|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Garip bir yolcudur insan |
|
“Dünya da garip veya yolcu gibi ol. Kendini kabre girmişlerden say.”
(Hadis-i Şerif, Camiü’s-Sağir, 3052)
Resmini görür ya da ismini duyarız bazı yerlerin, hemen severiz. Oysa ne yanına gitmiş, ne de yakından görmüşüzdür oraları, ama severiz. Bazen içimizdedir bu yerler, bazen dışımızdadır.
Akıl bir sırrın peşine düştü mü, akın eder düşünceler. Düşünmek ne büyük bir nimet, ne büyük bir eylemdir. Zihnimiz mekik gibi işler. Arı kovanı gibi uğuldar durur.
Kaba taneler elekten geçmez, üstte kalır. Akıl çözemedikleriyle boğuşur durur. Yıldızların ağına takılır. Hayrettedir.
Yeryüzü ve gökyüzü korosu, ne varsa hepsi birden tesbihatıyla doldurur içinizi. Tek anlamsız ses, tek hikmetsiz bir nefes ve bir kıpırdanış yoktur kâinatta. Ama ne çare ki, fanidir her şey. Bir gün gelip bu muhteşem gösteri bitecek, sergilenen eserler kaldırılacak, ebedî bir âleme taşınacaktır.
Ve insana sorulacaktır orada neler görüp görmediği; nelerin dikkatini çekip çekmediği. Yeryüzünün şahidi, bu serginin şeref misafiri olan insana tek tek sorulacaktır, nasıl ders çıkarıp, neler yaşadığı, Yüce Yaratanın eserlerine ilgisiz kalıp kalmadığı sorulacaktır. Hayatın sırrına dair sorular sorup sormadığı sorulacaktır.
Soruyor Alman şair H. Heine; “Deniz ufkunda ıssız bir gece denizi / Bir genç adam duruyor / Bağrında üzüntüler, başında şüphe / Gamlı dudaklarla dalgalara soruyor: / ‘Çözün bana n’olur sırrını hayatın / Azap veren bu çok eski sırrı / Söyleyin, nedir insan? / Nereden geldi, gittiği yer neresi? / Kimler yaşar yukarda, altın yıldızlarda?’ / Dalgalar ebedî mırıltılarında / Rüzgâr esiyor, bulutlar geçiyor / Kırpışan yıldızlar kayıtsız, soğuk / Ve bir genç durmuş cevap bekliyor.”
***
Her adım ilk adım ya da her adım son adım olabilir. Yeniden başlayabilir her şey ya da âniden bitebilir. Bir tel kopar, âhenk birden kesilebilir. Anlayacağınız, o kadar kısadır işte hayat. Her nefes mukaddes mi mukaddestir. Her nefes bir daha alınmayabilir, bir daha verilmeyebilir de. Anlayacağınız o kadar kısadır işte hayat...
Biten, ölen, giden için öyledir de, yaşayan için pek farklı mıdır sanki? Elbette hayır. Yaşayanlar bir zanla avunurlar. Bittiğine, gittiğine aldırmazlar. Tükenir altın saniyeler ve bir daha gelmemek üzere gider en güzel günler. Hayalimiz bir ince çalışmaya başladı mı, ne muhteşem kapılar açılır önümüzde. Bu zenginlikten yoksun olan insan, gerçekten yoksuldur.
Yolcu olduğunu bildi mi insan, neler olur neler. Bir defa alışkanlıklar yıkılır, prangalar çözülür. Ruh, artık alabildiğine özgürdür. Her şeyden önce bulunduğumuz şehirden, oturduğumuz yerden ayrılmak, durağanlıktan kurtarır bizi. “Hayat bir faaliyettir,” o zaman anlarız bu güzel sözün mânâsını. Bir yere bağlı kalmanın, koskoca bir kâinat önümüzde dururken küçücük bir mekâna hapsolmanın sıkıntısı mahveder insanı. Yakar, yandırır. Bulunduğu yerde çivilenip kalmak, açılımlara ve yeniliklere karşı ruhumuzu kapatır ve daracık bir âlemde boğulur gideriz.
Bir ağacın gölgesine oturmuş garip bir yolcudur insan. O küçücük insanı büyük yapan şey de belki budur. İnsan bir sudur, akacaktır; denizini arayıp bulacak ve ona ulaşacaktır. Bir yerde bir noktada durup kalmaması gerekir. Geldiği yere aittir. Geldiği yeri, köklerini arar, ana vatanını özler. Hasretle ve özlemle doludur insan, oraya ve o yerlere karşı.
İnsanın hayatı cennette başladı. Yine bir gün İnşaallah cennette karar kılıp, ebediyen orada devam edecektir. Bunun için dünyadayız, cenneti kazanmak için, işte bu imtihandayız. Cenneti özlüyoruz. İçimizdeki arayış ve özleyiş hep onunla doludur, orası içindir.
Necip Fazıl Kısakürek;
“Neye baksam ardında hasret çektiğim diyar,
Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var.”
Bizim namımıza söylüyor ebedî hasret şarkımızı.
Evet içimizdeki arayış ve özleyiş hep onunla doludur, onun içindir. Gölgeler peşimizi bırakmasa da bu böyledir. Yönünü şaşırsa da, yolunu bazen kaybetse de insan, yüreğinde sürekli bu koşuyu yaşar, içinde kaynayan bu coşkuyu, bu atılışı duyar. Elinde mi duymamak. Yaratan koymuş. Silip çıkaramazsın oradan.
Ne kanatlar çırpar içimizde, hele görmeyelim gökte bir çift kanat şakırtısını, bir balonu, bir uçağı...
***
Bisikletin arkasında babama sarıldığım günler, rüzgâr yüzüme gelmesin diye başımı babacığımın sırtına dayadığım günler, o akşam üstleri bisikletle eve dönüşler, ne güzeldi. Ne güzeldi, “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgârına” şarkısını ıslık çalıp söylemek, ne güzeldi. Sıra sıra dükkânlara selâm verip geçmek ne güzeldi. Ve Fırıncı Mahmut’tan aldığımız o mis gibi kokan tepsi ekmekleri ne mübarekti. Zaman, o bisikletin iki tekerleğinin altında uzar da uzardı, geçmek bilmezdi. Bir rüya mıydı yaşadıklarımız? Sahi gerçek miydi? Acaba neydi? Dünyada yaşadığı bir ânı unutmaz ve özlerse insan, cenneti nasıl özlemez, ebedî bir âlemi nasıl istemez ki?..
İnsan kendini kuşatan bu küçücük noktalardan çıkışlar yapıp bir nefes alır. Bir yığın zengin çağrışımlar arasından kendine açık bir kapı bulup yol alır. Yolcudur insan. Hem içinde, hem de dışında yolcudur.
Bir ağacın gölgesinde oturmuş garip bir yolcudur insan.
Yol hiç bitmesin isteriz ama biter. Dünya yolculuğu mezarda biter. Aslında orada da bitmez ya, ötesi var. Biri biter, biri başlar. Yolculuğun hakkını vermeli, tadını çıkarmalı insan. Yolun hakkı ise, Yaratanın istediği şekilde yaşamaktır hayatı. Elde imkân ve fırsat varken, yaşadığına aldanmamak, yolculuğunun çok süreceği zannına kapılmamaktır.
Baharın, akasyaların kokusunu, dalların, çiçeklerin çağrısını duymak...
Kuşlar dallarda kıpır kıpır şimdi. Dallar rüzgârın önünde hışır hışır zikirdedir şimdi.
