09 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Dikkat edin! Dünyadayken lezzetli yemek yiyen ve süslü elbise giyen nice kimseler vardır ki, Kıyamet günü aç ve çıplaktırlar. Dünyada nice karnı aç ve çıplak kimseler vardır ki, âhirette lezzetler ve güzel elbiseler içerisindedirler.

Câmiü's-Sağîr, No: 1566

09.07.2009


Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum

Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümât beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak, İnşaallah.

Tarihçe-i Hayat, s. 123, (yeni tanzim, s. 216)

***

Ümidim kavîdir ki: Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 52

***

İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nev'î düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-î beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat Sûresi, 49:10.) kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir” (Buharî, Salât: 88) düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.

Mektubat, s. 261, (yeni tanzim, s.454)

LÛGATÇE:

teellümat: Elemler, kederler, acılar.

hararet-i hüzün: Hüznün yakıcılığı, sıcaklığı.

tebahhur: Buharlaşma.

tesanüd: Dayanışma.

teshil: Kolaylaştırma.

harîm-i İslâm: İslâmın mukaddes yerleri.

adâvetkârâne: Düşmancasına.

ehl-i dalâlet ve ilhad: Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapanlar, dinsizler.

ehvâl: Korkular, dehşetler.

mesâib: Musîbetler.

uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği.

hilâf-ı vicdan: Vicdana ters.

hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye: İslâmın faydasına ters.

eşhâs-ı müdhişe-i muzırra: Zararlı dehşetli şahıslar.

şikak: Uyuşmazlık, anlaşmazlık.

hercümerc: Karmakarışık olma, alt-üst.

tahassun: Sığınma.

şekavet-i uhreviye: Ahiret azabı.

09.07.2009


Acbüzzeneb nedir?

Suâl:Hadis-i Şeriflerde insanda acbüzzeneb denilen bir cüz’ün toprakta çürümediği ifade ediliyor. Haşirde acbüzzeneb üzerine insan bedeninin inşâ edileceği söyleniyor. Bazı âlimler de günümüzde acbüzzeneb denilen o cüz’ün hücrede bulunan ve genetik şifrelerimizin kaydedildiği DNA ve RNA gibi bölümler olduğunu söylüyorlar. Bu noktada acbüzzeneb denilen kavramı nasıl tarif edeceğiz?”

Cevap:

Acbüzzenebin varlığı kesin. Çünkü bu konuda sahih hadis var. Ancak mahiyeti bizce meçhul. Yani nedir acbüzzeneb, tam olarak net bir tanım yapamıyoruz. Selef âlimleri kuyruk sokumunda insanın yok edilemeyen ve toprak tarafından çürütülemeyen bir cüz’ü olarak tanımlamışlar. Günümüz âlimleri ise hücre içindeki genlere bakarak DNA gibi insanın bütün bilgilerini ihtivâ eden bir takım zerrelere acbüzzeneb demişler. Belki gelecekte bazı keşifler yapılacak, RNA denecek, Takyon hücreleri denecek vs. İşte bu da acbüzzenebin mahiyetinin tam olarak bilinemediğinin açık bir delilidir. Zirâ yeni ilmî keşiflere göre acbüzzeneb kavramı tanım değiştiriyor.

Üstad Hazretleri de acbüzzeneb kavramını “eczâ-i esasiye ve zerrât-ı asliye” olarak tanımlamış. Fakat yine de, “eczâ-i esasiye ve zerrât-ı asliye” denilen şey nedir, mahiyetini tam olarak bilmiyoruz. Çünkü meselenin ahirete bakan yönü var ve biz bu dünya şartları içinden âhiret âlemlerinde meydana gelecek muazzam hadiseleri kavramaya çalışıyoruz. Üstad’ın tâbiri ile, Hikmet dünyasından Kudret dünyasını anlamak için uğraşıyoruz. İşte mühim zorluk burada. Çünkü dünyevî akıl ile uhrevî haller kolay kolay kavranmaz. Acbüzzeneb de doğrudan ahirete bakıyor. Zira bu tohum ahiretteki cismimizin temel zerreleri hükmünde. Evet, acbüzzenebin mahiyetini tam olarak bilmiyoruz, ancak her şeye rağmen bu konuda bir şeyler söylemek de mümkün. Konu ile ilgili Risâle-i Nur’da geçen bazı ifadelerden istifade ederek birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz.

Birincisi: Acbüzzeneb meselesi bu dünya şartlarında haşir hakikatini anlamaya çalışan insanları irşat için söylenmiş bir hakikattir. Yani biz insanların ‘Haşir nasıl olacak?’ diye sordukları fıtrî suâle:

“İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir” tarzında cevap verilmiş. Üstad bu cevabı, ‘İşte, umuma imân lâzım olan haşrin mertebesi’ olarak tanımlıyor. Ve “İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misâli görülüyor” diye bir ilâve yaparak insanların haşir konusunda nasıl irşat edildiğini bizlere bildiriyor.

