|
|
Şaban DÖĞEN |
Mutlu bir yolculuk |
|
İnsan zaman zaman yolculuğa çıkar; kafasından dünya meşgalelerini atar; rahat, sakin ve neşe dolu bir yolculuk yapmak ister. Hele bu yolculukta kafa dengi bir arkadaşı da varsa keyfine diyecek olmaz.
Dünya denilen uzay gemisinde, her türlü ihtiyacın karşılandığı şu harika misafirhanede sonsuzluk yolcusu olan bizler de bu yolculuğumuzu ağzımızın tadıyla, keyf ve mutluluk içinde gerçekleştiremez miyiz?
Yirmi Üçüncü Söz’de anlatıldığı gibi gemiye omuz ve bellerindeki yüklerle binen iki yolcu misali dünya gemisine birer binmez tevekkül ve teslimiyetle altından kalkamayacağımız dünyanın ağır yüklerini Cenâb-ı Hakka bırakıp niçin rahat, huzur içinde yolculuğumuzu sürdürmeyelim?
Gideceğimiz yerin Cennet gibi ebedî güzellikler diyarı bir âlem, üstelik asıl vatanımız olduğunu, burada ise gurbetteki bir yolcu gibi bulunduğumuzu düşündüğümüzde bir an önce Adem Babamızın geldiği bu aslî vatanımıza kavuşmak için can atar; yoldan sapmadan, şu misafirhanenin kanun ve kurallarına uyarak gönül huzuruyla yolculuğumuzu tamamlayabiliriz.
Kendisini bu dünyada bir ağacın gölgesi altında bir süre dinlenip sonra yoluna devam eden bir yolcuya benzeten Allah Resûlü (a.s.m.) “Dünyada bir garip yolcu gibi ol!” buyururken bu hâlimizi ne kadar güzel anlatmış.
Bu uzun yolculukta canımız sıkılmasın diye Rabbimiz bize sonsuz hayatta da devam edecek şekilde refika-i hayat dediğimiz bir hayat arkadaşı da vermiş. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, Cenâb-ı Hakkın mûnis bir hediyesi bu hayat arkadaşı. Hem munis, yani cana yakın, hem de Allah’ın hediyesi! Büyük yerden bağışlanan böylesi nazik ve nazenin bir hediyeye ne kadar titizlikle eğilmemiz gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu? Kaldı ki Rum Sûresinin 21. âyetinde belirtildiği gibi onun kendi cinsimizden oluşu, birbirimize ısınabilmemiz için gerekli olan muhabbet ve merhametle doldurulmuş olmamız da son derece ilginç ve önemli değil mi?
İşte munis arkadaşlık için iki önemli rükün: Muhabbet ve merhamet. Bu iki duygunun şu geçici misafirhaneyi de Cennete çevirmesi için hiçbir engel yok.
Evliliğe bu çerçevede baktığımızda diğer unsurların bu temeli sağlamlaştırmada birer harç hükmünde olduğunu görürüz.
Geçtiğimiz Cumartesi günü tâ 1969’lu yıllarda üniversitedeki öğrencilik yıllarından beri tanışageldiğimiz değerli dostumuz eczacı Recep Kök’ün oğlu Ali Fuad’ın, Betül Hanımefendiyle izdivaçlarının düğününde bir konuşma yapmamız istendiğinde evliliği bu çerçeve üzerine oturtmaya çalıştık. Her şeyi sevimli, güzel gösteren şeffaf, berrak, nuranî iman gözlüğüyle hayata baktığımızda bu hayat yolculuğunun da ne kadar sevimli, güzel, Cennetmisal bir yolculuk olduğunu anlamakta gecikmiyoruz.
Kısacası imanla her şey güzel!
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah Vehhâb’dır |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Mektûbât’ta geçen ‘Vermek istemeseydi, istemek vermezdi’ sözünü açıklar mısınız?”
Cenâb-ı Allah, Vehhab’tır. Yani kullarına cömertçe veren, mahlûkâtının her ihtiyâcını umulmadık yerlerden bedelsiz ihsan eden, her isteyene karşılıksız, bol, bereketle ve cömertçe ikrâm edendir. Cenâb-ı Hak hastaya şifâ, dertliye devâ verir, musîbete düşene âfiyet hîbe eder, dalâlette olana hidâyet lütfeder, her duâ edenin dileklerini, hikmeti mûcibince yerine getirir.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da: “Yoksa Azîz ve Vehhâb olan Rabb’inin rahmet hazîneleri onların yanında mıdır?”1 buyurur. Bir diğer âyette Hazret-i Süleyman’ın (as) şu dileği nakledilir: “Rabb’im, bana mağfiret et. Bana benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümrânlık hîbe et (ver). Şüphesiz Sen Vehhâb’sın’ demişti”2 Şu âyette, duâ lâfzı içinde Vehhâb ismi de zikredilir: “Rabbimiz! Bize hidâyet lütfettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Katından bize rahmet hîbe et (ver). Muhakkak Sen Vehhâb’sın.”3
Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, insan kendisine hayatı veren Allah’ı tanımalı, O’nun bütün kâinâtın hâkimi olduğunu bilmeli, varlığına ve birliğine şehâdette bulunmalı, isimlerinin bütün kâinâttaki cilvelerini tefekkür etmeli, ubûdiyetini hiçbir zaman eksik etmemelidir. Bunlar insan hayatının en mühim gâyeleridir. Bu gâyeleri insan, kendi hayatına verilen cüz’î ilim, küçücük kudret ve azıcık irâde gibi mikro ölçüdeki sıfat ve hallerini, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak, nihâyetsiz ve kâmil sıfatlarına ve mukaddes şuûnâtına birebir ölçü ve mukayese yapmak sûretiyle kavrayabilir. Meselâ küçücük gücüyle, irâdesiyle ve bilgisiyle evini binâ eden adam, kâinâtı halk eden Cenâb-ı Allah’ın nihâyetsiz kudretini, küllî irâdesini ve sonsuz ilmini kolaylıkla idrâk eder. Başkalarına cömertçe vermeyi ve ihsân etmeyi seven insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinâtın üstündeki Vehhâb ismini anlamakta güçlük çekmez.4
Üstad Saîd Nursî’ye göre, maddî-mânevî lezîz nîmetlerini ihsân eden, her istediğini ikrâm eden, her dilediğini hîbe eden Cenâb-ı Hakk’a karşı insan; fiiliyle, hâliyle, sözüyle ve hattâ bütün duygularıyla şükür ve hamd ü senasını eksik etmemelidir. Gani-i Mutlak olan Cenâb-ı Allah’ın, sonsuz bir cömertlikle nihâyetsiz servetini ve hazînelerini insanın önüne serdiğinde şüphe yoktur. Öyleyse insan tazim ve senâ içinde, fakrını ve aczini tam hissederek Cenâb-ı Hak’tan hem istemeli, hem de O’na şükretmelidir.5
Yeryüzünün bütün sâkinleriyle, Hâlık’ının Vâcib’ül-Vücud ve Vehhâb-ı Rezzâk olduğuna şehâdet ettiğini beyan eden Üstad Hazretleri, dört yüz bin muhtelif bitki ve hayvan türlerine hayatî önemi hâiz bulunan ayrı ayrı cihâzların ve duyguların verilmesinin ve hiçbirinin hiçbir zaman ihmal edilmemesinin, Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetiştiğine delâlet ettiğini kaydeder.
