|
|
Raşit YÜCEL |
İzmir'de bahar |
|
Yollar ve yıllar, dostlarla kavuşmayı engelleyemedi. Maksat, İzmir’deki mevlide yetişmekti. Çorum’dan kafileye katılan Ömer Şahin kardeşim ve Beşir Güney Ağabeyimle yollarda idik.
İlk durağımız Tosya ilçemiz oldu. Buradan, gayyur kardeşimiz İbrahim Vapur’u ve oğlu Yasin kardeşimizi alarak, Düzce’deki dersimize yetişmek için çağın küheylanını koşturmaya devam ettik. Düzce temsilcimiz, can kardeşim Necdet Pehlivan ve aziz dostlarla kucaklaştık, derslerini dinledik.
Sabahın seherinde, yıllardır yollarda yol arkadaşımız olan, yılların hizmet erbabı İsmail Özdemir ile Karamürsel istikametine doğru yola çıktık. Fehmi Peker Ağabeyi sabahın seherinde aradık. Cevval insan, saff-ı evvel ve fedakârlardan olduğunu her zaman ispat etmiştir. Hemen, Kırkpınar Başpehlivanlığında ikinciliği elde eden Ekrem Yavuz kardeşimizin muhterem babası Zahir Ağabeyin Marmara’ya nâzır, Karamürsel’e dört kilometre uzaklıktaki malikânesine ulaştık. Tabiata yansıyan İlâhî san'at, bütün haşmeti ve tazeliğiyle kendisini gösteriyordu. Arabada ders için çıkardığım “İsm-i Azam” isimli risâleyi İsmail Özdemir Ağabeye uzattım. Tefeül ederek açtığı sayfada “İsm-i Zahir” konusu çıkmaz mı? Bunu apaçık bir tevafuk eseri algılayarak, kitabı Zahir Ağabeye not yazarak hediye ettik.
Hedefte İzmir vardı. İzmit, Gölcük, Marmara Ereğli, Yalova, Bursa, Orhangazi, Balıkesir, Salihli’den geçerken dostlarımıza uğrayamamanın hüznü ile Manisa büromuza vardık. Aziz kardeşim ve hemşehrim Orhan Alagöz’le ve Manisalı dostlarımızla kucaklaşıp, çaylarını yudumladıktan sonra İzmir’e doğru yola koyulduk.
Tam İzmir il sınırlarına ulaştığımız noktada, İzmir temsilcimiz ve gazetemizin yönetim kurulu üyesi, şair Hasan Şen Ağabeyin bizi telefonla araması ayrı bir tevafuk eseri idi. İzmir Kitap Fuarını gezdik. Kültür hayatımızın gittikçe zenginleştiğini, çok rahatlıkla görmek mümkündü. Özellikle Yeni Asya standında, satış müdürümüz Faik Altun Beyin de burada bulunması çok güzeldi. Hasan Şen Ağabeyimizin refakatinde Üçyol’daki dersimize iştirak ettik. Yüz metrekareye yakın ders salonu tamamen dolu idi. Medine-i Münevvere’de mukim, hacda görüştüğümüz Mustafa Yeşilyurt Ağabeyimizin Mekke-Medine’deki hizmetlerimizi nakletmesi bizi oldukça sevindirdi. Ardından, cevval şevk insanı Halil Uslu Ağabeyimizin Avrupa hizmetleriyle ilgili sunumu fevkalâde idi.
Hac arkadaşım Necdet Şimşek’in yakın ve samimî misafirperverliği eşliğinde sabah Murat Reis Camii’ndeki mevlid programına iştirak ettik. Tam bir maddî, mânevî bahar idi. Önce ilk, orta ve lise öğrencilerimizin bölge Risâle-i Nur yarışmasını izledik. Çok zevkli ve duygulu idi. Bu programa gazetemizin imtiyaz sahibi ve yönetim kurulu başkanı Mehmet Kutlular ve Halil Uslu Ağabey de katıldılar. Salon tamamen dolmuştu. Dereceye girenlere hediyeleri verildi. Gazetemizin fıkıh köşesi yazarı, değerli kardeşim Süleyman Kösmene’nin sunuculuğu görülmeye değerdi. Mevlid’den önce Halil Uslu Ağabey, vaaz kürsüsünden, Üstadımız ve İslâmiyetin gelecekteki fütuhâtını anlatırken, şiirler ile süslediği konuşmasında gözyaşlarımı tutamadım.
Cami bahçesinde koşuşan masum çocuklar, görevli bay-bayan kardeşlerimiz, Tire’den, Kastamonu’dan, Çorum’dan, Kahramanmaraş’tan, Denizli’den İnebolu’dan, Manisa’dan, Balıkesir’den, Turgutlu’dan, Aydın’dan, Ödemiş’ten, Aliağa’dan ve sayamadığım daha nice yerlerden gelen yüzlerce insandan müteşekkil bir sevgi ve muhabbet deryasında, güzel ve nurânî bir baharın güzel yüzünde ayrı bir dünyada yaşadık adeta.
O akşam Tire’ye ulaştık. Bu güzel beldenin güzel insanları ile akşam sohbeti yaptık. Hatıralar tazelendi, şevk aldık, kuvvet aldık. Bir yıllık hasretin ateşini söndürdük. Bu şirin ilçemiz adeta Bursa ilinin bir özetidir. Canlı hizmet mahallerimizden biridir. Sırada Aydın, Denizli, Burdur, Isparta, Barla, Afyon ve Eskişehir vardı.
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Akdeniz sahillerinde dolaşırken |
|
“Seyahat edin, sıhhat bulun” buyuruyor Peygamberimiz (asm). Gerçekten seyahatlar bedenen olduğu kadar ruhen, kalben, aklen ve hissiyât açısından nice faydalar taşıyor.
