Süleyman KÖSMENE |
|
Ye’cüc ve Me’cüce karşı Sedd-i Zülkarneyn (2) |
“A” Rumuzlu okuyucumuz: “ Zülkarneyn’in seddi bu gün mevcut mudur? Mevcutsa nerededir? Ye’cüc ve Me’cüc kimlerdir? Ye’cüc ve Me’cücün kıyâmetin kopmasıyla alâkası nedir?”
Dünkü yazımızda; Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da, Zülkarneyn’in Ye’cüc ve Me’cüc denilen bozguncu ve zâlim insanların şerlerinden masum ve mazlûm milletleri korumak için, Allah tarafından te’yid edilmiş bir güçle yaptığı sedden haber verdiğini ifâde etmeye çalışmıştık. Bu seddin nerede bulunduğu ise meçhulümüzdü. Üstad Hazretleri (ra) bu seddin külliyetinden bir ferdinin Çin Seddi olduğunu beyan eder 1; fakat şu kesin tesbitini de kaydetmeden geçmez: Sedd-i Zülkarneyn, müfsitlerin şerlerini def’etmek için yapılmış büyük bir sed ve cesim bir duvardır.2 Hazret-i Zülkarneyn bu seddi “nübüvvetkârâne irşâdâtıyla” binâ etmiştir.3 Hz. Üstad’ın bu ifâdelerinden, Zülkarneyn’in tavır ve hareketlerini nübüvvete daha yakın bulduğunun anlaşılabileceğini; binâenaleyh, Zülkarneyn’in (as) nebî olabileceği hususunda bir ip ucu alınabileceğini de burada hatırlatalım. Kur’ân’ın küllî ve geniş olayları birer örnekte nazarlara sunduğunu, buradan hâdisenin benzerlerine intikal edilmesinin ve belli hisseler çıkarılmasının aklen daha kolay olacağını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri (ra), Kur’ân’ın kıssaları hisse alınması için zikrettiğini, bu kıssaların Kur’ân’ın maksatlarına münâsip noktalarının seçilerek hayat ukdeleri hükmünde ana maksada bağlanması gerektiğini, hâdisenin detaylandırılması değil, hisse alınmasının önemli olduğunu vurgular.4 Ye’cüc ve Me’cüc ile sedd-i Zülkarneyn hadisesinin de, küllî efrâdı içerisinde bir ferdi teşkil ettiğini, meselâ Ye’cüc ve Me’cücün bozguncu ve şerîr sıfatlarıyla kıyâmete yakın yeniden çıkacağının ve dünyayı fesada boğacağının da sahih rivâyetlerde bildirildiğini haber verir.5 Sahih kaynaklarımızda Nevvâs b. Sem’ân’ın (ra) rivâyet ettiği oldukça uzun bir hadîs vardır. Bu hadiste Peygamber Efendimiz (asm) deccaldan bahseder. Deccalin fitnesinin dehşeti hakkında, “ben aranızda bulunmazken çıkacak olursa herkes kendi nefsinin müdâfii durumunda olacaktır.” buyurur. Sonra oldukça uzun ve müteşâbih bilgiler verir. Hazret-i Îsâ'nın (as) ineceğini haber verir. İnsanların şerlilerinden olan Ye’cüc ve Me’cücün kıyâmete yakın yeniden türeyeceğini ve dünyayı fesada vereceğini beyan eder. Bu hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm),Ye’cüc ve Me’cücü “insanların şerlileri” sıfatıyla tanımlar.6 Bediüzzaman Hazretleri (ra), bu hadîsin tefsîri sadedinde yaptığı îzâhâtta, meselâ çekirge gibi bir âfetin bir mevsimde pek çok bulunabileceğini, mevsim değiştikçe memleketi fesâda veren o yoğun kabilenin hakîkatının mahdud bazı fertlerde saklanacağını, zamanı geldikçe emr-i İlâhî ile yeniden o mahdut fertlerden gâyet çoklukla aynı fesadın başlayabileceğini; çünkü onların karakterleri ve yapıları değişmediğini, ancak inceldiğini, mevsimi gelince zuhur edebileceğini beyan eder. Bu örnekten hareketle; bir zaman dünyayı yaşanmaz hale getiren Ye’cüc ve Me’cüc taifesinin de mevsimi geldiği vakit, izn-i İlâhî ile dünyayı ve beşerin medeniyetini yeniden darmadağın edeceğini, dünyanın yeniden büyük bir şer ve fesat fırtınası yaşayacağını kaydeder.7 Allah bilir; bu şer ve fesat yoğunluğu öyle arsız ahlâksızlıkları netice verir ki, belki de kıyâmet bu şerir yığının üzerine kopar. Zaten insanın fıtratında bozmak, yıkmak ve zulmetmeye karşı şiddetli bir meyelân vardır. Bu meyelân îmânla ve Allah korkusuyla sınırlanmadığı takdirde, ortaya çıkacak fitne ve fücurun Sedd-i Zülkarneyn’e sebep olan Ye’cüc ve Me’cücü aratmayacağı açıktır.8 Belki bundandır ki, insanlığın yüzde doksan gibi bir ekseriyetinin Ye’cüc ve Me’cüc olduğunu nakledenler de olmuştur.9 Bedîüzzaman Hazretleri (ra) bu tehlikeyi hiçbir zaman göz ardı etmediğinden, uzun ve verimli ömrünün tamamını milletin imanının selâmeti için vakfediyor; sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak, ahlâkta ve hayatta karanlıklı ve zulümlü bir anarşîliğin ve dinsizliğin fesadına karşı tek çârenin îmân hizmetinde kilitlenmek ve yoğunlaşmak olduğunu şiddetle haber veriyor.10
