Yasemin YAŞAR |
|
Kibir, Rabbi unutma alâmetidir |
Mânevî bir hastalık olan kibir, kendisini başkasından üstün görmek anlamına gelmektedir. Kötü ahlâk olan ve aynı zamanda haram olan bu huy, aslında Rabbini unutma alâmetlerindendir. Kibrin zıddı ise, tevazudur. Tevazu da kendini başkaları ile bir görmek. Yani ne aşağı, ne de üstün bilmektir. Yerine ve zamanına göre davranılmaması hâlinde birbirbirine karışan bu kavramların arasında çok ince çizgiler bulunur. Meselâ, kibir sahibi birisine, tevazu göstermek zillettir. Tevazu sahibi birine, üstünlük göstermek de kibirdir. Kâfire karşı gösterilen kibir, vakar adını alır. Mü’mine karşı gösterildiğinde, kötü ahlâk olan kibir adını alır. Ancak ölçüsünü bildiğimiz ve nerede kullanılacağı anlaşıldığı takdirde iyi haslet olabilirler. Aksi halde; vakar, haram bir fiil olan kibre; tevazu, münafıklık hassalarından olan zillet hâline dönüşebilir. Tekebbür dediğimiz sû-i ahlâkın en kötüsü de Yaratan’a karşı yapılandır. Bu kibir hâli, aciz, zayıf, elinden bir şey gelmeyen, kul olan insanın kendi Mâlikine, Sahibine, Sonsuz kudret sahibi Rabbine karşı savaşıdır. İblis de bu tekebbürü ile şeytanlaşmış ve Rabbinin huzurundan kovulmuştur. Halbuki üstünlük kendini üstün görmekte değil, tevazu göstermektedir. Bir niyet değişimi ile, konuştuğumuz sözler, giydiğimiz giysiler, kullandığımız eşyalar ya şükür vesilesi, ya da kibir olabilir. Çok tehlikeli ve gafleti hiç kaldırmayan bu düşüncelere karşı Müslümanların çok dikkatli olması gerekir. Temelinde enaniyet yatan bu mânevî hastalıklara yakalanmamak için mahiyetini tanımak, hastalığın bulaşma yollarını, yapacağı tahribatı iyi bilmek gerekir. Enaniyetten türeyen bu hastalıkla kişi kendini farklı özellikleri varmış gibi düşünüp, her hâl ve hareketiyle bu farklılığı üstün bir şahsiyet olduğunu hissettirmek düşüncesindedir. Rûhî bir hastalık olan bu davranış ve tavırları sergileyen insanlar, kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve göstermek ister. İşte bu düşünceden de başka başka hastalıklara giriftar olur. Başkalarının üstün meziyetlerini duymaya bile tahammül edemez ve duydukça öfkelenip, en başta kendi duygu ve düşüncelerini kirletir, sonra da içtimâî hayatı bulandırır. Haset, kıskançlık, gıybet, sû-i zan gibi. Mahlûkata ve Yaratan’a karşı yapılan bu kibir hastalığı ile insan, öyle bir körleşir ki, karşısındaki hiçbir düşünce ve davranışa iltifat etmediği gibi, âyet ve hadislere dahi şahsî yorumlar getirerek, kendini ifade peşinde koşar. Bu hasta tipler, muhalif istemezler. Fakat menfaatleri olan kimselerle aynı karelerde bulunabilirler. Zengin, fakir, havas, avam ayırımı yaparak fakirlerle avam insanlarla beraber aynı karede olmak onları rahatsız eder. Temelinde narsist bir kişilik barındıran kibirli insanlar, bütün gözlerin, konuşmaların kendi minvallerinde dönmesinden hoşnut olurlar. Bu tür insanların aslında hiçbir fikir ve düşünceleri, tavır ve davranışları normal değildir. Hayatlarındaki en basit şeyleri dahi kibirlerine kullanıp, onlarla üstünlük taslayabilirler. Hiç küçümsenmemesi gereken bu his, eğer zamanında tedavi edilmezse çok ileri boyutlara gidebilir. İblis, Karun, Firavun, Nemrut, Ebû Cehil, Lenin, Stalin gibi dinsizler ve diktatörleri netice veren bu his, kibir hissinden başkası değildir. Kibir, imanlı bir yaşayışın önündeki kocaman bir taş gibidir. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse Cennete giremez” buyurmuşlardır. Kalbe yerleşen bu his, imanın bütün nurlarını söndürecek kadar tehlikeli bir hastalıktır. Bulduğu ile yetinmeyen, kanaatsiz olan bu insanlar umduklarını bulamayınca da depresyonlara, streslere ve türlü türlü psikolojik hastalıklara düşerler. İnsan, arzu ettiği dünya ile takdir edilmiş dünyası arasındaki uçurumlar nispetinde, psikolojik hastalıklara yakalanır. Kadere rıza, kanaat, tevekkül gibi âlî ahlâkla ancak bu hastalıklardan kurtulabilir. Nefsinden kaynaklanan istek ve arzularını mutlaklaştırdığı ölçüde, vazgeçilmez gördüğü nispette hastalık artacaktır. Kibirli insan, marifete kapalı insandır. Kibirli insan, insanlığa da kapalıdır. Buna karşılık, şeytanın çabuk ve kolay kandırdığı, küfre daha yakın, süflî ahlâka daha kolay girebilen bir insandır. Marazlı bir ruh hâli olan kibrin farklı farklı sebepleri vardır. İlim sahibi olmak, soy, güzellik, kuvvet, mal ve mevki gibi. Bu sıfatlar cahillerde bulununca kibre sebep olur. İlim kibre sebep olduğu gibi, kibrin ilâcı da ilimdir. İlim çok kıymetli bir ihsandır. Bunun için ilme sahip olan insan, ilmini tahakküm ve kibir aracı olarak kullanırsa ve öğrendiği ilim onu Allah’a yakınlaştırmayıp, uzaklaştırırsa, bu ilme zaten ilim denmez. “Onların dalâleti fenden ve felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip, nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikın düsturlarını, süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden (hâşâ), eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” (Şuâlar, s. 624) Çünkü hakikî ilim sahipleri, aczini, fakrını anlayan, Hâlık’ına karşı korku ve muhabbetini arttırıp, mahlûkata karşı tevazu gösterendir. İlmin kibre sebep olmaması için, ilmini kullanma niyetini sorgulamalı, ilmiyle amel etmeli, başkalarına da öğretmeli ve bunları da ihlâs ile yapmalıdır. Kibir ve Kibriya sıfatı sadece Allah’a mahsustur. İnsan nefsini ne kadar kötü bilirse, ne kadar aşağılarsa, kıymeti o nispette artar. İçindeki kibir hislerini yok etmek için, şöyle bir düşünce geliştirilebilir. Bir âlimse, câhili görünce “Bu bilmediği için günah işliyor. Ben ise bilerek işliyorum” diye düşünmelidir. Bir âlimi görünce, “Bu benden daha çok biliyor, ilmin hakkını veriyor, ihlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim” şeklinde düşünmelidir. Kendinden daha yaşlı birini görünce, “Bu benden daha çok ibadet etti”, genç birisini görünce “Günahı benden daha az” diyebilmelidir. Bid’at sahibi veya kâfiri görünce de, “İnsanın hâli son nefesinde belli olur, acaba benim son hâlim ne olacak?” diye düşünmeli, fakat bu sıfatları (kâfirlik ve bid’atı) sevmemelidir. Eğer kibir, yaptığı ibadetlerden kaynaklanırsa, o zaman da ibadete güvenmemek gerekir. Çünkü ibadetin kabul olması, niyetin halis olmasıyla alâkalıdır. İhlâsı elde etmek ise her zaman ve her şartta mümkün olmayabilir. Bu yüzden ibadetler fasit olmuş olabilir. Üstelik nefsimiz emmâredir. Emmâre olan nefis, takva ile temizlenmedikçe ibadetlerin ihlâs ile yapılması da güçtür. Soy veya nesep kibir sebebi ise, bu tam anlamıyla bir cahilliktir. Kabil, Hz. Âdem’in (as) oğludur; Kenan, Nuh (as) peygamberin oğludur, fakat babalarının peygamber olması bunları küfürden kurtarmamıştır. İnsanın övündüğü dedeleri, soyu, bir avuç toprak olmuştur. Ancak onların salih olmaları ve iman sahibi şerefli insan olmaları ile övünmeli, onlar gibi olmaya çalışılmalıdır. Güzellik kibir sebebi ise, ki en çok kadınlarda görülür. Bu güzellik zaten kalıcı değildir. Çünkü güzellik insanın zâtından değil, ârızî olarak verilmiştir, bir süre sonra