|
|
Fahri UTKAN |
Tesanüdün kuvveti |
|
“Tesanüd içindeki bir cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıta olur. Tehasüd içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.”
(Hakikat Çekirdekleri, no: 72.)
Tesanüd; dayanışma, birbirine kuvvet verme gibi anlamlara gelmektedir. Tehasüd ise; birbirine hased etme, birbirini çekiştirme anlamındadır.
Toplumu meydana getiren fertler arasında dayanışma varsa, durgunluk ve tembelliği harekete geçirir. Ama fertler arasında çekişme varsa, birbirini çekememezlikten dolayı meydana gelen engellemelerle o toplumdaki işleyiş, hareket akamete uğrar.
Dayanışma ve tesanüd, bir bütünü meydana getiren unsurların, birbirini kollayıp gözetmeleri, toplumun mükemmel yapıya kavuşmasının vazgeçilmez unsurlarıdır. Aile dayanışması, meslek dayanışması, içtimâî dayanışma ve toplumsal bağlılık özelliklerine sahip olan cemiyetler, dış güçlere yem olmazlar. (Gülistan Dergisi, sayı: 83, s. 19)
Üstad, bir mektubunda, âhiret, hayır, ibadet ve sevap için, birbirlerine bağlanan Risâle-i Nur Talebelerinin, her türlü ağır şartlar altında, Kur’ân ve iman hizmetindeki mânevî mücadelelerde, herbiri yüz adam kadar önemli olan hakikî mücahid kardeşleriyle konuşmalarının, kardeşliği kuvvetlendirmelerinin, birbirlerinin çalışmalarına kuvvet vermelerinin ve birbirlerini tesellî etmelerinin ancak aralarında gerçek bir tesanüdle olacağını belirtiyor.1
Bunu teyid eden başka bir hakikat çekirdeğinde, kardeşler arasında tesanüd, birlik ve dayanışma olmazsa, cemaat kuvvetinin zayıflamaya sebep olacağından bahsetmekte ve şöyle demektedir: “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.” (Haşiye: Hesapta malûmdur ki, darb (çarpma) ve cem (toplama) ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü (üçte bir) sülüsle darb etmek, tüsu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.) Halbuki, fertler arasındaki birliktelik Allah için olduğunda, yani birlikteliğin ruhunda ihlâs olduğunda, o cemaatteki çalışmalardan olağanüstü sonuçlar alınabileceğini Üstad şu şekilde bizlere belirtiyor: “..lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerâmetleri olabilir.”2
Üstad, Şuâlar’da bir mektubunda, hangi durumda olursa olsun, fertler arasında sıkıntıya sebep olabilecek hangi konu yaşanırsa yaşansın, cemaate nasıl bir musibet bulaşırsa bulaşsın, Nur Talebelerinin “..en esaslı kuvveti ve nokta-i istinadı tesanüd..”3 olduğunu bildiriyor. Ve devamında da bir uyarıda bulunarak, “Sakın, sakın, bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız” diyerek birbirimizden gücenmememiz gerektiğini tavsiye ediyor.
Üstadın, dışarıdan gelebilecek yalanlarla, kışkırtmalarla hizmetimizi tahrip etmeye çalışan (“Tahrip kolaydır”), kardeşlerimize sıkıntı verip ifsad etmeye ve ahlâkları bozmaya çalışan insanlara karşı da, Nur Talebelerine bir tavsiyesi vardır: “Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar (...) gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.”4
Her türlü sıkıntı, musibet ve şartlarda, Risâle-i Nur’da da geçen şu âyet daima prensibimiz olmalıdır: “Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir.”5
Yine buna mümâsil, Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de, şu üç âyetinde, kardeşler arasında çıkacak sıkıntı, anlaşmazlık ve münakaşalarda prensipler sunmaktadır:
“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat Sûresi: 10.)
“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussılet Sûresi: 34.)
“Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler—Allah ise iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 134.)
Bediüzzaman’ın tavsiyesi ile bitirelim:
“Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.” (Şuâlar, s. 277)
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 276.
2- 28. Mektub, 7. Risâle, 2. İşaret.
3- Şuâlar, 275.
4- Şuâlar, 279.
5- Bakara Sûresi, 153; Enfâl Sûresi, 46.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Seyyar dershaneler |
|
İki haftadır peş peşe seyahat etme imkânım oldu. Her yolculuk değişik insanlarla tanışmayı netice verdi. Bu tanışmalar ve konuşmalar dostlar dairesinin genişlemesine vesile oluyor.
Geçtiğimiz hafta bir toplantı için İstanbul’a gitmem îcap etti. Çantamı hazırlarken iki tane kitap koydum. Belki yeni insanlarla tanışır ve hediye ederim diye düşündüm. Ve o niyetle Ankara terminaline gittim. Yirmi üç numaralı koltuğa yaklaştığımda, pencere tarafında yakışıklı ve çok genç biri oturuyordu. Hayırlı yolculuklar diledim ve okumam gereken yedi Âyete’l-Kürsî’yi okumaya başladım. Sonra tanıştık. Antakyalı’ydı ve Eskişehir Anadolu İktisat Fakültesi birinci sınıftaydı. Önünde kalın bir kitap duruyordu. Dostoyevski’nin eseriydi. Rus klâsiklerinden birini takip ettiği açıktı. “Bir iktisat talebesi olarak, Türkiye ve dünyayı etkileyen küresel kriz hakkında ne düşünüyorsun? Bu sıkıntılı süreç daha ne kadar devam eder?” diye sordum. Güldü ve “Ben daha yeni bir öğrenciyim, nasıl bilebilirim?” dedi.
Bir müddet sonra mânevî konulara geçtik. “Hiç ölmek istemeyen insanlar için bir ölümsüzlük ülkesi var. Sence orası neresidir?” diye sordum. Dikkatle yüzüme baktı ve “Âhireti mi kastediyorsun?” dedi. “Evet. Sen âhiretin varlığına inanıyor musun?” dedim. “Hayır! Ne Allah’ın var olduğuna, ne de âhirete inanmıyorum” dedi. İçim cız etti. Yirmi bir yaşındaki bu genç insan, imandan yoksundu.
