Hangi çınar?
Haziran başıydı şöyle yazmıştık: Pradera İspanya’nın gazeteciler tarafından kurulmuş özerk ve etkili gazetesi El Pais’in kurucularından, aynı zamanda yazarlarından. Bilgi Üniversitesi’nde İspanya’da “bir gazetenin bir darbeyi nasıl engellediğini” anlattı.
1981’de bir şubat günü İspanya Meclisi Muhafız Kuvvetleri Komutanı Yarbay Tejero komutasında 200 asker parlamentoyu basarak, aralarında Başbakan Adalfo Suarez’in de bulunduğu 350’ye yakın parlamenteri rehin almıştı. İlerleyen saatlerde çeşitli stratejik noktalar askeri birlikler tarafından ele geçirilmiş, hatta Valencia sokaklarında tanklar ‘resmi geçit’e bile başlamıştı.
İspanya, en zor gecelerinden birisini yaşamış, darbeyi Kral’ın cesur ve kararlı tutumu engellemişti…
O gece El Pais Gazetesi de üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.
Ek bir baskıyla “Yaşasın Anayasa” başlığını taşıyan 20 bin gazeteyi parlamento binası çevresinde ücretsiz dağıttı.
Türkiye ve İspanya’yı birlikte düşündüğünüz zaman, darbeye maruz kalmak gibi ortak noktalar kadar, darbeye direnç konusu gibi farklı noktalar da dikkatinizi çeker.
Türkiye’den bir gazeteciyi İspanya’ya çağırsalar, bu konuda ülke deneyimini aktarmasını isteseler, vereceği konferans muhtemelen, “bir gazete darbeyi nasıl engeller” değil, “nasıl tahrik eder” başlığını taşırdı…
Pradera, konuşmasında ordunun siyasi rolünden söz ederken, anayasanın 8. maddesinin bir dönem anayasayı koruma görevini askere verdiğini ve bu durumun askerin siyasileşmesine yol açtığı hatırlattı. Daha sonra bu madde değiştirilmiş, anayasanın gözetimi askerden alınıp Anayasa Mahkemesi’ne verilmiş ve demokrasi yolunda İspanya hız kazanmıştı.
Orada “hukuk ve yüksek yargı militarizme karşı ağırlık oluştururken”, burada adeta “bir vesile oluyor”.
“Devlet hukuku” ile “hukuk devleti” arasında “gözettiği ince fark” bu mahkemenin birçok kararına sinmiştir…
İşte bunlardan birisi:
“Askerde katıksız hapis cezası, hekim gözetimi altında çektirilen bir cezadır. Halkının büyük bir çoğunluğunun başlıca gıdasını ekmek teşkil eden bir ülkede bir cezalının üç gün yalnızca bu gıda ile yetinmek zorunda kalmasını eziyet ve işkence saymak gerçekçi bir görüş ve anlayış olamaz…”
(Esas no: 1963/57, karar no: 1965/65 ve 27 Aralık 1965 günlü karar.)
İşte bir başkası ve şahikası:
“Askerlik şerefli bir görevdir. Bu şerefin korunması en ağır müeyyideleri dahi haklı kılar. Askerlik şerefine leke sürenlerin, yerine göre hapis, ağır hapis, hatta idam cezasıyla cezalandırılmaları yeterli değildir…”
(Esas no: 1963/132, karar sayısı 1966/29 ve 28 Haziran 1966 günlü karar.)
İdam cezasını bile yeterli görmeyen bir hukuk mantığı, bir hukukçu kalemi…
Ergenekon davasının ikinci iddianamesi mahkemeye teslim edildi. Basına yansıyan bilgileri yazdık dün…
Bu bilgiler arasında Ergenekon çetesinin 33 asker ve türlü katliamlarda parmağı olduğu iddiaları vardı.
Evet, Türkiye farklıdır…
Ama bir çok açıdan farklıdır, nitekim tepkiler gecikmedi…
İşte bir örnek:
“Eski bir ordu mensubu olarak, 29 yıllık emeğim, sizin gibi aydınlara haram olsun. Çünkü, Mardin dağlarında sizlerin mal ve can güvenliğinizi korumak için, bende ter döktüm. Yaralandım. Ölümlerden döndüm. Suçlu varsa gereği yapılsın. Ama, sararmış bir yaprak yüzünden koca bir Çınar ağacını kesmeyin. Unutmayınız ki, o ağaç devrilirse, sizlerde altında ezilirsiniz…”
Sararmış bir yaprak, her ne demekse?