Bedîüzzaman’a göre, hadsiz canlıların rızıklarının, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan rahîmâne ve kerîmâne verilmesi, Allah Teâlâ’nın rahmetinin her şeye şümûlünü ve hâkimiyetinin her şeye ihâtasını gösterir.6 Öyle ki, biz fakîriz, Cenâb-ı Hak ise Ganî-i Mutlak’tır. Fakrımızın eline, elimizin yetişmediği bir gınâ ve zenginlik verilmektedir. Veren, Ganî olan, sonsuz zengin olan Cenâb-ı Hak’tan başkası değildir. Nîmetlerini ihsân eden, arzû ettiklerimizi hîbe eden ve duâlarımıza cevap veren Cenâb-ı Hak’tır. Çünkü biz istiyoruz; istedikçe arzûlarımızın yerine geldiğini görüyoruz.7 Biz duâ ediyoruz, mağfiret talep ediyoruz; Vehhâb olan Cenâb-ı Hak günahlarımızı bağışlıyor; günahlarımızın yerine bize hidâyet, sevap, fazîlet ve feyiz lütfediyor.8
Dipnotlar:
1- Sâd Sûresi: 9., 2- Sâd Sûresi: 35., 3- Âl-i İmrân Sûresi: 8., 4- Sözler, s. 118., 5- Sözler, s. 298., 6- Lem’alar, s. 353., 7- Mektûbât, s. 234., 8- Mesnevî-i Nûriye, s. 113.
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sancılı günler |
|
Gerek iç, gerekse dış siyasette Türkiye yüksek sancılı yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Temenni edelim ki, hayırlı ve sağlıklı doğumlar vücuda gelsin.
Ermenistan'la arasındaki asırlık buzları eritme çabası içine giren Türkiye, bu kez kardeş ve komşu Azerbaycan'la problemli hale geldi.
Türkiye'nin komşu Ermenistan'la yakınlaşmasını büyük bir üzüntü ve alınganlıkla karşılayan Azerbaycan, ne yazık ki ona tarih boyunca en büyük kötülüğü yapmış olan Rusya ile tehlikeli bir yakınlaşma eğilimi içine girmiş bulunuyor.
Netice itibariyle, Ermenistan politikası—hem içte, hem dışta—zaten sancılı olan Türkiye, Azerbaycan'la olan diplomatik münasebetlerinde de maalesef yeniden sancılı bir döneme doğru sürüklenmiş görünüyor.
Bu sancıları atlatmak ve hatta bunları hayırlı neticelere inkılâp ettirmek de mümkün. Yeter ki, ciddî, tutarlı, rasyonel ve yüksek tecrübeye dayalı bir diplomasi san'atı icra edilebilsin.
Kıbrıs'ta yeni siyasî denklem
Türkiye'nin çözmesi gereken uluslararası çaptaki meselelerden biri de hiç şüphesiz ki Kıbrıs meselesidir. Bunun için yıllardır çaba sarf ediliyor.
Ancak, büyük çabalar sarf edilmesine rağmen, bir türlü mesafe alınamıyor, mesele hal yoluna konulamıyor.
Yunanistan ve İngiltere dışında, BM, ABD ve AB'nin de müdahil olup farklı ölçeklerde alâkadar olduğu Kıbrıs meselesinin bundan sonra nasıl bir seyir takip edeceği hususu, şimdi daha da muammalı ve içinden çıkılmaz bir şekil aldı.
Zira, Kıbrıs'ın Türk kesimindeki siyaset denklemi değişti. Son seçimlerin ortaya koymuş olduğu yeni tablo, çözümden ziyade çözümsüzlüğe teşne.
Buna göre, çözüm için yeni bir konsept ile yeni bir yol haritasının tesbit edilmesi gerekecek gibi görünüyor. Aksi halde, bize ait mevcut politikalar sürüncemede kalmaya devam ederken, karşı tarafın dünya diplomasisindeki istikrarlı atakları sayesinde, durum büsbütün aleyhimize dönebilir.
Kıbrıs meselesinin halli için, en başta Türkiye ile KKTC arasındaki gel–gitli sancıların dinmesi, bir son bulması gerekiyor. Ardından, basit rüzgârlarla sarsılmayacak bir mutabakatla, çözüm şartlarının formülize edilmesine ihtiyaç var.
Böylesine sağlam bir müştereklik içinde kalınmak şartıyla ancak diplomaside yeni adımlar atılabilir. Bir otuz beş seneyi daha heba etmemek için, buna şiddetle ihtiyaç var.
Karmaşık bir problem
Türkiye'nin iç siyasetinde tezahür eden ve dış siyasete de sıçratılmak istenen bir başka problemin sancısı da, bugünlerde DTP cephesinde görünüyor.