Elimdeki kitabı göstererek “Sence bu kitap bir yazarı olmadan kendiliğinden yazılabilir mi?” dedim. “Hayır. Mutlaka bir yazarı olmalıdır” dedi. “Peki, muazzam bir kitaba benzeyen bu kâinat nasıl yazarsız olur?” dedim. Sustu ve düşünceye daldı. Elimdeki kalem ve gözlüğümü göstererek “Bu kalem ve gözlük ustasız meydana gelir mi?” dedim. “Elbette bir ustası olması lâzım. Çünkü onlar bir amaç için yapılmış” dedi. “İyi ama, her şey bir maksat ve gaye için çalışıyor ve san'atlı yapılmış. Bunların tesâdüfen oluştuğunu akıl kabul eder mi?” dedim. Yine derin düşüncelere daldı. Sonra güneş sisteminden, dünyanın güneş ve kendi etrafındaki dönüş hızlarından, güneşe olan ince hesaplarla plânlanmış mesafesinden, gece gündüz ve mevsimlerin meydana gelmesinden, güneş sistemindeki düzenin maddenin en küçük parçası olan atomlarda da cereyan ettiğinden bahsederek, bunları plânlayan ve bilfiil icrâ eden Yüce bir Yaratıcının varlık ve birliğine işâret ettiğini söyledim.
“Hocam! Ben bu konularda gerçekten bilgisizim. İnanmayışımın temelinde bu var” dedi. Genç adam yumuşamıştı. Devamla “İnsanın bu dünyada yaşamasının bir anlamı olmalı. Gayesiz bir hayat anlamsızlaşır. Bütün varlıklar bir gaye için çalışırken, insanın gayesiz ve vazifesiz olduğu düşünülemez. O vazifenin ne olduğunu, ancak insanı yaratan ve dünyaya gönderen Yüce Yaratıcı bilebilir. Bildiği için de haber verir. İşte, Kur’ân-ı Kerîm bu maksatlar için Peygamber Efendimize (asm) indirilmiştir. ‘Ben, cinleri ve insanları yalnız Beni tanısınlar, iman ve ibâdet etsinler diye yarattım’ âyeti yaratılış gayemizi bildirmektedir.”
Otobüsümüz seyyar bir dershane olmuştu. Delikanlı ilgiyle ve dikkatle dinliyordu. “Azrail gelse ve canını almak istese, hemen, şimdi ölmek ister misin?” dedim. “Yo, hayır hayır! Yaşamak varken kim ölmek ister ki?” dedi. “Evet. Hiç kimse ölmek istemez. Ne kadar yaşlansa biraz daha yaşamak ister. Demek, insanda sonsuza kadar yaşamak arzusu var. Bu arzuyu kim vermişse, elbette ebediyen yaşanılacak bir ölümsüzlük ülkesi hazırlamış ki bu duyguyu bize vermiş. Midemize açlık hissini verip, sayısız nimetleri onun için hazırladığı gibi. İşte, Cennet dediğimiz âhiretin saadet ve nimetler diyarı orasıdır” dedim.
Sohbetimiz bu minval üzere saatlerce sürdü. Ona, âyet, hadis ve Risâle-i Nur referanslı hakikatlerle dolu “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk” adındaki kitabımı imzalayıp hediye ettim. Çok memnun oldu. Karşılıklı telefonlarımızı verip tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık. Özer Yoğun isimli bu genç delikanlıya arkasından duâ ettim ve Allah’tan hidayet nasip etmesini diledim.
Toplantı bitiminde Esenler Otogarına geldim ve bilet istedim. “23 nolu koltuk boş” dediler. Hemen aldım. İlginçtir, gelirken de aynı numaralı koltukla gelmiştim. Yan koltuk boştu. Kartal terminalinde temiz yüzlü bir genç geldi ve müsaade isteyip pencere kenarına, 24 nolu koltuğa oturdu. Kısa zamanda onunla da tanıştık. Garip bir tevâfuk ki, bu genç de yirmi bir yaşında ve Ankara Üniversitesi İktisat Bölümünde okuyordu. Risâle-i Nurları da okuyan kalabalık bir cemaate mensuptu. Erzurum Hasankaleli olan Halil Keskin adındaki bu gençle daha rahat ve saatlerce sohbet ettik. Cemaatler arasındaki ilişkilerden içtimâî meselelere, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur farkından radikal ve siyasal İslâm konularına kadar bir çok konuda müzakerelerde bulunduk ve mutabık kaldık. Bu kardeşimize de “Ölümsüzlük Ülkesine yolculuk” kitabını imzalayıp hediye ettim ve o günkü ve ertesi günkü Yeni Asya gazetelerini verdim. Memnun oldu. Asya Nur Kültür Merkezindeki Pazar akşamı seminerlerine arkadaşlarıyla birlikte gelebileceklerini söyledim. Kartvizitin arkasına da www.asyanur.info adresimizi yazarak, bu siteden yüklediğimiz makale, seminer ve Risâle-i Nur derslerini izleyebileceklerini ifade ettim. Karşılıklı telefonlarımızı vererek vedalaştık.
Böylece, seyyar bir dershane gibi olan otobüste iki gençle tanışmak ve kudsî hakikatleri paylaşmak nasip oldu, Elhamdülillah...
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Otuz Bir Mart’ta Bediüzzaman |
|
A. T. Rumuzlu okuyucumuz: “Otuz Bir Mart’tan sonra Hurşit Paşa isyancılarla birlikte Bediüzzaman’ı da mahkemeye celb ediyor ve sorguluyor. İsyanın sebebi nedir? Bediüzzaman’ın cevabı ve tavrı ne olmuştur?”
İstanbul’da avcı taburlarının Rumî 31 Mart 1325 veya milâdî 13 Nisan 1909 tarihindeki isyanı, o günden beri tarihçiden sosyal bilimciye ve siyasetçiye hemen herkesçe çok yazılıp söylendi.
İsyan esnasında isyancı taburların, birçok isteklerini ve amaçlarını tek bir cümlede birleştirerek attıkları, “Şeriat isteriz!” sloganlarını ciddiye almamız mümkün değildir. Bu sloganın o esnada, tahrikçi çevreler tarafından üretildiği ve hiçbir hakikatı ifade etmediği, ilk bakışta anlaşılmaktadır. Yani isyancıların bu bağırış ve hezeyanları, ne istediklerinin gerçekten şeriat olduğunu tescil eder, ne de Hükûmetin yapısı ve karakteri hakkında sağlıklı bir belge teşkil eder!