alınacaktır. Hakikî güzellik ise, ahlâk güzelliğidir; onu kazanmak için uğraşmak gerekir. Gençlik ve kuvvet, kibre sebep olabilir. Oysa gençlik de, kuvvet de, aynı güzellik gibi geçicidir. Öyle geçici olan, devamı olmayan, üstelik hayvanlarda dahi olan kuvvet gibi bir özellikle tekebbür etmek tam bir cahilliktir. Mal, evlât, mevki ve rütbe ile tekebbür etmek de bir o kadar ahmaklıktır. Çünkü bunlar gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Üstelik mevki, rütbe, makam ahlâksızlarda, kötü insanlarda daha fazladır. Bunlar üstünlük olsaydı, bunlara sahip olmayanların aşağı kimseler olması lâzımdı. Ama insanların en şereflileri ne rütbe, ne makam ve ne de mal sahipleridir. Kibrin zıddı olan tevazuyu kazanmak için kişinin kendini tanıması gerekir. En ekrem, en muttakîdir; ve en müttakî, en mütevazidir. (Hutbe-i Şamiye, s. 83) Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse tekebbür etmez. Çünkü aczini, fakrını, zaafını anlayacak, bunun karşısında sonsuz kudret, kuvvet ve zenginlik sahibini tanıyacaktır. Kendinden başladığı bu okuma işini bütün mahlûkat için de düşünüp, kibriya sıfatının sadece Allah’a ait olduğunu idrak edecektir. 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Ana-baba haksız da olsa, rızası alınmalı |
Anne-baba hukukunun önemini; her halûkârda onlara itaatin ehemmiyetini; hangi sebeple olursa olsun onları kırıp, rencide etmenin yasak olduğunu; onların rızalarını ve memnuniyetlerini tahsil etmenin farz-ı ayn olduğunu hemen hemen bilmeyenimiz yok gibi... Evlât için Allah'ın rızasının anne-babanın rızasından geçtiğini; dünya ve ahiret, huzur ve saadetinin tılsımlı anahtarının anne-babanın elinde olduğunu; ebeveyni incitip rencide etmenin Yüce Allah'ı ve sevgili Resulünü incitme anlamına geldiğini; anne-babayı şu veya bu şekilde rencide edenlerin her iki dünyasının da tehlikeye gireceğini de her evlâdın bilmesi gerektiğini zannediyorum. "Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın 'öf' bile deme (İsra Sûresi: 23)" âyetindeki açık ve kesin emr-i İlâhi'yi tekraren izaha gerek var mı? bilemiyorum. Özellikle buradaki "öf bile deme" ifadesindeki ihtar ve ikazını ciddiye almamanın getireceği sonucu her evlâdın göz ardı edeceğini tahmin ediyorum. Bu âyet-i Kerime muvacehesinde Bediüzzaman'ın "... Kur'ân nazarında validemin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir" yorumunu dikkate almakta fayda var. Sebeb-i vücudumuz olan anne-babaya şefkat ve merhametin sebep ve nedenlerini saymakla elbette bitiremeyiz. Anne karnında iken ölünceye kadar evlâdı için her zahmeti ve meşakkati göze alan, her fedakârlığa zevkle ve şevkle katlanan ve bütün bunları hiçbir karşılık beklemeden yapmayı vazife bilen anne-babanın bu akıl almaz fedakârlığını daha henüz anne-baba olma makamına erişemeyen bir çok genç bilemez. Bir yönü ile anne-babanın bu hali fıtrî bir haldir. Sonradan kazanılmış ve elde edilmiş bir durum değildir. Bu meyan da Efendimizin (a.s.m); "Allah'ın rızası, babanın rızasını kazanmaktadır. Allah'ın gazabı da babayı kızdırmaktadır" sözü ile evlât üzerinde baba hukukunun önemini göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçek ve doğru olan şudur ki; her evlât hiçbir özür beyan etmeden, haklı veya haksız hiçbir sebep öne sürmeden anne ve babanın rızasını tahsil etmenin gayretinde olmakla vazifelidir. Bu yolda azamî şefkatini ve merhametini esirgememelidir. Ve bütün bunları yaparken de hiçbir karşılık beklemeden, Allah için Lillah için yapmalıdır. Yaptıklarını Allah için yaptığının delilini de Bediüzzaman şöyle tesbit ediyor: "Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. (Sözler, S: 583) Demek oluyor ki anne babayı sevmenin, onlara saygı duymanın ölçüsü, onları Allah için sevdiğimizin delili bizlere ev, araba aldıkları için veya her türlü maddî ihtiyaçlarımızı gördükleri için değil, tam aksine bize hiçbir faydaları dokunmadığı zaman, daha da ötesi ihtiyarladıklarında, hasta olduklarında, bakıma muhtaç olduklarında, isteyerek, yüksünmeden onların yardımına koşuyorsak, onlara şefkat ve merhametle yaklaşıyorsak, işte o zaman gerçek mânâda onları Allah için sevip sayıyoruz demektir. Bilhassa gençler tarafından yanlış anlaşılan bir durum anneler ne ise de babalarının kendilerine haksızlık ettiklerini, hatta kendilerini sevmediklerini, bu yüzden aralarında anlaşmazlıkların vukua geldiklerini söylemeleri oluyor. Kayıtsız şartsız hemen her babanın evlâtlarını sevdiklerini, bunun fıtratın bir gereği olduğunu söylediğimizde, tatmin olmayıp itirazlarda bulunduklarını görüyoruz. Konu ile alâkalı olarak bakın Bediüzzaman neler söylüyor: "Madem peder kimseyi değil yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister; ona mukabil veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasedden gelir--pederde oğluna karşı o yok--veya münakaşa haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır. (Sözler, S: 583) 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Yanımızda olmayanın yanında olmalı ve ona yardımcı olmalı |
Yerinde söylenmeyeni başka yerde söylememek esastır
İnsanların bir kısmı, ne acı ki, Kur’ân’ın men ettiği bir davranış olan gıybeti çok rahat yapabiliyorlar. Kendilerine durumun vehameti bir şekilde iletildiğinde ise, ‘Ben bu işlerin kitabını yazmışım, bana gıybetin dersini verene bak’ kabilinden tavırlar sergiliyorlar. Gıybet etmekten sakınma konusunda, belki en fazla duyarlılığı öğreten fakülteler okumuş insanlar, bir de bakıyorsunuz ki, bu konularda çok rahat konuşan insanlar olarak karşınızda. Bu, maalesef çok ciddî bir sorundur. Yani nasihatına başvuracağınız insanların, insanlar hakkında gıyabında–rahatsız edici boyutta–çok rahat konuşuyor olmaları, oldukça iç karartıcı bir durumdur. Böyle gıybetli konuşmaların, bir guruba yapılmasının tahribat boyutunu düşünebiliyor musunuz? Böyle insanlar, yapılanın gıybet olabileceğine dikkat çeken kardeşine karşı, ‘kardeşimizden Allah razı olsun, omuzumdaki akrebi bana gösteriyor’ inceliği yerine, ‘kardeşimiz son zamanlarda ‘gıybet’ konusuna çok çalışmış her halde...’ gibi gayr-i ciddî cümlelerle, konuyu saptırarak ele alabilmeleri, çok daha vahim bir durumdur. Bunlar toplumda görülebilen manzaralar… Her doğruyu söylemenin, her yerde doğru sonuç vermeyeceğinden hareketle, “Kim yaparsa yapsın” yapılan şey yanlışsa, ‘yanlış’ demek ve ‘doğru’ ise ‘doğru’ demek, hakkın hatırıdır. Ama bu, doğruyu söylememek değil, yerinde söylemektir. Hatta yerinde söylenmeyeni başka yerde söylememektir. Konuya eğilmem, sadece bazı insanların yanlış tavırları değildir. ‘Kötü örneğin örnek olmadığını’ bilerek, amaç, konuya duyarlı insanların duyarlılığına devam etmesi ve gıybet edenlerin ise, ‘alan daralmasına’ muhatap bırakılmalarıdır. Yani gıybetçilerin, kendilerine iyi gözle bakılmadığının farkında olmaları gerekir. Yoksa zaman zaman gıybete katılarak, güle oynaya gıybetleri dinlemek, yanlışa ortak olmak demektir. Gıybet etmeyenlerin, gıybet edenlerden daha cesur olmaları gerekiyor.