Çınar devrildi bile…
Yeni Şafak, 13 Mart 2009
|
Ali Bayramoğlu
14.03.2009
|
|
Diğerlerine de sahip çıkın
Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın Ergenekon terör örgütü soruşturması kapsamında tutuklanması üzüntü verici.
İnsan olarak ve gazeteci olarak üzüldüm. İnsan yönümüz, herhangi bir kişinin demir parmaklıklar ardına girmiş olmasını istemiyor. Gazeteci olarak ise bir meslektaşımın hem de böyle suç isnatlarıyla karşılaşmasını arzu etmiyorum. Yargının verdiği ve vereceği karar karşısında bütün söyleyebileceğimiz bundan ibaret olmalı. Cumhuriyet Gazetesi’nin ve o ekolden yetişmiş gazetecilerin savunma psikolojisine girmesi doğru değil.(...) Doğan Grubu’nun desteğini ‘mağdurlar dayanışması’ oluşturmaya çalışıyorlar diye okuyabiliriz. Ama halk, çok rahatlıkla ‘Ergenekon dayanışması’ şeklinde de algılayabilir. Riskli bir tavır. Adil yargılamayı etkileme kapsamında algılanabilecek hareketlerden de kaçınmak gerekiyor. Gazeteciler, eylemlerinin Korgeneral Galip Mendi’nin, Hurşit Tolon ve Şener Eruygur paşaları cezaevinde ziyaretinden farkını anlatmakta zorlanacaklar.
Balbay hakkında tutuklama kararı veren mahkemenin gördüğü belgelerin hiçbirine vâkıf olmadan, onu basın özgürlüğü kahramanı haline getirmenin anlamı yok. Balbay, yazdıklarından dolayı söz konusu muameleyi görmüş değil. Sonu darbe ile bitmesi planlanan bir sürecin parçası olmakla suçlanıyor. Ülkeyi darbeye götürmek için neler yapıldığını önceki örneklerden çok iyi biliyoruz. ‘Şartların olgunlaşması’ adına dökülen kanların hepimiz şahidiyiz. ETÖ iddianamesini hazırlayan savcılar da ülkeyi darbe ortamına taşımak için girişilen eylemleri yakaladığı iddiasında. İddianame, yetkili mahkemeler tarafından yeterli delilleri içerdiği gerekçesiyle kabul edildi, yargılama başladı ve onlarca tutuklama kararı verildi. Demokrasi kahramanı mualemesi çekilen Balbay da tam tersine demokrasiye dahletmekle suçlanıyor. Bu gerçeklere rağmen Balbay’a Fikret Başkaya muamelesi çekmenin makul bir izahı yok. Kaldı ki Paradigmanın İflası kitabından dolayı 20 ay hapse mahkûm olup cezaevine giren Başkaya’ya bunun yüzde biri bile sahip çıkılmadı. Yeni Asya yazarı Faruk Çakır’ın, yazdıkları sebebiyle muhatap olduğu cezaya da kimse sesini yükseltmedi. Darbecilerin andıçladığı gazetecilerin suçu neydi; sahip çıkılmadı.
Balbay’la ilgili hafızamızı yokladığımızda ilk akla gelen şey ‘Genç subaylar tedirgin’ manşeti. Yakın tarihimizde derin iz bırakan bir haberdi ve zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından lanetlenmişti. Hani şu 27 Mayıs’ta yargılanan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’a benzetilerek gözdağı verilmeye çalışılan komutan. Özkök, “Çok ağır gelecek ama lanetliyorum. Bu haber, Türk askeri kadar, Türk milletine karşı da alınmış bir tavırdır.” demek zorunda kalmıştı. O günleri hatırlamadan bugünü anlamak zor.