Kalbim sonsuz bir denizde yüzer gibi. Korkusuz ama huzursuz değil. Kulağıma eğilmiş fısıldıyor Bediüzzaman:
“Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir numunelerini icâd eden Kadîr-i Mutlak’a, Cennetin icâdı nasıl ağır olabilir? Demek, nasıl ki onun risâleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, ‘Eğer sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım,’ (Hadîs-i kudsî, Keşfü’l-Hafâ, 2:164) sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyeti dahi, öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, misilsiz Cemâl-i Rubûbiyet, o duâya icâbet etmemekle, böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın; hâşâ ve kellâ! Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir Cemâl, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.1 Demek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, risâletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubûdiyetiyle de âhiretin kapısını açar.”
***
Bak diyor Mevlânâ da; “Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek... Ten kulağıyla duyulmaz ki.” Ve bizi diriliğe, canlılığa çağırıyor; “Bin bahar görse, taş yeşermez” diyor.
Ne çok bakan var, oysa gören gözler öyle az ki. Ne çok kulakları olan var; oysa gerçekten duyan öyle az ki.
Bir atın düşen nalından, koca bir ordunun bozguna uğrayışına kadar uzanan zincirleme olayları bir düşün hele. Bir kerecik olsun, Allah namına kâinata bakmayanın ve buradaki inceliklere şahit olmayanın hâli ötede yamandır. Hesabı kolay değildir.
Kalbinin sevgiyle taştığı ve seni senden daha çok esirgeyen bir Rabbinin olduğunu anladığın bir anda, alnını toprağın bağrına bas. Bir secde et Rabbine. Sonsuz huzuru duy işte orada. İçten bir isteyişle, derinden bir titreyişle secdeye git. Baharı, uzakta değil içinde duy...
Bırak artık şu mızıldanmayı; “Bunca yıl yapamadım, edemedim” nazlanıp, sızlanmayı. Bir kenara bırak mazeretleri, eğil bir kerecik Rabbin için. Yangın yerine dönsün için. Nice perişan, nice pişmanlık dolu yıllar bir secdede çözülsün. Şeytanın kaçınıp yapamadığı bir emri, bir ibadeti sen yapıyorsun, dikkat et. Kıymetini bil.
Allah için eğilmek, secdeye varmak ve öylece kala kalmak oralarda. Hıçkıra hıçkıra ağlamak. “Ben ne yaptım, bir ömrü nerelerde geçirip heder etmişim yâ Rabbi. Oyalamış onca lüzumsuz şey beni.”
Sesine ses mi, ruhuna bir yeni nefes mi istiyorsun? Düş toprağa bir tane gibi, kır dizlerini, sağına soluna hiç bakmadan. Arif Nihat Asya gibi; “Kulun olarak doğmasaydım, gelir fahri kulun olurdum Allah’ım,” diyerek diz çök ve eğil. Toprağa, anne toprağa eğil. Söyleyecekleri vardır, dinle bir hele:
“Nerde kaldın evlât, ölünce mi gelecektin bağrıma, o kadar geç mi? Vefalı ol düş yanıma. Buradan seslen Allah’ıma. Buradan, benim yanımdan, tam da işte buradan...”
Hiçbir şey geçmiş, yitirilmiş değildir aslında, yeter ki insan yeniden başlayabilme yürekliliğini gösterebilsin. Şeytanın ve nefsin esiri olduğunu fark edebilsin yeter ki. Bu şanlı savaşın adı cihaddır. Hem de her savaştan büyük ve çetindir bu savaş. Çünkü kendi kendine karşı mücadelesi zordur insanın. Ama başaracak kadar donanımlıdır. Yalnız değildir. Kösteği kadar desteği de vardır. Geçmiş de gelecek de işte bu âna bağlıdır. Bu ânı kullanmamıza bağlıdır. Allah ile olanı kim yıkabilir? Allah ile olmak isteyeni kim bozabilir? Cevabı bizdedir. Engeller var elbette önümüzde, ama engeller de aşmak için, değil mi? Hepimizin sürdürüp durduğu engelli bir koşudur hayat. Haydi bir ezanla, bir namazla dirilişe. Haydi. Düşmeden önce girelim o yatağa, başımızı secdeyle uzatalım o toprağa.
Haydi secdeye. Haydi kavuşmaya, özgürlüğe. İnsanın içinde de nice uçurumlar vardır. Hem de ne ölçülemez derinliktedir. Kim çıkarabilir oraya düşeni? Bir düşüş, bir de yükseliş korkusu var içimizde. Uzatılan eli ve elleri gör artık. O eli tut ki, o da seni tutsun. Kendimize, varoluş sebebimize bakıp, Hz. Peygamberimize (asm) salâtü selâm getirerek doğrulmalıyız düştüğümüz yerden, silmeliyiz ellerimizdeki kirleri, kalbimizdeki günahları. Silkmeliyiz, temizlemeliyiz tövbeyle. Tövbenin nuruyla yıkanmalıyız.
Sınanmak için varız yeryüzünde. Zor sorular ise Yaratan’a sığınmak için. Acz içindeysen korkma, yardımına, imdadına yetişecek biri var demektir. O seni bilir ve asla unutmaz:
“Şüphesiz ki, yerde ve gökte, Allah’a (cc) hiçbir şey gizli kalmaz.” (Âl-i İmran, 5)
Duâmız:
Ey vaat ettiği zaman vaadini yerine getiren ve tehdit ettiği zaman affedip cezalandırmaktan vazgeçen Allah’ım!.. Çoktur, büyüktür günahım. Hata ve günahlarımı, o sonsuz geniş olan rahmetinin içine al ve affet Allah’ım. Sen, rahmeti geniş ve bağışlaması çok bol olansın. Âmin.
Dipnot:
1- “Evet, inkılâb-ı hakâik ittifaken muhâldir ve inkılâb-ı hakâik içinde, muhâl ender muhâl, bir zıd kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdâd içinde, bilbedâhe bin derece muhâl şudur ki: Zıd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ, nihayetsiz bir cemâl, hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte, şu misâlimizde meşhud ve katiyyü’l-vücud olan bir cemâl-i Rubûbiyet, cemâl-i Rubûbiyet mahiyetinde dâim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte, dünyada muhâl ve bâtıl misâllerin en acîbidir.”
(Bediüzzaman)
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hayat Besmele’yle güzel |
|
Birinci Söz’de, “Madem her şey Bismillah der, Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi ‘Bismillah’ demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız”1 denilir.
Bir Müslüman için Besmele’yle yemek, içmek, almak, vermek, her iyi işte Allah’ı zikretmek, bütün mahlûkàtın kendilerine vird-i zeban ettikleri bu kudsî kelimeyi dilinden düşürmemekten başka yapabileceği ne olabilir ki?
Elbette bizi yoktan var eden, hayatı, insaniyeti, İslâmiyeti bahşeden, en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatıp zerreden kürelere kadar her şeyi emrimize veren Allah’ın adıyla başlamaktan başka birşey yapamayız. Her şey O'nun, her şey O'nunla ayakta, hayatta. Her şey O'nun emri ve izniyle hareket etmekte. Bu açıdan Birinci Söz’deki “Bismillah her hayrın başıdır” ifadesi ne kadar yerine oturuyor. Şu dünya sahrasında seyahat eden bizim gibi ebediyet yolcularına bu sahranın Sahibinin adını almak düşer, tâ ki ihtiyaçlarımızı karşılayabilelim, sayısız düşmanların şerrinden korunabilelim.