Yanımızda olmayanın yanında olmak Sosyal ve dinî bir kural olarak, yanımızda olmayan birisi hakkında, onun duyduğunda rahatsız olacağı şekilde konuşmak, çirkin bir davranıştır. Hakkında konuşulan kişi, kendisini savunacak bir pozisyonu olmadığı için, böyle konuşmalar acizlik ve zayıflıktır. Nitekim bu davranışın dinen de çirkinliği, “İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?” cümlesiyle, ‘ölü etini yemek gibi’ ifadelerle zemmedilmiştir.
Yerinde konuşulmayan, başka hiçbir yerde konuşulmamalıdır Gıybetin ne olduğunu bildiği, yapılan davranışın günah, çirkin, yanlış, ahlâk dışı olduğunu anladığı halde gıybet etmek, şeytanın maskarası olmak demektir. Böyle insanlara gerçekten acımak, bu çirkinlikten kurtulması için duâ etmek gerekir. Yapılan fiilin doğru olmadığını paylaşmak ve kendisine hiç yakışmadığını bir şekilde ifade etmek, kardeşliğin gereğidir. Onun için ne yapıp edip, ciddî bir toplumsal duyarlılık içerisinde, gıybetin zeminini yok etmek gerekir. Yani gıybet eden kişiye, kendisinin çok ciddî bir bozulma içerisinde olduğunu, kendisine çevresindeki insanların acıyan gözlerle baktığını ve bu hastalıktan kurtulması için duâ ettiğini bir şekilde, ‘gerek lisan-ı hal ve gerekse lisan-ı kal’ ile paylaşmak gerekir.
Gıybetin zemini yok edilmelidir Gıybet, bir manevî hastalık olduğu halde, çok ciddî bir problem de, gıybet edeni dinleme hastalığıdır. Onun için bu hastalık, sürekli bulaşan ve yayılan bir hastalıktır. Oysa birkaç kaş çatma tavrı ya da ‘sizi bu halinizde dinlemek istemiyorum’ mesajı, gıybet edenin cesaretini kıracak iken, bunu yapmamak, gıybetin devamına onay vermek ve dinleyerek iştirak etmek, en az gıybet kadar tehlikelidir. Bu günahın yaşı yoktur. gıybet eden yaşlı bir kimse olunca, kimse ona, ‘Efendim bu yaptığınız gıybet olmaz mı, hakkında konuştuğunuz kişi şu an yanımızda yok.” demiyor. Hakkın hatırı, kişi hatırına feda ediliyor. Ama üslûbu içerisinde bunun yanlış olduğu paylaşılmalıdır. Başlangıcı olmasa da, gıybetin devamını sağlayanlar, dinleyicilerdir. O zaman dinlemek durumunda kaldığımız bir konuşmanın, ne mahiyette olduğunun şuuru içerisinde olmak gerekiyor. Hatta çoğu yerlerde böyle konuşmalar, ‘normal’ sayılıyor. “Efendim onu konuşma, bunu konuşma, gün mü geçer” deniliyor. Bu, o çirkin davranışı basite indirgemektir. Çünkü kimse kendisi hakkında öyle ileri geri konuşulmasını istemez. Nitekim zaman zaman öğreniyoruz ki, bir küçük gıybetli konuşma, iki kişi arasında, iki aile arasında, iki aşiret arasında çok ciddî boyutlarda kavgalara, cinayetlere sebep olabilmektedir. Bu aslında, Kur’ân’ın emrine muhalefetin henüz daha dünyada iken, acil bir cezasıdır.