Londra'da konuşan bu partinin lideri Ahmet Türk, demokratik sürecin sağlıklı işlemesinden adeta ümidini kesmiş gibi yüksek bir öfke ile konuştu.
Baskıların artması, demokratik taleplerin karşılanmaması halinde, Meclis'i terk etmeye, hatta hapse girmeye hazır olduklarını söyleyen Türk, bir bakıma Türkiye'yi Avrupa Birliği üyesi ülkelere şikâyet etmiş oldu.
AB ile zaten ciddî sorunları olan Türkiye'nin, ayrıca DTP yüzünden AB nezdinde yeni bir sancıyla kıvranmamasını diliyoruz dilemesine, ancak iyi netice için tek başına iyiniyetin kâfi gelmediğini de biliyor ve görüyoruz.
Buna göre, hem iç hem de dış politikada müsbet ve hayırlı neticeler elde etmek için, ciddiyet ve samimiyetin yanında, ayrıca bilgi, birikim ve tecrübe ile yoğrulmuş bir siyasî maharete şiddetle ihtiyaç var demektir.
Mevcut hükümet, kendi içindeki sancıları dindirebilir ve bir kazaya uğramadan kabine değişikliğini gerçekleştirebilirse şayet, yukarıda sıraladığımız problemlerin hal çaresine de yönelebilir diye ümit ediyoruz.
Tarihin yorumu 22 Nisan 1940
Raman Dağında petrol bulundu
Türkiye'nin en büyük petrol rezervine sahip olan Batman'ın Raman Dağı bölgesinde petrol bulundu.
Maden Tetkik ve Arama Müdürlüğü tarafından 1042 metre derinlikte bulunan petrolün hem bol miktarda, hem de yüksek kalitede olması, ülke genelinde büyük bir sevinç ve heyecan dalgası uyandırdı.
Hızlandırılarak devam edilen aramalarda, dünden bugüne kadar yüzlerce noktada petrol bulundu.
Bölgede üretilen ham petrol, Batman ve İskenderun'daki rafinerilere sevk edilerek işleniyor.
* * *
Batman il merkezinin doğusunda yer alan Raman Dağı, 1288 metrelik bir rakıma sahip.
Ancak, yakınında ve bitişiğinde daha yüksek rakımlı dağların olmaması sebebiyle, Raman Dağının zirve noktasında bile bir yayla esintisi bulunmuyor.
Bölgede, tipik bir karasal iklim hakim. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve yağışlı.
Raman Dağı ve çevresinde, başlangıçta daha ziyade Raman aşireti mensupları yaşıyordu. 22 Nisan 1940'ta petrolün bulunmasından sonra ise, demografik yapı peyderpey değişmeye başladı.
Bu tarihten sonra hızla değişen ve gelişen Batman'da, bölgeden olduğu kadar Türkiye'nin hemen her yöresinden gelip yerleşen vatandaşlara da rastlamak mümkün.
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hıristiyan âlemi tevhide yaklaşıyor |
|
İslâmiyetin devlet anlayışlarından birisi sosyal olmasıdır. Bugün Avrupa, Müslümanlar da dahil herkese sosyal yüzünü gösteriyor. İşsizlere geçinecek kadar maaş veriyor. Her türlü haklardan yararlandırıyor. İslâm devletinin özelliklerinden birisi adalettir. Bugün, Türkiye bile, adalet konusunda AB, yani AİHM’e müracaat ediyor.
Hıristiyan âlemi teslisten uzaklaştı… Gittikçe dinî değerlere, manevî hayata, aile değerlerine yöneliyor. Alman asıllı Papa 16. Benedict, selefi 2. Jean Paul gibi, komünizmle mücadele ettiği gibi, kendisi de bundan sonra seküler sistemlerle dini sosyal hayatın bir parçası haline getirmek için mücadele ediyor.
“İnsanoğlu nereden geliyor ve nereye gidiyor?” “İyi ve kötü nedir?” “Yeryüzündeki hayatımızdan sonra bizi neler bekliyor?” Hıristiyanlık dünyasının ruhanî liderine göre, “derin tefekkürü” gerektiren bu sorulara cevap verebildiğimiz ölçüde gelecekteki barış ve emniyeti sağlam bir temele oturtmuş olacağız. Sekülarist dünyaya yine yüklenen Papa, “Öyle bir asırda yaşıyoruz ki, bu sorular maalesef marjinal kabul ediliyor. Fakat bunlar insan kalbinden silinemez sorulardır. Tarih boyunca insanlar, kadın-erkek, dünya hayatının geçiciliğinden duydukları huzursuzluğu dile getirmeye çalışmışlardır. Zebur âyetleri bunun misâlleriyle doludur.” Ona göre bu soruları insanların şuurlarına sunmak dinî liderlerin vazifesi, daha doğrusu salâhiyetlerinin gereğidir: “Böylece şu karışık dünyada tefekkür ve ibadete yer açılmış olur.”
Papa sözlerini İslâm’da olduğu gibi şu cümleyle bitirir: “Selâm hepinizin üzerine olsun.”
Avrupalı düşünür Edgar Morin, Batının, medeniyetin özellikle maddî ve teknik yönünü geliştirdiğini, ama manevîyat gibi konularda tamamen bir azgelişmişlik hâli sergilediğini belirterek, “Bu hususlarda başka medeniyetlerden destek alınabilir” dedi. Morin “Bugün olumlu etkilerinden çok olumsuz etkileri görülen Batı medeniyetinin bir reformdan geçmesi gerekiyor” diye konuştu.