DİPNOTLAR:
1- Lem’alar, S. 113. 2- Muhâkemât, S. 59. 3- Lem’alar, S. 112. 4- Muhâkemât, S. 61. 5- Sözler, S. 311. 6- R. Sâlihîn, 1805. 7- Sözler, S. 311b 8- Şuâlar, S. 507. 9- Tecrit Terc. IX/101. 10- Kastamonu Lâhikası, S. 111. 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Ruh ve hayat kazandıran hakikat |
Yalın ayak ve yırtık gömlekliydi. Elindeki kargısıyla komutanın makamına girdi. Karşısında İran ordu komutanı Rüstem vardı. Altın ve elmaslarla süslü tahtına kurulmuş, oturuyordu. Gelen ise, Müslümanların elçisi Muğire bin Şûbe’ydi. O, başkaları gibi hükümdarın huzuruna girince boyun bükmemiş, yerlere kapanmamıştı. Doğrudan doğruya makama girmiş, komutanın yanına oturmuştu. Bütün bunlar Rüstem’i şaşırtmakla kalmamış, canını da sıkmıştı. Muğire bin Şûbe ise şunları söylüyordu: “Ben sizler gibi sefahete dalmış bir topluluk bilmiyorum. Bizler birbirimizin kulları, köleleri değiliz. Bizde herkes hür ve eşittir. Ben sizleri de öyle sanmıştım. Nerden bileyim ki, sizin içinizde bazılarınız bazılarınızı rab edinmiş. “Ben buraya kendiliğimden gelmiş değilim. Siz çağırdınız. Ama anladım ki, siz daha şimdiden mağlûpsunuz. Çünkü bu gidişatla bir memleket ayakta kalmaz.” Rüstem: “Sizler yaşamak için yiyecek bulmaktan âciz bir kavimdiniz. Kıtlığa uğradıkça bize gelirdiniz. Biz de size hurma ve arpa verirdik.” Rüstem onların dün âcizken bugün îmanla güçlü olup, ruh ve hayat kazandıklarını nerden bilebilecekti. “Demek şimdi yine aç kaldınız. Öyleyse komutanınıza giyecek, sizlere ve hayvanlarınıza yiyecek verelim de buralardan gidin. Sizleri öldürmek istemiyoruz.” Buna karşılık Muğire’nin cevabı şu oldu: “Doğru söylüyorsun. Bizler önceleri tıpkı sizin söylediğiniz gibiydik. Allahu Teâlâ bize Resûlünü gönderdi. Biz de o Resûle tâbi olduk, Allah’ın emrettiği şekilde yaşadık, gösterdiği yoldan gittik. Bunun için Allah bizden lütuf ve yardımını esirgemedi, inayetini gönderdi. Siz ise Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini bilmediniz. Biz düzeldik, siz ise bozuldunuz. Bizleri Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm düzeltti. Şimdi siz ya İslâmı kabul eder, bizimle aynı haklara sahip olursunuz; yahut vergi verir, tâbiiyetimize girersiniz, yahut da sizinle harp ederiz.” Rüstem, bu İslâm kahramanını korkutmayı düşündü. Yüksek perdeden atmaya başladı: “Hepinizi öldüreceğiz. İstediklerinizi yapmayacağız.” Muğire gâyet sâkindi ve verdiği cevap da son derece susturucuydu: “Zararı yok! Ölenlerimiz şehid olur, âhirette nimetlere kavuşurlar. Kalanlarımız da size gâlip gelirler.” Küfrün çürük direkleri bu keskin söz kılıcı karşısında yıkılmaktan başka çâre bulamıyor, “Bu İslâm nasıl birşey ki, çapulcu Araplara bu cesareti kazandırmış?” demekten kendini alamıyordu. Anlaşma yapılamadı. İranlılar savaşı tercih ettiler. Fakat yıkılmaz bir kale, sarsılmaz bir sütun kesilen İslâm ordusu karşısında dökülüp yok olmaktan kendilerini kurtaramadılar. İmanın; güzel ahlâkın, cesaret ve kahramanlığın kaynağı oluşunun en güzel örneklerinden biriydi bu hadise. Evet, Sözler’de belirtildiği gibi, “Her hasenat gibi cesaretin dahi menbaı îmandır.” 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (13) |
Maslahat değil, adâlet
Netice
