin üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bu âyet esasında manevî hayata ve hassaten içtimâî hayatımıza bakmaktadır. Hastaneler, hapishaneler ve tımarhaneler bunun hâşiyeleri hükmündedir. Gidip oraları araştırmak elzemdir. Maalesef okumak ayrı, oralarda müzakere yapmak ayrıdır. Üniversitede tahtaya yazdığım ikinci madde ise: “Ümit, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir. Eğer ümit olmasaydı, hiçbir anne çocuğunu emziremez. Hiçbir ağaç diken de dikmezdi.”1 Bu hadis-i şerif de, sosyal ve içtimâî hayatımıza bakan yüzlerce hadisten bir tanesi. Neresinden ve hangi asırda bakarsanız bakın taze ve pırıl pırıl. Aile hayatından, orman yangınlarıyla mücadeleye kadar. Suâl çok geldi ve geliyor: “Neden bu beş büyük gece?” Kalbe ve nefse gelen bu suâle hemen bir hadis-i şerifle cevap verelim: “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir Gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” 2 Kadir Gecesi için bir müjde hadis-i şerifi. Fakat diğer dört gece olan Berat, Mi'rac, Mevlid, Regaib için de geçerlidir. Bunlarla ilgili sayısız tesbitler vardır. Mânevî hayatımızda, ibadet hayatımızda da ümidin ve şevkin husûle gelmesi için Yaratıcımız, Malikimiz, Hazret-i Allah, kerem ve rahmetinden bizler için bu gecelerde ayrı ikramlar, lütuflar derc etmiş ve yerleştirmiştir. Şimdi neyin girdabına ve neyin ümitsizliğine kapılacağız? İnanarak yapılan duâlar geri dönmez. İnanıyoruz ve iman ediyoruz ki “Her şeyin anahtarı ve dizgini O'nun elindedir. Sahibimiz ve malikimizdir. Yine bir müjde: Hadis-i şerifte “İhlâs Sûresini okuyan kimse Kur’ân’ın üçte birini okumuş olur” buyrulmuştur. Hz. Bediüzzaman diyor ki: “..Kur’ân-ı Hakîm’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs besmele ile beraber altmış dokuzdur, üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Sûre-i İhlâs’ın her bir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır.” 3 Rakama vurduğumuzda çıkan tablo: 207x1500=310.500 eder. Bu hesapla Berat Kandilinde 4 milyon 140 bin eder. Kadir Gecesinde ise: 207x30.000=6 milyon 210 bin sevap haseneler verir. Bu üç İhlâs-ı Şerif’i en ami ve en aciz bir Müslüman isterse günde bin tane okuyabilir ve artık kendisi rakama vursun ve sevinsin... Nisa Sûresi 24. âyet uzun, çok şümullü ve sosyal hayatın yaralarına parmak basmakta. Azaptan ve seyyiâttan bahsettikten sonra çıkış yolu gösterir ve sonunda buyurur ki: “Allah Gafûr ve Rahîm’dir.” Müslümanların bu gecelerine artık gayr-ı müslimler de kulak vermektedirler. Dünya böyle bir ümit yelpazesinde dönmektedir. Şükürler olsun…
Dipnotlar: 1- Camiü’s-Sağir: 2: 559, Hadis no: 2550. 2- Camiü’s-Sağir: 6: 191, Hadis no: 8902. 3- Sözler, 24. Söz., B. S. Nursî 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Eşler arası nezaket ve hukuka dikkat! (1) |
İsmi mahfuz bayan okuyucumuz: “Eşim bana karşı haksız yere çok kırıcı davranıyor. Ayrılmak istemiyorum. Çünkü çocuğum var. Küsmek bir çözüm olabilir mi? Bazen tepki verdiğim zaman birbirimize kırıcı oluyoruz. Birbirimize nasıl davranmalıyız?” İnsanlar arası ilişkilerde öylesine birleştirici bir dinimiz var ki, hiçbir beşerî hatâ için insanlar arasına çatlak ve ayrılık girmesine aslâ müsaade etmez. Kur’ân, gayr-i müslimlerle ilgili yaptığı uyarılarda bile, asla ve asla insanlığın rafa kaldırılmasını istemez. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa gibi bir büyük Peygamberine (as), Firavun gibi bir azılı kâfir için “yumuşak sözle yaklaşmayı” emrediyor!1, Bu âyet bize çok şey öğretiyor! Biz, hiç olmazsa birbirimize karşı ilişkilerimizde “yumuşak huylu olmayı, yumuşak sözlü olmayı” Allah’ın emri saymalıyız. Kavimleri tarafından taşlanarak kan-revan içinde bırakılan nice peygamberler vardır ki, bir yandan acı içinde kanlarını silerlerken, diğer yandan, “Allah’ım! Kavmimi bağışla! Onlar bilmiyorlar!”2 diye duâ edebilmekteydiler. Muhatabın kötü tavrı neden küsmeyi gerektirsin? Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in (asm) Mekkelilere karşı yumuşak tutumunu şöyle över: “Allah’ın rahmetinden dolayı sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet! Onlar hakkında mağfiret iste!”3 Müslümanlar arası ilişkilerde ise Kur’ân tam bir nezaket incisidir! Asla ama asla hiçbir Müslümana kem gözle bakılmasına izin vermez. Bakınız; Kur’ân, Müslümanları kardeş ilân eder4, Kur’ân, Müslümanlar arası gıybeti, sû-i zannı5 arkadan çekiştirmeyi ve kaş-göz işâreti ile alay etmeyi haram kılar.6 Kur’ân, mü’minlerin birbirlerine karşı mütevazı ve merhametli, kâfirlere karşı güçlü ve izzetli olmalarını takdir eder7, mü’minler için hayırlı bir sıfat olarak “Onlar öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler” 8 buyurur. Mü’minlere, “Affetsinler! Aldırmasınlar! Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?”9 buyurur. Misâlleri arttırmak mümkün. Kur’ân’da barışı, kardeşliği, affı ve bağışlamayı öneren onca âyete rağmen, kin ve nefretin, sürtüşmenin, küskünlüğün, dargınlığın ve kırgınlığın sürdürülmesini haklı gören tek bir âyete neden rastlamayız acaba? Kur’ân bu yaklaşımıyla,–hâşâ—bir tarafı haklı mı kabul ediyor? Yoksa her kayıt ve şartta Müslümanları “barış” ortak paydasında birleştirmek mi istiyor? Bu âyetler, hiç şüphesiz eşler arası ilişkilerde çok daha nazik ve emredici hükümler içerir. Bir yastıkta kocayan veya bir yastıkta ebediyete yürüyen eşler, dinimize göre; 1- Birbirlerinin hatalarını görmemelidirler, 2- Birbirlerini mutlak sûrette bağışlamalıdırlar, 3- Birbirlerine kesinlikle nazik davranmalıdırlar, 4- Birbirlerine kayıtsız şartsız sevgi ve saygı duymalıdırlar, 5- Birbirlerinin hoşlanmadıkları huylarını “yok” saymalı ve görmezden gelmelidirler. 6- Birbirlerinin kızgın hallerinde öfkeyi körükleyen değil, kesinlikle susmayı ve sineye çekmeyi tercih eden taraf olmalıdırlar. Çünkü Kur’ân, eşleri, Cennet gölgeliklerinde karşılıklı koltuklar üzerinde yaslanmış, istedikleri her meyvenin ve ikramların ayaklarına getirildiği birer “ebediyet arkadaşı=âhiret dostu” olarak takdim ediyor.10 Peygamber Efendimiz (asm) bunun için, “Hayırlılarınız, kadınlarınıza hayırlı olanlarınızdır!”11, “Allah’a iman etmiş olan bir koca, Allah’a iman eden karısından nefret etmez. Onun bir tabiatını beğenmezse, diğerinden hoşlanır”12 buyurmaktadır. Allah aşkına insafla düşünelim: Bizim hangi sürtüşmemiz, hangi kırgınlığımız, hangi küskünlüğümüz, Kur’ân’ın bizi “ebediyet arkadaşı” olarak takdimini gölgede bırakabilir? Eşimize karşı var saydığımız yersiz onur ve izzet, âhiret dostluğunu ve ebediyet arkadaşlığını incitmeye değer mi? Hiç şüphesiz, birer insan olarak, günlük tartışmalarda bulunmamızda bir sakınca yoktur. Konuşalım, tartışalım tamam; ama eğer kırıcı olmuş isek, birbirimizi incitmiş isek, hemen ardından barışmayı ve gönül almayı da lütfen geciktirmeyelim. Tabiî ki hayat varyantlarının yükü altında kadın da kendi haklılığını dile getirecek, yerine göre susmayacak, tavır koyacak ve eşini mutlak bir zarardan kurtaracaktır. Bu durumda da koca sessiz kalmayı ve alttan almayı bilmeli ve bunu başarmalıdır. Dipnotlar: 1. Tâhâ Sûresi, 20/44. 