Allah Resûlü (asm), “Besmele’yle başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür”2 buyurur.
Besmele çekmek bazan farz, bazan vacip, bazan sünnet, bazan da haram ve mekruh olur. “Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemeyin; bu Allah’a itaatten çıkmak olur”3 âyetinde belirtildiği gibi bir hayvanı keserken Besmele çekmek farzdır. Yerken içerken Besmele çekmek sünnettir. Unutulduğu takdirde “Bismillâhi fî evvelihî ve âhirihî” (Başında da, sonunda da Allah’ın adıyla) denilir. İçki içmek gibi haram bir işi yaparken Besmele çekmek de haramdır.
Besmele çekmek her şeyden önce şeytan ve yardımcılarının şerlerinden korunmak demektir. Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre bir kimse evine girerken, yemek yerken Besmele çekerse şeytan avanelerine, “Size burada gecelemek de yok, akşam yemeği de yok” der. Eğer kişi eve girerken, yemek yerken Allah’ın adını zikretmezse şeytan o zaman yardımcılarına der ki: “Akşam yemeğiniz hazır. Yemeğe de yetiştiniz.”4
Besmele çekilerek yenilen ve içilen şeylerde bereket ve lezzet yanında oldukça müsbet etkiler de görülür. İlmin bu olumlu etkileri bugün keşfetmiş olması da diğer bir olumlu nokta. Bunun üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 13.
2- Keşfü’l-Hafa, 2:174.
3- En’am Sûresi: 121.
4- Müslim, Eşribe: 103; Ebû Davud, Et’ıme: 16.
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kalp ve akıl (2) |
|
Mehmet Bey: “Îmân için dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik diyoruz. Neden akıl ile tasdik değil? Kalbimizin tasdik ettiğini akıl niye tasdik etmiyor? Risâle-i Nûr’da bir çok yerde Hazret-i Üstad ‘kalbe geldi…’ der. Hak ve hakîkat neden akla değil de, kalbe gelir? Oysa Kur’ân bir çok âyetinde ‘Akıl erdirmez misiniz?’ diye sorar. Kalp ile akıl arasında ne fark vardır?”
Dünden devamla:
Bedîüzzaman’a göre vicdanın dört alt birimi vardır: Bunlar: 1- İrâde, 2- Zihin ve akıl, 3- His, 4- Lâtife-i Rabbâniyedir. Her birisinin de önemli gâyeleri vardır. İrâdenin gâyesi Allah’a isteyerek ibâdet etmektir. Zihnin ve aklın gâyesi Allah’ı bilmek, tanımak ve kavramaktır. His ve duyguların gâyesi Allah’ı içten sevmek ve derinden muhabbet duymaktır. Lâtîfenin, yani kalbin gâyesi de Allah’ı müşâhede etmek, yani Allah’ın isimlerinin varlıklar üzerindeki tecellîlerine şehâdet etmek, yani Allah’ın varlığına, birliğine ve varlıkları yaratışına şahitlik etmektir. Takvâ denilen kâmil ibâdet bu dördünü birden kapsar. Şeriat ise bunları hem besler, hem arındırır ve hem asıl gâyelerine sevk eder.1
Akıl kuvvetinin kendi içinde üç hâli vardır: 1- Tefrit, yani eksiklik hâli, 2- İfrat, yani hîlekâr derecede sivrilik hâli, 3- Vasat, yani istikamet hâli. Aklın ifrat derecesini, kalpten uzaklaştığı hâl olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü akıl bu mertebede kendi kalbi ile çelişir, kalbin kabul etmeyeceği tasarruflara girişir. Kalbinden gelen sesi ve doğru sinyalleri algılamaz, işitmez ve dinlemez. Aldatıcı zekâsı ile kendi başına yanlış bir yol çizer ve şaşırır. Hakkı bâtıl ve bâtılı hak görmeye başlar.2
Demek, akıl kalpten uzaklaşırsa sapıtır, dalâlete düşer, hakkı ve istikameti kaybeder. Üstelik yanlışa düştüğünün farkında olmaz; bâtılı ve yanlışı hak diye benimsemeye başlar. Demek, kalbin nûru olmadan, aklın ışığı aydınlatamaz, karanlığı yırtamaz, kendisi de zulüm ve cehâletten kurtulamaz. Demek, dimağ haritasında kalbe yer verilmediğinde, ilim ve basîret de olmaz. Yani, kalpsiz akıl hakîkat ifâde etmez.3
Kalp de akıldan uzaklaşırsa yanlışa düşer şüphesiz; en azından kontrol ve denetim mekanizmasını kaybeder. Fakat bu durumdaki kalp en azından sâfî niyetini muhafaza ettiğinden, yanlışında muaf sayılabilir ve affa uğrayabilir.
Kalp tek başına hareket etmeyip; akıl, ruh, sır, nefis gibi mânevî merkezleri de kendisiyle birlikte ibâdete ve Allah’a kulluğa sevk etmeyi başarırsa, dâiresini genişletmiş olur. Bu durumdaki kalp, kendisi bir kumandan olur; bütün diğer mânevî merkezlere kumanda eder, talimat gönderir, onları sevk ve idâre eder, onları yönlendirir ve onlarla birlikte mânevî maksadına kahramanlar gibi yürür.4
İşte böyle bir kalbin mânevî gözü açıktır, basireti uyanıktır, ferâseti yüksektir, alıcısı güçlüdür. Çünkü bütün duyguları ile birlikte bir mânevî güç ve kuvvet merkezi haline gelmiştir. Allah’tan ilham alır, gelen ilhamları denetler ve şeytandan gelen vesveseleri kalbine almaz, aklı kontrol eder, kendisi kontrolden çıkmaz, Allah’ın Samed âyinesi olduğunu bu birliktelikle gösterir ve Allah’ın tecellîsine ve feyzine zevkle mazhar olur. İhtar kalbe gelir. Çünkü kumandan kalptir.
İşte Risâle-i Nûr’un alt yapısında, böyle bir mazhariyet vardır. Üstad Hazretlerinin birçok yerde “kalbe geldi…”, “kalbe ihtar edildi…” tarzındaki ifâdeleri bu hakîkati gösterir.
Dipnot:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 114, 115; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29; 3- Sözler, s. 646; 4- Sözler, s. 486.
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Demokratlar düşerse Milletçiler gelir |
|
Demokratik sisteme geçildikten (1950) sonra, tek başına iktidar olmak, ya Demokratlara, ya da Milletçilere nasip olmuştur. Halkçılar ise, zaman zaman iktidara en yakın parti konumuna yükselmekle beraber, tek başına iktidar olma şansına hiçbir dönemde sahip olamamışlardır.
Tarihin tasdik ve tescilinde olan bu gerçeğe parmak basanların başında Bediüzzaman Said Nursî gelir. Nursî, DP'nin iktidarda olduğu 1950'lerde kaleme alınan iki adet mektubunda özetle şunları söylüyor: "Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halk Partisi ise, bu asil Türk milleti onu katiyen—tek başına—iktidara getirmeyecek." (Emirdağ Lâhikası, s. 422)
Buna göre, Demokratların düşmesi halinde, Halkçıların oyları artsa bile, tek başına iktidara gelemezler; ancak, Milletçiler iktidara gelebilirler demektir.
Aynı mektuplarında Milletçileri de kategorik olarak iki gruba ayıran Said Nursî, bunlardan birinin dindar, diğerinin ise Türkçü olduğunu ifade eder.