Türkiye'nin genelinde, ağırlıklı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu merkezli olarak yıllardır yaşanan üzücü hadiselerin bitmesi, yani şu kanlı çatışmaların bir son bulması, eminiz ki artık ızdırar derecesinde bir umumî arzu halini almış durumda. Ne var ki, bu dehşetli belânın bitmesini arzu etmek kâfi gelmiyor. Gereğinin de bilfiil yapılması lâzım. Bu hususta çare arayışları içinde görünmeyen, hemen yok gibidir. Şimdiye kadar uygulanan bazı çarelerin ise, gerçekte çare olmadığı gün gibi âşikâr. Habire Türkçülük propagandası yaparak, varsa yoksa silâhlı mücadele metodunu uygulayarak, başka yöntemleri ise dışlayarak bir yere varılamaz. Nitekim, varılamadı. Burada köklü tedbirlere, kalıcı çarelere yönelmek gerekiyor. Bunun için de, öncelikle tahrik unsurlarından şiddetle kaçınılması lâzım. Siz dünyanın en modern silâhlarını kuşanın, ordunun tamamını modernize ederek harekete geçirin, haftalar, aylar süren operasyonlar yapın, bölgeyi tahrik unsurlarından temizlemediğiniz müddetçe, yine de mesafe alamazsınız. Hatta diyebiliriz ki, şu anda adı terör örgütüne karışmış ne kadar insan varsa, bunların tamamını ele geçirseniz, hatta tutup imha etseniz, kalıcı ve esaslı çareleri tatbike sokmadığınız müddetçe, yaptıklarınız yine de nafile kalır. Aradan beş–on sene geçtiğinde, yine aynı tas, aynı hamam ile karşı karşıya gelmekten kurtulamazsınız. Kalıcı çare ve esaslı tedbir, sırf maslahata göre olmaz. Ancak ve ancak temel hukuka riayet ve adâlet prensiplerine uymakla olur. Vatandaşlarınızın tamamına âdil davranmak durumundasınız. Şayet adâlete değil de, maslahata göre giderseniz, düzelttik, hallettik dediğiniz mesele, bir müddet sonra daha da kronikleşmiş sûrette gelip karşınıza çıkacaktır. Ne yazık ki, devletimiz bugüne kadar hemen her meselede, o da sanki bir lütuf imiş gibi maslahatı esas aldı, hukuk ve adâleti ikinci–üçüncü plâna itti. Yani, "Devletin âli menfaati neyi gerektiriyorsa, ona göre hüküm, ona göre tatbikat" ölçüsüne göre hareket edildi. Oysa, devletin âli menfaati, milletin bizzat kendisi için lâzımdır. Hatta, devletin bütün kuvvet ve imkânları milletin emrinde ve hizmetinde olacak şekilde kullanılmalı. Cumhurî demokrasiye göre, hakimiyet millette değil midir? Fakat, maalesef, bu realite çoğu zaman gözardı edilmiş ve hatta milletin temel bazı talep ve ihtiyaçları dışlanmış, ötelenmiş, hatta "teferruat" kabilinden addedilerek basite alınmış. "Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır" sözünü dillerine pelesenk etmiş bazı kişi ve çevreler, devletin mekanizmasını ve her türlü imkânını kendi akıl fenerine göre dizayn etme hevesinde olmuşlardır. Devletin menfaatinin nasıl, nerede ve ne şekilde olduğunu sadece kendi indî ve infiradî görüşlerine dayandırarak yorumlamışlardır. Oysa bu, jakobence bir yaklaşım tarzıdır. Bu anlayışa göre, millet çok zaman dışlanmayı, itilip kakılmayı hak eden bir yığından ibarettir. Emin olun, burada anlattıklarımız hiç de abartılı değildir. Bütün ihtilâl ve muhtıraların temelinde hep aynı sakat anlayış vardır. Bu zihniyete göre, millet cahildir, ne yapacağını bilmiyor. Hatta çoğu zaman yanlış yapıyor. Onun için, gerekirse yönetime el konulur. Her şey silâh zoruyla, süngü kuvvetiyle halledilmeye çalışılır. Vesaire... Türkiye, doksan yıldır demokrasi ve hürriyet mücadelesini veriyor. Şükürler olsun ki, bu meyanda şimdiye kadar önemli bir mesafe alındı. Ancak, yetmez. Tam hürriyet ve ideal mânâda demokrasi istiyoruz. Milletin hür iradesinin dışında ve üzerinde herhangi bir kuvvet merkezi tanımıyoruz. Söz konusu olan milletin hali ve mukadderatı ise, gerisi teferruat kabilinden olmalı. Devlet, bütün kurum ve kuruluşlarıyla milletin emrinde ve hizmetinde olmalı. İşte, bunun sağlandığı bir Türkiye, hiç şüphesiz huzurlu olur, müreffeh olur, ülke genelinde barış, huzur ve kardeşlik havası hakim olur. Anarşi ve terör gibi belâ ve musîbetler ise, ekseriyetle hukuksuz ve adâletsiz uygulamaların neticesi olarak ortaya çıkar; istismarla beslenip boy verir. Şüphesiz, bunların dış bağlantıları da vardır. Ancak, içeride kuvvetli bir dayanak bulamayan örgütler, hem gelişemez, hem de uzun ömürlü olamazlar. Demek, asıl büyük problem içeride. Bu problemlerin de hukuk ve demokrasi atmosferi içinde halledilebileceğine inanıyoruz.