Otuz Bir Mart isyanının nedeni ve niçini hakkında söylentiler de pek çoktur. Tarihçiler bu isyanda İngiliz Entelijans Servisinin ciddî parmağı olduğu üzerinde dururlar. İsyanın amacı olarak; kâh Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek, kâh İttihat ve Terakkî Hükümetini devirmek, kâh ordudan atılan alaylı zabitlerin tekrar orduya alınmasını sağlamak, kâh devlet dâirelerinde yapılan tenkîsat üzerine açıkta kalan memurların tekrar memuriyete alınmasını temin etmek... vs. gibi daha birçok sebepler sıralanmaktadır.
Görünen o ki, bu isyanda dış güçlerce, Osmanlı Devletini yıkmak, bölmek ve parçalamak gibi gizli ve tehlikeli amaçlar gözetilmiş; bu amaçlara ulaşmak için en problemli, en bulanık ve en sisli zamanlar tercih edilmiştir. Yani bu isyan, dört dörtlük bir dış düşman tezgâhı ve oyunudur! İsyancı taburlarsa, maalesef, bu tezgâhlara bilmeden âlet olmuşlardır. “Şeriat isteriz!” nutukları, tahrik ve tahrip gücü yüksek birer slogan olarak sadece sokaklarda yankılanmış; sadece isyana sûret-i hak rengi ve görüntüsü vermeye yaramıştır. Bunu daha sonra mahkeme safahatında Hurşit Paşaya karşı Bedîüzzaman’ın: “Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!”1 sözlerinden de anlamak mümkündür.
Bedîüzzaman Hazretleri isyan esnasında isyancıları ve ihtilâlcileri yatıştırıcı ve sükûnete çağırıcı bir rol üstlendi; isyancılara ısrarla şöyle hitap etti: “Ey asâkir-i muvahhidin! Şeriat namına sizlere söylüyorum ki, İslâmiyet’in maddî kuvveti ordudur. Ordunun da ruhu ve mefkûresi mektepli zabitlerdir. Bunlara ilişmek ha-yat-ı millete cinayet etmektir. Bu zamanda şecaat-ı fıtriye kâfî değildir. Zira ecnebiler bize fenn-i harple galebe çalmıştır.”
Başka bir hitabesinde de Saîd Nursî isyancı taburlara: “Hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irâe ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın namusu artık sizin itaatınıza bağlıdır. Sancak ve tevhîd-i İlâhî sizin yed-i şecaatınızdadır. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz müşfik pederlerinizdir! Kur’ân ve Hadîs ve hikmet ve tecrübe ile sâbittir ki, haklı âmire itaat farzdır”2 çağrısında bulundu.
Saîd Nursî, isyan eden sekiz taburu hitabeleriyle itaate getirdi ve susturdu; isyan sona erdi. Daha sonra kendisi de isyancılarla birlikte sorgulandı. Fakat isyana karışmadığı tahakkuk ettiği için beraat etti.
Tahrikçi sloganlar her zaman ve her zeminde vatanın birlik ve dirliği için en tehlikeli tezgâhların sadece birer parçası olmuşlardır. Îtibar edilmemelidir.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 55.
2- Hutbe-i Şâmiye, s. 93.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Âlemlere rahmet Peygamber |
|
İkinci Mehmed Âkif ünvanıyla anılan ünlü şairimiz Ali Ulvi Kurucu bir şiirinde, “İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el” der.
Bu ifade herkesten önce Allah Resûlü (asm) ile örtüşür. Çünkü onun hedefi sadece çağının değil Kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığın kurtarılışıydı. O dünyasını değiştirse de getirdiği esas ve prensiplerle bütün çağlara ışık tutmuş, insanlığın içinde bulunduğu sıkıntı ve problemlerden kurtuluş yollarını göstermişti. Kur’ân, onun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini bildirir.1 Bizim problemlerimizle o kadar ilgilenir ki, âyetin ifadesiyle sıkıntıya uğramamız ona pek ağır gelir. O bize çok düşkün, çok şefkatli, çok merhametlidir.2
24-25.4.2009 tarihlerinde Alanya ve Tekeli’de verdiğimiz konferansların konusu, Yüce Resûl Hz. Muhammed’in (asm) örnek hayatından kesitlerdi. Bizim her türlü meselemizle ilgilenen, dünya ve ahiret mutluluğumuz için gerekli her şeyi gösteren yüce bir Peygamberin ümmetiydik. Ona tâbi olduğumuz ölçüde rahat edebilir, huzur bulabilirdik. Konuşmamız bu minvâl üzerine geçti.
Geçen ay Mersin’de görüştüğümüz Arif Kır ve Ahmet Yıldırım Ağabeyler Alanya’ya gideceğimizi öğrendiklerinde bir gün önce de kendilerine gelmemi istediler. Bu vesileyle konferansımızı ilk defa 3-4 bin nüfuslu Tekeli beldesinde verdik. Tekeli iki değerli kalemşör arkadaşımız İslâm Yaşar ve Süleyman Kösmene’nin ilçesi Bozyazı’nın beldesi. Bozyazı da Mersin’e bağlı.
Daha önce planlandığı şekilde Alanya’ya iner inmez Ahmet Yıldırım Ağabey bizi Alanya’dan alıp jet hızıyla Tekeli’ye götürdü. O gece Tekeli Belediye Düğün Salonunda Anamur, Silifke, Ermenek, Bozyazı’dan da gelen meraklı bir dinleyici kesimine Peygamberimizin (asm) eşsiz ahlâkından örnekler sunduk. Günümüzün mâlî krizi olsun, maddî ve mânevî bütün kriz ve problemlere çözüm Allah Resûlünün (asm) getirdiği mesajlarda mevcuttu. İnsanlık onu anladığı ölçüde barışa, huzura, mutluluğa ulaşabilirdi.
Ertesi gün de Alanya’daki dostlarla beraberdik. Alanya Belediye Kültür salonunda bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu Resûl-i Ekrem’in (asm) ve Sahabîlerin hayatından örneklerle süsledik konuşmamızı. Antalya, Kumluca, Gazipaşa, Manavgat gibi ilçelerden de dostlar gelmişlerdi.
Konuşma sonrası okuyucularımızla sohbet ettik, kitap imzaladık. Akdeniz’in şirin ilçelerinde munis insanlarla birlikte olmak bizim için büyük bir mutluluk oldu. İnşaallah bir sonraki sohbetimizde de bunlar üzerinde duralım.
Dipnotlar:
1- Enbiya Sûresi: 107.