24-26 Nisan’da Alanya ve çevresine yaptığımız seyahatte de bunları hissettik. Mesleğimiz açısından çok büyük önemi olan müfritâne irtibat, kaynaşma, dayanışma, şevk alıp şevk verme bakımından da oldukça önemli seyahatlar.
Mersin Bozyazı’ya, Tekeli’ye gitmek istediğinizde Mersin’den de, Antalya’dan da bir kaç saat süren Toros’ların virajlı yollarını aşmak zorunda kalırsınız. Menderes’ten bu yana yolların hâlâ duble olmaması, otobana dönüştürülmemesi dikkat çekiyor.
Toros’un etekleri, sahil boyu gerçekten tefekkür malzemesi harika güzelliklerle dolu. Alanya’dan Gazipaşa’ya kadar sahiller otellerle, yazlıklarla doldurulmuş. Antalya’yla Mersin arasında kalan Anamur, Bozyazı, Tekeli bu açıdan oldukça şanssız. Ama asliyetini, safiyetini muhafaza noktasından ise alabildiğince şanslı. Geçen ay Mersin’e gittiğimizde Arif Kır ve Ahmet Yıldırım Ağabeylerle tanışmış, Nisan’ın 25’inde Alanya’ya gideceğimizi öğrendiklerinde Tekeli’ye de dâvet etmişlerdi.
Tekeli yaklaşık 4 bin nüfuslu şirin bir belde. Halkın geçim kaynağı seracılık. Sahil boyunca dağların tepelerine varıncaya kadar muz ve sebze seralarıyla dolu Akdeniz sahilleri Türkiye’nin besin anbarlarından biri. Bundan daha güzel tarafı ise güzel insanlarla dolu olması. İki dönem Tekeli’de belediye başkanlığı da yapan Arif Kır Ağabeyimiz ezberlemişcesine Risâle-i Nurlara vakıf, günde yüz sayfa okuyan, öğrencilik yıllarında zaman zaman merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyle birlikte kalan muhterem bir insan. Büyük ideallere sahip. Dağın eteklerinde şehre nazır arsalarından birini hizmete yönelik tarzda okuma ve dinlenme yeri olarak kullanma gibi güzel bir mânevî yatırım sevdasında. Bizi Alanya’dan alıp Tekeli’ye getiren Anamurlu Ahmed Ağabeyimiz ise şevkli, gayretli, faal bir insan. Dahası Tekeli ve Bozyazı’da Alaaddinler, Hüseyinler, Ahmedler, Ersanlar, Ferhatlar, Mahmudlar, Mustafalar, Yusuflar, Muhammedler gibi şevkli nice hizmet ehli var. Bozyazı’da bir de dersane açmışlar.
Cumartesi günü Tekeli’yi gezme imkânımız oldu. Piknik yerinde arkadaşlarla kaynaştık, sohbetler ettik. Sonra da Mahmut kardeşimizle birlikte Alanya’ya döndük. O gün Alanya Kültür Sarayında konferanstaydık.
Ertesi günü Antalya ve ilçelerinden gelen; bir kutup gibi görünür, görünmez, gayyur ehl-i hizmetle görüştük. Alanya’da vakıf kardeşimiz Kerim rehberlik etti bize. Remzi, Ziya ve Osman Beylerle birlikte de Alanya’yı Toros’un eteklerinden seyrettik. Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad’ın 1221’de şehri aldıktan sonra denizden 250 metreye kadar yükselen yarımada üzerinde yaptırdığı 6.5 kilometre uzunluktaki tarihî kaleyi gezdik. Kale 83 kule, 140 burç, 400’e yakın sarnıca, merkezde bir de camiye sahip.
Kalenin dibinde sahilde yer alan 30 metre uzunluğunda, 200 metrelik bir alanı kaplayan Damlataş isimli mağaranın ise çok sayıda sarkıt ve dikitli harika hâlini hayretle seyrettik. 15 metre yükseklikteki mağaranın ortalama sıcaklığı 22 °C ve % 96 da nem oranına sahip. Mağara bu özelliğiyle astım hastaları için biçilmiş kaftan.
Seyahatlerin bir çok açıdan faydalı olduğunu bu seyahatimiz esnasında da müşahede etmiş olduk.
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Örnek Peygamber (asm) sevgisi |
|
Yaşar Bey: “Hazret-i Ömer Peygamber Efendimiz (asm) için, ‘Nefsim hariç en çok seni seviyorum’ demiş. Peygamber Efendimiz (asm) düzeltmiş, ‘Sen beni nefsinden az seviyorsan imanın zayıftır’ buyurmuş. Bu durumda bizler ne yapmalıyız?”
Bizler de Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (asm) nefsimizden çok sevmeliyiz veya sevmeye çalışmalıyız. Bu ölçü zaten Hazret-i Ömer’in (ra) şahsında bütün ümmet için belirtilmiştir. Çünkü o, Allah’ın Resûlü (asm) ve Allah’ın aramızdaki sâdık elçisidir. Onu (asm) tanımalıyız, sevmeliyiz, öğrenmeliyiz, öğretmeliyiz, örnek almalıyız; onun (asm) davranışlarını, fiillerini ve sözlerini hayatımızda tek rehber bilmeli ve ona (asm) uymalıyız. Ona (asm) duâ etmeli, salâvat getirmeliyiz. Bilmeliyiz ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, ona (asm) salavât-ı şerîfe getirmek, ona (asm) gönderilen yüksek sofraya dâvete icâbet etmektir.1 Mâlûm, dâvete icâbet eden sofradan faydalanır. Bizim için Allah’ın rızâsı ve Resûlullah’ın (asm) şefaati bundadır.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bizim için yaşamış, bizim için cefâ ve ezâ görmüş, bizim için gülmüş, bizim için ağlamış, bize düşkün ve tutkun şekilde Allah’a duâ buyurmuş, bizim kurtulmamızı arzû etmiş. Onsuz (asm) bir an bile nefes almayı kendimize cinâyet saymalıyız, hıyânet saymalıyız, haram bilmeliyiz. Çünkü dînimiz onunladır (asm), îmânımız onunladır (asm), kulluğumuz onunladır (asm), huzurumuz ondadır (asm), saadetimiz ondadır (asm), neş’emiz ondadır (asm), mutluluğumuz ondadır (asm), bütün sıkıntılarımızın, bütün problemlerimizin çâresi ondadır (asm).
Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Ey insanlar! Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli ve çok merhametlidir.”2
Amelimiz zaten nakıs ve kusurlu... Öyleyse geriye bir sevgimiz kaldı! Onu da esirgemeyelim. Sevgimizle İnşaallah, amelimizdeki boşluğu dolduralım.
Peygamber Efendimiz (asm), onu (asm) sevme derecemizi şöyle bildirir: “Sizden biriniz ben kendisine çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça gerçek îmân etmiş olmaz.”3
Bir diğer hadiste Allah Resûlü (asm): “Kul beni ciddî olarak severse, Allah onun cesedini Cehennem’e haram kılar”4 buyurmuştur.
Onu (asm) sevmenin ne demek olduğunu ve neticesini de şu hadis-i şeriften öğreniyoruz:
“Sünnetimi ihyâ eden (yaşayan ve yaşatan) beni sevmiştir. Beni seven Cennette benimle berâberdir.”5
Onu (asm) sevmek konusunda duyarlı olmamız, İnşallah bizi onun (asm) sünnetini yaşamaya ve onun (asm) sevgisinin kalbimizde artmasına vesile olacaktır. Kendimizi zaman zaman sorgulayalım, ama ümitsizliğe düşmeyelim. Şu hadisi de kulağımızda, aklımızda ve kalbimizde küpe kalsın:
“Kendini alı koyanlardan başka benim ümmetimin bütün fertleri Cennete girer. Kim bana itaat ederse Cennete girer. Kim bana muhalefet ederse kendini Cennetten alı koymuş olur.”6
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 76
2- Tevbe Sûresi: 128
3- Câmiü’s-Sağîr, 4/1649
4- Câmiü’s-Sağîr, 4/1468
5- Câmiü’s-Sağîr, 4/1530
6- Câmi, 2/233
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Dabbetülarz'ın öncü şokları |
|
Dünya "domuz gribi" tehdidine karşı yüksek seviyede alarma geçmiş durumda. Birçok ülkede tedbiren maskeler dağıtılıyor, aşılar yapılıyor, uçakla seyahat edenler termal kamera ile kontrol ediliyor, gerekirse karantina hali uygulanıyor, vesaire...
Şu ana kadar, başta Meksika olmak üzere muhtelif ülkelerde bu hastalık sebebiyle yüzlerce insanın öldüğü, binlerce kişinin tedâvi altında olduğu, âcil önlem alınaması halinde ise, yüz binlerce insanın ölümüne sebebiyet vereceği uzmanlar tarafından ifade ediliyor.
1980'li yıllarda dünyayı sarsan hastalığın adı AIDS idi. HIV virüsü adı verilen mikrubun son derece tehlikeli ve bulaşıcı olduğu, bu virüsü taşıyanlarda bağışıklık sisteminin çöktüğü ve kişiyi çaresiz bir ölüme doğru sürüklediği kesin olarak anlaşıldığında, pekçok insan bu hastalığın pençesine düşmüş vaziyetteydi.
Ardından, AIDS'e bağlı olarak peşpeşe gelen ölüm vak'aları yaşandı. Ölenlerin arasında dünyaca meşhûr olmuş kişilerin de bulunması, tehlikenin dehşetli boyutlarını insanlara ezber ettirdi.
Bu tehlike bütün şiddetiyle devam ederken, ortalığı ayrıca bir "deli dana" hastalığı istilâ etti. Bazıları dana etini yemekten ürker hale geldi.
AIDS, deli dana derken, bir de adına "kuş gribi" denen öldürücü bir hastalık çıktı ki, bu da dünya çapında binlerce insanın hastalanmasına yahut ölümüne ve milyonlarca kanatlı hayvanın telef edilmesine sebebiyet verdi.
Dehşet uyandıran ölümcül hastalıklar zinciri bunlarla da sınırlı kalmadı, devam etti; zincire yeni yeni halkalar eklendi: Kuş gribinden sonra kene istilâsı ve şimdi de domuz gribi denen "sarî illet"in pençesine düşen insanlık âlemi, telâş ve teyakkuz içinde karşısına çıkan bu yeni musibetten kurtulmanın çaresini arıyor.
Dabbetülarz'ın öncüleri mi?
Dünyayı sarsan, insanlığı korku ve dehşet içinde bırakan bütün bu istilâcı hastalıkların ortak özelliklerine baktığımızda, hatırımıza ister istemez Dabbetülarz denilen hakikat geliyor.
Kıyametin, yahut âhirzamanın büyük ve bâriz alâmetlerinden olan Dabbetülarz, ayrıca "Kur'ân'da gayet mücmel bir işaret ve lisân–ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm"ün var olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, Şuâlar isimli eserinin "Beşinci Şuâ" bölümünde şu izahatı yapar:
"Süfyanın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cücün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr û zeber edecek... Allahu a'lem, o dabbe bir nev'dir. Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife–i hayvaniye olacak. Belki (Sebe Sûresi/14) âyetinin işaretiyle, o hayvan, 'Dabbetülarz' denilen ağaç kurtlarıdır ki, insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler, îman bereketiyle ve sefahet ve sû–i istimalâttan tecennübleriyle (kaçınmalarıyla) kurtulmasına işareten, âyet, îman hususunda o hayvanı konuşturmuş."