–SON– 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İnançsız filozof da olsa, cahil ve kördür! |
Yalnız maddî / fen ilimlerinde uzman olup maneviyattan haberi olmayanlar, her ne kadar “ilmî titr ve paye” sahibi iseler de, gerçekte cahildirler. Bu, abartılı bir ifade gibi gelebilir. “Filozoflar, fen veya sosyal ilimlerde profesör olanlar nasıl cahil olur ve inkâr eder?” diye düşünülebilir. Ne var ki, meselenin püf noktası yakalandığında kesinlikle böyle oldukları görülecektir. Bu husus genel bir prensiptir: Bir ilimde uzman, âlim olan, diğerinde gabi, cahildir. Fizikçi tıptan, kimyager istatistikçi fenninden; makine mühendisi ziraatten, sosyolog edebiyattan, psikolog mimarî veya tarihten anlamaz! İstisnalar kaideyi bozmaz! Bu normal bir durumdur. Hepimiz öyle değil miyiz? Mesleğimizin uzmanı iken, diğer mesleklerin cahiliyiz. Herkes, kendi branşında otorite olabilirken; başka dalların ve mesleklerin yabancısıdır. Her ne kadar iman ve özellikle tevhid, fen ilimlerinin de şahadetiyle sabit ise de; manevî ilimler girerler. Madde ile uğraşan, veya madde de boğulanlar maneviyatta kördür; gerçeği göremez! Meseleye şu örnek penceresinden bakabiliriz: Sosyal veya fen ilimlerinden herhangi birisinden bahseden bir kitap düşününüz. Yazarını, konusunu, mahiyetini, içindeki hakikatleri bilmeyen; eni, boyu, sayfa adedi, paragraf sayısı, yazı karakteri gibi maddî ve şekli yönünde uzman dahi olsa; bu bilim / ilim değildir. Belki feyizsiz, kuru ve ruhsuz bir bilgidir. Ki, ilim sahibi olmayan birisi, bir cetvelle ölçer, biçer, bu hususları ortaya koyabilir. Bu perspektiften bakıldığında; kâinat kitabını inceleyen, “kim yazmış ve niçin yazmış, kitabın anlamı nedir?” sorularını hiç düşünmeden; fizikî-kimyevî veya biyolojik yönlerini ortaya koysa da aslında bu gerçek bilim değil, cehalettir! Dolayısıyla gen ilimlerinde mesafe katedip, maneviyattan haberdar olmayan her bilgi sahibi ilim ehli değildir. İnançsız, maneviyatsız bir ilim adamı aslında ölüdür! Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak, iç yüzünü okuyamamak, hikmet dilini çözememek, sentez yapamamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük âlimi, fizikçisi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955), şöyle ifade eder: Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakikî ilim bundan çıkar. Gönülden gelen manevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur. Bizim sınırlı aklımızla anlayamadığımız, gözlerimizle görme kudretinden mahrum bulunduğumuz şeyin gerçekten var olduğunu, parlak bir güzellik halinde kendini gösterdiğini bilmek, işte hakikî dindarlığın temelinde bu bilgi ve bu duygu vardır. 1 İnkârcıların bakış açısı gerçek, harfi, mistik, ilmî bir bakış değil, belki ismi bir bakıştır. Mânâ-î ismî ile bakış; bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak, eşya ve hadiselere maddî cephelerinden, sathî, üstünkörü, kendi hesabına, tek yönlü bakmaktır. Diğer bir ifadeyle varlığı, maddî, dünyevî boyutuyla algılamak, nefsî çıkarlar açısından görmektir. Oysa, her şeye Harfî bakılırsa, san’atkârı, ustası görülür. Harfi bakış, bir şeyin kendisini değil, başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği mânâdır. Yani, anlamını, sahibini, ustasını, kâtibini, yazarını, san’atkârını gösteren, bildiren, tarif eden bakıştır. Bu bakış; harflerin, kelimelerin şekli ve renginden önce, anlamını görür. Bir san’at eserine, “Nasıl yapılmış, neden yapılmış?” diye bakılırsa; madde, şekil ve görüntünün dar kalıplarının ötesine geçilemez. “Kim yapmış, niçin yapmış, ne anlatmak istemiş ve hangi mesajı vermek istiyor?” sorularına da niyet edip bakarsınız; bilginiz, ufkunuz pek çok âlemlere açılır. İşte, “mânâ-yı harfî”, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinat kitabına, O’nun hesabına bakmak; niçin yazmış, neler yazmış olduğunu anlamak ve anlamlandırmaktır. Eğer kâinata harfî bakışla, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, büyüklüğünü gösteren bir âlet nazarıyla bakılırsa, o oranda kıymetli olur. Meselâ, bir resim Ahmet Hamdi, Leonardo da Vinci veya Picasso’ya dayansa, bir tespih tarihî şahsiyetlere isnat edilse, değeri yüz milyarlarca liralarla ifade edilir. Belki aynı değerde bir resim veya antika eser; eğer, bir ressama isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir. Altın değerini, aynı zamanda kuyumcunun bütün incelikleriyle san’atını onun üstünde uygulamasından alır. Yarın “Uzayda canlılar (ufolar) veya şuurlu, akıllı varlıklar var mı?” sorusunun cevabını bulmaya çalışalım.