MÜSLÜMAN GİBİ İBADET
ETMEK İSTEYEN KATOLİKLER
Hollanda’nın önemli Katolik teoloğu Pim Valkenberg son kitabında özellikle Papa 2. Jan Paul’ün Müslümanların ibadet yapmalarına hayran olduğunu söylediğini, Hıristiyanların şimdilerde unuttukları eski orijinal ibadetleri eksiksiz yerine getirdikleri, Hıristiyanların mümkün olduğunca onlarla beraber ibadetlere, özellikle oruç ibadetine iştirak etmeleri, akşamları müşterek iftarlar düzenlemelerini tavsiye etmesini zikrederek, bundan hareketle Müslüman gibi inanıp ibadet etmek isteyen çok sayıda Katolik bulunduğundan söz eder. Sanki Valkenberg, Bediüzzaman’ın âhirzamanda geleceğini söylediği “Müslüman İsevîler”den söz eder gibidir. Bana göre Prof. Steenbrink de tam bir ‘Müslüman İsevî’dir. En son kitabı “Kur’ân’da İsa âyetleri” idi. Şimdilerde ise Meryem Sûresi’nin çok geniş bir Hollandaca tefsirini yazmakla meşgul.1
İHLÂS RİSÂLESİ’Nİ
HERKES OKUMALI
Prof. Thomas Michel, “Ben İhlâs Risâlesi’nin sadece Nur Talebelerine ve Müslümanlara yönelik olduğunu düşünmüyorum. Bütün insanların kendi niyetlerini temiz tutmak için okumaları gerekir. Özellikle de Hıristiyanların. Ben okuyorum ve niyetimi temiz tutmak için istifade ediyorum. Hatta bu sabah Allah’a duâ ettim ve dedim ki: ‘Allah’ım bu tebliği sunarken benim ihlâsımı koru. Tâ ki; senin rızandan başka maksatlar niyetime girmesin. Başkalarına iyi görünmek ve benim tebliğimin en iyi olduğunu göstermek için değil, sırf Senin rızanı kazanmak için iyi bir tebliğ sunmaya muvaffak olmak istiyorum, beni koru Allah’ım.’”2
Müslümanların ve bazı Nur Talebelerinin kulakları çınlasın!
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Bünyamin Duran/Yeni Asya/11.03.2008.
2- Bediüzzaman Sempozyumu/İstanbul/27.10. 2008.
22.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Kara düğüm’ü kim çözecek? |
|
Çözülmesi zor ‘büyü’ler ‘kara büyü; büyücüler de ‘kara büyücü’ olarak isimlendirilir. Türkiye’nin yıllardan beri çözemediği ‘büyü’lerden biri de ‘başörtüsü yasağı büyüsü’dür.
Bu isimlendirmeyi de biz değil, sosyoloji dalındaki çalışmalarıyla haklı bir üne kavuşan Prof. Dr. Nilüfer Göle yapıyor. ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyareti esnasında görüştüğü gençler arasında hiç başörtülü öğrenci olmamasıyla ilgili bir soruyu cevaplandıran Göle şöyle demiş: “Bence (Obama’ya soru soran gençler arasında) onlar da (başörtülüler) olmalıydı. (...) Obama’nın karşısına sadece başörtüsüz öğrenci çıkarmak da bir vitrin. ‘Biz size hâlâ kendi yüzümüzü gösteremiyoruz’ güvensizliği... (...) Sanki orada hâlâ çözülemeyen bir düğüm var.” (Mine Şenocaklı’nın röportajı, Vatan, 20 Nisan 2009)
Kanunlara dayanmayan, keyfî olarak devam ettirilen başörtüsü yasağının; bilerek ya da bilmeyerek ‘kör düğüm’e çevrildiği ortada. Ancak bu yasağın ilelebed devam etmesi de mümkün değil. Atılan her adımda bu yanlış önümüze çıkıyor ve Türkiye’nin ufkunu karartıyor, kapatıyor. Önümüzdeki dönemde bu yasak, AB nezdinde de gündeme gelecektir, gelmelidir. Çünkü AB, bu konuya da ‘inanç’tan önce, ‘kişisel tercih hakkı’ olarak yaklaşıyor ve uygulanan yasağı kabul etmiyor. AİHM’in ‘aleyhte’ verdiği kararla da bu yasağı devam ettiremez. O kararlar da ‘eksik bilgi’ye dayanan kararlardır. Bugün hiçbir AB üyesi ülkede ve AB üyesi olmayan hür ve demokrat ülkelerde başörtüsü yasağı yoktur. Öğrenciler başörtüleriyle rahatça üniversite ve liselerde okuyabiliyorlar. Sadece Fransa’da, ‘devlet ilköğretim ve liselerde’ yasak var, özel ilköğretim ve liselerde de yine başörtüsü yasağı uygulanmıyor. Kendi ülkelerinde uygulamadıkları, uygulanmasına karşı çıktıkları bir yasağın Türkiye’de uygulanmasına nasıl destek verebilirler? Vermezler ve veremezler. Aksi halde inandırıcılıklarını kaybederler.
Bir nokta daha var: Bugün itibarıyla Almanya’da bile bazı eyaletlerde öğretmenler başörtülü olarak görev yapabiliyorlar. Avrupa’nın başka bazı ülkelerinde de bazen polis, bazen de başka bir meslekte başörtülü olarak görev yapan hanımlar var. Dolayısıyla yasakçıların başörtüsü yasağını ‘kör düğüm’ olarak devam ettirebilme imkânları her geçen gün azalacak, azalmaya mahkûmdur.
Obama’ya soru soran öğrencilerin de ‘hükümet’ tarafından seçilmiş olduğunu bu arada hatırlayalım... Her halde muhtemel ‘tepki’lerden çekindiler ve başörtülü öğrencileri bu konuda da dışladılar. Oysa başörtüsü Türkiye’nin gerçeği. Geçmiş yıllarda yüzlerce, belki de binlerce başörtülü öğrenci üniversitelerimizde okudu, eğitimini tamamladı. Bu sebeple de hiçbir kavga ve kargaşa çıkmadı. Yasağın dayandırılmak istendiği bu iddia da temelden sakat ve yanlış bir iddiadır. Başı açık ve başı kapalı öğrencilerin el ele, kol kola yürüdüklerini her halde en başta yasakçılar da biliyor ve görüyor.