Yazımı Türk basınının yeni yıldızı Sivilay Abla’dan bir alıntı ile bitirmek istiyorum. Taraf Gazetesi’nin etkili yazarı Sivilay Abla, “Gazeteler ve televizyonlar, Türkiye’de bir sivil darbe yaşandığından bahsediyorlar. Ne dersiniz?” diye soran okuruna şu cevabı veriyor: “Merhaba, diyelim ki bu bir sivil darbe. Gazeteler ‘sivil darbecilere’ veryansın eden manşetler atabiliyor. Televizyonlarda istedikleri kişileri konuk edip, sabahlara kadar ‘sivil darbecileri’ eleştirebiliyorlar. Karikatür dergilerinde bu ‘darbe’cilerin boy boy karikatürleri yayımlanıyor. Vergi borcuna itiraz için hukukî yollar açık. Mahkemeye düşenin kendini savunmasına izin veriliyor. Avukatları yoluyla kamuoyunu yönlendirme şansı bile var. Mahkeme kararını temyiz etme, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürme hakkı var. Sen bir düz vatandaş olarak “bunlar darbeci mi” diye sorabiliyorsun. Peki; 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, hatta 28 Şubat’ta bu saydıklarımızın hangisi mümkün olabilmişti? Cevap veriyorum: Hiçbiri. Darbenin bile sivil hali böyle ise sivil bir anayasamız olduğunda ne kadar yaşanılır, iyi bir memleket olacağız demek ki.”
Zaman, 13 Mart 2009
|
Bülent Korucu
14.03.2009
|
|
Darbecilik yargılanıyor
(...)Ben bu iddianameyi mahkeme salonlarında yarım yüzyıldır süren bir yanlış konuşlanmanın telafisi olarak görüyorum. Yassıada’dan bu yana, sanık sandalyesine oturması gerekenler yargıç ve savcı koltuklarında oturdular; onların iktidardan indirdiği meşru iktidar sahipleri ise sanık sandalyesinde... Şükürler olsun ki, yarım yüzyıllık bir gecikmeyle herkes yerini buldu.
Türkiye tarihinde ilk defa, darbe ile devrilenler değil, darbeciler yargılanıyor. İki emekli orgeneral Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini) cebir ve şiddet kullanarak ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmekten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle mahkemeye çıkıyor. Bu iddianame bizim siyasi tarihimize unutulmayacak bir an, bir dönüm noktası olarak kaydedilecek. Mahkeme sonucu ne olursa olsun, kimler hüküm giyerse giysin, kimler beraat ederse etsin; böyle bir iddianamenin yazılabilmiş olması yarım yüzyıldır demokrasimizin başına bela olan darbeciliğin mahkum edilmesidir. Cemal Gürsel’leri, Faik Türün’leri, Evren’leri sanık sandalyesine oturtamayan bağımsız yargı bu defa Şenuygur’ları, Tolon’ları o sandalyeye oturtmayı başarmıştır.
Buna ne kadar sevinsek azdır.
Hurşit Tolon’un ses bandında dediklerini hatırlayın.
Genelkurmay’ın teğmenini, paşasını yargıya teslim etmesi, “düşmana teslim etmek”ti onun gözünde. “Teğmenini teslim eden ordu olmaz, bu ihanettir” diye isyan ediyordu. “Ahh, tekrar oturtun beni Selimiye’ye, beş dakikada çıkartmazsam paşalarımı dışarı, namerdim” diye iç geçiriyordu. “Sen kimsin lan” diyordu Ergenekon savcılarına... Sen kimsin de beni yargılayacaksın...
İşte bu iddianameyle savcılar kim olduklarını gösterdiler Tolon gibilere... O çok güvendikleri “tarihi dokunulmazlıklarının” artık sökmediğini anlamalarını sağladılar. Darbeci paşalar bundan böyle bizim vergilerimizle alıp ülkeyi korusunlar diye ellerine verdiğimiz silahları bize doğrultamayacaklarını, o silahlarla şantaj yapıp yargının elindeki suçluları kurtaramayacaklarını gördüler. Aslında bunu sadece Tolon, Şenuygur, Veli Küçük gibiler görmedi. Asıl, ordunun içindeki bütün o “rahatsız” genç subaylar, onların bel bağladıkları kalbi darbeler için çarpan kimi komutanlar da gördü.