Evet, nasıl ki deprem gibi bir umumî felâketin öncü ve artçı şokları varsa, bir başka umumî musibet olan Dabbetülarz'ın da benzer mahiyetteki şok dalgalarının olması muhtemeldir.
Buna göre diyebiliriz ki: Şimdiye kadar dünya genelinde ortaya çıkan, insanlık camiâsını tehdit ve tedirgin eden yayılmacı AIDS, deli dana, kene istilâsı, kuş (tavuk, kanatlı hayvan) gribi, domuz gribi ve benzeri hastalıklar, aslında bunların hepsinden daha ürkütücü ve çok daha dehşetli olan Dabbetülarz'ın bir nevi işareti, habercisi ve öncü şokları mahiyetindeki sarî illetlerdir.
İnsanlık âlemi şayet aklını başına devşirip kendini istilâcı haramlardan, dehşetli günahlardan, yeri–göğü titreden küfür ve küfran ateşinden kurtarmayı başaramazsa, mevcut mazarrattan çok daha fecî bir musibete düçâr olacak demektir. Ki, bu dehşetli musibetin ismi de, kudsî kaynaklarımızda "Dabbetülarz" diye tarif ve tavsif edilmiş.
Tarihin yorumu 30 Nisan 1945
Zehir içerek intihar ettiler
Almanya'nın Devlet Başkanı Nazi diktatör Adolf Hitler, eşi Eva Braun ile birlikte zehir içmek sûretiyle intihar etti.
Eva Braun, Hitler'in 16 yıllık eşi olmakla birlikte, ne gariptir ki aralarındaki resmî nikâh, intihardan sadece bir gü önce kıyılmıştı.
Hitler'i intihara götüren ana sebepleri şu şekilde sıralamak mümkün:
1) Otuz beş milyondan fazla insanın ölümüne yol açan İkinci Dünya Harbinde Almanya'nın büyük kayıplar vermesine ve kesin mağlubiyetine sebebiyet verdiğinin anlaşılmış olması.
2) Müttefiki olan İtalya diktatörü Mussolini'nin bir gün evvel kendi halkı tarafından linç edilerek öldürülmesinin sebep olduğu psikolojik travma.
3) Eşiyle birlikte saklanmış olduğu sığınağa Rus birliklerinin yaklaşmasından duyduğu şiddetli öfke.
İşte, bu ve benzeri sebepler yüzünden bunalıma giren ve zehir (siyanür) içerek intihar etme kararını veren Hitler, koruma timindeki subaylara da cesedinin yakılarak küllerinin bahçeye gömülmesini emretti.
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
1 Mayıs düşünceleri |
|
Geçen hafta yazımızın sonuna doğru kalemimiz bir vesileyle 1 Mayıs’lara kaymıştı. Kaygan bir zemine girince de, hemen noktalamıştık. Zira o kaygan zeminde yol alabilmenin zihnî ve fikrî hazırlığa ihtiyacı vardı.
Geçen bir haftalık zaman zarfında, hayal ve hafızanın da yardımıyla, günümüze kadarki 1 Mayıs’ların; tarihî, dinî ve sosyal boyutlarına, yansımalarına ve yankılarına; insanî duygu ve lâtifeleri devreye sokarak, takatim nisbetinde muhatap oldum. Sevinç, keder, ümit, karamsarlık, heyecan, hüzün ve daha bir çok duygular nasiplerini aldılar. Öyle ki, 1 Mayıs aynasına yansıyanlar, 1 Mayıs ekranında görünenler, bazen dehşete düşürüp, nazarımı çektirdi, ekranımı kararttı.
Meğer, kendimce en yakın ve en ürkütücü olanı da 1977’nin 1 Mayıs’ındaki Taksim olaylarıymış. O zaman Bursa Işıklar Askerî Lisesi’nde yedek subay öğretmen olarak, bu olaya yeterince bakamamışım. Dehşet verici bir tablo: 34 ölü, 130 kadar yaralı. Ve ardından gelen yasaklamalar, kısıtlamalar, baskılar..
Zaten insanlık tarihi boyunca, her alandaki hak ve hürriyet mücadelesini kesintiye uğratacak sebepler de, yedekte bekletilmiş, demoklesin kılıcı olarak enselerde hissettirilmiştir. Buna da hem istibdat heveslileri, hem de haklı kazanımlarını suistimal edenler sebep olmuşlardır. Yüz yıl önce Bediüzzaman’ın, “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz ki, elinizden çıkmasın” demesi gibi, hak arayışları, suistimaller ve provokasyonlarla darbelenmiş, kesintiye uğratılmıştır. Bazen de güzel ve masum talepler, batıl ellerde çirkinleşmiş, parlak hakikatler karartılmıştır.
Acaba, dinin nazarında kutsal olan hak, emek, alın teri ve göz nuru gibi kavramların savunması; dini “afyon” sayan Lenin’e mi kalmalıydı? Acaba, “Alın teri kurumadan işçinin hakkını verin” diyen Resûl-ü Kibriya Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine, Karl Marks’tan medet ummak yaraşır mıydı? Acaba dilediği şekilde besleyip doyurabileceği Nebi ve Resûllerini bile, el emekleri ve alın terleriyle başbaşa bırakan Cenâb-ı Rabbül Âlemin, o peygamberlerin ümmetlerine nasıl bir yol gösteriyordu?