Prof. Dr. Nilüfer Göle, yasağın siyasî sahadaki savunucusu olan CHP’ye doğru teşhis koymuş: “Dünya değişti, CHP değişmedi.” CHP’nin değişmediği doğru. Değiştiyse bile bu değişim hür ve demokrat yönde değil; ‘tek parti devri’ne yönelmek şeklinde olmuştur. ‘Tek parti’ anlayışı nasıl ki 14 Mayıs 1950’de milletten okkalı bir şamar yedi, muhtemelen önümüzdeki yıllarda da yine yeni şamarlar yiyecek.
‘Kara düğüm’ haline gelen kanunsuz başörtüsü yasağı bir an önce çözülmeli vesselâm...
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Sosyal travmaya tedbir… |
|
Seçimlerin üzerinden üç hafta geçmiş olmasına rağmen Ankara hâlâ Türkiye’nin gerçek gündemine dönmedi, dönemedi. Birçok iç ve dış gündem iç içe, âdeta birbirine dolanmış durumda, çözüm bekliyor.
Meclis Uyuşturucu ve Kaçakçılığı Araştırma Komisyonunun raporlarına göre, son altı yılda uyuşturucu kaçakçılığı ile yapılan 70 bin operasyonda tonlarca uyuşturucu madde yakalanmış. Seksen bine yakın şüphelinin yakalandığı operasyonlarda, Jandarma ve Emniyetçe 100 bin tondan ziyade esrar, bir o kadar da morfin, kimyasal madde, kokain ve milyonlarca ecstasy ve captagon gibi hap ele geçirilmiş.
Ayrıca kötü madde bağımlılığı, talih oyunlarına rağbet oldukça yaygınlaşmış. Okullarda uyuşturucu ve içki kullanımı ilkokul seviyesine düşmüş. Narkotikçiler, uyuşturucu artışı ile paralel olarak toplumda anarşi, terör ve suç oranlarının arttığını rakamlarla ortaya koyuyor.
Ahlâkî ve moral değerlerdeki aşınma derinleşen ekonomik krizle insanları sinir sistemindeki ve ruh halindeki bozulmaların sayısını son dört yılda iki katına çıkarmış. Daha dört yıl önce 2003’te 14 milyon satılan sinir ilâcı kutusu sayısı 26 milyonun üzerine çıkmış. 2007’de 2 milyon 616 bin kutu tüketilirken 2008’de 4 milyon 11 bin 901 kutuya ulaşmış…
SOSYAL PATLAMA SİNYALLERİ…
Yine Psikiyatri Derneği ve Türkiye İlâç Endüstrisi İşverenler Sendikasının raporlarına göre, her geçen gün kullanımının arttığı sinir sistemi ilâçlarının Türkiye ilâç pazarında antibiyotik, kalp-damar sistemi ve romatizmal ilâç grubundan sonra geldiği açıklamaları, vahametin boyutlarını ele veriyor.
Görünen o ki Türkiye gittikçe dünya ilâç pazarında bunalım içindeki Batıya yaklaşıyor. Tıpkı intihar ve cinayetlerin sıradanlaştığı bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi insanlar ilâçlara bağımlı hale geliyor. İlâç şirketlerinin yüzde 20’ye yaklaşan kârlılık oranıyla bütün sektörler arasında petrol şirketlerini yakaladığı tesbitleri bunun göstergesi.
Psikolojik tahribatı antideprasanlarla tedavi etmeye uğraşan psikologlar, açık açık “İmdat!” işaretleri vermekte. Uyuşturucu ve psikotrop maddeler ile bunların üretiminde kullanılan ara kimyasal maddeler kaçakçılığı ve kullanımının tahribatı resmî belgelerde ortaya konulmakta.
Dahası, elde edilen haksız kirli kazancın büyüklüğü ve terör örgütlerinin finanse edilmesinin yanı sıra gelişen teknoloji ile ülkeler arasındaki sınırların sanal hale gelmesi ve küreselleşmeyle bu suçların gittikçe daha da vâhim bir hale geldiği belirtilmekte.
Kısacası ekonomik kriz, manevî eğitim eksikliğiyle toplumda sosyal travmalara dönüşüyor. Seçim öncesi göz yumulan gecekondusunun yıkılmak istenmesi üzerine çocuğunun boğazına bıçak dayayıp kesme şantajında bulunan baba görüntüleriyle uç veren bunalım, hırsızlık ve soygun vak'alarındaki artış, toplumda ciddî sosyal patlamaların sinyalini veriyor.
Psikologlar, gençlerin mutluluğu yakalayabilmek için farklı arayışlar içine girdiğine ve bu yüzden yanlış arayışlar sonucu uyuşturucu, kötü madde bağımlılığı ve bazı marjinal grupların içine çekildiğine dikkat çekiyorlar.
ZEHİRLENMEYE ÂCİL ÇÂRE…
Özetle Türkiye’de inanç ve maneviyat noksanlığıyla eğitimsizlik ve terbiye ihmali, nesilleri dejenere ediyor. Tahribin dehşeti, sosyal hayatta bâriz bir biçimde baş gösteriyor.
Gençliğin sürüklendiği manevî bunalım ve boşluk, “kapkaç terörü”nden “tribün terörü” ve “vahşet dolu cinayetler”e, kumardan uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığıyla kendini gösteriyor. Ahlâkî aşınma ilköğretim okullarına kadar sıçramış ve kuşatmış…
“Millî piyango” ve “spor toto” gibi devlet kurumları, resmî talih oyunları da ne yazık ki buna öncülük etmekte; gençleri ve çocukları tuzaklara çekmekte…
Neticede manevî ve ahlâkî terbiye eksikliği gençlikte ve toplumda büyük boşluk ve derin dejenerasyonlara sebebiyet verdirmekte. Özellikle kalabalık şehirlerde çocuklar ve gençler, ifsad şebekeleri elinde, mafya ve çeteler kıskacına alınıp “suç unsuru” ve “âleti” olarak istismar ve istimale itilmekte...