Gıybet eden kadar, zemin hazırlayan da sorumludur “Senin de içinde bulunduğun bir toplulukta bir adama dil uzatılırsa ona yardımcı ol, onları bundan vazgeçir veya yanlarından uzaklaş. (Hadis-i şerif, Camiü’s- Sağır, s. 508)” ‘Senin içinde bulunduğun bir topluluk, orada olmayan bir adama dil uzatıyorsa -duysa rahatsız olacak- o olmayana yardımcı ol, yani o orada imiş gibi mukabele et, kendini onun yerine koy, bu dil uzatmayı kestir, yani o hakkında konuşanları bundan vazgeçir, bunu da yapamıyorsan, oradan uzaklaş, ortak olma’ demektedir. Gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır. Zaif, zelil ve aşağılara da bu silâhı kullanma fırsatı, ortamı verilmemelidir. Böyle ortamlardan gıybet eden kadar, gıybete zemin hazırlayan da sorumludur. 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Âyet değil, efsane |
Yahudi tarihine göz attığımızda, Siyonistlerin “tartışılmaz” dedikleri Yahudilere toprak vaadi verildiği hususunun ilâhî bir âyet değil, insan eliyle yazılmış olan bir efsane olduğunu görürüz. Muharref Tevrat (Old Testament) âyetleri incelendiği takdirde; İsrailoğullarının, üzerinde Tevrat âyetlerinin yazılı olduğu levhaların muhafaza edildiği “Ahd Sandığı”nı (Ark of the Covenant) kaybetmiş oldukları anlaşılır.* Binaenaleyh, günümüz Yahudilerinin ellerinde iddialarını ispatlayabilecek orijinal, ilâhî bir metin yoktur. Muharref Tevrat âyetlerine göre, İsrailoğulları Allah tarafından Hz. Musa’ya verilen levhaların içinde bulunduğu sandığı kendilerine cesaret kaynağı olsun diye savaş meydanlarına taşırlardı. Sandığın İsrailoğulları için ifade ettiği manevî değeri sezen düşman tarafı da onu ele geçirmeye çabalardı. Nitekim mukaddes sandık birkaç kere düşman eline geçmiştir. Tevrat âyetlerinin bildirdiğine göre, sandık ilk olarak Filistinlilerin eline geçmiş. 1 Ancak, Hz. Davud İsrailoğullarını (M.Ö. 1006) bir bayrak altında toplayıp düşmanlarını mağlûp ettikten birkaç yıl sonra sandığı Kudüs’e getirmiş.2 Hz. Davud’dan sonra tahta geçen Hz. Süleyman (M.Ö. 965) ise, sandığı Rabbülâlemine ibadet için inşa etmiş olduğu Mescide (Süleyman Mabedi) yerleştirmiş.3 Ne var ki, sandık burada ilelebed kalamamış. Eski Ahid metinlerinden öğrendiğimize göre, Hz. Süleyman’ın vefatından sonra (M.Ö. 922) mülkü devralan oğulları, anlaşmazlıklara düşüp devleti zayıflatmışlardı. Neticede ülke sosyo-politik bir kaosa sürüklenmişti. Ülkedeki siyasî istikrarsızlık, Hz. Süleyman’ın muazzam saltanatının iki ayrı krallığa bölünmesine sebep olmuştu. Kuzeyde İsrail, başşehri Shecehem (Nablus). Güneyde Judah (Yahuda), başşehri Jerusalem (Kudüs). 4 İsrailoğullarının bölünmesi kendilerini politik olarak zayıflattığı gibi, dinî olarak da zayıflatmıştı. Özellikle kuzeyde bulunan İsrail’i. Bu yüzden, devrin büyük güçlerinden Asurluların (M.Ö. 722) Filistin’e gelip İsrail’i ele geçirmesi kolay olmuştu. 5 Tek tanrılı (monotheism) bir din mensubu olan İsrailoğulları, çok tanrılı (henotheism) bir ulusa mağlûp olmayı kendilerine yediremiyorlardı. Onlara göre, düşmüş oldukları bu acı durum Musa’nın öğretilerine uymuyordu. İsrailoğullarının böyle düşünmelerini yanlış bulan tarihçi Martin Sicker ”İsrailoğullarının Allah’ın kendi özel ilahları olduğunu düşünmeleri yanlıştı. Bilâkis, İsrailoğullarının Allah’ı, Asurluların olduğu gibi diğer ulusların da Tanrısıydı. Şayet, sonradan putları kendilerine tanrı edinip tapınmışlarsa, bu onların kâinat Sahibinin kudretini kavrayamamış olmalarındandı. Netice olarak: Doğru İlâhı idrak edemeyen bu milletler İsrail’i mağlûp edebilmişlerse, hıyanetlerinden dolayı İsrailoğullarını cezalandırmak isteyen Allah’ın, onları (Asurluları) ceza aleti olarak kullanması sebebiyledir” diyor. 6 Muharref Tevrat âyetleri, İsrail krallığını yerle bir edip Yahudilerin büyük bir bölümünü esir alan Asurluları tasvir ederken şöyle diyor: “Ey İsrail halkı! Uzaktan gelecek olan bir ulusu üzerinize saldırtacağım” diyor Rab. “Kalıcı, eski bir ulus; Sen onların dillerini bilmez, ne dediklerini anlamazsın” “Oklarının kılıfları açık bir mezar gibidir. Hepsi birer yiğittir.” “Ürününüzü, yiyeceklerinizi tüketecek, oğullarınızı, kızlarınızı öldürecek. Davarlarınızı, sığırlarınızı, asmalarınızı, incir ağaçlarının meyvesini yiyecek, güvendiğin surlu şehirleri kılıçla yerle bir edecekler.” (Yeremya 5:15-16-17) “Rab diyor ki: “İşte kuzeyden bir ordu geliyor. Dünyanın uçlarından büyük bir ordu harekete geçiyor. “Yay, pala kuşanmışlar. Atlara binmiş gelirken kükreyen denizi andırıyor sesleri. “Savaşa hazır savaşçılar karşına dizilecekler ey Siyon kızı!” (Yeremya 6:22-23) Muharref Tevrat , böyle azılı düşmanların İsrailoğulları üzerine gönderilmesinin sebebini ise şöyle açıklıyor : “İsrail ve Yahuda halkı bana sürekli olarak ihanet etti” diyor Rab. (Yeramya 5:11) “Tanrımız Rab neden bize bütün bunları yaptı? diye sorduklarında, şöyle cevaplayacaksın: ”Beni nasıl bıraktınız, ülkenizde yabancı ilâhlara nasıl kulluk ettinizse, siz de kendinize ait olmayan bir ülkede yabancılara öyle kulluk edeceksiniz.” (Yeramya 5:19) Kur’ân-ı Kerim de, İsrailoğullarının azgınlık derecesinde kibire kapılmaları sebebiyle üzerlerine güçlü düşmanlar gönderildiğinden bahseder. “Biz, kitapta İsrailoğullarına; sizler yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde kibre kapılacaksınız, dedik.” (İsra Sûresi, 4. âyet) “Bunların ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu yerine getirilmiş bir vaad idi.” (İsra Sûresi, 5. âyet) Tefsirlerde bu güçlü kuvvetli kulların Asurlular, Babilliler veyahut Calut’un orduları olabileceği bildirilmektedir. Bize göre ise bu azılı düşmanlar Asurlular idi. (Devam edeceğiz.)
(*) Tefsir âlimleri, levhaların mahiyeti hakkında elimizde kesin bilgi olmadığını, ancak muhtevasının İsrailoğullarının din ile ilgili meseleleri ve toplumun ıslâhı için gerekli olan hükümleri içerdiğinde şüphe olmadığını söylemektedirler. Yahudiler levhaların nerede yazıldığı konusunda ihtilâflıdır. Bir kısmı levhaların Allah tarafından Hz. Musa’ya Tur Dağında yazdırıldığını ileri sürerken, diğer bir kısmı da âyetlerin yazdırılmasının Hz. Musa vefat edinceye kadar devam ettiğini söylemektedir. Yahudilerin Judea dedikleri yer Kudüs ve çevresini içermektedir. Kur’ân-ı Kerim tefsirlerinden anladığımız kadarıyla o tarihlerde Judea yerlileri buzağıya tapmaktaydı.