Türkçü kanadın tek başına iktidara gelmeleri halinde, bu vatanın iç savaşa sürükleneceği, hakiki Türklerin bundan büyük zarar göreceği ve hatta ecnebilerin boyunduruğu altına gireceği ihtimalini nazara veren Üstad Bediüzzaman, Milletçilerin dindar kanadı için ise hülâsaten şunları söyler: "Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, o, Demokratın mânâsındadır; dindar Demokratlara yardım eder, onlara iltihak eder; onlara muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz." (Age, s. 386, 422)
Bediüzzaman Hazretlerinin bu mânâdaki tavsiyelerine büyük ölçüde riayet eden dindar kitleler, 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde de desteklerini esirgemeyerek, Demokratları iktidar mevkiinde tutmaya çalıştılar.
Aynı durum—1960'taki kanlı darbeye rağmen—Bediüzzaman'ın vefatından sonra da önemli ölçüde devam etti. Üstad Hazretlerinin siyasî meslek ve meşrebini en iyi anlayanların başında gelen talebesi Zübeyir Gündüzalp'in pür dikkat ve teyakkuzu sayesinde, ekser Nur talebeleri ile sair dindar gruplar, Demokratlara 1965 ve 1969 seçimlerinde de "nokta–i istinad" olarak, onları iktidarda muhafaza ettiler.
Ancak, ne olduysa 1971'den sonra oldu. 12 Mart Cuntasının hükümet düşüren muhtırasından sonra, siyaset parçalandığı gibi, demokrasi de pek ağır bir yara aldı...
Aynı sene içinde Zübeyir Gündüzalp'in de vefat etmesiyle, doğru siyaseti tarif, takip ve teşvik noktasında büyük bir zaaf yaşandı. Adeta bazılarının basireti bağlandı. Bu sebeple "din adına siyaset" hevesleri meydan aldı ki, Üstad Bediüzzaman'ın "Eyvah!" diyerek en ziyade korktuğu mesele de buydu.
1970'lerde yaşanan siyasetteki parçalanmışlık, 1980'de yeniden toparlanmak üzere iken darbe yapıldı. Darbeden sonra Demokratların önü kesildi. Halkçıların da tek başına iktidara gelmesi mümkün görünmediği için (1977 ve 79'da belleri kırıldı), darbeciler Milletçiler için tek başına iktidar yolunu açmış oldu.
* * *
Millet Partisinin bütün argümanlarını kullandığı halde "Biz hiçbir partinin devamı değiliz" diye avaz avaz bağırarak tek başına iktidar olan 1980'lerin ANAP'ı ile 2000'li yılların AKP'si için, ne aciptir ki, bazı kimseler ısrarla ve hatta inatla "Ahrar da, Demokrat da bunlardır" diyerek, vargücüyle propaganda yapıyor.
Oysa, Demokrat'ın mirasına konmak başka, onun misyonuna sahip çıkmak daha başkadır.
Evet, cidden acip ve gariptir ki: O partiler, hemen her defasında "Biz hiçbir partinin devamı değiliz" dedikleri halde, yine de onlara Demokratlık misyonu ısrarla yüklenmek isteniyor ki, feleğin çarkının tersine çevrilmesi, ancak bu kadar olur.
Afyon hapsinin tarihine dikkat!
Bediüzzaman, Meşrûtiyet zamanında olduğu gibi, bilhassa 1948'den sonra Fevzi Paşanın fahrî başkanlığında Millet Partisinin kurulması ve Meclis'te dindarlardan müteşekkil bir grup teşkil edilerek siyasette Demokratlara alternatif bir harekete dönüşmesi karşısında, otuz beş senedir terk ettiği siyasete "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu"ğunu "bu Afyon hapsinde kanaatim geldi" diyerek, aslında hem adres, hem tarih veriyor ve bu meselede birinci önceliğinin de ne olduğunu dikkat nazarlarına beyan ediyor. (Bkz: Tarihçe–i Hayat, s. 490; Emirdağ Lâhikası, s. 423)
Evet, Millet Partisi, Üstad Bediüzzaman tam da Afyon Hapsinde olduğu 1948'de kuruluyor. Üstelik, hem DP içindeki 20'den fazla dindar–muhafazakâr mebusu bünyesinde toplayarak Meclis'te grup kuruyor, hem de kamuoyu nazarında şöhret kazanmış dindar şahsiyetlerin çoğunun desteğini alarak, Demokratların önünü kesmeyi hedef almış bulunuyordu.
İşte, Üstad Bediüzzaman "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm oldu" sözünü bu tarihte ve bu tehlikeli gelişme üzerine sarf etmiş; ayrıca, düşündürücü olduğu kadar ürpertici de olan şu ifadeleri sarf etmiştir: "Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi."
Nitekim, Üstad Bediüzzaman'ın, siyaset âlemiyle daha ziyade 1949 Güz'ünde neticelenen Afyon hapsinden sonra alâkadar olduğunu, Millet Partisine giden Sebilürreşad ve Büyük Doğucu dostlarıyla siyaseten yollarının ayrı olduğunu ve Hamza Emek ile Mehmet Çalışkan gibi talebelerine Demokrat Partiyi adres göstererek "Kardaşlarım, sizler benim ve Risâle–i Nur'un bedeline, Demokrat Partiye kaydolun" diyerek, şaşırtıcı bir kararlılık ile hayatında yeni bir safha (Üçüncü Said devresi) açtığını pekçok şahit ve delillerin şehadetiyle anlayabilmekteyiz.
(Bkz: Son Şahitler–II, s. 358, 422; Emirdağ Lâhikası, s. 281, 423, 424)
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İslâm devleti, bahtiyar Alman milletinden mi doğacak? |
|
Bediüzzaman, 90-100 yıl öncesinden, yüzlerce teknolojik, fennî keşfin yanında, yüzlerce ictimaî ve siyasî değişimleri öngörmüş ve takip edilmesi gereken stratejileri çizmiştir. Meselâ bunlardan birisi “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır” 1 şeklinde gayet vecizane ifade edilmiştir.
Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti ile aynen bir Avrupa devleti doğurdu. Avrupa’daki İslâm devletinin doğum sancıları da başlamış gibi gözüküyor! Avrupa’da bin (1000) kilise, mescide dönüşmüş. Kimi yerlerde minareler yükselmiş, kimi minarelerden ise ezan bile okunuyor! Faiz sıfırlanmaya çalışılıyor. İngiltere’de şeriat kanunları uygulanıyor. İsveç ve Norveç’te fuhuş yasaklandı... İslâmiyet, ders kitabı olarak Alman okullarına girdi. Dindarlara ise, dini anlamaları ve yaşamaları için fevkalâde kolaylıklar gösteriliyor.
Müslümanlığa en büyük ilgi ise Almanlar’dan. İslâmiyeti seçen milletler arasında başı Almanlar çekiyor. Dinler arasında ise, en fazla Hristiyanlar Müslümanlığı tercih ediyor. Evlilik sebebiyle Müslümanlığı seçenlere bakıldığında ise, kadınların erkeklere oranla daha fazla dinlerini değiştirerek, Müslüman oldukları gözleniyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son verilerine göre, ihtida edenler, yani başka bir dinden çıkıp Müslüman olanlar arasında Almanlar başı çekiyor. Yabancı uyruklular içinde Almanları, Rus, İngiliz ve Fransızlar izliyor. Dinlere bakıldığında ise, kendi dinini bırakarak Müslümanlığı seçenler arasında Hristiyanlar başı çekiyor. Ateistler, Hindular ve Musevîler de Müslümanlığı tercih edenler arasında yer alıyor. Sayısal olarak bakıldığında ise, toplam 572 kişi kendi dinini bırakarak Müslümanlığı seçti. Eski dinlerine göre, 490 kişi Hristiyanlıktan, 64 kişi diğer dinlerden, 5 kişi Musevilerden, 4 kişi ise Hindulardan Müslümanlığa geçiş yapmış. Yezidi ve Ateistler arasında da Müslümanlığı tercih edenler bulunuyor.