2- Tevbe Sûresi: 128.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sigara isyanı |
|
Siirt Cezaevinde bulunan mahkûmlar, iki gün önce isyan çıkardı. Demir parmaklıkları kıran, cam–çerçeve indiren mahkûmlar, cezaevi binasının çatısına çıkarak hep bir ağızdan şu sloganı atmaya başlamışlar: "Baskılar bi–zi yıldıra–maz!"
Çoğu hırsızlıktan sabıkalı olan mahkûmların niçin isyana kalkıştıkları, ilk anda bilinemedi. Sonra anlaşıldı ki, bazı kısıtlamalara canı sıkılan bu mahkûmlar, özellikle rahatça sigara içememekten yakınmışlar ve bu sebeple isyana kalkışmışlar.
Biz de isyan ediyoruz
Evet, Siirt Cezaevindeki mahkûmların rahatça sigara içememekten isyan etmelerine mukabil, biz de sosyal hayatın hemen her alanı cezaevinden beter hale getiren sigara tiryakilerinin, nikotin bağımlılarının sınır tanımaz hareketlerine, ölçü–kural bilmez davranışlarına, kànun–nizam umursamaz tutumlarına karşı isyan ediyoruz.
Herhangi bir sebeple tiryaki olup, sigarayı usûl, edep ve âdâbıyla içenleri bunlardan ayrı tutuyoruz. Onlara söyleyeceklerimiz daha başka şeyler.
Ama şu sınır tanımaz, başkasının rahatsızlığını zerrece umursamaz bir tutumla ileri giden sigara bağımlıları yok mu, işte onlardan son derece şikâyetçiyiz. Artık sabrımız taşmak üzere olduğundan, yaptıklarını teessüfle karşılıyor ve hem çevreye, hem de sigara içmeyenlere vermiş oldukları rahatsızlıktan dolayı hiç olmazsa aklen, fikren ve vicdânen isyan ediyoruz.
Emin olun, bu gibi patavatsızlar yüzünden, yolda, sokakta, kaldırımlarda rahatça yürüyemez hale geldik. Ciğerlerine çektikleri o zehirli dumanı, içlerinde katmerli bir zehire çevirdikten sonra, öylesine tazyikli bir üfürükle dışarı salıyor ve hatta yüzünüze doğru savuruyorlar ki, bu illetli dumandan korunmak için adeta nefesiniz kesilecek gibi oluyor.
Aynı durumun çok daha beterini gittiğiniz otobüs, minibüs durağında, yahut fatura ödeme kuyruğunda yaşıyorsunuz.
Kànunî yasağa ve "sözde ceza"ya rağmen, etraf sigara izmaritleriyle dolu. Bundan, sıradan vatandaş kadar, temizlik işçileri de muztarib. Zavallılar, sigaradan kaynaklanan çevre kirliliğiyle bir türlü başedemiyorlar. Temizlikten bir dakika sonra bile, hemen anında görüntü, anında kirlilik başlayıveriyor.
Ne yazık ki, her yönüyle (sağlık, cüzdan, vicdan...) serapa zarar–ziyan olan bu belâ, alabildiğine yaygınlaşmış, umumileşmiş durumda.
Kadın–erkek, genç–ihtiyar fark etmeksizin, hemen her yerde her iki kişiden birinin sigara içtiğine şahit olmaktayız.
Bunların arasında sigarayla bağlantılı ciddî hasta olanlar, kalp ameliyatı geçirenler, hatta ciğerden gelen hırıltıyla sarsıla sarsıla öksüren ve adeta son nefesini verircesine öksürük krizine girenler de var ki, nice teessüfler olsun.
Hadi diyelim ki, bunlar kendilerini düşünmekten vazgeçti, artık ölsem de öleyim diyerek kendini koyverdi; ama, hiç olmazsa yakınlarını, sevenlerini ve bilhassa sorumlulukları altında bulunan mâsumları düşünsünler. Düşünsünler de, bir an önce kendilerini toparlamaya çalışsınlar.
Hayret edilecek bir diğer nokta da şudur: Kendine verdiği zararın ötesinde, başkasının hakkını–hukukunu da çiğneyen öyle tiryakiler vardır ki, elindeki yüzündeki ufacık bir çizikten, minicik bir 'ben'den, yahut saçındaki başındaki basitçe bir kusurdan bile şiddetle rahatsız olurlar. Bu kusurları gidermek için de, büyük emek sarf etmeye, ciddî masraflar yapmaya razı olurlar.
Ama aynı kişiler, sırf bir "irade zaafı" sebebiyle, ciğerlerini pişiren, iç organlarını mahveden, yaklaşık iki yüz kadar hastalığı tetikleyip körükleyen sigaranın yaptığı müthiş tahribatı bilmek, düşünmek dahi istemezler. Hatta bilse, yahut düşünse de, bir türlü oralı olmazlar.
Âh, bunlar bir de sekerat anında olanları düşünebilseler... Ben, sigaraya bağlı hastalıklar sebebiyle ölen bir yakınımın sekerat anına şahit oldum. Yanı başında Yâsîn, Cevşen okuyordum. Son nefeslerini vermeye başlayınca, ciğer parçalarının ağzından dışarı aktığını gördüm. İşte o anda orada durmak, çıkan parçaların görüntüsüne de, kokusuna da dayanmak imkânsız gibiydi. Kendisine bir taraftan duâ edip rahmet okurken, bir taraftan da içimden "Be mübarek, bize bunu yaşatmaya ne hakkın vardı?" deme ihtiyacını hissettim.
Hülâsa: Siirt Cezaevindeki mahkûmlar, varsın rahat sigara içemediklerinden dolayı isyan edip dursunlar, biz de her tarafta rahat ve serbest şekilde sigara içerek, başkasına hayatı azaba çevirenlerin bu yaptıklarına isyan edelim.
Son bir isyanımız da, pratikte fazla bir kıymet–i harbiyesi olmayan kànunlara, , yahut "kànun koyucu" kurumlara. Dahası, "adı var, kendisi yok" ceza kànunlarını çıkarma mantığına... Sahi, bu kànunlar çiğnenmek için mi çıkartılıyor, ne? Ortalık izmaritten geçilmiyorsa, o halde yere izmarit atma cezasının faydası ne? Bu ceza, acaba ne ölçüde uygulanıyor ve bu yasak, Türkiye'yi en çok sigara tüketen ülke sıralamasında acaba bir kademe olsun geriye doğru çekebildi mi?