Dipnotlar: 1- “Böylece Filistinler savaşıp İsraillileri bozguna uğrattılar. İsraillilerin hepsi evlerine kaçtı. Yenilgi öyle büyüktü ki İsrailliler otuz bin yaya asker yitirdi. Tanrı’nın sandığı alındı. Eli’nin iki oğlu, Hofni ile Pinehas öldü.” (1 Samuel, 4:10-11 ) 2- Hz. Davud Hebron (Halil) civarında 7 yıl altı ay hüküm sürdükten sonra Kudüs’e geldi ve burayı saltanat merkezi yaptı. Burada da 33 yıl hüküm sürdü. “Davud’la bütün İsrail halkı, sevinç naralarıyla ve boru sesi eşliğinde Rabbin sandığını getiriyorlardı. Rabbin sandığını getirip, Davud’un bu amaçla kurduğu çadırın içindeki yerine koydular. (2 Samuel, 6:15-16-17) 3- “Kâhinler Rabbin Antlaşma sandığını tapınağın iç odasına, en kutsal yere taşıyıp keruvların kanatlarının altına yerleştirdiler. Sandığın içinde Musa’nın Horev Dağında koyduğu iki taş levhadan başka birşey yoktu. Bunlar Mısır’dan çıktıklarında Rabbin İsraillilerle yaptığı antlaşmanın taş levhalarıydı.” (1 Krallar, 8:6-7) 4- Muhammed Abdulhamid El-Hatib, “Al-Quds The Place of Jerusalem in Classical Judaic and Islamic Traditions,” Ta-Ha Publishers London 1998 5- Martin Sicker “Judaism, Nationalism and the Land of İsrael,” Westview Press Inc., Oxford: 1992 6- a.g.e. 26.07.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın rızasına ulaşmanın en kestirme yolu |
Hazret-i Enes (ra) anlatıyor: Bir adam geldi ve: “Yâ Resûlallah! Bir günah işledim” dedi. O sırada namaz kılınacaktı. Cemaat hazırdı. Kamet getirildi ve namaz kılındı. Adam, Resûlullah (asm) ile birlikte namaz kıldı. Namazın ardından adam tekrar: “Yâ Resûlallah! Bir günah işledim” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Sen bizimle beraber namaz kılmadın mı?” buyurdu. Adam: “Evet, kıldım yâ Resûlallah” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “O halde senin günahın bağışlandı” buyurdu.1 Ebu Firas Rabia bin Ka’b el-Eslemi (ra) anlatmıştır: Resûlullah (asm) ile birlikte onun evinin kapısında geceler, ona abdest suyunu ve sair ihtiyaçlarını getirirdim. Bir gün bana: “Dile benden!” buyurdu. Ben: “Cennette seninle beraber olmak istiyorum yâ Resûlallah!” dedim. Allah Resûlü (asm): “Başka?” buyurdu. Ben:“Tek isteğim budur” dedim. Allah Resulü (asm): “O halde çok secde etmek sûretiyle nefsine karşı bana yardımcı ol” buyurdu.2 Günahlarımızdan bağışlanmanın en kestirme yolu namazdır. Allah’ın rızasına ulaşmanın en hızlı yolu namazdır. Allah’ı çok zikretmenin en makbul yolu namazdır. Nitekim Cenâb-ı Allah: “Beni zikretmek için namaz kıl”3 buyuruyor. Cenâb-ı Allah’ı çok zikretmek önemlidir. Çünkü O’nu bizim zikretmemiz, O’nun da bizi makbuliyetle anması demektir. İşte âyet: “Beni zikredin. Ben de sizi rahmetimle anayım.”4 Cenâb-ı Allah’ın bizi rahmetiyle anması bizden razı olması demektir ki, bu dünyaya da, ahirete de bedel bir sonuçtur. Bu mutlu sonuca ulaşmanın yolu namazdır. O halde, bırakınız, derdimiz, kaygımız namazdan olsun. Bu bize önce O’nun rızasını kazandırır. Sonra Cennetini. Bütün mezheplere göre, özürsüz de olsa, mü’min olarak, vaktinde kılınmayan namazların kazası olur. Boşuna kılınmış olmaz. Hiç namaz boşuna olur mu, secde boşuna olur mu, oruç boşuna olur mu, Allah için atılan bir adım boşuna olur mu, Allah için akıtılan bir damla gözyaşı boşuna olur mu? Bilâkis: Kaza namazı, günlük farzlardan sonra, Allah’a yaklaşmamız ve O’nun rızasını kazanmamız için en makbul namaz cinsidir. Bu en makbul namaz formatına girerken, birilerinin ‘Boşuna kılarsın’ sözlerine kulağımızı kapayalım. Kaza namazı borcumuzun ne kadar olduğunu hesaplarken: Eğer mükellef olduğumuz yaşı biliyorsak o yaşı, bilmiyorsak on beş yaşını esas alalım. On beş yaşından bu güne kadar yaklaşık ne kadar namaz kıldığımızı hesap edip çıkaralım. Bu noktada galip zannımıza göre hareket edebiliriz. Vaktinde kılamadığımız namazları, her vakit namazının ardından veya önünden o vaktin kazasını da kılmak gibi kolay bir prensiple, inşallah kılabiliriz. Namazın sadece farzı kaza edilir. Kaç rekâtlı farz ise, aynı rekâtlı kaza kılmakla o vaktin zimmetinden inşallah kurtuluruz. Kaza namazı gece, gündüz, sabah, akşam; her vakit kılınır. Vakit namazlarının ardından veya önünden kılma imkânı bulamadığımız zamanlarda, o gün günün her hangi bir vaktinde, meselâ akşam veya geceleyin topluca kılmak da mümkündür. Esas olan bizim başlama niyetimizdir. Gerisi kolaydır. İnşallah Cenâb-ı Allah yardım edecek ve kolaylık lütfedecektir. Bundan emin olalım. Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Rıyazu’s-Salihin, 434. 2- Rıyazu’s-Salihin, 106. 3- Taha Sûresi: 14. 4- Bakara Sûresi: 152. 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Kozmik detoks mu dediniz? |
BİRKAÇ ay önce daha bahar mevsimi henüz teşrif etmemişken dostlar meclisinde arkadaşlarla canlı bir sohbet ortamındayız. Konu detoks! Hani şu lügatımıza yeni giren kelime. Toksinlerden yani vücut içindeki zararlı maddelerden arınma işlemi. Atalarımızın tabiriyle perhiz, riyazet. Kimisi bir yazarın yeni çıkan kitabından bahsediyor, kimisi başladığı detoks kürü maceralarını anlatıyor. Biri yeni gittiği bir uzmanın uyguladığı kozmik detokstan bahsediyor… O da ne ola derken sohbet uzayıp gidiyor. Çeşit çeşit uygulamalar! Detoksun son günü fenalaşıp ölümün eşiğinden dönen bile var! İşi ticarete vurup, halkın sağlığı ile oynamaya kadar getirecekler diye konuşurken arkadaşlardan nüktedan olanı hepimizi güldüren, hem de hak verip düşündüren şu sözleri sarf ediyor: “Yemişim detoksunu! Ne olduğu belirsiz insanlara kucak dolusu para vereceğime giderim haccıma, umreme. Hem içim temizlenir, hem dışım!”
Düz yolu yok mu?
HANİ meşhur fıkra. Deveye sormuşlar: İnişi mi, yokuşu mu seversin? Cevap vermiş ya “Bunun düz yolu yok mu?” diye o hesap. Bu tarz meselelere bakış açımız ne olmalı? Tamamen teslim mi olmalıyız? Yoksa hepsini kendi dünyamızda çöp sepetine mi göndermeliyiz? Bir orta yol yok mu? Orta yolu varsa bu yöntemleri nasıl bir akıl süzgecinden eleyip hayatımıza aktarmalıyız? Bizim Aile dergisinin Ağustos sayısını hazırlarken bu soruların cevaplarını bulmaya gayret ettik. Takdir edersiniz ki konu çok geniş. Yapabildiğimiz ise ummandan katre sunmaya çalışmak… Bakalım Ağustos sayımızı okuyunca nasıl bulacaksınız?
Sefih medeniyetin sihirli teknikleri!