Bediüzzaman bu hakikati nerede ise bir asır sene önce keşfetmiş ve eserlerinde birkaç yerde tekrarlayarak nazara vermiştir:
“Şimdi Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler…”2
“Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler.”3
“Bu fırtınalı ve ilhadlı asırda, biri gizli Alman, üçü aşikâr devletlerin, beşerin bu asırda Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmesi ve bilfiil kabul etmesi büyük bir hadise-i Kur’âniyedir. Değil üç devlet, belki yalnız on meşhur adam, on filozof dahi, birden, uzak memleketlerde Kur’ân’ı tasdik etmesi, bizlere ve âlem-i İslâma büyük bir müjde ve avam-ı ehl-i imana büyük bir kuvve-i maneviye temin eder.”4
“Risâle-i Nur Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır. Bu cümleden olmak üzere, Almanya’da, Berlin Teknik Üniversite Mescidine Risâle-i Nur Külliyatı konulmuş ve Şarkiyat Üniversitesi İlâhiyat bölümünde Risâle-i Nur hakkında konferans tertip edilmiştir. Almanya’daki İslâmî fütûhâtta Risâle-i Nur’un büyük rolü olmuştur.”5
“Amerika’da, Avrupa’da, husûsan Almanya’da taharrî eden cereyanlar meydana gelmiş; eğer idrak edebilirler ve görebilirlerse, işte Risâle-i Nur Külliyatı. Nitekim bu hakîkatin idrâk edilmeye başlandığını gösteren emâreler bahtiyar Alman milleti içinde görülmektedir.”6
“Elbette, nev-î beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve Din-i Hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi, ruy-i zeminin kıt'aları ve hükûmetleri, Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında kat'iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olmaz ve hiçbir şey bu mû'cize-i ekberin yerini tutamaz.”7
Ki, İslâm’ı seçenlerin arasında yapılan araştırmaya göre, bunların İslâm’ı tercih etmelerinde öncelikli sebebin ‘araştırma-inceleme’ olduğu görülüyor. Bu gerçek de, Bediüzzaman’ı doğruluyor. Geçmiş dönemlerde İslâmiyetin yayılmasına engel olan sekiz engelden beşini söyle sıralar:
“Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.
“Dördüncü, Beşinci Maniler: Papazların, rûhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri; ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakîkat nev-î beşerde başlamasıyla zeval bulmaya başlıyor.”8
Dipnotlar:
1- Sözler, Konferans, s. 709; Tarihçe-i Hayat, s. 82., 2- Sözler, s. 709., 3- Emirdağ Lâhikası, s. 296., 4- Emirdağ Lâhikası, s. 194., 5- Tarihçe-i Hayat, s. 614., 6- Tarihçe-i Hayat, s. 603., 7- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9., 8- Tarihçe-i Hayat, s. 81.
14.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kriz, silâh üreticilerini etkilemez mi? |
|
Bütün dünya krizle yatıp krizle kalkıyor. Bazı dev firmalar iflâslarını açıklarken, bir sanayi dalı var ki şimdilik işlerinde bir aksama görünmüyor. Başta Amerika’dakiler olmak üzere silâh üreten firmalar ekonomik krizi fırsata dönüştürmek üzere.
Belki diğer ülkeler için durum farklı, ama hadiseye Türkiye penceresinden bakılınca böyle olduğu söylenebilir. Gazetelerde yer alan haberler doğru ise, krizle çalkalanan ülkemiz toplamda 2 milyar dolara yakın para ile (1.8 milyar dolar) yeni ‘savaş uçakları’ almış. (Yeni Şafak, 12 Mart 2009)
Türkiye’nin silâha ayırdığı paranın TBMM’de bile gündeme gelemediği, gelmesini istemenin bile iyi karşılanmadığı malûm. “Niçin bu kadar silâh alınıyor, gerçekten ihtiyaç mı, daha uygun fiyata alternatif silâhları almak mümkün değil mi?” gibi soruları gündeme taşıyanlar en son söylenmesi gereken sözlerle susturulur. “Vatan, millet menfaati, devlet sırrı” gibi sözler sarfedilmek suretiyle hesap vermekten kaçınılır.
Elbette Türkiye’nin ne ölçüde silâhlanmaya para ayırması gerektiği konusu bir uzmanlık işidir. İşin ehli olanlar bu konuda konuşmalı ve varsa yanlışlar, ilân ve ifade edilmelidir. Ancak ‘sade vatandaş’ olarak her halde şu kadarını da söylemeye ve sormaya hakkımız vardır: “Yaşanan ekonomik kriz sebebiyle her konuda tasarrufa teşvik edilirken silâhlanma konusunda da bir tasarruf gerekmez mi? Varsayalım ki bu siparişler kriz öncesi verildi. Peki kriz patlak verince yeniden bir değerlendirme yapıp bu miktarı düşürmek gerekmez miydi? Anlaşmalarda böyle ‘acil durum’lar için uygun maddeler yok muydu ya da olması gerekmez miydi?”
Bu ve benzeri soruların makul cevapları verilmesi gerekir. Böyle soruları gündeme taşıyanlara karşılık; “Siz verginizi verin, gerisini karıştırmayın. Uslu vatandaş olun! Hatta, yeni silâhlar için daha fazla para lâzım. Bunun için biraz daha çalışın ve daha fazla vergi verin” demek mi gerekir?
Bir öğretmen ahbabımız, uzun yaz tatilleri sebebiyle kendisine “Bu hayatta öğretmen olmak vardı! Biz çalışalım, sen aylarca tatil yap! Bu adalet mi?” diye takılan komşularına şöyle seslenirdi: “Çok çalışın, devlete çok vergi verin ki devlet hem maaşımızı zamanında, hem de zamlı ödesin!”
Bu sözler vatandaş arasında ‘şaka’ olarak belki bir anlam kazanabilir, ama Türkiye’yi ‘idare edenler’in de bu anlayışla hadiseye yaklaşması doğru olmaz.
Hem krizin derin yaralarını sarmaya çalışıyoruz, hem de PKK hariç ‘savaş’tığımız bir ‘düşman’ yok. Son yıllarda komşularımızla aramızdaki ‘düşman’lık nisbeten sona erdiğine göre bunca parayı silâha ayırmakla doğru mu yapıyoruz? Türkiye’de ve dünyada ‘barış’ı esas alan bir anlayış, böyle bir kriz ortamında milyar dolarları silâha yatırır mı?
Ülkemizin hesapsız harcayabileceği tek kuruşu yoktur. O halde silâhlanma dahil her türlü harcama bir değil, bin defa hesaplanarak yapılmalıdır. Krizin, silâh tüccarlarını alt etmesi belki de en faydalı netice olur!