Dipnot:
1. Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85. 09.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Zirvedeki köpek |
Zamanın kadısı Tahir Efendi’nin, kendisi için “o bir köpektir” demesine sinirlenmeden tevriye san'atını kullanan şair Nef’î, yazdığı tevriyeli dörtlüğünde yakın mânâda köpeği temize çıkarırken, uzak mânâda asıl “kelp”in Tahir Efendi olduğunu söylüyor: “Tahir Efendi bana ‘kelp’ demiş, İltifatı bunda zahirdir. Malikî mezhebim benim zira, İtikadımca ‘kelp’ tahirdir.” ««« Namık Kemal, Hürriyet kasidesinde; “Muini, zalimin dünyada erbab-ı denaettir, Köpektir zevk alan seyyad-ı bîinsafa hizmetten” diyor. Hürriyet şairi burada, insafsız avcıya hizmetten zevk alan köpekten ziyade, zalimlerin yardımcısı olan alçaklara vuruyor. Çünkü bu hürriyet âşıkının hedefinde köpekler yok, müstebit zalimler vardır. ««« Avusturya gazetelerinin 22.1.2007 tarihli sayılarında görmüştüm o fotoğrafı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Almanya Başbakanı Angela Merkel’in basına poz veren zirve oturumu ve karşılarında Putin’in “Koni”si, yani labrador cinsi köpeği.. Köpek, yaman bakışlarını ve ateşli gözlerini Merkel’e dikmiş, “Sahibime sakın yanlış yapma, yoksa karışmam” der gibiydi. Merkel, korkarak, yardım istercesine Putin’e bakınca, Putin bir işaretle Koni’sini uzaklaştırdı, ama cins köpek bu sefer de gazetecilere yönelince, Merkel nükteyi patlattı: “Şimdi de gazetecileri yemeye gidiyor!” Rahmanî mi, şeytanî mi olduğunu kestiremediğim bir fikir aniden zihnime gelerek beni güldürdü. Haydi sizinle de paylaşayım bari: Acaba, diyorum, AB’ye girmemize şiddetle karşı olan Merkel’in dünyasına bir köpeğimizi musallat ederek, onu şöyle bir korkutsak nasıl olur? Şaka bir yana, edebiyatın ve siyasetin zirvesinde adını duyuran ve Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’inin hemcinsleri olan köpeklerimiz, nihayet bu ahirzamanda, zaten “ekpekülküpeka” tarafından kuşatılan zirvelerdeki yerlerini de almış oldular. Ve bir âyet: ”Köpekleri ise iki ayağını mağaranın kapısına doğru uzatıp yatmıştır. Eğer onları o halde görseydin, için korku ile dolar ve döner kaçardın.” (Kehf, 18) ««« O fotoğrafı gördüğümden bu yana, “zirvedeki köpek” üzerine yazmayı hep tasarlamama rağmen, hissî ve fiilî engellerle bugüne kadar ertelendi.. Şimdi anlıyorum ki, bu “erteleme,” iddiamın olgunlaşması içinmiş. Tabiî ki böyle bir yazının ve yazıdaki iddianın olgunlaşmasını beklemek, Türkiye’nin 12 Eylül mimarlarının, “kardeş kanı akmasına seyirci kalarak,” ihtilâlin olgunlaşmasını beklemelerine benzemedi. Bizimkisi nihayet bir yazı. Yazılsa da olurdu, yazılmasa da.. Gelelim, bugüne kadar ertelenen iddiamıza.. Evet, iddia ediyorum ki: Bugün dünyadaki bazı zirveler, “ekpekülküpeka” ile kuşatılmıştır. Bediüzzaman’ın Sünûhat’ındaki, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında tam muhataplarını bulan, “Ey ekpekülküpekadan (köpeklerin en köpeğinden) tekepküp etmiş (köpekleşmiş) alçak köpek!” ifadesini, makam münasebetiyle bu yazımızda kullanmamız yanlış olmasa gerek. Çünkü bu hitabın hedefine giren bazı zirvelerin “ekpekülküpeka”sı, Soçi’deki Merkel’li, Putin’li zirvenin siyah labrador cins köpeğine de benzemezler. Bir mezhebe göre tahir (temiz) olan hakikî kelplerin, o zirvelere, o ekpekülküpekadan daha lâyık olduklarını zaman gösterdi. Afganistan’da, Irak’ta ve Gazze’de akan kanların ve harabeye dönen mekânların üzerinde fildişi kulelerde yapılan zirvelerde sırıtan dişlere bakıyoruz da, Hz. İsa’nın(as), bir köpeğe bakarak dediği, “ne güzel dişleri var” ifadesini kullanamıyoruz. ««« Darbe ürünleriyle, ihtilâl softalarıyla ve kirli siyaset artıklarıyla kuşatılan zirvelerin, üzerlerinde taşıdıklarına daha fazla tahammülleri kalmadı. Yanardağlar, zirvelerinden lavlar saçarak yerküresine nefes aldırdıkları gibi, zirve makamlar da, üzerlerindeki yanlış kişileri silkeleyerek, dünyayı huzura kavuşturacaktır İnşaallah. 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tedavi uzun sürecek |