İkincisi: Ahiretteki insan cismi bu dünya şartlarındaki cisim olmayacaktır. Ahirette nasıl ki hayat terakkî edecek, taş toprak bile konuşma seviyesine çıkacak, aynen öyle de ruha arkadaş olan insan cismi de o derece terakkî edecektir. “Elbette nuranî kayıtsız, geniş ve ebedî olan cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde” sırrınca insan cismi ruh kuvvetine ve hayal sür'atine kavuşacaktır.

Öyle ise acbüzzeneb denilen esas zerrelerimiz bu dünyaya bakmıyor. Belki ahirete bakıyor. Belki de ahiretteki cismimizin zerrelerini ihtivâ ediyor bu acbüzzeneb. Yani başka bir deyişle bu zerrelerimiz ahiret hayatına uygun hale gelmiş olan zerrelerimizdir. Elbette ki, ahiret hayatındaki zerrelerimizi de bu dünyanın toprağı çürütemez. Bu dünyanın ateşi o zerrelerimizi yakamaz. Bu dünyanın atom bombası bile o zerrelerin mahiyetini bozamaz. Çünkü bu zerrelerimiz nurânîdir. Ahirete aittir. Ruh kuvvetinde ve hayal sür'atindeki cismin zerreleridir bunlar. Peygamberlerin aslî zerreleriyle birlikte bütün vücutlarındaki diğer zerreler de ahiret hayatına uygun, yani ruh sür'atinde hareket eden cisimler olduğu için, bu dünyada peygamber cisimleri çürümez. Bu cisimleri ateş yakamaz, su boğamaz.

Üçüncüsü: Acbüzzeneb tabirinde lâtif bir işaret vardır. Zira acbüzzeneb kuyruk sokumu anlamına gelir. Kuyruk mânâsı ise ordunun borazanı şeklinde bir cismi hatıra getirir. Yani kuyruk, ordu borazanına benzer. Ordu borazanı ise İsrafil’in Sur’una benzer. “Evet, İsrâfil’in borusu olan Sûr’u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken ezel cânibinden gelen ‘Elestü Bi Rabbiküm’ hitâbını işiten ve ‘Kalû Belâ’ ile cevap veren ervâhlar, elbette ordunun neferâtından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutîdirler” sırrınca aslî zerrelerimiz İsrafil’in borusu içinde muhafaza edilebilir. Bu konuda günümüz bilim adamları, her insana ait bir tünelin olduğunu keşfetmişler. Belki de bu tünel aslî zerrelerimizin saklandığı veya bütün kayıtlarımızın tutulduğu İsrafil’in borusu olabilir. Acbüzzzeneb tâbiri de bu boru misâli ile çok güzel bir uyum gösteriyor. Bu bir tahmin elbette, doğrusunu ancak Allah bilir.

Dördüncüsü: “Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan, dünyada Hakîm, Mürettîb, Müdebbir, Mürebbî gibi çok isimlerin iktizâsıyla dünyada icad-ı eşya, bir derece tedricî ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin muktezâsı olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyâde kudret ve rahmetin tezâhürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşâ ediliyor” sırrınca ahirette cisimler birden, zamansız, maddeye ihtiyaç olmadan inşâ ediliyor. Belki de acbüzzeneb insanın ahirete bakan mânevî bir sûretidir ki, Kudret-i İlâhî bu sûreti bir anda cisimlendirir ve haşir meydanına çıkarır.

[email protected]

HALİL AKGÜNLER

09.07.2009


Zeytin dalı

İtaatkâr kullarını mükâfatlandırdığı gibi, isyan eden kullarına da hak ettikleri cezayı takdir eden Rabbimiz, yer ve gök neferatına emretti ve arz sulara gark oldu: Nuh Tufanı koptu. Mutiler Hz. Nuh’un (as) gemisine binerek kurtuldular; asiler ise canlarıyla, mallarıyla hâk ile yeksan oldular.

Murâd hasıl olunca, Sultan-ı Kâinat: “Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut” 1 emretti; suların hiddeti ve şiddeti dindi.

Rivâyete göre Hz. Nuh (as), tufan biraz dinmeye başlayınca gemisinin güvertesinden beyaz bir güvercin uçurur. Bu beyaz güvercin bir müddet sonra geriye ağzında bir zeytin dalıyla döner. Böylece Hz. Nuh (as), tufanın bittiğinden ve suların çekildiğinden emin olur. Bundan dolayı ağzında zeytin dalı bulunan güvercin, asırlar boyu barışın sembolü olarak anılır durur.