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Kriz kırım raporu” |
|
Siyaset bir türlü Türkiye’nin gerçek gündemine gelmiyor. Siyasetin gündeminde demokrasiyi askıya alan, millet irâdesinin temsilcisi Meclisin kapısına kilit vuran, seçilmiş hükûmetleri alaşağı eden darbeler ve postmodern darbeler yok. İhâleye fesad karıştırma, arsa ve rant iddiaları, yolsuzluk ve kayırma dosyaları güme gidiyor…
Seçim sath-ı mailinde gelip geçen 28 Şubat’tan, 12 Mart’tan tek kelime bahsetmeyen Başbakan, Anamuhalefet lideri ve Meclis’te grubu bulunan medyadaki diğer partilerin sözcüleri, milletin boğazını sıkan, canından bezdiren ekonomi âdeta magazin malzemesi yapmaktalar. Polemiklerle, çeşitli yemek ve tatlı târifleriyle işin cılkını çıkarmaktalar.
Dünyadaki çok ciddî iktisadî krize karşı AKP iktidarı lakayd. İşsizlik, yoksulluk, üretim düşüklüğü ve yatırım yokluğuna esaslı bir çözüm getirmiyor. Gittikçe derinleşen ve nerede duracağı belli olmayan krizi küresel krize yükleyip işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.
“İŞSİZLİK VE YOKSULLUK VAR” İTİRAFI
Belli ki AKP siyasî iktidarı hâlâ Türkiye’yi derinden etkileyen ekonomik krizin tahlilini yapmış değil. Başbakan’ın “hiçkimse zor durumda değil” açıklaması bunu açıkça ele veriyor.
Başbakan “kimse zor durumda değil” derken “IMF’den alınacak krediden nemâlanmaya alışan” tuzu kuru büyük sermayeyi, bankaları, daha fazla kâr elde etmek için işçilerini kapı önünde bırakan patronları şikâyet ediyor. Ama gerçekten zor durumda olan milyonlarca memuru, işçiyi, emekliyi hesaba katmıyor. Siftah etmeyen milyonlarca esnafı, mazot alamayan çiftçiyi, ürününü satamayıp nehre döken köylüleri görmüyor.
İşsizlik resmî rakamlarla bizzat Başbakan’ın itirafıyla yüzde 12.3’e yükselmiş. Uzmanlar, ümidini kesip iş aramaktan vazgeçenler buna eklendiğinde gerçek işsizliğin yüzde 20’lere tırmandığını, işsizlik ordusunun 13 milyona vardığını ve hergün buna binlerin katıldığına dikkat çekiyorlar. Yıllardır ağır vergi, yüksek faiz, düşük döviz kurunun Türkiye’yi kırılgan hale getirdiğini belirtiyorlar.
Başbakan daha yeni yeni meydanlarda “Doğru işsizlik var, yoksulluk var” ikrarında bulunuyor; ancak Erdoğan seçmene karşı krizi iyi yönettiklerine örnek olarak 2001 krizinden farklı olarak kendi dönemlerinde hiçbir bankanın kapanmadığını örnek vermekle yetiniyor. İflas edip kapanan yüzlerce fabrikayı, kapısına kilit vuran büyüklü küçüklü binlerce işletmeyi, kepenk indiren onbinlerce işyerini “teğet geçiyor.”
Tedirginlik devam ediyor. Aylardır belli başlı bütün sektörlerde ve reel ekonomide başgösteren krize karşı köklü bir tedbir yok. Boş çıkan ve etkin bir iyileştirmesi gözükmeyen üç “önlem paketi”nden halkın haberi yok. İşsizliğin önlenmesi ve iş talebinin arttırılması için öncelikli alınacak tedbirler sürekli erteleniyor. Başbakan Yardımcısı seçime doğru “dördüncü paket”in sinyalini veriyor, piyasaları daha da durgun hale getiriyor.
TAHRİBATIN AÇIKLANMASI,
SEÇİM SONRASINA
Bizzat ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı’nın itirafıyla hükûmetin öngöremediği derinliğe ulaşan ve bütün tabloları altüst eden krizin hâlâ ciddî bir analizi yapılmış değil. İşsizlik ve yoksulluk, gittikçe bunalımlara, sosyal çalkantılara sebebiyet veriyor. Kitleler ümitlerini talih oyunlarına, kumara, “süper loto” çekilişine bağlamış durumda. Başbakan’ın her fırsatta dile getirdiği otuz yıl öncesinin tüp ve mazot kuyrukları yok ama krize karşı “ya çıkarsa” hayaliyle loto bayileri önünde uzun kuyruklar oluşuyor…
İş işten geçtikten ve Türkiye krizden kırıldıktan sonra Ekonomi Bakanı “ekonomideki tıkanma”yı telâffuz ediyor. Aralık ayında bütçede kesinti yaptıklarını ve belirledikleri yüzde 4 büyümeyi yeniden revize edip düşürdüklerini anlatıyor. İşsizlik ve yoksulluk hükûmetin tahmin edemediği vahâmete vardığını kabul ediyor. “Zehirli finans”tan, bankaların kredi vermediğinden, “şok edici önlemler”den dem vuruyor.
Vatandaşa 300 TL’lik harcama çeki ve konuta, otoya, beyaz eşyaya bir- iki aylık vergi indirimi gibi sathî önlemler dile getiriliyor. Ne var ki buna karşı “önlemleri” açıklamıyor; seçim sonrasına bırakıyor. Tıpkı IMF ile yapılan anlaşmanın seçim sonrasına bırakılması gibi…
Anlaşılan o ki Başbakan ve iktidar partisi, meseleye hâlâ “daha çok oy” hesâbıyla bakıyor. Her ne kadar yandan itiraflar başlasa da, krizin teğet geçmediği yavaş yavaş ikrar edilse de, IMF ile “yapılan” anlaşmanın imzalanması ve krizin hangi yanlış ve yetersiz politikalardan türediğini belirleyen “kriz kırım raporu” seçim sonrasına bırakılmış. İşin açıklı tarafı bu yüzden alınacak netice verici tedbirler de ertelenmekte…
Ve bütün bu kırılmalarla daha da derinleşmekte, olan millete olmakta…
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Başarısız olan gider mi? |
|
Mahallî seçimler siyasetin tansiyonunu iyice yükseltti. Türkiye artık seçime kilitlendi. Liderlerin birbirlerine karşı sert üslûbu ile süren seçim kampanyası sebebiyle ne yeni anayasa, ne demokratik açılımlar, ne Avrupa Birliği, ne de binlerce mağdur oluşturan ve oluşturmaya devam eden başörtüsü yasağı gündeme getiriliyor. Zaten, bir bakıma Meclis “mahallî seçim için tatil arası” verdi. Öyle gözüküyor ki, bu meseleleri 29 Mart’tan önce konuşmak mümkün olmayacak.
* * *
Açılımlarla başlayan seçim kampanyaları yolsuzluk dosyaları ile devam etti. Üslûbu düşük konuşmaların yerini şimdi de muhalefet mahallî seçimi genel seçim havasına çekmeye çalışması ile devam ediyor.
CHP lideri Baykal’ın gerçekten de millete kötü örnek olan konuşmalar yapmasının ardından bu üslûbunu yavaş yavaş bırakıp, yeni taktikler denemeye başladı. “AKP yüzde 52’nin altına düşerse başarısız olur… AKP yüzde 47 oy aldı, 5 puan daha fazla alması normaldir” şeklindeki sözlerinin yanı sıra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Bu seçim sadece belediye başkanlığı, il genel meclisleri, belediye meclis üyelerinin belirlenmesi değil, ülkemizin geleceğinin belirlenmesinde bir kilometre taşı olacak” sözleri eklenince bu tartışma hararetlendi.