Ekonomik gidişle ilgili olarak açıklanan çeşitli rakamlar, krizde hâlâ ‘dip’ noktasına ulaşılmadığını hatıra getiriyor. Ekonomik krizin patlak verdiği ilk günlere göre ‘kötüye gidiş’ azalmış olmakla birlikte, ‘çıkış/düzelme’ henüz başlamış sayılmıyor. Keşke yaşanan bu ekonomik ve sosyal krizlerden ders alınabilse. Bu krizin pek çok ‘fayda’larından biri de dünyanın gerçekten bir ‘köy’ ve belki de bir ‘hane’ olduğunun görülmesidir. Dünya ile hareket edemeyen ülkeler bir şekilde krize sürüklenmeye mahkûm. “Komşusu krizde olan, kendisi de krize sürüklenmeye mahkûm” da diyebiliriz. Geçen günlerde NTV’de krizi değerlendiren uzmanlar bu noktaya dikkat çekiyorladı. Bazı ‘Nobel ödüllü’ ekonomi uzmanlarının bile, yaklaşan krizi öngöremediğini söyleyen ekonomi uzmanları, Çin’i örnek gösterip; sadece ihracata dönük üretim yapan ülkelerin de krizden kurtulamadığına işaret ediyordu. Gerçekten de çoğu kimse dünya piyasalarını ‘istilâ’ eden Çin’in krize sürüklenebileceğini pek aklına getirmiyordu. Öyle ya, en ucuz işçilik Çin’deydi ve dünya piyasaları bu dev ekonomi ile rekabet edemiyordu. Fakat iş öyle bir noktaya geldi ki, ‘zengin’lerin krizi Çin’i de vurdu. İşte, krizden ders alınması gereken asıl nokta burası olmalı: Artık dünya bir köy haline geldi. O halde, hiç kimse ‘komşu’sunu düşünmeden iş yapamaz. Dolayısı ile ‘komşu’su açken ‘tok’ yatamaz. “Gemisini kurtaran kaptan” anlayışı, dünyanın küçülmesi sonrasında anlamını yitirmiştir... TİM tarafından geçen hafta Mardin’de açıklanan ihrâcat rakamları da bunu gösteriyor. Düşüş yavaşlamakla birlikte maalesef devam ediyor. Ancak bir nokta dikkat çekici: TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi, bazı kalemlerde ihracatın miktar olarak arttığını, ama buna rağmen elde edilen gelirin azaldığını söylüyor. Bilhassa bakliyat grubu ihraç ürünlerinde miktar azalmamış. Fakat dünya şartları sebebiyle fiyatlar düştüğü için otomatik olarak elimize geçen gelir azalmış. Tabiî bu problem sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir durum değil. Başka ülkeler de kendi ihraç ürünlerinin fiyatının düşmesinden yana dertli olabilir. Meselâ, petrol ihraç eden ülkeleri düşünelim. Meselâ, geçen yıl bir ton petrol ihraç eden bir ülke, bu yıl da aynı miktar petrol ihraç etse bile eline geçen ücret neredeyse yarı yarıya azalmış oluyor. Petrol ithal eden bir ülke olarak biz buna seviniyoruz, ama ihraç eden ülkeler de üzülüyor. Aynı şey, bizim ihraç ürünlerimiz için de geçerli. Biz üzülürken, başka ülkeler seviniyor. Ama toplamda bütün dünya piyasası sıkıntılı olduğu için herkes üzülüyor. İhracatçıların umudu, ürünlerin fiyatının artmasında. “Aynı miktarda ürün ihraç ettiğimiz için, ihracattaki kaybımız kısa sürüde telâfi edilebilir” diyorlar. İnşallah öyle olur. Yılların birikimi ve yanlış anlayışları sonucu sürüklendiğimiz bu kriz, başta ticarî ahlâk olmak üzere pek çok şeyi tahrip etti. Bu sebeple tedavinin de uzun sürebileceğini kabul etmek lâzım. Keşke gerekli dersleri alıp, en az kendimiz kadar ‘komşu’larımızı da düşünür hale gelsek. 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Dıştan içe provokasyonlar |
Peşpeşe yıl dönümlerinde Sivas ve Başbağlar katliâmı soruşturulmakta. Ve Cumhurbaşkanı Gül’ün Çin gezisinin ardından Sincan Özerk Uygur Bölgesine baskısıyla patlak veren olaylar bahanesiyle daha da ağırlaştırılan zulmün ve katliâmın kaynağı araştırılmakta. Ne garip ki Müslümanların yaşadığı dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Müslüman Uygurların Doğu Türkistan’da ve Çin’de dinî haklarına, inanç ve ibâdet özgürlüğüne yönelik bu suikast ve vahşetin yine okyanuslar ötesine uzanan provokatörlerin tahrikiyle tertiplendiği tesbitleri haklı çıkmakta. Anlaşılan o ki burada da küresel hegemonya ve uluslar arası çıkar hesaplarıyla hareket edilmekte. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “olaylara sebep olan müsebbiplerin bulunması”na dikkat çekmesi çağrısı bu açıdan önemli. Bu arada İstanbul’daki ABD Konsolosluğuna bir yıl önce düzenlenen ve cansiperâne çarpışan üç polisin şehid edildiği saldırıda Amerikalıların kıllarını kıpırdatmamaları, ibret-i âlem olarak görüntülerde ortaya çıkıyor. Başşehirde ise “askerlerin sivil yargıda yargılanması”na dair Çankaya’nın kararı beklenirken, “belge”den “MGK bildirisi”ne, 12 Eylül’den 28 Şubat’a, bütün darbecilerin ve darbe plânlarının yargılanması ile ekonominin krizle küçülmesine kadar bir yığın tartışma devam ediyor…
DARBE CİNÂYETİ, CEZÂLANDIRILMALI Ne var ki gündemin gürültülü hayhuyunda birçok kayda değer konu yeterince tartışılmadan kayboluyor… Bunlardan biri de 12 Eylül ihtilâli lideri Evren Paşa’nın, 1982 Anayasasının yüzde 92 ile kabul edildiğini iddia edip, kendisi ve “konsey üyesi arkadaşları”nın yargılanması için referandum önermesi. Evren, darbecileri her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı hükmünü getiren “geçici 15. madde”nin de Anayasa ile birlikte kabul edildiğini söylüyor. İhtilâlin “devlet başkanı” iken Anayasa’nın “kabulü”yle otomatikman “Cumhurbaşkanı seçilmesi”nden dem vuruyor. Belli ki Evren, mâlum “darbeci mantığı” sergiliyor. İhtilâlin “emir ve komuta zinciri altında yapıldığını” belirtip, “kanunsuz emirlere uyanların da suç işlemiş olacağını ve bu bakımdan bütün Silâhlı Kuvvetleri mensuplarının yargılanması gerektiğini” önermesi, bunun tipik bir misâli. Kısacası “darbe lideri”, dayattığı darbenin sorumluluğunu bile başkasının üzerine atıyor. Bizzat darbecilerin itirafıyla “ihtilâl ortamının olgunlaşması” için ülkedeki anarşi ve teröre seyirci kalmanın suç olduğunu gözardı ediyor. Resmî rakamlara göre beş bin, gerçekte on bini aşkın insanın öldürülmesinin, provokasyonların, tahrik ve tertiplerin ne denli büyük bir cinâyet olduğunu hesâba katmıyor. 600 bin insana yapılan insanlık dışı işkenceleri, hak gasplarını, özgürlüklerinin çiğnenmesini saymıyor… “YASA”YLA DARBE KOMEDİSİ… “Evet” demenin yasak olduğu, “hayır” diyenlerin derdest edildiği, ülkenin tek televizyonu TRT’de propagandasının yapıldığı “referandum” komedisini “hukukî” ve “yasal” görüyor. Dahası darbenin başlı başına bir cinâyet olduğunu görmezden geliyor. “11 Eylül günü akan kanın neden 12 Eylül günü durduğu”nun cevabını vermeden, darbe cinâyeti için “referandum” istiyor. “Oylama” ile kişinin ve toplumun hak ve hürriyetlerinin re’sen affedilemeyeceğinden habersiz! Hiçbir cinâyet, kıtal, işkence, haksızlık ve hak gasbı için “oylama” yapılmayacağını ya bilmiyor ya da “bilmezden gelmek” işine geliyor. Tıpkı, 12 Eylül ihtilâlinin “güven ortamı”nda, “Neden sağda iki partiye, solda bir partiye izin verdiniz?” sorusuna verdiği cevaptaki “cingözlük” gibi… “Netekim, sağda iki değil bir partiye izin verseydik, anayasayı değiştirecek çok büyük bir sayıyla Meclis’e girer güçlü bir iktidar olurdu. Solda iki partiyi seçime soksaydık, ikisi de kaybeder, Meclis’e bile giremezlerdi” deyip bunu bir “zekâ eseri” olarak lanse etmesi, “darbeci zihniyet”in işgüzârlığını bir defa daha ortaya koyuyor. Görünen o ki Evren, herkesi saf ve anlamaz, bir tek kendini ve “konsey üyesi arkadaşları”nı “açıkgöz” görüyor. Bir “darbeci” olarak millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i lağveden, meşrû hükûmeti deviren darbeyi bağlı bulunduğu Anayasayı ilgâ eden “İç Hizmet Kanunu”ndaki “koruma ve kollama”ya dayandırması bunun göstergesi. Sahi hangi yasa, aykırı olmaması gereken Anayasa’yı toptan devre dışı bıraktırır, Meclis’i kapattırır, meşrû hükûmeti alaşağı eder; bunu düşünmüyor, düşünemiyor. Veya tecâhül-ü ârif yapıyor… Bu bakımdan, “Referandumda yargılanma kararı çıksın, intihar ederim” şantajı, anlamsız ve havada kalıyor… 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Değişen birşey var mı? |