İşin bu kısmındaki güvercin ve zeytin dalı Yunan menşe’li mitolojik bir tema, ama mâdem barışı temsil ediyor, öyle anlaşılıyor; dala takılıp kalmamalı, ifade ettiği mânâya bakılmalı.

Gerçi barış, sadece bir kesimin ya da bir fikir grubunun lâzımı gibi farklı ve sığ mülâhazalarla dikkate verilse de dostluk, kardeşlik herkesin müşterek değerleridir.

Dargın iki insanın veya ikisinden birinin ilk adımı atarak, musâlâha yani barışma teşebbüsünde bulunması zâten dinimizin öngördüğü önemli bir İslâmî davranıştır.

Peygamber Efendimizin (asm), “Müslüman’ın din kardeşine üç günden fazla küs durması helâl değildir” 2 hadis-i şerifi, barışın ve barışık olmanın ehemmiyetini ifade ediyor.

Bu, bireyler, aileler, aşiretler arasındaki dargınlık, kırgınlık; hatta husûmete varan ifrât derecesiyle toplum hayatının bir kamburudur. Aralarındaki eğriyi doğrultmak için insanlar önce gönlünü, sonra da kucağını açmaları gerekir birine, birbirlerine.

Değerli bir ağaç oluşundan dolayı eski Yunanlılar tarafından kutsanma derecesinde itibar görse de; Allah’ın halk etmiş olduğu sayısız nimetlerden biridir zeytin ve onun yetiştiği ağaç.

Kur’ân-ı Kerîm’in Tîn Sûresi’nin birinci âyetinde Cenâb-ı Hakk’ın üzerine yemin ettiği zeytin, insan sağlığına son derece faydalı, besin değeri oldukça yüksek ve üretici ülkelerin ekonomisinde de önemli payı bulunan bir meyve.

Sembolize edilen zeytin dalının ifade ettiği barış ve musâlâha ise, herkese gerekli ve bütün insanların müşterek paydasıdır.

Böyle de bilinmeli!

Belki bugün, her zamankinden daha fazla ihtiyaç var zeytin dalı uzatmaya.

İnsanlar gergin, çehreler asık! Hoşgörü ise askıya alınmış.

“Bir dokun, bin âh işit” deyimini bilirsiniz. Ne dokunması! “Hişt” deseniz gürültü, patırtı hazır. Bu durumla karşılaşınca:

Önce “Yâ Sabır”, ardından da “zeytin dalı” çekersiniz.

Uluslar arası plâtformlarda çözüm üretimini başlatmak, başlatan hakkında “zeytin dalı uzatmak” şeklinde tarifini buluyor. Yani “musâlâha kapısını açtı” mânâsında anlaşılıyor.

Meselâ: “Filân devlet başkanı filân devlete zeytin dalı uzattı”; “Filân ülke, filân ülkeye zeytin dalı uzattı” gibi sözler bir devlet başkanının bir başka ülkeye yakınlaşma işaretleri verdiği, ona jestlerde bulunduğu mânâsını ifade eder.

Aynı şey, bir ülkenin bir başka ülkeye yapacağı sıcak temas ya da dostça el uzatışı için de söylenebilir. Yani gergin havayı yumuşatmaktır zeytin dalı uzatma.

İnsanlar fedakârlığı hep karşı taraftan bekler. Sulh ve anlaşma iki tarafın bazı haklarından vazgeçmesi veya fedakârlık etmesiyle mümkün olduğu gibi; bazen bir söz, bazen bir tebessüm arzu edilen barışa, musâlâhaya; dostça yaşamaya önemli katkıda bulunabilir, buna sebep olabilir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risâle-i Nur’da bu konuyla ilgili olarak şöyle bir çözüm yolu gösteriyor:

“Nasıl ki mübârezede (kavgada) müthiş bir hasma (düşmana) gülmekle adâvet (kin / öfke) musâlâhaya, husûmet (hasımlık) şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur...” 3

Demek ki öfkenin tepeye çıktığı, akla galebe ettiği, hatıra gelebilecek her kötü şeyin olabileceğini düşündüğün ya da düşünemediğin o an, bir gülüş, bir tebessüm zeytin dalı oluyor ve meseleyi halledebiliyor.

Öfke iniyor, balon sönüyor.

İster “el” uzatılsın, ister “dal” uzatılsın; ama “el ele” olunsun, bu fani âlemde…

Çünkü:

“Sulh daha hayırlıdır” 4 buyuruyor Yaratan.

Dipnotlar:

1- Hud Sûresi: 44.

2- Ebû Dâvud, Edeb, 47.

3- Said Nursî, Lem’alar, 19.

4- Nisâ Sûresi: 128.

[email protected]

ALİ RIZA AYDIN

09.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.