Tarihin yorumu 29 Nisan 1983
Cuntadan siyaset yasağı ve BTP
Resmî Gazete'nin 29 Nisan 1983 tarihli sayısında yayımlanan İçişleri Bakanlığı tebligatına göre, 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana toplam 725 kişiye siyaset yapma yasağı getirildi.
Tebligatta, bu kişilerin 242'sini 10 yıl, 481'inin ise 5 yıllık bir siyaset yasağı kapsamına alındığı ifade edildi.
Bu tarihten kısa bir süre sonra, siyaset yasağı kapsamına girmeyenler siyasetçiler tarafından Büyük Türkiye Partisi kuruldu. Bu parti AP'nin devamı mahiyetinde kurulduğu gerekçesiyle, darbeciler bir dayatma da daha bulundu ve BTP'nin kapatılmasını, yöneticilerinin de çeşitli cezalara çarptırılmasını istedi.
Darbe konseyi, 16 Temmuz 1983'te yayımladığı 79 no'lu bildiriyle bu partiyi kapattığını ve lider kadrosunun da Zincirbozan'a sürgün edildiğini açıkladı.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bu ne sevgi, bu ne merak? |
|
Günümüz insanı zenginliğin, maddî refahın denizinde yüzüyor. Buzdolapları ağzına kadar dolu; sofrasında yok, yok…
Elbise dolabı tıka basa...
Beyaz eşya ve teknik cihazların nerede ise tamamı uzaktan kumanda hareket ediyor. Teknolojinin zirvelerinde uçarak uzakları yakın etti.
Ne var ki, ruhu aç. Biribirinden uzaklaştı. Huzursuz, mutsuz.
Dolayısıyla çağın insanı, fena halde duygu sapması yaşıyor.
Fıtratımıza konan şiddetli merak, ateşli sevgi, dehşetli hırs, inatlı talep ve benzeri güçlü temel duyguları,1 hisleri nerede kullanıyoruz?
Kalp, sevgi üretim merkezi ve iman mahallidir.
Genç, sevgilisi için kendisini çatıdan veya köprüden atıp hayatına son veriyor!
Oysa seccadeye atsa, sonsuz bir hayatı kazanacak.
Ferhat, sevdiği için (“kara, kuru bir karı” diye tanımlanıyor Şirin) dağları deldi… Ve mü’min, sonsuz hayatta sayısız sevgililerine kavuşmak için neler yapmalı?
Anneler, “Ah yavrum, ne de mışıl mışıl uyuyor, sabahın soğuğunda uyandırmayayım namaza yavrucağızımı!” diye şefkat ediyor güya!
Ama, ateşte cayır cayır yanmasına razı oluyor!
Allah Allah, bu ne sevgi!
Oysa anne-baba, eş, çocuk, dost, insan ve varlıkları, yani her şeyi Allah hesabına sevsek, bu sevgiler sonsuzlaşır.
Dünya, madde, nefis hesabına seversek, onlar soldukça biz de solarız, onlar firak sillesini yedikçe bizim kalbimiz de parçalanır.
***
İnsan merakını nerede kullanıyor?
Acaba pek az olan vaktimiz, çok muhteşem olan ve önemli işler için verilen merakımızı nerede kullanıyoruz? Futbolcuları, artistleri, popçuları, hopçuları, lüpçüleri mi merak ediyoruz? Aktörlerin rol yaptıklarını bile bile filmleri nasıl merak ediyor ve seyrediyoruz!
Ya kâinatta cereyan eden saniyelik, dakikalık, günlük, haftalık, aylık, yıllık ve asırlık İlâhî oluşlar, gerçek filmler! Ya Kur’ân’ın bahsettiği gayb/metafizik âlemlerdeki gerçekler… Hayat, mevsimler, unsurlar, ölüm, berzah/kabir, haşir (ölümden sonra diriliş), hesap, Mîzan, Sırat, Cennet, Cehennem, Cemalullah ve sonsuza dek sürecek mutlu hayat veya dehşetli azap…
Esasında dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, bunları düşünüp, kendimizi ona göre hazırlamak değil mi? Şu halde, milyarlarca nakit ile bir saniyesini bile geri getiremeyeceğimiz vaktimizi, oyun ve eğlencelerde nasıl heba edebiliriz?
***
Hoca merakını boş şeylere harcayanlara şu ibretli dersi verir:
“Hocam, demin biri bir tepsi baklava ile buradan geçti!”
“Bana ne?”
“İyi ama sizin eve gidiyordu?”
“Sana ne?”
Dipnot:
1- Sözler, s. 37.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Helâl Gıda büyüyen bir pazar |
|
Geçtiğimiz haftasonu İstanbul’da Helâl Gıda Konferansı düzenlendi. İki gün süren konferansta dünyada giderek artmakta olan helâl gıda sertifikasyonu ihtiyacı ve helâl gıda pazarı bütün boyutlarıyla ele alındı. Biz de bu konferansın bir kısmını takip etme imkânı yakaladık. Öncelikle bu önemli konferansta sunulan tegliğler sonucunda elde edilen neticeleri burada sizlerle paylaşalım.
1. Ülkemizde helâl sertifikalı ürünlerin gerekliliği uluslar arası çeşitli uzmanlarca teyit edilmiştir.
2. Türkiye’nin bulunduğu coğrafî, demografik ve stratejik konumu itibariyle bu konuda öncülük etmesi gerekliliği vurgulanmıştır.
3. Helâl Gıda Sertifikalandırmaya geçiş Türkiye ekonomisine de büyük katkılar sağlayacaktır.
4. Helâl sertifikanın gerekliliği kamu oyunca kabul gördüğünden bir an önce kurumumuzca sertifikalandırma işlemleri başlatılmalıdır.
5. Dünya piyasasında helâl sertifikalı ürün talebinin giderek artması sebebi ile Türkiye’deki üreticilerin de bir an evvel helâl sertifikalı ürünlere geçişi sağlanmalıdır.
6. Helâl sertifikalı ürünlerin tüketimi konusunda tüketicinin bilinçlendirilmesi ve üreticiyi helâl sertifika noktasında sorgulaması sağlanmalıdır.
7. Helâl sertifikalandırma işlemleri sadece gıda ürünleriyle sınırlı olmayıp; kozmetik, ilâç ve benzeri sektörleri de içerdiği vurgulanmıştır.
8. Birleşmiş Milletlerin kodeksine helâl gıdayı aldığı, İslâm Konferansı Teşkilâtı kendi üyesi olan ülkelerde helâl sertifikalandırma işlemlerini başlatmayı planladığı günümüzde, ülkemizde de ilgili resmî makamlar, yapılan başvuruları hızlı bir şekilde neticelendirmelidirler.
