Mehmet Bey: “Îmân için dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik diyoruz. Neden akıl ile tasdik değil? Kalbimizin tasdik ettiğini akıl niye tasdik etmiyor? Risâle-i Nûr’da bir çok yerde Hazret-i Üstad ‘kalbe geldi…’ der. Hak ve hakîkat neden akla değil de, kalbe gelir? Oysa Kur’ân bir çok âyetinde ‘Akıl erdirmez misiniz?’ diye sorar. Kalp ile akıl arasında ne fark vardır?”
Dünden devamla:
Bedîüzzaman’a göre vicdanın dört alt birimi vardır: Bunlar: 1- İrâde, 2- Zihin ve akıl, 3- His, 4- Lâtife-i Rabbâniyedir. Her birisinin de önemli gâyeleri vardır. İrâdenin gâyesi Allah’a isteyerek ibâdet etmektir. Zihnin ve aklın gâyesi Allah’ı bilmek, tanımak ve kavramaktır. His ve duyguların gâyesi Allah’ı içten sevmek ve derinden muhabbet duymaktır. Lâtîfenin, yani kalbin gâyesi de Allah’ı müşâhede etmek, yani Allah’ın isimlerinin varlıklar üzerindeki tecellîlerine şehâdet etmek, yani Allah’ın varlığına, birliğine ve varlıkları yaratışına şahitlik etmektir. Takvâ denilen kâmil ibâdet bu dördünü birden kapsar. Şeriat ise bunları hem besler, hem arındırır ve hem asıl gâyelerine sevk eder.1
Akıl kuvvetinin kendi içinde üç hâli vardır: 1- Tefrit, yani eksiklik hâli, 2- İfrat, yani hîlekâr derecede sivrilik hâli, 3- Vasat, yani istikamet hâli. Aklın ifrat derecesini, kalpten uzaklaştığı hâl olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü akıl bu mertebede kendi kalbi ile çelişir, kalbin kabul etmeyeceği tasarruflara girişir. Kalbinden gelen sesi ve doğru sinyalleri algılamaz, işitmez ve dinlemez. Aldatıcı zekâsı ile kendi başına yanlış bir yol çizer ve şaşırır. Hakkı bâtıl ve bâtılı hak görmeye başlar.2
Demek, akıl kalpten uzaklaşırsa sapıtır, dalâlete düşer, hakkı ve istikameti kaybeder. Üstelik yanlışa düştüğünün farkında olmaz; bâtılı ve yanlışı hak diye benimsemeye başlar. Demek, kalbin nûru olmadan, aklın ışığı aydınlatamaz, karanlığı yırtamaz, kendisi de zulüm ve cehâletten kurtulamaz. Demek, dimağ haritasında kalbe yer verilmediğinde, ilim ve basîret de olmaz. Yani, kalpsiz akıl hakîkat ifâde etmez.3
Kalp de akıldan uzaklaşırsa yanlışa düşer şüphesiz; en azından kontrol ve denetim mekanizmasını kaybeder. Fakat bu durumdaki kalp en azından sâfî niyetini muhafaza ettiğinden, yanlışında muaf sayılabilir ve affa uğrayabilir.
Kalp tek başına hareket etmeyip; akıl, ruh, sır, nefis gibi mânevî merkezleri de kendisiyle birlikte ibâdete ve Allah’a kulluğa sevk etmeyi başarırsa, dâiresini genişletmiş olur. Bu durumdaki kalp, kendisi bir kumandan olur; bütün diğer mânevî merkezlere kumanda eder, talimat gönderir, onları sevk ve idâre eder, onları yönlendirir ve onlarla birlikte mânevî maksadına kahramanlar gibi yürür.4
İşte böyle bir kalbin mânevî gözü açıktır, basireti uyanıktır, ferâseti yüksektir, alıcısı güçlüdür. Çünkü bütün duyguları ile birlikte bir mânevî güç ve kuvvet merkezi haline gelmiştir. Allah’tan ilham alır, gelen ilhamları denetler ve şeytandan gelen vesveseleri kalbine almaz, aklı kontrol eder, kendisi kontrolden çıkmaz, Allah’ın Samed âyinesi olduğunu bu birliktelikle gösterir ve Allah’ın tecellîsine ve feyzine zevkle mazhar olur. İhtar kalbe gelir. Çünkü kumandan kalptir.
İşte Risâle-i Nûr’un alt yapısında, böyle bir mazhariyet vardır. Üstad Hazretlerinin birçok yerde “kalbe geldi…”, “kalbe ihtar edildi…” tarzındaki ifâdeleri bu hakîkati gösterir.
Dipnot:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 114, 115; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29; 3- Sözler, s. 646; 4- Sözler, s. 486.
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|