Başbakan Erdoğan’ın muhalefetin bu sözlerine meydan okurcasına işi bir adım daha ileri götürüp, “29 Mart’ta birinci olmayan seçimi bıraksın” sözü tartışmaya farklı bir boyut kazandırdı. Bu meydan okumaya Baykal ve Bahçeli şimdilik kaçamak cevap vermekten öteye gidemediler.
Son genel seçimde aldığı yüzde 47’ye yakın oy hedefini bu seçimde bu rakamın üzerinde gösteren AKP’nin şimdiden bazı taahhütlere girdiği de görülüyor. Meselâ, partinin Grup Başkanvekili Nihat Ergün, ikinci parti çıkmaları halinde seçime gideceklerini, yüzde 47’nin altında oy almaları durumunda da milletin mesajını değerlendireceklerini söylüyor. “Yüzde 40-43 aralığında milletin kendilerine ‘Siz iktidarı sürdürün, ama bazı politikalarınızı gözden geçirin’ demiş olacak. Yüzde 40’ın altında oy alırsak da oturup düşünürüz” diyor.
Peki, 22 Temmuz 2007 genel seçiminde AKP’nin yüzde 46.68, CHP’nin yüzde 20.86, MHP’nin yüzde 14.3 oy aldığı hesaba katılırsa muhalefetin iktidara böyle bir oy çıtası koyması ve bunun şimdilerde tartışma konusu yapılması doğru mu? Normal olan birinci parti olmak için yarışmak değil midir? AKP için yüzde 52 çıtasını koyan Baykal’a ‘Yüzde 52’lik çıta koyuyorsanız siz de oylarınızı yüzde 31 oranında arttırın” demezler mi? “Lâf ola beri gele” türünden boş bir tartışma yaşanıyor.
Bakalım bu meydan okumanın neticesi nereye varacak, seçime kadar 15 gün daha milleti nelerle oyalayacaklar…
* * *
Son iki haftaya girerken bu soruların cevaplarını herkes kendi cephesinden elbette verecektir. Ama demokrasilerde asıl cevabı millet sandıkta verir. Bu seçimde oluşturulmaya çalışılan iki kutuplu siyasete milletin cevabı nasıl olacak, merakla bekleyeceğiz. Yok farz edilen, gözlerden ırak tutulmaya çalışılan partilerin yapacağı sürprizlere de hazırlıklı olmak gerekir.
Ancak her ne olursa olsun, 29 Mart seçimleri iktidar için “güven tazeleme”, muhalefet içinde kendini değerlendirme seçimi olacağı kesin. Muhakkak ki, 30 Mart sabahı oy oranları tartışılacak, şimdilerde seçim meydanlarında atıp-tutanlara milletin cevabı da çok konuşulacak.
Burada, yıllarca miting izleyen birisi olarak meydanlardaki kalabalıklara aldanmamak gerektiğini de vurgulamak lâzım. Bu kalabalıklar tek başına bir veri olmuyor. Millet yaşadığı şehre seçimden seçime gelen, çoğunlukla televizyonda gördüğü bir parti liderini meraktan görmeye gidebiliyor. Baykal’ın Karadeniz illerinden birinde söylediği şu söz de bunun en güzel ispatı: “Geçen seçimde de bana oy verecektiniz, gittiniz iktidar partisine verdiniz. Hak verip oy vermiyorsunuz…”
Şurası bir gerçek ki, başarısız olan gitmeyecektir. Hem Baykal, Hem de Bahçeli, geçmişte başarısız olduklarında sadece “bırakır” gibi yapıp kendilerince yeni teviller getirerek, görevlerine devam ettiler. Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun son seçimlerin ardından genel başkanlık görevlerinden ayrıldıklarını istisna tutarsak, Türk demokrasisinde “Başarısız oldum, istifa ediyorum” türü örneklere pek rastlanmadı.
Görülen o ki, mahallî seçimler aynı zamanda genel başkanların gelecekleri içinde bir seçim olacak. 30 Mart sabahı hem kaybedenlerin, hem de kazananların durumu da tartışma konusu olacaktır muhakkak…
30 Mart sonuçları itibariyle ekonomik krizle boğuşan Türkiye’de yeni bir seçimi de gündeme getirebilir mi? Şimdiden söylemek çok zor, ama getirirse de sürpriz olmaz.
Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabını şimdiden verelim: Gitmezler…
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Bireysel silâhlanma ve uçak kazaları |
|
Geçtiğimiz gün Almanya’nın Stuttgart eyaletinde gerçekleşen ve saldırgan dahil 16 kişinin ölümüyle neticelenen okul baskını dünyanın en büyük sorunlarından birini yine gündeme getirdi. Bu sorun bireysel silâhlanmadır.
Bireysel silâhlanma devletler bazında işlenen kıyım ve cinayetlerin yanında her ne kadar küçük ve az gibi görünse de esasında genel silâhlanma probleminin önemli bir parçasıdır. Büyük savaşlar neticesinde bir yılda ölenlerin sayısı ortalama 300 bin civarında olurken, barış ortamlarında, bireysel silâhlanma sebebiyle yaklaşık 200 bin insan ölmektedir. Aynı şekilde dünyada kayıtlı yaklaşık 650 milyon silâhtan 260 milyonu devletlerin kontrolünde. Buna karşılık, özel kişilerin elinde yaklaşık 380 milyon silâh bulunuyor. Yani başka bir deyişle, bireylerin elinde devletlerden daha fazla silâh var.
Evet şaşırtıcı değil mi? Demek ki bireysel silâhlanma en azından toplu kıyımların gerçekleştiği büyük savaşlar kadar büyük bir problemdir. Ancak ne yazık ki savaşlar kadar gündeme gelememektedir. Bu biraz uçak kazalarındaki duruma benziyor. Her yıl karada gerçekleşen trafik kazalarında yaklaşık 1.2 milyon insan ölüyor. Uçak kazaları ise senede bir kaç defa gerçekleşiyor ve ölen insan sayısı toplamda bin kadar bile olmuyor. Nerede 1000 insan, nerede 1 milyon 200 bin insan... Demek ki karada gerçekleşen trafik kazalarında ölenlerin sayısı uçak kazalarındakinin neredeyse 1200 katı fazla... Ancak bir uçak düşünce günlerce, haftalarca hatta aylarca yaygara kopartılıyor da, trafik kazaları bunun onda biri kadar bile gündeme gelemiyor...
İşte bireysel silâhlanma da aynı duyarsızlıktan nasibini alan bir konu. Bir aralar Türkiye’de de eline pompalı tüfeği alıp eylem yapan bir topluluğa doğru ateş eden bir adamın Başbakan Erdoğan tarafından savunulmasıyla, bireysel silâhlanma kısmen de olsa gündeme gelip, şöyle bir uğrayıp, gitmişti... Başbakan’a göre vatandaş “tabiî ki kendini savunacaktı”... İşte vatandaşa kendini savunma hakkını veren bu zihniyet sebebiyle, bugün sokaklar kendini savunanlarla doldu taştı... Bunların adına da maganda dedik hep birlikte. Şimdi ise kafa kopartanlar, beyne tek kurşun sıkanlar ve hüzünde de sevinçte de bir kaç kişiyi “kaza kurşunuyla” öldürenler türedi, türemekle kalmadı, eylemleri rutinleşti...
Peki bu gidiş nereye? Daha nereye kadar silâhlanacağız? Silâh taşımayı ve mermi boşaltmayı daha ne kadar erkekliğin ve yiğitliğin bir emaresi olarak sayacağız?