Bu önemli konferansa dünyanın bir çok ülkesinden önemli katılımcılar iştirak ettiler. Konferansın basına tanıtım toplantısında uzunca dinleme imkânı da yakaladığımız bu katılımcılardan bazılarının verdiği ilginç bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Meselâ ABD’den konferansa iştirak eden ABD Helâl Gıda Ticaret Odası Başkanı Habib Ghanim, ABD’de 7 eyalette helâl gıda ile ilgili yasaların geçtiğini ve burada helâl gıda sertifikasyon kurallarına uymayanların cezaî müeyyidelerle karşı karşıya kaldıklarını müjdeledi. Yeni Zelanda’dan gelen bir başka misafir ise bu ülkede kesilen hayvanların yüzde 95’inin helâl gıda sertifikası sahibi olduğundan bahsetti. Zira ülkedeki gayri müslimlerin bile, helâl olarak kesilmiş olan hayvanları hem nezafet, hem de sağlık açısından tercih ettiğini ifade etti. Avusturya’dan iştirak eden iki katılımcı da parlamentoya helâl gıda sertifikasyonu ile ilgili yasa teklifi sunduklarını ve bu yasanın geçmesi halinde bütün Avrupa Birliği ülkelerinde geçerli olabilecek bir helâl gıda standardına erişebileceklerini belirtti.
Helâl gıda meselesi hem İslâm ülkelerinde, hem de bilhassa gayri müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların tüketebilecekleri gıdaya ulaşmaları açısından pek tabiî ki önemli bir mesele. Bunun yanında da konferansta dikkat çekilen diğer husus ise helâl gıda pazarının 2 trilyon dolarlık bir pazara tekabül etmesiydi. Yani İslâmiyetin dünya genelinde hızla yayılmasıyla helâl gıda sertifikasyonuna olan ihtiyaç ve bunu karşılayacak endüstriyel pazar muhteşem boyutlara ulaşıyor. Dolayısıyla ekonomik anlamda da böylesi bir pazardan istifade etmek isteyen ülkelerin mutlak surette ülkelerinde uluslar arası ölçekte bir helâl gıda standardına sahip olması gerekiyor.
Domuz gribi gibi bir vebanın dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerde, hem nezih ve sağlıklı gıda temini, hem de bu Helâl gıda pazarına dahil olunması için Türkiye’nin helâl gıda sertifikalandırılmasına derhal geçmesi gerekmektedir.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Domuz gribi bizi teğet geçecek mi? |
|
Meksika’da başlayan domuz gribi salgını (A/H1N1 tipi) hızla yayılıyor. Ülkeler büyük bir panik içinde. Sakın ülkemizde domuz mu var ki endişelenelim rehavetine kapılmayın. Çünkü hayli yüksek miktarlarda domuz eti üretimi de var Türkiye’de. Ama asıl korkulması gereken kaynak turistler. Turizm mevsiminin başladığı bugünlerde, dünyanın dört bir yanından gelecek yabancıların bu virüsü ülkemize sokması an meselesi. Hastalık kısa süre içinde Avrupa’ya, Yeni Zelanda’ya bile sıçradı.
Bu yüzyılın en büyük salgını 1918 yılında yaşanan İspanyol gribi salgını idi. Bu salgında dünya çapında 50 milyon kişi ölmüştü. Ama bu salgında bile hastalığa yakalananların ölüm oranı yüzde 2,5 iken bu yeni salgında ölüm oranı yüzde 7. Asıl korkulan yönü insan nüfusunun aşılanarak veya tabiî olarak bağışıklık kazanmadığı yeni bir grip türü olması.
28 Marttaki ilk vak'adan bu yana 149 ölüm olayının –siz bu yazıyı okuduğunuz saatlerde muhtemelen 200’ü aşmış olacak—meydana geldiği Meksika’da bütün okullar 6 Mayısa kadar kapatıldı. Yabancılar ülkeyi terk etti. Büyük şehirlerin caddeleri boşaldı. Halka maske dağıtılıyor.
Virüs kısa sürede İspanya’ya ve İsrail’e ulaştı. Avrupa Birliği, sağlık bakanlarını acil toplantıya çağırdı. Yunanistan alarma geçti. Bu hastalığın ülkemize ulaşması an meselesi. Sağlık Bakanlığı uluslar arası havaalanlarımızda grip emaresi gösteren yabancıların tesbitine başlandığını duyurdu. Ama gerçekten hazır mıyız?
Sağlık Bakanlığımızın sitesine baktım. Bu konuda tek bir uyarı, bilgi ya da haber göremedim. Alo 184’ü üç kez denedim ulaşamadım. Hastalığa karşı ne tür tedbirler alınmalı? Belirtileri neler? Şüphelenildiğinde neler yapılmalı? Tedavi yöntemleri neler? Bunların hiçbirisine ait bilgi yok sitede. Ne tür tedbirler alındı? Ne kadar ilâç stoğu var? Bunlar da bilinmiyor. İngiliz sağlık bakanı Alan Johnson “bu salgına beş yıldır hazırlanıyoruz. 33 milyon antivirüs ilâcımız var” diyor. Bizim ne kadar var?
Halbuki Dünya Sağlık Örgütü alarma geçti. Alarm düzeyini 3 yerine yani “hayvandan insana geçmeden” bir günde 4. aşamaya yani “insandan insana geçmeye” yükseltti. Bundan sonraki aşama insandan insana yayılma olacak en yüksek aşama 5-6. aşamalar. “Salgın çıkma ihtimali artmıştır… toplumsal düzeyde salgınlar bekliyoruz… salgının kontrol altına alınması makul görünmüyor; etkisini yumuşatıcı tedbirlere odaklanılmalıdır” diyor DSÖ... Şimdilik ülkelerin hızla tedbirlerini alması, özellikle antivirüs ilâç stoğunu hızla arttırması, planlamasını yapması ve taramaları başlatması gerekiyor. Tabiî en önemlisi de kamuoyunun bilgilendirilmesi.
Hükümetimizin hızla gerekli tedbirleri alması gerek. Bu arada mevcut domuz çiftlikleri de acilen kontrol altına alınmalı. Halkımızın ‘Bize bir şey olmaz’ lâkaytlığını giderici bilgilendirmeler yapılmalı. Aşı geliştirme çabaları hızlandırılmalı. Yani bu salgının ülkemizi “teğet” geçmesi için tedbirler geciktirilmemelidir.