“Biliniz! Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakîkate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hatta Rus’u mağlûp eden Japon başkumandanının, İslâmiyetin hakkaniyetine şahitliği de şudur ki:
İslâmiyet hakikatının kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip (medenîleşip) terakki ettiğini tarih gösteriyor.”(B. S. Nursî)
Bu düşünceler, nazarımı Kur’ân hakikatlerinin ışığında beşerî devirlerde gezdirdi. Hz. Adem’den Hz. Musa’ya, Firavun’un boğulmasına kadar ilk devir (Kurun-u Ula), oradan Hz. Muhammed’e (asm) kadar orta devir (Kurun-u Vusta), Peygamber Efendimizden ta kıyamete kadar son devir (Kurun-u Uhra veya Ahirzaman) devirleri.. “Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufûliyet devri olmasıdır. İptidaî derslerde izah az olur.”
Ve yine Risâle-i Nurda izahı bulunan “beş devir” meselesinin Lemaat eserindeki şu veciz ifadesi:
“Beşerin başı ihtiyar; edvar-ı hamsesi (beş devri) var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.”
Ve.. Dördüncü devre olan “Ecirlik”(ücretçilik)’ten kurtuluşun sinyallerini veren şu müthiş tesbit:
“Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hâl, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar.”
Denilebilir ki, Türkiye’de de, emek ve sermaye çatışması, işçi hakları arayışları ekseriyetle böyle bolşevizm perdesi altında tetiklendiği için, çoğu zaman tahripkâr olmuş, zararlı düşmüş ve sonuçsuz kalmıştır.
Evet, sonuçsuz kalmış, zira bankalar vasıtasıyla bir sermayedarın milyonlar kazanıp, bir amelenin maden çukurlarında az bir ücrete talim etmesi devam ediyor. Yine işçi ücretlerindeki dengesizlik ve işsizlik artarak devam ediyor. Öyleyse artık sonuçsuz kalmayacak yollara başvurulmalıdır. Vahiyle gelene kulak verilmelidir. Allah ve Resûlünün gösterdiği yolda yürünmelidir. Zaten bu gidişatın daha fazla sürmesine tahammül kalmamıştır. Çünkü “Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecirliği de parçalayacaktır.” Az ücrete talim etmeye razı olmayacak, malikiyet ve serbestlik devrini yakalayacaktır.
Dileriz ki, 1 Mayıs’lar, bütün dünyada malikiyet ve serbestiyet devrine ulaşmanın gerçek bayramları olsun. Dileriz ki,Türkiye’de devletçe bayram ilân edilen 2009’un 1 Mayıs’ı hakikaten ve her sene bayram havasında geçsin. Ne güzel bir rastlantı ki, bayram ilân edilen bu 1 Mayıs, Cuma gününe denk geliyor. Mesaîleri yüzünden Cuma namazlarını kılamayan işçi ve memurlarımız, bu sayede Cuma namazlarını eda edecekler, iki bayramı bir arada gönüllerince yaşayacaklar. Bu da 1 Mayıs kutlamalarının hakikî ve masum bir çehre kazanmasına vesile olur İnşallah..
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İyiyi de, kötüyü de millet unutmaz |
|
Tarih şahittir ki milletimiz; kendisine yapılan iyiliği de, kötülüğü de unutmaz. Fark sadece, ortaya konulan tepkiyle değişir. İyileri hayırla yad ederken, kötüleri ve kötülükleri de bazen ‘bedduâ’ ile, bazen de kahırla hatırlar.
Bu tesbitin en belirgin tecellisi 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yaşananlardır. Güya milleti ve devleti ‘kurtarmak’ için iktidarı deviren ihtilâlciler, hiçbir surette milletin sevgisini, saygısını ve hürmetini kazanamamışlardır. Yıllarca yapılan menfi propagandalara rağmen millet yine ‘mağdur’u ve kendisine hizmet edeni hatırlamış, ihtilâlcilere prim vermemiştir.
Halkın helâl reyleriyle, 1950-60 arası yapılan seçimlerle üst üste tek başına iktidara gelen DP, silâh zoruyla iktidardan indirilmiş, ama milletin bu kadroya duyduğu sevgi kalplerden silinememiştir. O yıllarda doğan çocuklara Adnan Menderes isimleri verilmiş olması tesadüf değildir. Milletimiz, ihtilâlcilere duyduğu kızgınlığı ve kendisine hizmet edenlere karşı beslediği sevgiyi bu surette dile getirmiştir. Bugün, 1960 ihtilâlini yapanlar ve Yassıada hukuksuzluğuna imza atanlar hatırlanmazken; Menderes ve dâvâ arkadaşları hatırlanıyorsa birilerinin düşünmesi gerekir. Gerçi ihtilâlciler de hatırlanıyor, ama hayırla değil; buğzla, kızgınlıkla ve kırgınlıkla.
Aynı hadise sonraki yıllarda yapılan ihtilâller için de geçerlidir. Meselâ, 1980 ihtilâline imza atan kadroyu kaç kişi hayırla, duâyla, iyilikle hatırlıyor? Milletin büyük ekseriyeti ve gençler, onları hayırla yad etmiyor. Üstelik bu durum, aksi yöndeki bütün ‘yalan’ ve propagandalara rağmen yaşanıyor. Hatırlamak lâzım ki, daha düne kadar ders kitaplarında bile ihtilâller ve ihtilâlciler övülüyordu. Aynı zamanda kanunlarla ve Anayasa maddeleriyle de koruma ve kollama altındalar. Buna rağmen milletin sevgisini, saygısını ve duâsını alamadılar, almaları da mümkün değildir.
Çok daha yakına gelirsek, 27 Nisan 2007 tarihindeki “e-muhtıra” da aynı listeye ilâve edilebilir. Hatırlamak gerekirse o tarihte yayınlanan “Genelkurmay bildirisi”yle büyük bir yanlışa imza atılmış, milletin iradesinin tecelli edilmesi engellenmeye çalışılmıştı. Diğer müdahaleler gibi bu müdahale de millet nezdinde itibar görmedi ve ters tepti. Millet her imkân ve fırsatta onların istediği gibi değil, kendisini ‘insan yerine koyan’ ve kendisine hizmet edenleri dinledi, onlarla birlikte hareket etti.