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kendi ahâlisine geniş bir hâne” ve “bir millî âilenin hânesi” olan ülkede “büyük bir âile efrâdı (fertleri) olan millet” zehirlenmekte; “hayat-ı içtimaiyeyi (sosyal hayatı) idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmakta.” (Kastamonu Lâhikası, 110-112; Şuâlar, 201-205)
Bütün bunlara rağmen siyasî iktidar hâlâ ciddî tedbirler almakta gevşek davranmakta; özellikle din eğitimi ve öğretiminin yaygınlaşması, ahlâk ve mânevî terbiye tedbirinde demokratik irâde gösterememekte.
Seçim bitti, Obama ülkesine gitti; Ankara Türkiye’nin gerçek gündemine dönmeli; siyasî iktidar artık Türkiye’nin gündemiyle ilgilenmeli…
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Türkiye, Risale-i Nur’la anahtar ülke oldu |
|
Obama’nın Türkiye ziyareti bütün dünyaya Türkiye’nin Batı için eşsiz ve benzersiz önemini göstermiş oldu. Türkiye, Batının gözünde İslâm’ı reformize etmenin yollarını bulmak için bir nevi anahtar ülke konumundadır. Buna rağmen, Batının anlamadığı şey, 1400 yıllık İslâmı kolonize etme çabalarına rağmen, Kur’ân-ı Kerim’in sonsuz ışığı Müslümanları Allah’ın bayrağı altında toplamaya devam etmektedir.
Türkiye, hem Osmanlı’dan miras kalan tarihi, hem de Bediüzzaman Said Nursî’nin öğretileri sebebiyle İslâmiyet için bir anahtar ülke konumundadır.
İslâmiyet hiç bir zaman Kur’ân’ın öngörmediği değişiklik ve değişimleri kabul etmeyecektir, çünkü bu değişimler Allah’ın rızasıyla olan şeyler değildir. Bilâkis bazı reform istekleri, insanların Allah’ın ve Peygamber’in sözlerini baştan yazmak için sarfettikleri ucuz gayretlerden ibarettir ve Allah’ın gerçek sözüne sadık olan Müslümanlar üzerinde siyasî bir avantaj kazanmak için yapılmak istenmektedir.
İslâmiyet eskiden beri reform kabul eden bir yapıya sahip değildir, çünkü Müslümanlar ellerinde Allah’tan gelen ve Allah’ın sözü olan Kur’ân-ı Kerim’i tutmaktadır. Bu işte Müslümanın inancını simgeler. O halde nasıl bir imanlı Müslüman öne çıkıp cahilce Kur’ân-ı Kerim’in reformize edilebileceğini söyleyebilir?
Batının emperyalist güçleri İslâm hakkındaki yanlış bilgileri meşrulaştırmak için Türkiye’yi araç olarak görmektedir. Sağ kanat neoconları İslâm’ı bir şiddet dini olarak portrelemektedir. Sol kanat liberalleri ise İslâmiyetin özellikle kadın hakları konusunda oldukça yetersiz ve negatif unsurlar barındırdığını iddia etmektedir.
Ancak Batılı ideolojilerin İslâmiyet karşısında nasıl bir pozisyon aldıkları hiç mi hiç önemli değildir. Müslüman için önemli olan şey ise, Kur’ân-ı Kerim’in Allah kelâmı olduğu konusunda toplu bir iman ve itikada sahip olmalarıdır. İnsanlar kendi kafalarından hiçbir zaman Allah’ın Peygamber Efendimiz aracılığıyla insanlığa göndermiş olduğu kelâmları reformize etmek, değiştirmek yahut yeniden yazmak selâhiyetine sahip olmamış ve olamayacaktır. Biz Müslümanlar Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği bütün herşeyi tastamam kabul eder, tasdik ederiz.
Bununla beraber, Müslümanlar için Allah’ın kelâmının tefsir edilebileceği zamanlar gelmiştir. Peygamber Efendimiz de bizlere binlerce hadis buyurmuştur. Meselâ, her gün namazlarımızda tekrar ettiğimiz Kur’ân-ı Kerim’in giriş âyeti olan Fatiha Sûresi’ni ele alalım. Fatiha Sûresi’nin son âyetlerinde şöyle buyurulur: “Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!”
Peygamber Efendimiz de bize bu âyetlerde bildirilen “gazaba uğramışlar” zümresinin Yahudiler, “sapmışlar” zümresinin ise Hıristiyanlar olduğunu hadis-i şeriflerinde bildirmiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de Risâle-i Nur Külliyatı’nda bunu teyid eder.
Ancak ne yazık ki, Kur’ân-ı Kerim’in bazı İngilizce meallerinde sözkonusu âyetlerin bu mânâları Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde bildirdiği gibi ve Bediüzzaman Said Nursî’nin de eserlerinde teyid ettiği şekliyle yer almamaktadır. Neden?
Batı için, Türkiye Batı dünyası ile İslâm arasındaki köprü konumundadır. Gerçekten de, İslâm için, Türk âlimleri Kur’ân-ı Kerim’in İngilizce çevirilerinde gerçekten âyetlerin sahih şekilde tercüme edilip edilmediğini tetkik etmeye hizmet edebilirler. Buna ek olarak, Peygamberimizin hadis-i şeriflerinin ve Bediüzzaman Said Nursî’nin de Risâle-i Nur eserlerinin İngilizce çevirilerinde bilinçli bilinçsiz bazı hatalar olması konusunda hassas ve müteyakkız olunması gerekir.
Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinin ve Kur’ân tefsiri olan Bediüzzaman’ın eserlerinin tıpkı Arapça ve Türkçe asıllarındaki gibi İngilizce meallerine çevirilerinde bir eksik ve hata olmamasını sağlamak ve sıhhatinden emin olmak imanlı Müslümanlar için önemli bir görev ve sorumluluktur.
Tercüme:UMUT YAVUZ
Turkey: Islam’s Risale-i Nur
Obama’s visit to Turkey signals to the world Turkey’s unique and unparalleled importance to the West. Turkey has become key to western efforts dedicated to finding ways to reform Islam. However, what the west fails to understand is this; that after over 1400 years of western efforts to colonize Islam, it is the Qur’an which continues to move Muslims under the banner of Allah.