NE YAPMALI?
Kuş gribi dünyanın bu yeni salgına daha hazırlıklı yakalanmasını sağladı. Antivirüs ilâç stokları doluydu. Özellikle Tamiflu ve Relenza ilâçlarının kuş gribine olduğu gibi bu gribe karşı da etkili olduğu biliniyor.
Genel olarak korunmak için şu tedbirleri almak gerek:
Ateşi ve öksürüğü olanlardan uzak durmak.
Ellerimizi sık sık ve uzun süreli sabunlamak.
Düzenli uyku, düzenli beslenme ve fiziksel olarak aktif olmak.
Bol sıvı almak.
Öksürürken ve hapşırırken mendille ağız ve burnu kapatmak ve mendili hemen atmak.
Eğer mevsimlik grip daha ağır ve uzun süreli seyrediyorsa hekime başvurmakta yarar var.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Normalleşme” için izzetli duruş… |
|
Ankara’nın âdeta panik diplomasiyle gece yarısı açıkladığı “Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi” daha baştan Türkiye aleyhinde akamete uğruyor.
Yanlış parametreler üzerine kurulan “normalleşme süreci” daha başlamadan “anormalleşiyor.” Ve kısa sürede tıkanan pazarlıklar, siyasî iktidarın dış politikada ABD ile ilişkilerinin baskısı altında vâhim bir şantajla karşı karşıya olduğunu su yüzüne çıkarıyor.
Ankara’nın angajesi o denli ki verdiği bir dizi tâvize rağmen, Amerikan Başkanı Obama’nın 1915 olaylarını Ermenilerin kullandığı “büyük felâket” anlamına gelen “Meds Yeghern” tâbiriyle soykırımdan daha ağır bir biçimde Türkiye’yi ithamına şaşırıp kalmakta.
Cumhurbaşkanı Gül’ün, sözkonusu “büyük felâket” isnadı ve Türkiye’yi “soykırım”la suçlamasına dair “Obama’ya katılmadığım yönler var; 1915’te hayatını kaybeden yüzbinlerce Türk ve Müslümanın, herkesin acısının paylaşılması gerekir” temennisi, bunun tezâhürü…
Gerçek şu ki Obama’nın pervâsızca Ermeni teziyle “Türkiye’nin bir buçuk milyon Ermeni’yi katlettiğini” anıp, Ermeni çetelerinin yüzbinlerce Müslümanı, çoluğu-çocuğu katletmesini görmezden gelmesi, Ermenistan işgalindeki Karabağ’dan ve perişan haldeki bir milyon Azerî göçmenden tek kelime bahsetmemesi, “müthiş önyargı”yı açığa çıkarmakta.
Yine Osmanlının savaştığı Rusya ile Ermeni çetelerinin tahrikiyle işbirliğine zorlanan Ermeni vatandaşlarını ülkenin bir başka bölgesine “tehcir” tedbirini nazara vermemesi, “belli olan görüşleri”nin ne denli “taraflı” olduğunu ortaya koymakta…
“TÜRKİYE, ALDATILACAK ÜLKE
DEĞİLDİR” TEPKİSİ
Doğrusu açıklanan “yol haritası”na mukabil Obama’nın da bühtana katılması, Başbakan’ı bile çileden çıkarmakta…
Erdoğan’ın, “Türkiye el bebek-gül bebek okşanacak veya aldatılacak bir ülke değildir” yakınması, “normalleşme politikası”ndaki tâvizkâr zâfiyetle muallel stratejik körlüğün itirafı olmakta. Ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belli olmayan “yol haritası”nın fos çıkması, kırık Ermenistan politikasının başarısızlığı anlamına gelmekte.
Zira önce “ortada bir metin yok” denilip, ardından Başbakan’ın ağzından “metne ‘paraf’ var, ama ‘imza’ yok” ikrarıyla kabul edilen “yol haritası”nın bu haliyle Erivan’ı şımartmanın ötesinde bir işe yaramayacağı daha şimdiden belli olmakta. Bu cür’etledir ki Erivan, daha ilk günde diasporanın tazminat ve toprak talebini tekrarlayıp “Türkiye soykırımı kabullenmedikçe hiçbir anlaşma sağlanamaz” tehdidini savurmakta.
Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan’ın, “yol haritası”ndaki hususları, Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkiler kurmasını “önşartsız kabul etmesinden sonra ancak ele alacaklarını” söylemesinin maksadı bu. Yine Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın, “Hiçbir şart koşmadan öncelikle sınır kapısının açılmasını” öne sürmesi bunun için…
Bilindiği gibi Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkiye Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkelerin başında gelmesine rağmen, Erivan bir türlü Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul etmedi. Hâlâ “Büyük Ermenistan” ütopyasıyla Türkiye’nin Doğusunda hak iddiasında bulunuyor; Türkiye - Rusya arasında yapılan “Kars Antlaşması”nı tanımıyor. “Soykırım” iftirasına arka çıkıyor, Türkiye’yi kötüleyen “soykırım anıtları” dikiyor…
DOSTLUK EKSENİNDE ÇÖZÜM…
Bütün bunlarla beraber, Ankara hep Erivan’a yardım etti. Ermenistan’a yüzlerce ton tahıl gönderdi. Ancak bu yardımdan sonra Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ın yanı sıra Azerbaycan’ın 7 bölgesini işgali ve başta Hocalı katliâmı olmak üzere Azerileri katletmesine karşılık Türkiye sınırı kapattı.
Geçen süre zarfında Ankara Ermenistan Hava Yollarına hava sahasını açtı, 40 bin Ermeni’nin Türkiye’de çalışmasına izin verdi, lâkin 15 yıldır işgal sürüyor.
Bugün “sınırın açılması”nı isteyen Erivan, işgal ettiği Azerbaycan topraklarının beşte birini tutan ve hakkında BM kararları bulunan Dağlık Karabağ’dan ve Azerbaycan ile Nahcıvan arasında kapattığı Laçin Koridorundan çekilmeyi gündeme dahi getirmemekte. Dahası tıpkı Yahudilerin Filistin’de yaptığı gibi işgali altındaki “Ermeni yerleşim birimleri”ni açıp Azerbaycan topraklarını “Ermenistanlaştırma” oyununu oynamakta.
Görünen o ki baştan beri “Ermeni tezi”ni kabul eden ve soykırım inkârını suç sayıp hapisle cezalandıran İsviçre’nin arabuluculuğuyla başlayan süreç başlamadan tıkanmakta.