Yakın ve uzak tarihimizde her zaman böyle olduğu halde, Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu gerçeği görmemesi, duymaması ve yanlışta ısrar etmesi acaba hangi sebeple olabilir? Millet iradesine yapılan her müdahale ters tepiyorsa, niçin bunlardan ders alınmaz ve aksine yeni müdahale planları yapılır?
Millete rağmen icraat yapmakta ısrar edenler bir değil, iki gözü kör olsa gerek...
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Çelişkili sendromlar… |
|
Türkiye içten dışa gündemini kifâyetle değerlendirmeden ilâve gündemler türüyor.
İstanbul’un ortasında bir teröristin saklandığı hücre evine saatlerce süren baskının, ölü ele geçirilen teröristin yanı sıra bir emniyet âmirinin şehit olup yoldan geçen bir gencin öldürülmesi ve 7’si polis tam 9 yaralıyla sonuçlanması, güvenlik tedbirleri zaafını bir defa daha ortaya koydu.
Başbakan Erdoğan’ın, olayın ardından “Kendim gördüm, vurulan genç, güvenlik şeridi içinde vurulmuş” dediği sırada İçişleri Bakanı Atalay’ın, “Güvenlik şeridi dışında vurulmuş, araştırıyoruz” cümlesiyle açığa çıkan çelişkiler, peşinen operasyondaki hatalar zincirini ele veriyor. Uzmanlar, istihbarat, plânlama, çevre güvenliği ve terör yuvalarına baskın yöntemindeki yetersizlikleri nazara veriyorlar.
“DOMUZ GRİBİ” PANİĞİ
Bu arada “kuş gribi”nden sonra Amerika’nın yanı başında Meksika’da başlayan ve sayıları iki bine doğru çıkan, daha şimdiden 150’dan fazlası ölümle sonuçlanan “domuz gribi” vak'ası paniği büyüyor.
Önceki seçimlerde Demokratların başkanlık aday adaylarından LaRouche ve dilbilimci-düşünür Chomsky gibi birçok Amerikalının “Amerika’nın kendi içinde plânladığı bir iç darbe” olarak nitelediği “11 Eylül olayları”yla Müslümanları “terörist” diye damgalayıp fişleyen Amerikan yönetimi, yeniden “11 Eylül” benzeri küresel komploya kapılıyor…
“11 Eylül”, Taliban ve El Kaide iddiasıyla Afganistan’ı işgale, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Powel’in itirafıyla uydurma olduğu belirlenen “Bağdat’ın kimyasal silâhlar üretimi” yalanıyla Irak’ın istilâ edilip sömürülmesine bahane edildi. Orta Doğu’da zulmün şiddetlenmesine, İsrail’in Filistinlileri bir kat daha ezmesine âlet edildi.
Kaderin şu cilvesine bakınız ki “11 Eylül” sendromunu türetenler, “domuz gribi” sendromuna tutulmakta. Dün Müslümanları “terör”le yaftalayıp dışlayanlar, bugün “domuz gribi”ne karşı “küresel dayanışma çağrısı”nda bulunmaktalar. Topyekûn İslâm dünyasını itham eden uluslar arası şebekelerin yönlendirdiği küresel güç ve proje merkezleri “domuz gribi” alarmıyla salgın sorgulaması içinde; “biyolojik silâh” tedirginliğini taşıyorlar.
Meksika ziyaretinde Obama’yla el sıkışıp Ulusal Antropoloji Müzesini gezdiren ünlü arkeolog Felipe Solis’in “domuz gribi”nden ölebileceği tahmini, evhâmı daha da arttırıyor…
“Terör bühtanı”yla İslâm ülkelerine ağır vize uygulayıp Müslümanları resmen “terörist” diye tecrid eden ABD, komşusu Meksika ile birlikte “tecrid kapsamı”na alınmakta. İnsandan insana solunum yoluyla geçen bu salgından dolayı “Meksika’ya ve zorunlu değilse ABD’ye gitmeyin!” uyarıları yapılmakta; daha ilk haftada binlerce rezervasyon iptal edilmekte.
Böylece Yahudi lobisinin talimatlarıyla hareket eden ve kendini “İsrail’in hizmetçiliğiyle görevlendirilmiş” bilen George W. Bush’la ayyuka çıkan ABD’nin hegemonya ve çıkarları adına icat ettiği “terör isnadı”yla işgal ve sömürüyü ve haksız savaşları sürdürme stratejisi bir defa daha uluslar arası arenada sırıtmakta…
Chomsky’in tesbitiyle, ABD’nin “terörizm” bahanesiyle, “şiddet tehdidi”ni politik, dinî ve ideolojik ayırımcılıkla baskı hedeflerinde istimalinin bir nev'î rövanşı alınmakta. BM’nin Aralık 1987’de 153’e karşı 2 oyla kabul edilen uluslar arası terörizmi en şiddetli üslûpla eleştirisine ve “küresel ısınmaya tedbir” kararlarına ret oyuyla karşı çıkan ABD ile İsrail’in “zihin haritasındaki çelişkiler felsefesi” bir defa daha çuvallamakta…
BELİRSİZLİK SARPA SARIYOR
Kamuoyunda bunlar tartışılırken Amerikan Başkanı’nın Ermeni diasporasının terminolojisiyle 1915 olayları hakkında “soykırım”dan daha ağır anlama gelen “büyük felâket” tabirini kullanıp Türkiye’yi bile bile “töhmet” altında bırakması, Ankara-Erivan-Bakü üçgenindeki siyasî kargaşayı daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Gece yarısı “parafe” edilen “yol haritası” muamması, ilişkileri daha da sarpa sarıyor. Diasporanın izindeki Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan ve Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın açık açık “Türkiye ile görüşmelerde Karabağ konusu yok” demelerine mukabil, Başbakan’ın meselenin açıklığa kavuşmasını isteyenlere “tepki”si garâbeti yaşanıyor.