Taraf gazetesinin “AKP ve Gülen’i bitirme planı” manşetiyle gündeme oturan ve tersinden, iktidar partisi-Gülen birlikteliğini de vurgulayan “belge” eksenindeki enteresan gelişmeler, Ergenekon süreciyle de bağlantılı geçişlerle, hız kesmeden devam ediyor. Belgede imzası bulunan Albay Çiçek’in Ergenekon savcılarına ifade vermesi yönündeki ilk girişim, İstanbul Başsavcı Vekilinin “Askerî Savcılık ifadesini aldı, bize gerek kalmadı” açıklamasıyla havada kalmış ve bu durum “Sivil yargıya by-pass mı yapılıyor?” istifhamına yol açmıştı. Ardından Genelkurmay Askerî Savcılığının, evvelce “kanaat” olarak açıkladığı “Belge Genelkurmay’da hazırlanmadı” görüşünü kesin bilgi ve nihaî tesbit olarak deklare edip Çiçek’e takipsizlik kararı vermesi, bu istifhamı güçlendirdi. Org. Başbuğ’un belge için “kâğıt parçası” ifadesini kullanması ve Genelkurmay’ın Çiçek’e “kurumsal destek“ mesajlarını pekiştirmesi de. Bu gidişatın, kamuoyunda oluşan “Yine mi örtbas edilecek?” algısını güçlendirdiği bir noktada, Albay Çiçek’in sürpriz şekilde Ergenekon savcılarına ifade vermesi ve ardından tutuklanması, kuşkuları dağıtır gibi olmuştu ki, sadece 18 saat sonra tutuklama kararının kaldırılması, “Değişen birşey yok, yine eski tas, eski hamam” deyişine denk düşen bir durumu ortaya koydu. Çiçek’in “belge”de yer alan imzası için evvelâ “Üç yıl önce değiştirdim” deyip, bilâhare “Sehven öyle konuştum” beyanında bulunması gibi, şüpheleri güçlendiren açık çelişkilerine rağmen. Çiçek’i 1’e karşı 2 oyla serbest bırakan heyette, tam da karar öncesi gerçekleşen son dakika değişiklikleri ve dahası, adı geçen heyetin Bayan Eruygur’a atfedilen ses kasetlerinde “Bizdendir” nitelemesine konu olması da, işin bir başka boyutu. Ve bizatihî bu durum, sorunu yalnızca “askerî ve sivil yargı ikilemi” olarak algılamanın yanıltıcı sonuçlara götürebileceğini gözler önüne seriyor.
Sivil yargıda da asker etkisi Albay Çiçek’le ilgili olarak yaşanan ifade alma, tutuklama ve tahliye sürecinin sivil yargı mekanizmasında cereyan etmiş olması, Neşe Düzel’e konuşan CHP eski milletvekili Esat Canan’ın şu tesbitini doğrulayan yeni bir örnek oluşturuyor: “Bizde sivil yargı da sivil değil. Askerin ‘tutuklansın’ dediği tutuklanıyor, ‘bırakılsın’ dediği bırakılıyor. Askerin dediği oluyor.” (Taraf, 6.7.09) Nitekim sivil yargı kademelerinde, özellikle de temyiz aşamasında askerin “ilgilendiği” dosyalarda ne tür kararlar çıktığının, aralarında şahsen mağduru olduklarımız da dahil olmak üzere, çok sayıda örneği var. Dolayısıyla, perde gerisi “kulis”leri de bitirmeden sorun bitmiş olmaz. Bu bağlamda, hükümetin tatil öncesi Meclisten geçirdiği, askerî olmayan suçlarda askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören yasa değişikliği, kâğıt üzerinde de olsa askerî yargının hareket alanını bir ölçüde sınırlaması açısından olumlu bir adım olarak mütalâa edilebilir. Ancak sistemdeki askerî ve sivil yargı ikiliğinin özüne ve temeline dokunmadığı; dahası, “sivil” yargının işleyişine de müdahale eden derin baskıları sona erdirecek köklü bir çözüm getirmekten uzak olduğu için, derde deva olması zor. Genelkurmay’ın, yasaya yönelik itirazlarını anayasaya da dayandırıyor olması, köklü ve kalıcı bir çözüm için yapılması gerekenlerin yine anayasadan başlaması gerektiğini göstermiyor mu? Peki, öteden beri tartışmaların odağında yer alan ve Ergenekon sürecinin başından bu yana çok daha farklı bir duyarlılıkla takibe alınan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’le dâvâya bakan mahkemenin başkanı Köksal Şengün’ün görev yerlerini değiştirmeye hazırlandığı iddialarının izahı ne? Cemil Çiçek’in bakanlığı döneminde müsteşarına suç duyurusunda bulunacak kadar alenî bir siyasî mücadeleye girmekten geri durmayan bu kurul da “sivil” üyelerden meydana gelmiyor mu? Velhasıl, mesele derin, çözümü de kolay değil. 09.07.2009 E-Posta: [email protected] |