Sarıkız ve Ayışığı planlamacılarının darbecilik suçlamasıyla yargı önüne çıkması, şu anda pusuya yattıkları yerde “kendi zamanlarının gelmesini bekleyen ve uman” potansiyel darbecilerin bütün umutlarını boşa çıkarttı. Bu iddianame 27 Mayıs 1960’ta açılan bir parantezin kapanışının ilanıdır. Ergenekon Savcıları bu iddianameyle tarih yazdılar, kendi adlarını da tarihe şerefle yazdırdılar. Bize düşen bu cesur insanları yalnız bırakmamak, manevi desteğimizi daima arkalarında hissetmelerini sağlamaktır.
Bugün, 13 Mart 2009
|
Gülay Göktürk
14.03.2009
|
|
2009 YAŞ’ta TSK’dan kimler atılacak?
(...)Her katliam insanın tüylerini diken diken eder ama Malatya katliamı beni biraz daha ürpertiyor zira o olayın yaşandığı gün ve saatte bendeniz oradaydım ve korkunç olaydan çok kısa bir süre sonra bir konuşma yapmam için beni Malatya’ya davet eden Belediye Başkanı ile birlikte Zirve Yayınevi’nin önüne gelmek zorunda kalmış idik. Bugün, olayın azmettiricisi olarak dönemin Malatya Jandarma Alay komutanının gözaltına alınması doğrusu çok ama çok ciddi bir meseledir. Doğrudur, herkes yargı tarafından mahkum edilene kadar masumdur, bu ilke ceza hukukunun en temel ilkesidir, bu nedenden Albay’a bugünden suçlu demek hukukun temel ilkelerine aykırıdır. Ancak, her pisliğin altından emekli ya da muvazzaf bir askerin çıkması da kabul edilebilecek bir konu değildir. Danıştay cinayeti, Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı vs. tüm bu olayların arka planında mutlaka emekli ya da muvazzaf bir subayın adı geçmektedir.
TSK’nın imajı, ürettiği yaşamsal dış güvenlik kamu hizmetinin niteliği açılarından bu durum kabul edilebilecek bir konu olmaktan çoktan çıkmış bulunmaktadır. TSK’ya yönelik bu tür yazı ve eleştirilerimiz karşısında süper zeka birileri bizleri ‘asker-ordu düşmanlığı’ ile suçlamakta, karalamaktadırlar.
Gerçekten asker-ordu düşmanlığı diye bir konu varsa, bu asker ve ordu düşmanlığı, TSK’nın adının, imajının cinayetler, katliamlarla birlikte anılmasını normal karşılayan, buna itiraz, hatta isyan etmeyenler, bu berbat durumu örtbas etmek isteyenler için söz konusu olacak bir durumdur.
Bizler, her pisliğin arkasından bir subay isminin çıkmasından gerçekten çok rahatsız oluyoruz ama bu rahatsızlığımızın temel nedeni bu kötü gidişata birileri dur demez, askeri ve orduyu bu kirli görüntüden arındıramaz, temizleyemez ise bu görüntü ve imaj kirliliğinin ilk vuracağı yerin en temel kamu hizmeti olduğunu düşündüğümüz dış güvenlik kamu hizmeti olması nedeniyledir. Maalesef, en azından çok yakın geçmişe kadar, TSK’nın çok üst kadrolarında bu durumu normal karşılayan, hatta destekleyen, örgütleyen kişilerin olduğu bugün bilinmektedir.
Ama bu konu bugün bu kadar detaylı bir biçimde ortaya çıkarılmış ve tartışılıyor ise TSK’nın yine çok üst kadrolarında askerliğin özünün, dış güvenlik kamu hizmetini siyasal otorteye bağlı olarak etkin bir biçimde yerine getirmek olduğu bilincine sahip kişiler sayesindedir.
Bugüne dek ağustos aylarında TSK’dan yapılan temizlik harekatlarının objeleri bilinmektedir.
Bu ağustos ayında beklentimiz, TSK’nın kendini başka açılardan da temizleme ihtiyacı duyması, hukuk devletinin en temel ilkelerine saygısız kadroların bu çok önemli kurumdan arındırılmasıdır. Bu süreçte oluşabilecek hukuksuzluklara karşı da YAŞ kararlarının yargı denetimine açılmasının zorunluluğunu da bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum.
Star, 13 Mart 2009
|
Eser Karakaş
14.03.2009
|