Ankara’dan salt kuru “Azerileri üzmeyiz” tesellileri veriliyor; lâkin Ermenistan işgali altındaki Dağlık Karabağ’ın “yol haritası”nda olup olmadığı hâlâ bilinmiyor. Ankara, “Bakü’ya rağmen imza atmayız” diyor, ama imza öncesi “parafe” Azerbaycan’ı çileden çıkarmaya yetiyor. “Türkiye Karabağ’ı gözardı etmemeli” temennisini dile getiren Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in Brüksel’de, “Türkiye ve Erivan iki bağımsız ülke olarak istedikleri anlaşmaları yapabilirler; ancak Azerbaycan halkı Ankara’nın Erivan’la mutabakatını, Dağlık Karabağ’ın önşarta bağlanıp bağlanmadığını bilmek istiyor; aksi halde Türkiye ile ilişkileri gözden geçireceğiz” sözleri bunun ifâdesi.
Belirsizlik, güvensizliği daha da arttırıyor, “normalleşme süreci”ni daha açıklanmadan baltalıyor. Ve Azerbaycan’la ilişkiler giderek çelişkili bir sendroma dönüşüyor.
Ankara, önce bu güvensizliği giderip sözkonusu çelişkili sendromları aşmalı…
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Kötü Müslüman, İyi Müslüman |
|
ABD’nin Federal Araştırma Bürosu (FBI) olarak bilinen ulusal güvenlik ajansı bugünlerde bazı Müslüman organizasyonlar tarafından Müslümanlar arasında bilgi sızdırması amacıyla ülke genelindeki camilere ajan yerleştirildiği iddiaları sebebiyle yoğun bir şekilde eleştiriliyor.
FBI’ın bu türden girişimleri Amerika’da yaşayan Müslümanların hayatlarına haksız bir müdahale ve temel haklarının ihlâlidir.
Nitekim ABD Kongresi’nin seçilmiş ilk Müslüman kongre üyesi Keith Ellison (Demokrat Parti-Minnesota), “Sözkonusu iddialar beni ciddî anlamda sıkıntıya sokuyor” açıklaması yaptı.
Mart 2009’da, bir Senato Adlî Kurul toplantısı sırasında FBI ile ilgili bir oturumda, savcılardan biri Yönetici John Mueller’e FBI’ın cami denetimleri hakkında bir soru yöneltti.
ABD Senatörü Russ Feingold (Demokrat Parti - Wisconsin), Yönetici Mueller’e özellikle FBI ajanlarının başsavcı talimatları doğrultusunda camilere girip girmediğini sordu ve eğer girdilerse kaç ajanın bu konuda görevlendirildiğini öğrenmek istedi.
Özel görevlendirilmiş kimselerin Müslümanların ibadet mekânlarına gizlice sokulması sadece Müslüman Amerikalıların sivil özgürlük haklarını ihlâl etmiyor, aynı zamanda camilerin kutsallığına da bir hakaret anlamı taşıyor. Müslümanlar camilere girdikleri zaman kendilerini güvensiz bir ortamda ve her an izlendikleri zannı altında hissetmemeliler, FBI bu bağlamda Müslümanların dini özgürlüklerini ihlâl edemez.
Bazı medya kanalları tarafından FBI’ın bu girişimler konusunda açıklama yapması talepleri karşısında, FBI, araştırma metotları ve kendilerini bilgi sağlayan gizli kaynakları konusunda onları riske atmamak adına herhangi bir açıklama yapamayacağını açıkladı.
Los Angeles’taki Ulusal Avukatlar Derneği yöneticilerinden Jim Lafferty, FBI’ın ajan provokatörler kullanarak bu tür infiallere yol açmasının, Anayasal bir hak olan bir kişinin kendi dinini yaşaması hakkına karşı bir ihlâl olduğunu ifade etti ve Müslümanların sanki daha az vatansever ve şiddet olaylarına başkalarından daha eğilimli oldukları mitinin daimî hale getirilmesine sebep olduğunu belirtti.
Lafferty bu konuda, “Bu kesinlikle FBI’ın 60’lı ve 70’li yıllarda yasadışı faaliyet gösteren COINTELPRO yapılanmasının yaptığı şeydir. Bunlar Müslüman topluluğunun itibarını zedelemek, onları suçlu gibi göstermek ve bütün şerlerin kaynağı gibi lanse etmek amacı taşıyordu. Güney Kaliforniya’da daha önce FBI’ın camiler için ajanlığını yapmış eski bir ajanının ifadelerinde de bu husus açıkça görülebilir ki, bu teşkilât FBI tarafından tamamen suçsuz olan ve hiçbir suça karışmamış olan insanları şüpheli konumuna sokmak için düzenlenmiş ve tamamen bir ajan provokatörün yalancı ifadesine dayandırılmıştır. Sözkonusu ajanın kendisinin zaten bir suçlu olduğu ve ciddî bir suç geçmişine sahip olduğu anlaşıldı! Bu türden faaliyetler Amerikan toplumu arasında Müslümanların güvenilmez kimseler olduğuna dair yanlış inanışı yaymak amacıyla yapılmaktadır” şeklinde konuştu.
Lafferty’e göre Güney Kaliforniya Müslümanların FBI’ın faaliyetlerinin kendi haklarına dokunduğu ve müdahale ettiğini fark ettikleri andan itibaren FBI ile işbirliği yapmayı durdurmuştur. Yine Lafferty’e göre, esasında ajanlarla izlenen camilerin hükümeti suçlaması gerekmektedir ve hak ihlâllerini protesto etmelidir.