YAŞAMAK ve ölmek tarih boyunca çoğu insanın paniklemesine yol açan en büyük korkularından olmuş. Dünyada sonsuza dek kalabilmek, ama genç ve güzel… Ölümsüzlük iksiri, ab-ı hayat… gibi dermanlar efsanelerde, destanlarda çözüm olarak sunulmuş. Asrımız da insanoğlunun bu temel korkusundan kurtulmuş değil. “Antiaging” adı altında yaşlanmayı engelleyici ve önleyici o kadar çok formüller, yöntemler sunuluyor ki medyada şaşırıp kalıyorsunuz. Kremler, iğneler, estetik ameliyat yöntemleri, botokslar, detokslar, yogadan, reiki’ye uzanan her gün bir yeni tekniğin revaç gördüğü Uzak Doğu menşeli değişik sporlar, step, plates gibi Amerika çıkışlı egzersizler, değişik hareketleri yapmanızı sağlayan spor aletleri, çaylar, macunlar… (Kimi hücre yenileyici cilt bakım ürünlerinde hayvan ve insan ceninleri kullanıldığı bile medyada yer aldı hatırlayacaksınız.) Liste uzayıp gidiyor… Bütün bu ürünler arkasına medyanın güçlü reklâm sektörünü de alınca türlü resim ve sloganlarla beyin yıkama operasyonu gerçekleştirilmeye çalışılıyor. İyi de kim kaldı ki geride, biz kalacağız? Cilt tazelenip, hücreler yenilense bile ölüme çare var mı?
Üç aylar: Arınma mevsimi!
ASLINDA dosyayı hazırlarken bir kez daha gördük ki Kur'ân ve Sünnet ölçüleri çerçevesinde sağlıklı bir hayat hem dünya, hem ölüm ötesi hayatta mutluluk sağlamakta! Kaynağını Kur'ân ve Sünnetten alan on dört asırlık bir birikim kitaplarda okunmayı ve hayata geçirilmeyi bekliyor. Evet yılların cildimizde, kemiklerimizde, saçlarımızda, duygularımızdaki etkilerini “Tıbbî Nebevi” ölçüleriyle, fiilî kavli duâ hükmüne geçen tavrımızla, en aza indirip, varsa eğer ömrümüz sağlıklı bir yaşlılık ve hüsn-ü hatime mümkün. Zaten içinde bulunduğumuz mukaddes üç aylar maddî ve manevî temizlik için çok önemli fırsatlar sunmakta bizlere. Üç ayların içinde parıldayan mübarek geceler kaçırılmaz fırsatlar olarak ikram edilmekte her sene! Karşılayacağımız Ramazan ayındaki oruç ibadeti ise maddî manevî bütün hastalıklarımız için başlı başına bir reçete hükmünde! Üç aylar maddî ve manevî arınma, saflaşma, temizlenme mevsimi! Zaman su misali akıp gidiyor üç ayların yarısını geçirdik bile! Kalan zamanınsa kıymetini bilelim. Bir dahakine erişebileceğimiz ne malûm! 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Mütefekkir bir eşiniz olursa... |
Hiç şüphesiz, mütefekkir derken dünya çapında bir düşünürü kastetmiyoruz. Tefekkür, düşünmek, fikretmek, anlamak, araştırmak demektir. Şu halde hayatınızı birleştireceğiniz eşiniz, kalbin ve aklın en önemli fonksiyonu olan düşünme melekesini kendi çapına göre işletme maharetine sahip olmalı. Düşünmek hayat, ışık, rahmet, feraset, huzûr, sükûnet olduğuna göre; evleneceğiniz kişi varlığın, yaratılışın sırrına, zevkine varmalı. Hayatın anlamını düşünmeli. “Beni kim gönderdi, niçin gönderdi, ha-yatın anlamı, yaratılışın asıl gayesi nedir? Kâinatta cereyan eden hâdiselerin sırrı ve evlenmemin hikmeti, sebebi nedir? Diğer varlıklarla münasebetlerim, onlara karşı vazifelerim nelerdir? Nereden gelip, nereye gidi-yorum?” gibi soruların cevaplarını merak etmeli. Kısaca, evleneceğiniz kişi, akıl melekesini vasat / denge olan “hikmet” mertebesinde işletmeli. Hayatı, kâinatı ve Kur’ân’ı, “Kafalarını çalıştırmazlar mı” 1 “Düşünmezler mi?” 2 “Tefekkür etmezler mi?” 3 hakikatleri çerçevesinde okuyabilmeli. Teşbihi hata değilse, “Ot gibi!” yaşamamalı. *** Güzel sesli bir hafız Kur’ân okuyordu Kulağına gelen bu güzel sesten etkilenen Hz. Mevlânâ da gözyaşıyla dinliyordu. Bu sırada elini ağzına kapayarak esneyen bir adam, Mevlânâ’nın bu gözyaşlarına bir mânâ veremeyerek sordu: “Efendi Hazretleri niçin ağlıyorsunuz, ağlanacak bir şey mi var ortada?” Mevlânâ esneyen adama anlayacağı dilden cevap verdi: “Güzel sesli hafızlardan gelen Kur’ân sesi bana, cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da onun için.” Esnemeye devam eden adam da başını sallayarak: “Bana da cennet kapılarının açılış sesi gibi geliyor,” dedi Mevlânâ küçük bir düzeltme yaptı: “Evet, ama, senin duyduğun ses, cennet kapısının açılış sesi değil kapanış sesi olmalıdır. Çünkü dedi, açılış sesi gözyaşı döktürür, kapanış sesi ise uyku getirir…”
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Yâsin, 68.; 2- Nisa, 82.; 3- Rum 8. 26.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Yalnız değiliz |
Kalabalıklar arasında yalnız kaldığımızı zannederiz. Oysa etrafımız çok canlıdır. İnsanın bunalımı kimsesizlikten kaynaklanır. Bir “kimsemiz” mutlaka olmalıdır. Hayat muhabbetle devam eder. İnsan hayat sahibidir, şuur sahibidir, akıl sahibidir, sorumluluk sahibidir. Ama, hayat şartları zordur. İnsan acizdir, fakirdir ve naziktir de. Bizim sıkıntımız, yolumuzdur. Yolunu bulan her şeyi bulmuş olur. Yolunu unutan ve bulamayanın hâli içler acısıdır. “Yalnız değiliz” demiştik. Aynen öyle. Her tarafta Rabbimizin melekleri var. Etrafımız kalabalık olduğunda bile kendimizi yalnız zannederiz. Bediüzzaman Hazretlerinin böyle hicranlı anlarını dile getirdiği zamanlar vardır: “Yalnızlıkta bir nur arıyordum” “Eli kolu bağlı bir insana ordular hücum ediyor. Benim bir istinadgâhım yok mu?” “Ya Rab garibem” “Natuvânem” “Zidergâhet İlâhî” Fakat bu hicranlı anların arkasından Kur’ân’dan aldığı kuvvet ve teselli ile sonsuz bir huzur bulduğunu anlatır. Dört yüz bin hayvânî ve nebâtî varlığın insan için yaratıldığını bilen bir insanının yalnızlığı ve kimsesizliği söz konusu olabilir mi? Ama, insanın bir ideali olmalı. Doğru bir yolu olmalı. Haşmetli Sultan Yavuz Selim’in vefat ederken Ali Can ile geçen bir konuşması vardır. Ali Can der: “Sultanım, Rabbimize kavuşacaksınız.” O celâlli padişah, Ali Can’a celâlli bir şekilde bakarak şöyle der: “Sen şimdiye kadar kimin ile bildin Ali Can?” Zira, “O'nu unutan neyi kazanır? O'nu bulan neyi kaybeder?” O'nu unutan başına belâ bulur. O'nu bulan her şeyi bulur. Yalnız değiliz. “Hâlî dağlar, boş sahralar Cenâb-ı Hakk’ın ibâdı ile doludur” 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Daha zararlı olanına sıra ne zaman gelecek? |
Kapalı mekânlarda sigara yasağı geçen hafta başladı. Yasağa pek çok yerde uyuluyor. Küçük itirazlar olsa da, herkes yasaktan memnun. Bunları görünce, “Sıra içkinin yasaklanmasına ne zaman gelecek?” sorusu akıllara takılıyor. Sigara sağlığa zarar olduğu için yasaklandı. Peki, alkollü içecekler daha mı az zararlı ki, bu konuda bir şey yapılamıyor? Sigara yasağı milletin sağlığı için elbette gerekliydi. Peki, sağlığımız için sigaradan daha tehlikeli olan içki kapalı mekânlarda neden yasaklanamıyor? En azından reklâmları neden yasaklanamıyor? Kimden ya da neden çekiniliyor? Televizyonlarda filmlerde ve programlarda sigara karartılıyorken-içki içilmesine sanki teşvik edilir gibi-içki için karartma yapılmıyor. Bir an önce içki tiryakiliğinden millet kurtarılmalı, hiç değilse reklâmlarına yasak getirilmeli… Millet bunu bekliyor. * * * GAZETECİLERE KAZIK (!) MATEMATİK SORUSU?