Almanya’daki okul baskınıyla yeniden gündeme gelen bu korkunç gerçek bizi düşünmeye sevk etmelidir.
Vahşi kapitalizmin en güçlü elemanlarından biri olan silâh sanayiinin açgözlü ve leş kargası patronları daha çok semirecek ve para kaybetmeyecek diye daha ne kadar can kurban edilecek?
Yine vahşi kapitalizmin bir başka güçlü elemanı petrol sektörünün açgözlü patronları daha çok para kazanacak diye biz güvenli ulaşım araçlarından faydalanamayıp, kara yollarında daha ne kadar can vereceğiz? Sırf petrol satışları azalmasın diye, uçağa, trene, gemiye binemeyeceğiz de, sonra benzin canavarı ve insan canavarı yürüyen tabut gibi araçlarla, yine petrol hammaddesiyle döşenmiş asfalt yollarda yüzlerce kilometre hız yaparak daha ne kadar ölüme koşacağız?
Yine daha ne kadar bunlar yüzünden elektrikle çalışan yahut hibrit araçlar gibi çevre dostu ulaşım elemanlarından mahrum kalacağız?
Peki uçak kazalarının, tren kazalarının ve gemi kazalarının yine bu küresel enerji baronları tarafından yönetilen, yönlendirilen küresel medya kanallarında uzun uzadıya ele alınması, sürekli gündemde tutulması sizce tesadüf müdür?
Aynı şekilde çocuklarımızın ve toplumun genelinin şiddete yönlendirilmesi için tasarlanmış savaş muhtevalı video oyunları, sinema filmleri ve televizyon dizilerinin sürekli revaçta tutulması sizce tesadüf müdür?
Hayır! Bunların hiçbiri tesadüf değil! Dünyayı içinden çıkılmaz bir krize sürükleyen açgözlülük ve vahşilikleriyle meşhur, faiz yiyici ve kan emici küresel ekonomi baronları şüphesiz bunların hepsini bilinçli yapıyorlar.
O halde biz de insanlığa kurulan bu tuzakları fark edip, bilinçlenmeliyiz. Bunların propagandalarına kanmamalıyız.
Yoksa daha binlerce can bâd-ı heva yok olup gidecek.
Not:
Dünkü makalemizde Bursalı Osman Zengin Ağabeyimizin soyadını, sönmeyen nuruna telmihen, sehven “Sönmez” şeklinde yazmışız. Düzeltir, özür dileriz.
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaatler ve AKP |
|
Ali Bulaç, “Maalesef AKP iktidarı döneminde cemaatler, hiç olmadığı kadar politize oldular, iktidara angaje oldular ve genç-dinamik entelektüellerini devletin memuru haline getirdiler” diyor (Vatan, 3.3.09).
Aslında cemaatlerin politizasyonu süreci millî görüş hareketiyle, Millî Nizam Partisinin kuruluşuyla başladı. Ama cemaatlerin tümü oraya kaymadığı için bu durum o zaman sınırlı ve mevziî kaldı. 12 Eylül ANAP’ı getirinceye kadar.
ANAP iktidarıyla birlikte, cemaatlerin önemli bir kısmı devlet imkânlarıyla desteklenerek ticarîleştirildi ve buna bağlı olarak politize edildi.
Birçok farklı alanda faaliyet gösteren şirketler kuruldu. Finans kurumları oluşturuldu. Büyük holdingler meydana getirildi. Evvelce cemaatin öz kaynaklarına dayalı mütevazi imkânlarla çıkarılmaya çalışılan yayın organları kitleselleşen gazetelere dönüşürken bunlara radyo ve TV kanalları eklendi. Ve “hizmet” mülâhazasıyla girilen süreç, kaygan bir sath-ı mail haline geldi.
İlk başlarda haber bültenlerini bile başörtülü spikerlerle sunan TV kanalları, daha sonra hem bu uygulamaya son verdiler, hem de müptezellikte diğer kanallarla adeta yarışır hale geldiler.
Sonuçta, orijinal kimliklerin dejenere olduğu, kapitalizmin kurallarının öne çıktığı, şirket çıkarlarının hizmetin gereklerine baskın geldiği, siyasî iktidarla ilişkilerin de buna göre şekillendiği çok ibret verici kimlik erozyonları yaşandı.
Zühd ve takvayı esas alan hayat tarzları terk edilirken, şatafat, lüks, gösteriş, ölçüsüz tüketim ve israfa dayalı bir yaşayış üslûbu ortaya çıktı.
Nişan, düğün ve tatillerini beş yıldızlı otellerde yapmayı alışkanlık haline getiren, marka giyinen, lüks ve pahalı lokantalarda yemek yiyen ve eğlence yerlerinde boy gösterip doğum günü kutlamaları yapan bir “İslâm sosyetesi” oluştu.
1990’ların başında ANAP’ın iktidardan uzaklaşıp çekim merkezi olmaktan çıkmasıyla, cemaatleri siyasallaştırma, ticarîleştirme ve dünyevîleştirme görevini, MNP-MSP’nin devamı olarak kitleye açılma çabası içindeki RP devraldı.
RP’nin 1994’teki yerel, 1995’teki genel seçimde elde ettiği başarı, önce kendi kadrolarında, sonra destek veren cemaatlerde, iktidar nimetlerinden daha fazla pay alma iştahını kabarttı.
Öteden beri “yandaş zenginler” oluşturma mekanizması olarak işleyen ihale sistemi, bu dönemde RP’liler ve destek verenler lehine çalıştı.
Buna ilâveten, yetişmiş kadrolar yine yerel ve merkezî yönetimin bürokratları olarak istihdam edildi. Öyle ki, çok sayıda akademisyen siyasete ve bürokrasiye kanalize edilerek üniversite kürsüleri boşaltıldı, üstelik bu durum “En çok profesör bizim kadrolarımızda” söylemleriyle övünme vesilesi yapıldı ve bu kaydırma 28 Şubat’ta üniversitelerin YÖK eliyle “resmî ideolojinin kaleleri” haline getirilmesini son derece kolaylaştırdı.
AKP’nin tek başına iktidarı, arkasına aldığı cemaatlerin büyük çoğunluğuyla birlikte, bu dejenerasyonu çok daha ileri boyutlara taşıdı.
Tesettürün ifadesi olması gerekirken maalesef yer yer “AKP’nin simgesi” haline getirilen şekliyle başörtüsü, bir “moda ve şıklık aksesuarı” olmaya indirgenerek içi boşaltıldı. Ve bu durum sadece başörtüsünde değil, sosyolog Müfit Yüksel’in Yeni Asya’ya söylediği gibi (23.2.09), dindarlık tezahürlerinin tamamında ortaya çıktı.
İşin ilginç tarafı, Yüksel AKP’yi eleştirirken “yurt dışındaki lüks mağazalardan aldıkları pahalı ve marka eşarplarla 4x4’lere binip caka satanlar”ı örnek veren Numan Kurtulmuş’un başında olduğu SP için de “Yeni AKP’ler üretmeye aday” tesbitinde bulunuyor ki, bu da çok doğru.
Çünkü her ne kadar “Din adına siyaset hataymış” denilse de, dindar kimliklerle iktidar talebinde ısrar edilmesi, sahiplerini hep “İktidar yozlaştırır” hükmünün kapsama alanında tutuyor.
Altı buçuk yıllık AKP iktidarında yaşananlar, cemaatlerin bu sarsıcı gerçekten, evvelce görülmemiş boyutlarda etkilendiklerini gösteriyor...
14.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|