FBI’ın faaliyetleri Milwaukee’deki Müslümanlar tarafından da ifşa edildi. Amerika Nur Enstitüsü, FBI’ın faaliyetlerini kınadı ve bütün Müslümanları FBI’ın ajanlık faaliyetlerini durdurması yönünde birlikte çalışmaya çağırdı. Aynı şekilde bu mânâda FBI’ya hizmet edenler ve onlara ajanlık hizmeti veren Müslümanların da “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.)” (Hucurat, 12) âyetine muhatap olacaklarını ilân etti.
İbni Kesir, Tefsir’inde bu âyeti yorumlarken, “Allah birbirinizin gizli hallerini araştırmayın demektedir. Tecessüs fiili genelde kötü niyetlerle yapılır ve yapana da casus denir. Sahih’te Peygamber Efendimiz’in şu hadis-i şerifi nakledilir: “Tehassus (duyu organlarıyla başkasını murakebe etmek) ve tecessüs (başkasının gizli taraflarını araştırıp meydana çıkarmak için çaba sarf etmek) etmeyiniz. Aranızdaki bağları koparmayınız. Birbirinize sırt çevirmeyiniz (Tadabur). Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.” Al-Avza’i de şunu belirtmektedir: “Tecessüs birşeyi araştırmaktır, Tahassus ise insanlar konuşurken onların izni olmadan onları dinlemek yahut kapılarına kulaklarını dayayarak dinlemektir. Tadabur da birbirine sırt çevirmek anlamına gelir” (İbni Kesir Tefsiri, Cilt 9, s. 201/202)
Netice itibariyle iyi Müslümanlar kardeşleri üzerinde ajanlık yapmazlar.
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Sri Lanka’da binlerce masum insan ölümü bekliyor! |
|
Sri Lanka’da tam bir insanlık dramı yaşanıyor. Hükümet birlikleri ile bağımsızlık mücadelesi veren Tamil gerillaları arasındaki savaş, gerillaların dar bir alanda kuşatılmasıyla dayanılmaz hâle geldi. Gerillalar sıkıştırıldıkları on kilometrekarelik bir kıyı bölgesinde 50 bin sivili—bazı kaynaklara göre bu rakam 120 bin—kalkan olarak kullanıyor. Bunların içinde Müslümanlar da var. Son üç ayda 4500 kişi öldü. Bir haftada 115 bin kişi bölgeden kaçmayı başardı. Ama hâlâ en az 50 bin sivil o bölgede mahsur. Yardım kuruluşlarının gıda ve ilâç ulaştırmada büyük güçlük çektikleri geçici kamplarda her gün en az beş çocuğun ishâl ve yetersiz beslenme yüzünden öldüğü biliniyor. Onbinlerce masum sivile günde ancak bir öğün yemek verilebiliyor. Ama asıl tehlike hükümet ordusunun gerillaları yok etme bahanesiyle, ayrım gözetmeksizin sivillerin üzerine ateş açması.
Gerillalar 26 Nisan'da tek taraflı ateşkes ilân etti. Ancak Savunma Bakanı bunu “bir şaka” olarak kabul etti ve ateşkesi reddetti.
Sri Lanka’da iç savaş 23 Temmuz 1983 tarihinde başladı. Tamil Kaplanları olarak bilinen Tamil etnik grubuna mensup silâhlı grup, adanın kuzeyi ve doğusunda Tamil Ealam adıyla bağımsız bir devlet kurmak için mücadele ediyor. Hükümet ise nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sinhalelerin elinde. Bu uzun iç savaşın bedeli 70 binden fazla insanın ölümü oldu. 2002 yılında uluslar arası arabuluculuk çabalarıyla varılan ateşkes, 2006 yılı Temmuz ayından itibaren hükümetin Tamillere yönelik askerî harekât başlamasıyla bozuldu. 2005’te seçimleri kazanan sertlik yanlısı Devlet Başkanı Mahinda Rajapaksa bu konuda kararlıydı. Tamillerin Batı ülkelerinden yardım toplamasını önlerken, denizden silâh kaçırmalarını da Hindistan donanmasının da desteğiyle engelledi. Gerillalar adanın doğusundan tamamen çıkarıldı. Kuzeydeki ateşkes de 2 Ocak 2008 tarihinde bozuldu. O zamandan bu yana hükümetin saldırıları sürüyor. Özellikle isyancıların fiilî başşehri Kilinochchi’in ordunun eline geçmesi gerillalar için sonun başlangıcı oldu.
Anlaşılan o ki, hükümet bu kez Tamil gerillalarını tamamen yok etmeye kararlı ve bunu gerçekleştirecek. Ancak bedelini masum siviller ödemeye devam edecek. BM Güvenlik Konseyi maalesef bu konuda bir karara varamadı. BM Yetkilileri Tamil gerillalarını silâh bırakmaya ve BM gözetiminde sivilleri bölgeden tahliye etmeye çağırıyor. Devlet Başkanı Mahinda Rajapaksa, Tamil Kaplanlarının lideri Velupillai Prabhakaran’ı affetme tekliflerini reddediyor. Bütün gerillalar teslim olduklarında kendilerini neyin beklediklerini bildikleri için, yenilseler bile teslim olmayıp, yer altına çekilecekler. Liderleri yakalanmaları halinde intihar etmeye hazırlanmışlar.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, adaletsizliklerin, çıkar kavgalarının ve ahlâksız silâh ticaretinin körüklediği iç savaşların bedelini burada da siviller ödüyor.
BM Güvenlik Konseyi’nin kısa süre içinde bu bölgedeki insanlık dramına müdahale etmemesi halinde, onbinlerce masum dünyanın gözleri önünde acımasızca yok edilecek. Dünyanın bu uzak köşesindeki masumlar için bizler de duâ etmeliyiz.
30.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|