Kavgacı ve anlaşmaz tutumu ile dikkati çeken bir zamanlar “hizipçi” olarak ünlenen Baykal, atletik yapısı ile yaşını göstermeyen birisi. Ancak vücudu atletik de olsa yıllar geçiyor. Yaş kemale eriyor. Yılların siyasetçisi. Bir türlü koltuğunu kimselere bırakmıyor. Ne yapıyor, ne ediyor koltuğunu korumayı başarıyor. Gazeteciler, Antalya da tatil yapan Baykal’a bir sürpriz hazırlamışlar. Yeni doğum günü için bir pasta hazırlayıp götürmüşler. Baykal gazetecileri evine buyur etmemiş, ama binanın kapısının önünde yaş pastayı kesip doğum gününü kutlamış. Baykal, yaşını soran gazetecilere direkt yaşını söylemek yerine “2009 eksi 1938” cevabını vererek hemen bir imtihana tabi tutmuş. Bunlar gazeteci, matematikçi değil ki sayın Baykal… Hemen nasıl hesaplasınlar 71 yaşının bitip 72 yaşınıza girdiğinizi… * * * NİŞAN…
Başbakan Erdoğan bizi yanıltmadı. Geçen haftaki yazımızda başbakanın her hafta sonu bir polemik konusu bularak yeni bir tartışma çıkardığını söylemiştik. Partisinin il kongresinde bir süreden beri hedef aldığı MHP’ye karşı yeni polemik konuları ortaya attı. Bu haftanın konusu “nişan” polemiği oldu. Erdoğan, hükümet ortağı oldukları dönemde Çin Cumhurbaşkanı’na devlet nişanı vermesinden dolayı Bahçeli’yi eleştirmişti. Kameralar karşısında cevap vermek yerine, yazılı cevap vermeyi alışkanlık edinen Bahçeli ise sert bir açıklama ile cevap verdi. “Birçok ülkenin yanı sıra Çin Cumhurbaşkanı’na da mutat uygulama çerçevesinde bu nişanın verilmesiyle, Başbakan’ın Uygur Türklerinin katledilmesi karşısında suskun kalması ve adeta Çin’den özür dilercesine ezik bir tutum içine girmesi arasında nasıl bir ilişki vardır? Başbakan sapla samanı karıştırmayı bırakmalı” derken “nişan polemiği”ne polemikle cevap verdi. Bir diğer polemik konusu da CHP ile ilgili. Erdoğan’ın “Atatürk kalksa bunların hepsini mezara gömer” sözü, CHP’lileri derinden üzdü. Bir içerlediler, bir içerlediler ki sormayın. CHP Samsun Milletvekili Haluk Koç “Atatürk yaşasaydı, zaten Tayyip Bey olmazdı…” diyerek söz dalaşına girdi. Meclis açılana kadar, haftalık bu polemiklerle Türkiye’nin gerçek gündeminden uzaklaşacağı görülüyor. * * * YENİ MESLEK İCAD OLDU…
Ergenekon soruşturmasının ikinci iddianamesine ilişkin dâvânın görülmesine başlandı. Savcının, cezaevine konulduktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan ATO Başkanı Sinan Aygün ile Ülkü Ocakları eski Başkanı Levent Temiz’in tutuklanmasını, GATA raporlarına dayanarak tahliye edilen emekli generaller Hurşit Tolon ile Şener Eruygur’un Adlî Tıp’ta yeniden sağlık kontrolünden geçirilmesini istemesi gündeme damgasını vurmuştu. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün eşi Ferda Paksüt’ün birbirine uyumlu şık giysileri gazetelerin birinci sayfalarını süsledi. Paksüt, bu arada televizyonların canlı yayınlarına katılmayı da ihmal etmedi. Öte yandan, hastalık sebebiyle tahliye olan emekli Org. Hurşit Tolon’un rahatsızlığını atlattığı (!) da gözlerden kaçmadı. Kimlik belirlemenin yapıldığı ilk oturumdaki bazı sanıkların tutumları da işi sulandırma niyetinde olunduğunu gösterdi. Tuncay Özkan’ın alkışlanması, ikametgâh adresi olarak “Silivri Cezaevi”ni göstermesi bunun örneği oldu. İlk duruşmada en çok dikkat çeken, Esenyurt eski Belediye Başkanı Gürbüz Çapan’ın sözleri oldu. Mahkeme Başkanı’nın “sabıkasız” demesine adeta bozulan Çapan, nazire yaparcasına “Hayır efendim, ben daha önce sürekli suç işlerdim. 10 yıldır mahkemedeyim… Ergenekon emeklisi, pardon devlet emeklisiyim” derken “ne iş yaparsınız” sorusuna “profesyonel suçluyum!” diye açıkladı. Böylece “profesyonel suçlu” diye meslek icat edilmiş oldu. Bakalım dâvâ sürecinde daha ne renkli görüntüler, sulandırmalar göreceğiz. 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünyada bunlar da oluyor |
Bu Pazar da sizlerle dünyada olup bitenlerden bir kaçını paylaşacağız. Ama günün rehavetine uygun olarak pek ağır olmayanları. Huzurlu bir gün geçirmeniz dileğiyle.
Çin’de ikinci çocuğa izin Çin’in 30 yıllık tek çocuğa izin verme politikası Şangay’da sona eriyor. Sebebi ise nüfusun hızla yaşlanması ve çalışabilecek yaşta genç sayısının azalması. Bu yüzden yetkililer ev ziyaretleri yaparak durumu uygun çiftleri ikinci çocuğu yapmaya teşvik etmeye başladılar. Şangay’da geçen yıl doğum oranı 0,88’e kadar düşmüş. Çin’in altmış yaş üzeri nüfusu 2050 yılında 438 milyona çıkacak. Bu durumda her emekliyi desteklemek için yalnızca 1,6 çalışan kişi kalacak. Halbuki bu oran 1975 yılında 7,7 kişi idi. Kısacası yaratılış kanunların aksine gitmenin bedelini ödemeye başlıyor Çin. Ama insanları o kadar korkutmuşlarki ikinci çocuktan, şimdi çiftleri iknâ etmekte zorlanıyorlar.