2. R. Sâlihîn, 640. 3. Âl-i imrân Sûresi, 3/159. 4. Hucûrât Sûresi, 49/10. 5. Hucûrât Sûresi, 49/12. 6. Hümeze Sûresi, 104/2. 7. Fetih Sûresi, 48/29. 8. Âl-i İmrân Sûresi, 3/134. 9. Nûr Sûresi, 24/22. 10. Yâsîn Sûresi, 36/55-58. 11. R. Sâlihîn, 626. 12. Taç, 2/928. 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Nurun iki fedakâr kahramanını Hakk’a uğurlarken |
Son haftada iki değerli “Nur Kahramanını” daha beka âlemine uğurladık. İlk önce Balıkesir’in sembol isimlerinden Hasan Aktunç Ağabey Hakk’a yürüdü. Hakikaten sanki tunçtan bir delikanlıydı. İlerlemiş yaşına rağmen hayat ve enerji doluydu. En son yüz yüze görüşmemiz 4-5 Ocak 2009 tarihlerinde Balıkesirli dostların Balıkesir’e dâveti üzerine orada kaldığımız üç gün içerisinde olmuştu. Nükteleri, esprileri, ders dolu kıssa ve ifadeleriyle farklı bir gönül insanıydı. Antalya’mızda uzun süre kalan oğlu Mustafa Aktunç’tan dolayı da ayrı bir yakınlığımız olmuştu. Nur câmiası içerisinde “pehlivan tefrikalarıyla” ayrı bir yer ve üne kavuşmuş bu mümtaz şahsiyetin bir Cuma sabahında Hakk’a kanat çırptığını samimî dostumuz Ali Fuat Bey’den haber almıştım. Çok uzaklarda olduğum için maalesef cenazesine katılamadım. Sağ iken haftalık duâ listemde ismen duâma dâhil olan Hasan Ağabeyi şimdi vefat edenler listesine kaydettim. Bu âcizin emaneti kabzoluncaya kadar duâda devam edeceğim İnşaallah. Ruhu şâd, makamı cennet olsun. Başta sevgili eşi, ablamız ve evlâtlarına, damadı değerli insan Recep Özel Ağabeye Cenâb-ı Hak sabr-ı cemil ihsan etsin. Dostlarının ve sevdiklerinin başları sağ olsun. İkinci vefat haberi ise, “Berat Gecesine” hazırlandığımız günde Barla’nın mümtaz şahsiyetlerinden Hz. Üstad’ımızın sadakatli talebesi Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmet Güvenç Ağabeyimizle ilgiliydi. Ankara’dan telefonla arayan Ömer Tuncay Ağabey, kandil tebriğinden önce Mehmet Ağabey’in gece saat 02.00 sularında Ankara’da Hakk’a yürüdüğünü söylüyordu. “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn.” Yıllardan beri Ağustos ayında Barla Yeni Asya Sosyal Tesislerinde yaptığımız “aile programlarının” müdavimi olan Mehmet Güvenç Ağabey, ihlâs dolu, mütevâzi hâliyle merhum babasından, ağabeyinden duyduğu hizmet hatıralarını bıkmadan, usanmadan tatlı şivesiyle anlatırdı. Gazetesini hiç bırakmazdı. Kışları Ankara Keçiören’de, yaz aylarını da memleketi olan Barla’da geçirirdi. Barla’da Üstadımızın 1952 yılından sonra kaldığı evde uzun süre oturduktan sonra kendi inşâ ettiği hânesine taşınmıştı. Baba mesleği olan marangozluk ve dülgerlikte çok mâhirdi. Üstadımızın 1952 yılından sonra kaldığı bu evini görmek isteyenlere hiç üşenmeden anahtarı alır, kapıları açar, evin müştemilâtı ve Üstadın burada geçirdiği hatıraları bildiği ve dilinin döndüğü kadar üşenmeden sakin ve tek tek, net bir şekilde anlatırdı. Geçen yıl amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Tedavisi uzun süre devam etti. İyileşme emâreleri vardı. Bu baharda yine Barla’ya geldi. Ali İhsan Ağabeyin defnedildiği gün olan 14 Nisan günü, oğlu Selim ve eşi ile beraberce Barla’dan Antalya’ya aynı arabada beraber geldik. Üç saate yakın güzel bir sohbetimiz oldu. Sağlıklı görünüyordu. Ama “Külli âtin karîb” (Her gelecek yakındır) sırrıyla, sayılı nefeslerini tüketip, mübarek bir gecede, nice Nur Kahramanlarını bağrında barındıran Barla Asrî Mezarlığına defnedildi. Fani hayata veda edip Allah’ına, Resûlüne, Üstadına, babasına, iki yıl önce vefat eden değerli insan, Medine-i Münevvere’de Cennetü’l-Mualla kabristanında medfun, damadı Selâhaddin Yeşilyurt’a ve diğer dostlarına kavuştu. Yine uzaklarda olduğum için Mehmet Ağabeyin de cenazesine maalesef yetişemedim. “Üstadı görenler” listemde ismen duâma dâhil olan Mehmet Ağabey de artık bu mübarek geceden itbaren “Hakka kavuşanlar” listesinde yerini alacak. Şahsen bana ve gazete yönetim kurulundaki iki ağabeyimize son emaneti, Üstadımızın ikamet ettiği—yukarıda bahsi geçen—Barla’daki evin bakım ve onarımının Yeni Asya câmiası tarafından deruhte edilmesiydi. İnşaallah bunu gerçekleştiririz. Barla Kabristanı’nda haşrin sabahını bekleyen merhum Mehmet Güvenç Ağabey’e Allah’tan rahmet, geride kalan eşi muhtereme ablamıza, evlâdü iyâline, akraba ve dostlarına sabrı cemil niyaz ederim. Makamı Cennet olsun İnşallah (Âmin). 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Mehmed Güvenç Ağabey |
Yine hüsran, yine hicran... Hasan Aktunç Ağabeyin rahmetli oluşunun üzerinden daha bir hafta geçmemişti ki, bu sefer de Üstad Hazretlerinin Barla’ya sürgün edildiğinde evinde misafir olarak kaldığı marangoz Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmed Güvenç Ağabeyin vefat ettiği haberini aldık. Mehmed Güvenç Ağabey, Barla’nın mübareklerinden biriydi. Halim-selim, az konuşur, çok iş yapar ve bu dâvânın, her zaman ayak olmayı baş olmaya tercih eden adsız kahramanlarından biriydi. Hayatı boyunca Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunmuş, müstakim, ehl-i hizmet bir ağabeyimizdi. Rahmetli Selahaddin Yeşilyurt’un kayınpederiydi. Selahaddin Ağabey vefat ettiğinde ondan malûmat almıştım. O hâdise karşısında duruşu da, bir Nur Talebesinin ölüm hakikatine imanının göstergesiydi. Ankara’ya gittiğimizde bazen görüşüyorduk. Oğlu Selim kardeşimiz Bursa’da yüksek okul tahsili yapmıştı. O zaman, onun vasıtasıyla da haberleşip, selâmlaşıyorduk. Fakat onunla en mühim hatıramız; Barla’daki Yeni Asya Sosyal Tesislerimizin ilk nüvesinin atıldığı zamanlardaydı. Öyle bir tesise ihtiyaç hâsıl olunca (Üstadın menzillerini ziyarete gidenlerin rahat edebilmesi için) Ankara’dan Ömer Tuncay, Ali Vapurlu, bir de Barlalı olarak Mehmed Güvenç ve Mehmed Alaylı Ağabeylerle beraber münasip yer arayışında bulunmuş ve şimdiki tesislerin olduğu arsa yerinin uygunluğunda ittifak edilmişti. O işin takibini yaptığımız zaman da bizi evinde iki üç gün misafir etmişti. Muhterem ve mübarek insan, ihlâs ve samimiyet misâli haliyle rahmetli olan Mehmed Güvenç Ağabeyimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve câmiamıza da taziyetlerimi bildirir, kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe olmasını dilerim. 07.08.2009 E-Posta: [email protected] |