Turkey is key to Islam because of the teachings of Bediuzzaman Said Nursi and the history of the Ottomans. Islam will not collectively become a religion that accepts changes to the Qur’an, because these changes are not willed by Allah. These changes are of man and his cheap attempt to rewrite the words of Allah and our Prophet (peace be unto him) simply to achieve political advantage over Muslims that remain loyal to the true words of Allah.
Islam is inherently unreformable because Muslims hold the Qur’an, to be the word of, by, and from Allah. This is the belief of the Muslim. So how is it that a believer can come forward and arrogantly say the Qur’an needs to be reformed?
The western colonial leaders view Turkey as the source to legitimize misinformation about Islam. Right-wing neocons portray Islam as a violent religion. Left-wing liberals complain of Islam as being too disturbing in the manner it treats women.
No matter what position western ideologues take against Islam, for the Muslim, what is most important is that we collectively agree that the Qur’an is the one true source of the one true God. Man in his wisdom will never have any authority to reform, change or rewrite the words of Allah as given to Humanity by Allah to our Prophet Mohammed (peace be unto him).
We Muslims hold all that is written in the Qur’an as absolute.
For Muslims there are times when we must have further interpretation of Allah’s words. Our Prophet provides us many hadiths. For example, the opening surah, is known as Fatiha, and is recited in daily prayer. The four final lines of Fatiha read: “Guide us to the straight path, The path of those whom You have favored, Not of those who have incurred Your wrath, Nor of those who have gone astray.”
The Prophet (peace be onto him) explains in his hadith that in this ayat The Way of those on whom You have bestowed Your Grace, not (the way) of those who have earned Your Anger (were the Jews), nor of those who went astray (were the Christians).
Bediuzzaman Said Nursi in Risale-I Nur Collections reaffirms this.
However, some English translations explaining who angered Allah and who went astray have failed to provide accurately the explanations of this ayat by the Prophet (peace be onto him) and Bediuzzaman Said Nursi. Why?
For the West, Turkey is a beacon for bridging the western world and Islam. Indeed, for Islam, Turkish Muslim scholars can play a role in making sure that English versions of what is being translated from the Qur’an is not being mistranslated. In addition, the Prophet’s (peace be unto him) hadiths and Bediuzzaman Said Nursi’s Rasale-i Nur are also works that must be protected from being mistranslated into English because of politics.
It is the responsibility of the believers to ensure that the Prophet’s (peace be unto him) hadiths and Bediuzzaman Said Nursi’s Rasale-i Nur Collection compliment the Qur’an accurately in English as they do in Turkish and Arabic.
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
İmparator Putin’i durduran tek güç! |
|
80’lerin sonunda dağılan Sovyetler Birliği’nin mirası, Putin’le birlikte yeniden toparlanmaya başlamıştı. Putin, devlet başkanlığı döneminde Rusya’yı uluslar arası sermayenin elinden kurtardığı gibi, enerji kaynaklarını da iyi kullanarak güçlü bir politikacı portresi çizdi. Putin yönetimi Rusya’daki enerji şirketleri içindeki payını arttırmaya ve bölgesel enerji hatları üzerindeki kontrolünü arttırmaya başladı.
Bir yandan da uluslar arası destek arayışına girdi. BM Güvenlik Konseyinde Amerika ve İngiltere’nin getirdiği kararları veto ederek Batı karşıtı ülkelerin desteğini kazandı. İran’a karşı uygulanan tedbirleri Buşehr nükleer enerji tesisine uranyum sağlayarak deldi. Kuzey Kore ve Sudan’ı BM yaptırımlarına karşı korumaya başladı. Amerika’nın her hareketine karşılık verdi: ABD’nin Kosova’nın bağımsızlığını tanımasına karşı Gürcistan’dan ayrılmak isteyen Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımakla tehdit etti.
ABD, Rusya’yı Azerbaycan petrolünden dışlamak için planlar yaparken, o şimdi Azerbaycan’la enerji anlaşması yaptı. Amerika’nın Kırgızistan’daki üssünün kapatılmasını sağladı.
Bu arada içeride de yeni bir polis devleti kurma çabasına girişti. Bir zamanların KGB’sinden daha güçlü bir güvenlik ve istihbarat örgütü kurdu: FSB. Yönetimin her kademesini eski FSB/KGB ajanlarıyla doldurdu. Halen ülkenin yönetim kadrolarında görevli yetkililerin yüzde 78’si eski FSB ya da KGB’li. Rus istihbarat örgütlerinin yetkisi tarihteki en yüksek düzeyine ulaştı. Üstelik Rusya’daki bütün büyük şirketlerin yönetim kurullarına, şirketin Kremlin’in çıkarlarına uygun çalıştığını kontrol altında tutacak güvenlik servis görevlileri atamaları zorunluluğu getirildi. Şirketler artık önemli kararlarını Kremlin’e danışmadan alamıyor. Bu aynı zamanda şirketlerin devletle olan ilişkilerini kolaylaştırıyor, bürokrasiyi de azaltmak gibi bir yarar sağlıyor. Böylelikle aslında daha önce Mafya’nın yaptığı koruma işini üstlenmiş oluyorlar.
Aynı polis devleti yapısı içinde, sesini yükselten muhalifler suikastlarla susturulmaya başlandı. Suikastların failleri bulunmadı, şüpheliler yargılanmadı.
Putin asıl gücünü, Amerika ve Avrupa Birliğine güvenerek sesini yükselten Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili’ye karşı gösterdi. Güney Osetya’ya giren Gürcü birliklerini birkaç günde püskürtüp, isterse Gürcistan’ın tamamını ele geçirebileceğini gösterdi. ABD ve AB seyretmekle ve uzaktan protesto etmekle yetindiler. Şimdi de Saakaşvili’ye yönelik kalabalık protesto gösterileri düzenlenmesini sağlıyor Putin. Bu şekilde kendisi bulaşmadan, onu iktidardan indirmeyi hedefliyor. Adeta eski günlerine döndü Rusya. Ukrayna, Polonya gibi eski uydularını da tehdit eder hâle geldi.