Dayak yiyen kadınlar Amerika’ya! Kocasından dayak yiyen kadınlara müjde! Obama yönetimi eşlerinden şiddet gördüğünü ispatlayan kadınlara sığınma hakkı vermeye karar verdi. Meksikalı bir kadının başvurduğu Amerikan mahkemesinin kararı üzerine, Obama yönetimi bu yönde bir politika geliştirdi. Ancak bu çok kolay olmayacak. Başvuran kadınların öncelikle ülkelerinde kadınlara karşı şiddetin yaygın olduğunu (Türkiye için kolay), sonra bunun toplumsal olarak kabul edilebilir bir durum olduğunu ispatlamak zorunda. Sonra da hükümetinin onu aile içi fiziksel ve cinsel şiddete karşı koruyamadığını ya da korumaya istekli olmadığını ispatlayacak. Son olarak da ülkesinde kötü muamele yapanlardan kaçabileceği bir yer olmadığını kabul ettirecek. Zor da olsa ülkemizden bazı kadınlara Amerika yolu açılıyor mu? Ne dersiniz?
Obama’nın bol kotu Amerikalılar Obama’nın boyu kısa ve bol kot pantolonundan çok rahatsız oldular. Yıldızlar maçında ilk vuruşu yapmak için geldiği St. Louis’de üzerindeki kot pantolonun ona hiç yakışmadığını düşünenler, kot giyse bile hiç değilse göğsüne kadar çekilmemiş, açık mavi ve taşlanmış olmayanları tercih etmesini istiyorlar. Bir de pijama gibi bol olmayanlarını! Niye bunları giydiğini soran muhabire de “Alış verişten nefret ediyorum!” demiş, “Başkanın dar kot içinde muhteşem görünmesini isteyenleriniz kusura bakmasın, ben öyle bir adam değilim”. Amerikalıların derdine bakın. Adamcağız bırakın tatil gününde bari dilediği gibi giyinsin. Siz henüz şortla askerî birlik teftiş eden Cumhurbaşkanı görmediniz.
Sovyet casusu İngiliz’in hatıraları İngiliz Devlet Kütüphanesi (British Library) 25 yıl boyunca çelik bir kutuda mühürlü olarak sakladığı, İngiltere’nin 20. yüzyılın en ünlü san'at tarihçisi ve Sovyetler Birliği adına uzun yıllar casusluk yapan Anthony Blunt’ın hatıralarını halka açtı. İngiliz ajanı iken Sovyetler Birliği adına casusluk yapan dört ünlü hainden birisi olan Blunt, hatıralarında Sovyet casusluğunu kabul etmesini “Hayatımın en büyük hatası” ifadesiyle dile getiriyor. Ama Ruslara kimliklerini vererek öldürülmelerine sebep olduğu İngiliz casusları ve kendi devletine ihanetiyle zarar verdiği insanlardan özür bile dilemiyor. İngiliz hükümetiyle anlaşıp geri döndüğü ülkesinde Kraliçe Fotoğrafları Sürveyanı olarak çalışırken, 1979 yılında Thatcher onu deşifre ederek, kraliçenin verdiği şövalyelik unvanını da geri aldırmıştı. Biz olsak her hâlde böyle bir haini teslim aldığımız gün idam ederdik. Onlarsa yıllarca besleyip çalıştırmışlar. İnce İngiliz siyaseti! 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sigara yasağı ve ötesi |
Sigara yasağını evler dışındaki bütün kapalı alanları içine alacak şekilde genişleten uygulama başladı. Önceki denemeler, duvarlara, hem tatbikatı, hem de takibi olmadığı için istihza konusu olan “Burada sigara içilmesi yasaktır, içene şu kadar para cezası kesilir” levhaları asmaktan ibaret kalmıştı. Bu defa hem ceza miktarları daha gerçekçi belirlendiği, hem de denetim sistemi daha makul bir şekilde tanzim edildiği için galiba sonuç alınacak gibi. Umarız, zaman içinde tavsayıp sulandırılmaz. Gerçi bu tür konuların tepeden inme yasaklarla düzenlenmesi pek sağlıklı bir yöntem değil. Çünkü bu şekilde getirilen kurallar gönül rızasıyla benimsenmediği müddetçe fazla uzun ömürlü olmaz. İşin başında sıkı tutulsa da zaman içinde gevşemeler olur. “Yasaklar çiğnenmek için konulur” sözüyle ifade edilen psikoloji de devreye girince tekrar eski duruma dönülür. Bu sebeple asıl olan ve kalıcı sonuç verecek yöntem, insanların davranış ve tercihlerini arzu edilen istikamette yönlendirip değiştirebilmek ve yerleşik kötü alışkanlıklarından vazgeçirebilmek için, onları buna ikna etmeyi esas almalı. Konuya ışık tutan ilginç bir örneği, yine sigara üzerinden, On Dokuzuncu Söz’de okuyoruz. O Söz’ün Sekizinci Reşha’sında “Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak, daimî kaldırabilir” diyen Üstad, ardından Peygamberimizin (a.s.m.) İlâhî fermanı tebliğ ettiği toplumlarda yaptığı büyük inkılâbı vurguluyor: “Bu zat büyük ve çok âdetleri, hem inatçı mutaassıp büyük kavimlerden zahirî küçük bir kuvvetle, az bir zamanda ref’ edip (kaldırıp), yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi (yüksek seciyeleri)—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz’ ve tesbit eyliyor...” (Sözler, s. 375) İşte Peygamberimizin eşsiz mu'cizelerinden biri de bu: Hiçbir baskı, dayatma ve zorlamaya tevessül etmeden, sadece mesaj ve telkinleriyle insanları kötü alışkanlık, âdet ve geleneklerinden vazgeçirip yerlerine güzel hasletleri ikame ederek toplumlarda olumlu anlamda köklü, derin ve kalıcı bir değişimi gerçekleştirmiş olması. Evvelce kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek bir vahşet içindeki insanların bu değişim sonrası birer şefkat ve merhamet âbidesi haline gelmeleri ya da içkiyi yasaklayan son âyet nâzil olduğunda hiçbir “zabıta baskını”na gerek kalmadan herkesin evlerindeki şarap fıçılarını kapının önüne çıkarıp devirmeleri ve bir daha içkiye ağızlarını dahi sürmemeleri, bunun çok sayıda düşündürücü örneğinden yalnızca ikisi. Peygamberimizin 14.5 asır önce yaptığı ve tesiri bütün canlılığıyla hâlâ devam etmekte olan bu muhteşem iman ve ahlâk inkılâbının tarihte başka bir emsali olmadığı içindir ki, Said Nursî bu izahı yaptıktan sonra şöyle meydan okuyor: “İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretül-Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birini acaba yapabilirler mi?” Bu emsalsiz değişim mu'cizesinin diğer önemli boyutları da İşârâtü’l-İ’caz’daki “Nübüvvet” bahsinde geniş ve ayrıntılı şekilde açıklanıyor. “İrşadıyla kalplerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi (yüksek ahlâkı) tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelâma (ifade hürriyetine) serbesti vermek, ancak şua-i hakikatten muktebes (hakikat ışığından alınmış) bir mu'cizedir” (s. 269) ifadeleri, bu son derece önemli izahların yalnızca bir örneği... * Şubat sonundaki Eskişehir programımızda, geçirdiği ağır ameliyat sonrası ayağa kalkmış haliyle görüştüğümüz 40 yıllık okurlarımızdan Mehmet Kılıçoğlu da berzah âlemine göçenler kervanına katıldı. Ruhu şad, mekânı Cennet olsun... 26.07.2009 E-Posta: [email protected] |