Anlaşılan, Ermenistan bir defa daha “Diasporanın yönlendirdiği kamuoyunu kontrol edemiyoruz” bahanesiyle yarım yamalak verilen vaadlerden de cayacak…
Başbakan, Obama’ya sert tepki gösterip vâveyla ediyor ama “Rasmussen güvencesi”nde görüldüğü gibi Ankara ne yazık ki yine karşılıksız “sözlü taahhüdler”e kandı ve aldatıldı…
Siyasî iktidar, artık “temenniler”le ve “yakınmalar”la kalmamalı. Sarkozy’nin, Obama’nın suya yazılan ve ilk fırsatta cayılan sözlü “teminatlar”ına kanmamalı. İşgal ettiği Irak’ta ve Afganistan’da zor durumda kalan ve Türkiye’ye muhtaç olan “model ortağı” ABD’den tâviz koparmadan hiçbir metni “paraf” etmemeli, imzalamamalı. Milletin haklarını gözetmeli…
Türkiye ve Azerbaycan’ın Ermenistan’la ihtilâfının dostluk ekseninde çözülmesi ve “normalleşme” sürecinde gerçek izzetli bir barış ancak izzetli duruş ve politikalarla olur…
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Revizyon sancısı |
|
Altı buçuk yıllık AKP iktidarında üç kez hükümet kuruldu. Biri 3 Kasım 2002 seçiminden sonraki Gül hükümeti; ikincisi dört ay sonra yenilenen Siirt seçimiyle Meclise girip Başbakanlığı devralan Erdoğan’ın kurduğu hükümet; üçüncüsü de 22 Temmuz 2007 seçiminin ardından işbaşı yapan hükümet.
Bu hükümetlerde görev verilen isimlerin çoğu bugün de kabinede. Ama olmayanlar da var.
Onları hatırlarsak: Ali Coşkun, Abdülkadir Aksu, Abdüllâtif Şener, Erkan Mumcu, Zeki Ergezen, Sami Güçlü, İmdat Sütlüoğlu, Osman Pepe, Yaşar Yakış, Atilla Koç, Güldal Akşit...
Bunların çoğu, hükümetler yenilenirken dışarıda bırakıldı. Sadece Mumcu ile Şener kendileri ayrıldı. Mumcu ANAP’ın başına geçti, ama bir varlık gösteremeyip siyaseti bıraktı. Şener yeni parti kurma çalışmalarını sürdürüyor, ama onun da başarılı olma şansı zayıf görünüyor.
22 Temmuz seçimi öncesinde milletvekilliğine dahi aday gösterilmeyen Coşkun, sonraki süreçte kırgınlığını belli eden ve Erdoğan’ı “tek adam”lıkla eleştiren sitemkâr açıklamalar yaptı.
Benzer sitemler, Bayındırlık ve İskân Bakanı iken kabine dışı bırakılan Ergezen’den de gelir gibi oldu, ama arkası gelmedi. İlk anda imalı ithamlar yöneltir gibi olan Ergezen, bilâhare derin bir suskunluğa gömüldü ve bu tavrı sürüyor.
Buna karşılık, 22 Temmuz’da kabine dışı bırakılıp, Dengir Fırat’ın istifası üzerine partinin iki numaralı koltuğuna getirilen Aksu’nun yine hükümete dönebileceği ihtimali konuşuluyor.
Diğer isimlerle ilgili kayda değer birşey yok.
Şimdi yeni bir kabine revizyonu gündemde.
Ama bu defakinin öncekilerden daha geniş ve kapsamlı olacağı, Bakanlar Kurulunda en az 10 ismin değişeceği söyleniyor. Ki, öyle olursa, bunun yol açacağı dalgalanmalar da ona göre olur.
Bu arada, kabineye ilâveten parti idaresinde de esaslı bir revizyon yapılacağı ifade edilmekte.
Çünkü parti içi dengeler bunu gerektiriyor.
Hükümet dışı kalıp da gönül koyacak olanların genel merkez veya Meclis gubu yönetiminde görevlendirilmesi, muhtemel rahatsızlıkları olabildiğince azaltmanın formüllerinden biri.
Her ne kadar partide genel başkan yardımcılığı, Meclis grup başkanvekilliği veya komisyon başkanlığı bakanlığın yerini tutmasa da, hiç yoktan iyidir! “Sıradan” milletvekili olmaktansa!
Acaba başından beri farklı ekip ve eğilimlerin koalisyonu olan ve 22 Temmuz’da bu özelliğini daha da pekiştiren AKP’deki parti içi dengeler, söz konusu revizyonlardan ne şekilde etkilenir?
Veya tersinden soracak olursak, bu dengeler o revizyonlara ne ölçüde imkân ve fırsat verir?
AKP iktidarının ilk günlerinde parti içi gruplar Erdoğan’ın belediye ekibi, yakın çevresindeki danışmanlar, eski millî görüşçüler, ANAP kökenliler, diğer partilerden gelenler... v.s. gibi maddeler halinde sıralanıyordu. 22 Temmuz’da bunlara sol ve ortasağ çıkışlı yenileri ilâve oldu.
Bu kategorilere girmeyen başkaları da var.
29 Mart öncesinde, adaylığı sıkıntılı bir süreç neticesinde son anda açıklanan Gökçek gibi...
Ve şimdi gündemde olan kabine revizyonunda, yeni bir şekil alan Erdoğan-Gül dengesinden devletle muhatabiyet formasyonuna, revizyon bahsi açıldığında Erdoğan’ın hep telâffuz ettiği “yorulma” katsayısından seçim bölgesindeki başarı veya başarısızlık durumuna kadar, birçok girift faktör dikkate alınmak durumunda.
Meselâ, eğer seçim bölgesindeki başarısızlık kabine dışı bırakılmayı gerektirecekse, en başta bir önceki seçim bölgesi Siirt’te belediye başkanlığını kaptıran Erdoğan’ın durumu tartışılır.
Ve beraberinde, başından beri AKP liderine en yakın isimlerden biri olarak, kısa süre önce AB başmüzakerecisi sıfatıyla kabineye dahil olan Egemen Bağış’ın konumu da sıkıntıya girer.
Velhasıl, bu revizyon AKP’yi hayli zorlayacak.
* Annemi berzah âlemine uğurladık. Yazılara ara veriyor, müstecab duâlarınızı bekliyorum.
29.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|