Putin’i yavaşlatan tek unsur küresel kriz oldu. Asıl gelir kaynakları arasında yer alan petrolün fiyatının yükselişiyle hızla zenginleşen Rusya, petrol fiyatlarındaki çöküşle birlikte büyük bir krize girdi. Uluslar arası para örgütlerine para verirken, şimdi borçlanmak zorunda kalacak hâle geldi.
Putin şimdi kara kara düşünüyor. “Bu kriz uzun süre daha devam edecek, boyutları çok büyük” diyor. 325 milyar rublelik (11,7 milyar dolar) kurtarma paketi henüz etkisini göstermedi. Bu yıl ihracatın yüzde 45 oranında düşmesi bekleniyor.
Kriz şimdilik Putin’i yavaşlatmış gibi görünüyor. Biraz güç bulduğunda yeniden eski imparatorluk hayallerini gerçekleştirmeye koşup koşmayacağını zaman gösterecek.
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nurcular ve iktidar |
|
ODTÜ Felsefe Bölümünden Prof. Dr. Yasin Ceylan, Radikal İki’deki “İslâm, Nurculuk ve Fethullah Gülen hareketi” başlıklı yazısında (19.4.09) ilginç tesbitler yapmış.
Yazı genel olarak, Said Nursî’nin kişiliği, düşünceleri ve mücadelesi hakkında pozitif bir bakış açısını yansıtırken, bazı konularla ilgili eleştiriler ise insaf elden bırakılmaksızın yapılıyor.
(Ayrı bir fasıl oluşturan bu eleştirilerin bir kısmı dün Ahmet Dursun tarafından cevaplandı.)
Biz yazarın önemli tesbitlerine bakacağız.
Bunlardan biri, siyasete dair: “(Nurcular) Günümüze kadar kendilerine ait bir siyasî partinin olmamasına rağmen, siyasî tercihlerini kendilerine yakın partiler yönünde kullanmışlardır. Bu durum, Nur cemaatini siyasetin kirliliklerinden uzak tutmuştu. İslâm âlemindeki diğer siyasî İslâm hareketlerinde olduğu gibi, dine ve dindara mal olan zararların failleri de olmamışlardı.”
Bir diğeri M. Kemal ve Kemalizm bahsi: “Tarihî bir realite olarak, Said Nursî ile M. Kemal arasındaki ihtilâf bilinir. Said Nursî’nin Kemalist reformları benimsemediği, onlara karşı mücadele verdiği de bilinir. Bu yüzdendir ki, merhumun hayatının uzun yılları hapishanelerde geçti. Birçok Nurcu hapsedildi, Nur eserleri yasaklandı.”
Yazar ardından şöyle diyor:
“Nurcuları yakından tanıyan ve bütün Nur külliyatını okumuş biri olarak, Nur hareketinin Kemalizmle barışmasını, zıtların buluşması olarak görürüm. (...) Nitekim bu hareketin kurucusu, en çetin şartlarda ‘takiyye’ yapmamış, sözünü açık seçik söylemiş, mesajını evirip çevirmeden tebliğ etmişti. Muhaliflerinin görüşlerine meyletmemiş, verdikleri cezaya aldırmamış, ama onlardan büyük saygı ve takdir görmüştü.”
Şu ifadeler de Prof. Yasin Ceylan’a ait:
“(Said Nursî) Yeni kurulmuş, adaletin pek tecellî etmediği Cumhuriyetin mahkemelerinde dimdik durmuş, görüşünü, inancını ve muhalefetini, eğip bükmeden, kendisine has bir vakar içinde dile getirmişti. Bu pervasız ve nitelikli duruş, kendisini yargılayanları bile hayrete düşürmüş, onu mahkûm ederken, onun erdemli şahsiyeti, derin bilgisi, zihinsel yetenekleri karşısında küçülmüşler, ona saygı duymuşlardı.
“Hangi düşünceye mensup olursa olsun, bir insanın, Said Nursî’nin hayat serüvenini okuyup ondan etkilenmemesi, onun şahsına hayran kalmaması mümkün değildir. Garip olan şudur ki, yenilik ve doğruluk adına, adalet ve çağdaşlık uğruna onu yargılayan zihniyet, ona denk düşebilecek bir şahsiyet henüz yetiştirebilmiş değildir.”
Bunları ifade eden yazar, hangi noktalarda ne gibi sapmalar olduğuna da değiniyor ki, bunları aktarmaya gerek görmüyoruz. Sadece, bir konuda yönelttiği soruları cevaplamaya çalışacağız:
“Laik rejimin baskıları altında mazereti olan bir İslâmî yaşamla iktifa eden bu cemaat, yarın iktidarın bir kısmını ele geçirirse, daha mükemmel olabilecek İslâmî bir yaşantıya nasıl geçecek?”
Aslında bu soru, Nurcuların siyasetle ilişkisine dair yazarın yaptığı tesbitle çelişen bir mantığı yansıtıyor. Çünkü Nurcuların kısmen dahi olsa “iktidarı ele geçirme” diye bir meselesi hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. Buna bağlı olarak, tahkikî iman temeline bina ettikleri İslâmî hayatlarını siyaset ve iktidara endekslemeleri gibi bir durum da kesinlikle söz konusu değil.
Ki, Risale-i Nur hareketinin en orijinal özelliklerinden biri bu noktada ortaya çıkıyor. “İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden (korkan) adamın dinde hissesi zayıf düşmüş. Cehalettir, onu korkutur; taklittir, telâşa düşürttürür” (Münâzarât, s. 30) diyen Said Nursî, kâinata kök salmış bir bir hakikat olan dinin arzî ve siyasî dalgalardan etkilenmeyecek muazzam bir güce sahip olduğunu ifade ederken bunu da söylüyor.
Uhrevî eksenli Âl-i Beyt misyonunun takipçisi olarak, dünyevî iktidar çekişmelerinden uzak durmak da Nur hizmetinin bir başka prensibi.
Yazarın diğer sorularına yarın bakalım.
22.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|